Bugun...


Bir Yol Hikâyesi: Şakir versus Çiçek Abbas – Serhat Soyşekerci
Tarih: 06-01-2019 22:23:30 Güncelleme: 06-01-2019 22:23:30 + -


İnsan, gündelik yaşamda belirli bir bilgi, görgü ve erdem kazanmak için meslek sahibi olur ve profesyonelliğe adım atarak bunu meslek sahibi olduktan sonra da geliştirmeye devam eder. Batı dillerinde kabul gördüğü biçimiyle profesyonel, profess ve confesskelimelerinden oluşur. Birincisi, bir iddiayı ileri sürmek

facebook-paylas
Tarih: 06-01-2019 22:23

Bir Yol Hikâyesi:  Şakir versus Çiçek Abbas – Serhat Soyşekerci

Bir Yol Hikâyesi:

Şakir versus Çiçek Abbas – Serhat Soyşekerci 

 

İnsan, gündelik yaşamda belirli bir bilgi, görgü ve erdem kazanmak için meslek sahibi olur ve profesyonelliğe adım atarak bunu meslek sahibi olduktan sonra da geliştirmeye devam eder. Batı dillerinde kabul gördüğü biçimiyle profesyonel, profess ve confesskelimelerinden oluşur. Birincisi, bir iddiayı ileri sürmek; ikincisi, ileri sürülen iddiayı güvenilir kılmaktır. Bu müthiş bir mücadele, çaba ve azim gerektirmekle birlikte, “profesyonel” denilen kavram epistemolojik olarak geniş bir minvalde, özellikle tıp ve hukuk ekseninde meslekler sosyoloji kapsama alanında yerini almış, almaya da devam etmektedir.

Batı dillerinde itiraf etmek olan confess (fr.confession) teriminin etimolojisi kadim bir teolojik anlama gönderme yaparak “günah çıkarma”yla özdeştir. Beyansöz ya da yemin gibi derin bir düzleme gönderme yaparak ele alınır. Bunun keşişlerden manastır rahiplerine dek uzanan çok fazla örnekleri var. Meselâ, Aziz Agustine’in “itirafları” dinsel cemiyetin kabaran ihtiyaçlarını teselli etmek için vardır. Jean Jacques Rousseau’nun itirafları ise gene kabaran ihtiyaçları teselli etmenin ötesinde değildir ama aradaki tek fark Rousseau’nun itiraflarını Papa’ya değil de halka yapmış olmasıdır. Peki, ama hangi halk?    

12 Eylül 1980’den sonra vesayetçi zihnin modellemeleri ile devşirilen ve aslında ‘süngüyle gelen düşünce’ hâlini alan YÖK’ün akademik camiası için insan ne düşünebilir? Dahası, akademisyenler itiraflarını kime ve nereye yapmalıdır?

Cumhurbaşkanlığına mı?

Bakanlar Kuruluna mı?

Diyanet İşleri Başkanlığına mı?

Rektörlere mi?

Üniversiteler arası Kurul’a mı?

Erk’in Vaftizci Yahyası olan medyaya mı?

Halktan kopan şuursuz kitleye mi?

Bu soruların hepsinin yanıtı hayırdır.

Akademisyenler her şeyden önce profesyonel ise -ki, öyle olmalıdır- meslekte olmanın gizini görünür hale getirmek için itiraflarını herkese ve her şeye, yani halka yapmalıdır. Çiçek Abbas’ta çözülen bu mesele 12 Eylül 1980’in iziyle ortaya çıkan YÖK’le birlikte hâlâ çözülebilmiş değildir. 

 

12 Eylül 1980’den sonra aynı yıl YÖK kurulmuş, ne ilginç bir tesadüftür ki gene aynı yıl Çiçek Abbas filmi gösterime girmiştir. O vakit, şimdi gelelim senaryosu Yavuz Turgul’a ait olan 1982 yapımı Çiçek Abbas filmine.

Film, son derece zengin bir oyuncu kadrosunun dışında düzenbaz ve sahtekâr bir şoför olan Şakir (Şener Şen)’e karşı hayata tutunmaya çalışan, düzenbazlığın ne olduğunu bu şoförün rahle-i tedrisatından geçerek tanımaya çalışan Çiçek Abbas (İlyas Salman)’ın Şakir’le sonu gelmez kıyasıya mücadelelerini betimlemektedir. Oysa yüzeyde kalan “görünür” şeyler genellikle aldatır insanı. Filmin ana teması insanlara bir komedi özelliği gibi görünse de aslında buram buram dramatik bir tema üstüne oturur. Zaten bu filmi unutulmaz kılan budur: “gibi görünmek.” Bu iki şoförün mücadelesi gerçekte bizlere Şirazlı Sâdî’nin başyapıtı Gülistan’da bahsettiği şu dizeleri anımsatır: “Lokman hekime etrafındakiler sormuş:

-Edep ve ahlâkı kimden öğrendin?

Şu karşılığı vermiş:

 

-Edepsizlerden, terbiyesizlerden… Çünkü onların bana hoş gelmeyen hareketlerini yapmaktan kaçınıyorum.” 

Filmin en çarpıcı sahnelerinden birisi olan bu sahnede (Görsel 1) Çiçek Abbas, kendini kendi üstünden gören bir tanıma evresine geçmektedir. Bu tanımada bir mücadele, dava ve kişinin kendisiyle ya da benlik savaşıyla olan tutkusu göze çarpar. Onurlu ve erdemli olan bu mücadele, Nietzsche’nin sözüne ettiği, düşmanını seven bir bilinç düzleminin içine yerleşerek ‘saf duygu hâli’ yaratır. Çünkü bir savaş benlik savaşıysa eğer, bu bile adaletli olmalıdır ve öyle de olur: “Estağfurullah abi sen büyüksün.”

Hikâyenin kurgusu, Çiçek Abbas’ın Şakir’in yanından kovulup elden düşme bir minibüs alıp ona rakip olmasıyla başlar. Tam da bu an Çiçek Abbas bütün arzularından, intikam içgüdülerinden, nefretin yarattığı katıksız bir öç alma hırsından ve maddi çıkarlara dayalı ihtiraslardan arınarak, kendine kendi üstünden bakar ve bir kez daha, ama son defa tanıma yolculuğuna çıkar. Günümüz taşra ilçelerinde konuşlanan öğretmenevlerinde okey veya kâğıt oynayan öğretmenlerin ya da emekli öğretmenlerin yanlarına bedava çay içebilmek için “yancı” öğretmen veya öğretmenlerin oturmasındaki her türlü tutkuya “yabancı” bir benliğe sahiptir artık Çiçek Abbas’ın ruhundan taşan duygular. O hâlde bu öylesine bir duygu olur ki, erillik söylemleriyle yerine getirilen ana işlevlerden birisi olan varlığın öznesi, iktidarın “erk” konumunu belirleyici bir hükmün parantezine alan şu önerme belirir:  “Çaylar benden.” 

Hiç şüphe yok ki daha çok bilgiye sahip olmak insanı erdemli yapmaz, olsa olsa daha bilgili yapar. Oysa erdemli insanda bilgi her zaman araç olduğundan, varlığın özgeci hallerinden olan yüce gönüllülüğün yansımasında bilgi bir cevher gibi ışıldar ve kişiyi bir ‘tanıma’ evresine iter.

Filmin sonunda Çiçek Abbas istediğine ulaşır mı? Kim bilir, belki evet belki hayır. Peki, ama isteği Nazlı ile evlenmek midir? Evet, sonunda Nazlı (Pembe Mutlu) ile evlenir, ama bunu filmin mutlu sonla bittiği şeklinde kodlamak yanlıştır. Çünkü film bu çarpıcı andan sonra aslında yeniden başlamaktadır. Ne olursa olsun izleyici filmin “mutlu son” ile bittiğini düşünürken büyük bir yanılsamaya düşer. Gerçekten de film, izleyenlerin tahmin ettiği gibi mutlu sonla bitmez, sadece yolculukların devam ettiğini her yolculuğun bilinemez olana doğru ilerlemesiyle tutkuya dönüşeceğini serimler. Çünkü tutku, gidilecek yerin bilindiği zamana ait bir şey değildir, bilinemez olana doğru gidilen bir yolculukla elde edilir. Bu çizgisel tarihe ait bir yol değil, helezon bir yolculuktur. Hegel’in “mutsuz bilinç” dediği tanıma evresi, Çiçek Abbas’ın ağzından dökülen sözcüklerle bütünleşir. Dolayısıyla bu bilinç düzlemi, Hegelci Efendi-Köle diyalektiğinde kölelikten efendiliğe doğru akan bir sıçrama evresidir. Artık “muavin Abbas” “Çiçek Abbas”ın “ötekiliğini tanımış, “öteki” olandaki o içsel ölümün canlı deneyimiyle her şeyi aşmıştır.

Nazlı: “Nereye gidiyoruz?”

Çiçek Abbas: “Valla bende bilmiyorum.”               

Şunu hatırlamakta fayda var ki filmde Çiçek Abbas’ın karakter tipolojisi, Hegel’in efendi-köle diyalektiğinden çok, Nietzsche’nin üst-insan dediği karakter evrimi değil de başka nedir ki?

Çiçek Abbas, ‘tanıma’ evresinden geçerek itiraf ettiği şeylerin varlık hükmünü aşmış; çarpılarak dönüşmüştür. İşte bu dönüşüm, hınçtan yoksun bir insanın neye benzediğini insanlığa sanatsal bir üslupta kanıtlamaktadır

Sonunda, Çiçek Abbas’ın zihnindeki frontal korteks sonuna kadar açılarak karşısına “dans eden bir tanrı” çıkıyor. Hiçliğin uçurumunda kaos ve kahkaha (“çilemse çekerim kaderimse gülerim”) ile cisimleşen bu dans, Descartes’i şüphelerden arındıran kesinlik arayışındaki tanrıdan, Spinoza’nın entelektüel tanrısına dek uzanan o sonsuz yolculuk değil de nedir?  

Kaynaklar

Badiou, Alain, Gerçek Yaşam, çev. Işık Ergüden, 3. Baskı, İstanbul: Sel Yayınları.

Sadî-i Şirâzi, Gülistan, çev. İlhan Bahar (Hazırlayan: Kerim Çetinoğlu), İstanbul: Kum Saati Yayınları. s.87.

Görsel 1: https://www.youtube.com/watch?v=lEZOs3NRiZQ




Kaynak: gazetefersude

Editör: yeniden ATILIM

Bu haber 2442 defa okunmuştur.

FACEBOOK YORUM
Yorum

İLGİNİZİ ÇEKEBİLECEK DİĞER Basından yazılar Haberleri

ÇOK OKUNAN HABERLER
  • BUGÜN
  • BU HAFTA
  • BU AY
SON YORUMLANANLAR
  • HABERLER
  • VİDEOLAR
YUKARI