Bugun...


Kahinlerden Sosyal Bilimcilere: İnsanlığın Geleceğini Bilme Çabası
Tarih: 15-04-2020 22:09:49 Güncelleme: 15-04-2020 22:27:49 + -


İlerleyen gün ve haftalarda yeni isimlerin, koronavirüsü salgınının muhtemel sonuçlarına ilişkin kendi tahminlerini yapmaya devam edeceğini tahmin etmek zor değil. Bu yazı, sosyal bilimcilerin geleceği tahmin etme çabalarını etkileyecek kısıtlarını tartışmaktadır ve bu kısıtları metodolojik kısıtlar ve analiz objesinin merkezinde insan unsurunun olması olarak belirlemektedir.

facebook-paylas
Tarih: 15-04-2020 22:09

Kahinlerden Sosyal Bilimcilere:  İnsanlığın Geleceğini Bilme Çabası

Kahinlerden Sosyal Bilimcilere:

İnsanlığın Geleceğini Bilme Çabası

 

 

"Dünya koronavirüs salgınından sonra nasıl olacak?” Bu cümle Foreign Policy dergisinde 20 Mart 2020 günü yayınlanan bir yazının başlığıydı. Yazı, aralarında sosyal bilimcilerin de olduğu oldukça tanınmış 12 ismin koronavirüsü salgınının uluslararası düzenden küresel ekonomik ilişkilere, devlet ve rejim yapılarından ideolojik akımlara çok farklı alanlarda muhtemel etkilerine ilişkin tahminlerini içeriyordu (bir benzerini Türkçe olarak buradan okuyabilirsiniz). Daha farklı mecralarda da nice sosyal bilimci, entelektüel ve benzer statüde isim, salgının, yani tarihi dört ayı ancak bulan bir gelişmenin, kendi uzmanlık alanlarında kısa, orta ve uzun vadeli etkilerini tahmin etmeye çalıştı. İlerleyen gün ve haftalarda yeni isimlerin, koronavirüsü salgınının muhtemel sonuçlarına ilişkin kendi tahminlerini yapmaya devam edeceğini tahmin etmek zor değil. 

Bu yazı, sosyal bilimcilerin geleceği tahmin etme çabalarını etkileyecek kısıtlarını tartışmaktadır ve bu kısıtları metodolojik kısıtlar ve analiz objesinin merkezinde insan unsurunun olması olarak belirlemektedir.

İnsanlığın En Kadim Mesleği

Geleceğin ne getireceğini bilmenin ve bu bilgi ile geleceğin koşullarına hazırlanmanın her birey ve insan topluluğu için, nerede, nasıl ve ne zaman yaşadığından bağımsız olarak sağlayacağı fayda su götürmez bir gerçek. Nitekim, Rudyard Kipling’in meşhur ve provokatif iddiasının aksine, geleceği tahmin etmeye çalışmak insanlığın belki de en kadim mesleği.

Elbette yazılı kaynakların yokluğunda insanlığın avcılık ve toplayıcılıkla geçirdiği ve tarihin çok büyük bir dönemi ile alakalı kesin konuşmak mümkün değil. Sadece bugün benzer sosyo-ekonomik yapıdaki topluluklara bakarak yorum yapmak mümkün. Mesela, konu üzerine antropolojik çalışmalara göre, Amerikan Kızılderilileri Cherookeeleri ucuna bir taş parçası (kırmızı aşı boyası) bağlı 25-30 cm uzunluğunda bir ipten yapılma sarkaçın salındığı yönün kaybolan eşya veya kişinin olduğu yönü gösterdiğine inanırlar. Cherokeeler aynı sarkaçla bir insanın yaşayıp yaşamayacağını da başka bir ritüelle tahmin etmeye çalışırlar. Yere bir bez parçası konur. Söz konusu kişi ile bez parçası arasına kömür, tam karşısına da ekmek konur. Sarkaç ekmek tarafına salınırsa, kişi yaşayacak, kömüre doğru salınırsa, kişi ölecektir. Başka topluluklara savaş açmak veya baskına gitmek gibi çok daha büyük kararların alınması için ise, Cherookeelerin başvurduğu kristal küreleri vardır. Bu ve benzeri birçok ritüelle Cherookeeler hem bireysel hem ailevi hem de topluluklarını doğrudan etkileyecek gelişmeleri tahmin etmeye çalışırlar. Cherookeeler arasında gözlemlenen geleceği tahmin veya kehanet metotlarınınım benzerlerinin başka bölgelerde yaşayan avcı ve toplayıcı topluluklarında da gözlemlendiğini antropolojik çalışmalar göstermektedir.

Elbette bu pratiklerin tarım-öncesi dönemin avcı ve toplayıcı toplulukları için ne kadar geçerli olduğunu bilmiyoruz. Konu ile alakalı delil olabilecek var olan ilk yazılı kaynaklar insanlığın tarım ve göçebe hayatına geçiş yaptıktan binlerce yıl sonrasına ait, MÖ 2000’li yıllara. Bu döneme ait kaynaklar Mezopotamya medeniyetinde rüyaların ve yıldızların geleceğe dair işaretler verdiğine inanıldığını ve yorumlandığını göstermektedir. Yine aynı kaynaklar özellikle keçi ve koyun gibi canlı varlıkların “en hayırlı” seçimi yapmada kullanıldığını gösteriyor. Mesela, 1877 yılında keşfedilen ve şu an Paris’teki Louvre müzesinde sergilenen Gudea silindirleri olarak bilinen ve Sümer çivi yazısı ile yazılan kaynakta Kral Gudea, şehrin tanrısı Ningursu için inşa edeceği mabedin ilk tuğlasını bir keçiye seçtirir. Yine aynı dönemden yazılı kaynakları mabetlerin özellikle üst düzey yetkililerinin keçiler tarafından veya Mezopotamya’nın bazı bölgelerinde tanrılar için kurban edilen hayvanların ciğerlerinin farklı bölgelerinin şekline göre seçildiğini gösteriyor. 

Takip eden yüzyıllar, Mezopotamya’da geleceği tahmin metotlarının inanılmaz bir hızda çeşitlenmesine ve yaygınlaşmasına şahitlik etti. Bu yaygınlaşmayı ve çeşitlenmeyi en iyi MÖ bin yılına gelindiğinde zamanla yapılan hem teorik hem de pratik tahminlerin sistematik olarak toplanıp, geleceği tahminde kullanılan metoda göre külliyatlarda toplanmasında görmek mümkün. Mesela, MÖ yedinci yüzyıl itibariyle binlerce taş tablete sahip, Asur İmparatorluğunun başkenti Nineveh’te bulunan kütüphanede bulunan Enuma Anu Enlil isimli külliyat yıldızlar, gezegenler, kuyruklu yıldızlar, bulutların şekli gibi hava olaylarına bakılarak yapılan, 6500-7000 civarında maddelik gelecek tahminlerini içeriyordu. Aynı dönemde sadece Nineveh’te değil, Asur imparatorluğunun birçok farklı şehrinde, gökyüzünü incelemek ve takip etmek üzere kuleler kurulduğunu ve Enuma Anu Enlil’e referansla yorumlandığını konunun uzmanları not etmektedir. Aynı dönemde Enuma Abu Enlil’den başka külliyatlar da toplanmıştı. Rüyalar üzerinden, fetüs veya yeni doğan çocuklardaki şekli anormallikler üzerinden, bireylerin yüz ve başka beden şekilleri üzerinden ve en yaygın olarak kurban edilen hayvanların artık organlarındaki şekiller üzerinden yapılan gelecek tahminleri farklı farklı külliyatlarda derli toplu halde bir araya getirildi.

Konunun uzmanlarına göre geleceği tahmin için bu ve benzer metotların sadece Mezopotamya’da değil, Çin’den Hindistan’a, İran’dan Mısır’a, Antik Yunan’dan Roma İmparatorluğu’na çok farklı coğrafyalarda da aynı dönemlerde kullanıldığını not edelim.

Bugünün insanı için Mezopotamyalıların ve diğerlerinin bu metotları geleceği tahmin için kullanmaları absürt olarak gözükebilir. Ancak bu devasa çabanın iki yönüne dikkat etmek gerek. Birincisi bin yılı aşkın bir süre boyunca devam eden ortak, sistematik ve disipliner bir çaba söz konusu. Farklı tahmin metotları yüzyıllar boyunca geliştirildi, kullanıldı, toplanan materyaller yorumlandı, sonuçları kaydedildi ve külliyatları oluşturuldu. Mezopotamya ve diğer bölgelerde icra edildiği haliyle, esasında gelecek tahmincilerinin yaptığı iş evrende farklı objeleri ve gelişmeleri gözlemlemek ve onları başka obje ve gelişmelerle ilişkilendirmekti. Diğer bir deyişle iki veya daha fazla obje arasında zamansal bir sebep-sonuç ilişkisi kuruluyordu. Nitekim bütün külliyatların tahminleri “Eğer X veya Y olursa Z olur” formatında kaydediliyordu. Bir anlamda geleceği tahmin çabası bugün tabii ve sosyal bilimlerin yaptığından çok da farklı değildi. Nitekim, bilim tarihçileri modern bilimlerin orijinini, mesela astronomiyi, bu döneme kadar götürmektedirler. 

Sorun elbette gelecek tahmincilerinin öne sürdüğü sebep(ler) ve sonuç arasında kurulan ilişkinin bugün (tabii veya sosyal) bilimsel olarak kabul edilememesi veya öncül X veya Y ile, Z sonucu arasında çoğu zaman kabul edilebilir herhangi bir nedensellik bağının olmaması. Mesela, dönemin tahminlerinden birisi ay tutulmasının kral için kötü şans, hatta ölüm getirebileceğiydi. Ay tutulması önceden tahmin edilebildiği için, söz konusu kötü kehaneti engellemek için bir süreliğine gerçek kralın yerine geçici olarak başka birisinin kral olarak atandığı olmuştur. Ay tutulması geçtikten sonra gerçek kral görevine devam ederken, geçici kral da öldürülürdü. Başka bir tahmin ise, ay tutulması halinde Jüpiter’in de görünmesi durumunda krala bir şey olmayacağını iddia eder, ancak kral yerine asillerden birisi ölecektir. Her iki durumda da öncüller ve sonuç arasında tabii ve sosyal bilimler tarafından kabul edilebilecek herhangi bir fiziksel nedensellik kurmak mümkün değil.

Ancak bu öncüller ve sonuç arasında en azından gelecek tahminleri yapanların ve onlara inananların inancında, herhangi bir ilişkinin kurgulanmadığı anlamına gelmez. Bu, bahsettiğimiz devasa çabanın ikinci yönüdür. Mezopotamya’daki gelişmiş haliyle geleceği tahmin metotları ne kadar çeşitli olursa olsun, esasında belli bir kozmolojik düzen varsayımına dayalıydı. Evet, ortada bir düzen vardı. Bu düzenin birçok tanrının ortak çalışması ile sağlandığına, hatta tanrıların belirli dönemlerde bir araya geldiği ve bir sonraki dönem için kararlarını almasıyla yürüdüğüne inanılıyordu. Aslında oldukça düzenli olan evrendeki düzensizlikler ise tanrıların insanlığa yolladıkları mesajlardı. Söz konusu mesajlar ise ancak sistematik bir şekilde gözlem yapılarak ve takibi yapılarak anlaşılabilirdi. Elbette tanrılar insanlara doğrudan mesaj da yollayabilirdi ki, bu rüyalar yoluyla olurdu. Nitekim Gudea silindirinin anlatısına göre, Lagaş şehrinin kralı Gudea, şehrin tanrısı Ningursu için kuracağı mabedin emrini bizatihi Ningursu’dan rüyada almıştı. Elbette rüyalar çoğunlukla net değildi ve rüya görenler rüyalarının yorumunu bir uzmana sormak ihtiyacındaydı. Nitekim Gudea da rüyasının anlamını rüya yorumcusuna sormuş ve öyle mabedini kurmaya başlamıştı. 

Bu kozmolojik düzen tahayyülünün sadece Mezopotamya’ya has olmadığını, benzerlerinin diğer medeniyetlerde, hatta avcı ve toplayıcı topluluklarda da gözlemlenebildiğini vurgulamak gerek. Söz konusu tahayyülün ilk ne zaman ve kimin tarafından kurgulandığını, daha sonra nasıl evrildiğini ve yayıldığını elbette hiçbir zaman bilemeyeceğiz. Ancak tanrıların insanlarla rüyalarla ve başka anomalilerle mesaj yolladığı fikri bir kez kabul edildikten sonra, muhtemel mesaj kanallarının artarak çeşitlenmesi sadece zaman meselesiydi. Üstüne üstlük hiçbir mesaj kanalının, diğerine özünde bir üstünlüğü de söz konusu olamazdı ki, bu mesaj kanallarının daha da çeşitlenmesinin ayrıca önünü açmış olsa gerek.

Tek Tanrıcılık ve Bilimsel Düşünce

Tek tanrıcılığı bu kozmolojik düzen arka planında düşünmek gerek. Elbette kadim çağlar boyunca birçok kişi güçlü bir tek tanrıcı anlayışa sahip olmuş olabilir. Hatta MÖ ikinci bin yılın ortalarında Akhenaton isimli bir Firavun’un Mısır’da tek tanrıcılığı yerleştirmeye çalıştığı biliniyor. Ancak tek tanrıcılığın bir topluluk tarafından nispeten yaygın bir şekilde bir din olarak kabulü ilk kez MÖ birinci binyılda Yahudiler arasında gerçekleşti. Ancak Yahudilerin tek tanrıcılığının etkisi son derece sınırlı kaldı. Tek tanrıcılığın, çok tanrılı kozmolojik düzen anlayışını sarsması ve yıkması Hristiyanlık ve İslam’ın eliyle oldu. İlkinin Roma İmparatorluğu tarafından resmi din olarak kabul etmesi, ikincisinin kurucularının ise kısa sürede bir imparatorluk kurmaları tek tanrıcılığın çok daha geniş bir coğrafyaya yayılmasına vesile oldu. 

Tek tanrıcılığın yayılması farklı metotlarla geleceği tahmin çabalarını da doğrudan etkiledi. Zira, tek tanrıcılık sadece tanrı sayısını bire indirmekle kalmadı, aynı zamanda tanrının insanlara mesaj yollama kanallarını da hemen hemen sıfırladı. Tek tanrılı dinlerin güçlü tek tanrısı kullarına elbette iradesinin ne olduğunu bildirecekti. Ancak bunu sadece kendi seçtiği özel kulları, peygamberler, kanalıyla ve bunun için özel görevli bir melek vasıtasıyla yapacaktı. Halbuki çok tanrılı kozmolojik düzende tanrı mesajlarını herkese yollayabilirdi, ancak söz konusu mesajları deşifre etmek için gerekli eğitimi almak gerekiyordu. Yani tanrıların dilini öğrenmek gerekti. Bunun için ise tanrı tarafından özel olarak seçilmek gerekmiyordu, gerekli eğitimi alan herkes yapabilirdi.

Bu iki farklı ve son derece zıt kozmolojik düzen anlayışının birlikte yaşayabilmesi tek tanrılı dinlerin mutlak hakikat iddiası ve karşı tarafı mutlak batıllıkla mahkum etmesi yüzünden mümkün değildi. Özellikle devlet gücünü tamamıyla arkasına aldıktan sonra da, tek tanrıcılığın herhangi bir tolerans geliştirmesine gerek kalmadı. Öte yandan tek tanrıcılığın geleceği tahmin metotlarını tamamen yok etmede mutlak bir başarıya ulaştığını iddia etmek elbette mümkün değil. Bazı metotların tek tanrılı dinlerin içine aktarıldığını, bazılarının dinlerden bağımsız olarak hayatta kaldığı, bazılarının ise tarihe karıştığı iddia edilebilir.

Tek tanrıcılığın bilimsel düşüncenin gelişimi ile etkileşimi kompleks ve çelişki dolu bir süreçtir. Fazlasıyla basite indirme pahasına, şunu iddia etmek mümkün: Tek tanrıcı dinlerin özellikle din adamları sınıfının insanın ve evrenin yaratılışı ve evrenin nasıl işlediğine ilişkin kutsal kaynaklarla destekledikleri güçlü iddiaları hep olagelmiştir ve bu iddiaların bilimsel bilgi ile çatıştığı dönemler sıklıkla olmuştur. Bu çatışmalardan belki de en iyi bilineni İtalyan Galileo Galilei’nin Katolik Kilisesi ile dünyanın evrendeki merkeziliği üzerine giriştiği tartışmadır, ki neticede Galilei Kilise tarafında cezalandırılarak hayatının geri kalanını ev hapsinde geçirmiştir. Bugün halen daha süregiden evrim ve yaratılışçılık tartışması ise bilim ve tek tanrılı din arasında doğabilecek muhtemel çatışmaların canlı bir örneği olarak karşımızda duruyor. 

Ancak tek tanrılı dinlerin bilimsel düşünce gelişimine çok daha pozitif bir katkısının olduğunu da iddia etmek mümkün. O katkı da, tek tanrılı dinlerin insan aklını çok tanrılı kozmolojik düzende içine düştüğü metafiziksel nedensellik girdabından çıkardığı. Zira tek tanrılı dinler her seyden daha güçlü ve her açıdan daha mükemmel tek bir Tanrı kurgulayarak, aslında mükemmel çalışan bir evren tahayyülünü yarattı. Mükemmel sonsuz güçlü Tanrı elbette mükemmel işleyen bir evren yaratacaktı. Evrene bu bakış açısını en belirgin bir şekilde İslam’ın kutsal kitabında görmek mümkün:

Yedi göğü birbiriyle tam bir uygunluk içinde yaratan O'dur. Rahmân'ın yaratışında hiçbir uyumsuzluk göremezsin. Gözünü çevir de bir bak, bir bozukluk görebiliyor musun? Sonra gözünü tekrar tekrar çevir de bak; (kusur arayan) göz aradığını bulamadan bitkin olarak sana dönecektir (Mülk :3-4).

Elbette tek tanrılı dinlerin kozmolojik düzen anlayışının bilimsel düşüncenin gelişiminin önüne koyduğu kısıtlar da vardı. Zira aynı anlayışa göre evrenin mükemmel işlemesi ancak Tanrı’nın evrene her an müdahelesi ile mümkündü. İslam’dan bir terminoloji ile, Tanrı sadece Hayy (hayat veren) değil, aynı zamanda Kayyum (hayatı idame ettiren) idi. Bu anlayış ise elbette evrende her daim, Tanrı’dan bağımsız işleyen yasaların olduğu fikrinin önünde ciddi bir engeldi ve elbette (mucizeler, kerametler gibi) istisnaların, harikuladeliklerin, ve anormalliklerin gerçekleşebileceği, yine rüyalar kanalıyla Tanrı’nın iradesini istediği kullarına bildirmesi ihtimalini de mümkün kılıyordu. 

Bilimsel düşüncenin gelişimi tek tanrılı kozmolojik düzen tahayyülünün sunduğu imkanları ve koyduğu kısıtlar altında devam etti, ki bilginin kaynakları olarak akıl ve vahiy üzerine süregiden felsefi ve teolojik polemik bunun göstergesiydi. Tek tanrılı kozmolojik düzenin hakim olduğu yaklaşık bin yıllık süre içinde vahyin akla üstünlüğünü savunanlar da oldu, aklın vahye üstünlüğünü savunanlar da, ikisi duruş arasında orta yol bulmaya çalışanlar da. 

Ancak, bu tartışmanın son derece teorik düzlemde bir tartışma olduğu ampiriklik açısından antik çağların geleceği tahmin metotlarından çok uzakta olduğunu not etmek gerekir. Nitekim modern tabii ve sosyal bilimlerin gelişiminde en kritik eşik Rönesans İtalya’sından başlayarak ampirizme dönüşle mümkün oldu. Takip eden yüzyıllarda gelişecek olan modern tabii ve sosyal bilimler vahyi bilgi kaynağı olarak tamamen göz ardı edecekti, ki ondokuzuncu yüzyılın başında Fransız bilim insanı Pierre-Simon Laplace, yazdığı 5 ciltlik Mecanique Celeste (Gökyüzünün Mekaniği) isimli astronomi kitabında bir kez bile Tanrı ifadesini kullanmaz. Bunun nedenini soran eski öğrencisi Napoleon Bonaparte’a, Laplace, "Öyle bir varsayımda bulunma ihtiyacım olmadı." cevabını verecektir.

Modern tabii ve sosyal bilimler, vahyi bilgi kaynağı olarak dışlarken, insan aklını ise bir enstrümana dönüştürdü, objeler ve/veya olgular arasında ilişkileri (korelasyon) bulacak ve bu ilişkilerin açıklamasını (nedenselliği) kurgulayacak bir enstrümana. Modern tabii ve sosyal bilimler ek olarak, aklın kurgulayacağı nedenselliğin tabiatına ilişkin de kısıtlamalar getirmiştir ki, bu kısıtı Karl Popper, yanlışlanabilirlilik olarak isimlendirmiştir. Yani, kurgulanacak nedenselliğin ampirik verilerle yanlışlanabilir nitelikte olması lazımdır. Mesela tanrı veya tanrılar, gizli güçler gibi niyetlerini, imkanlarını, araçlarını bilmediğimiz ve hiçbir zaman bilemeyeceğimiz aktörleri içeren açıklamalar yanlışlanamayacakları için bilimsel açıklamalar değildi.

Geleceği Tahminde Sosyal Bilimsel Kısıtlar

Tabii ve sosyal bilimleri ilk önce teolojiden, daha sonra da felsefe ve insani bilimlerden ayrıştıran ve bugüne doğru evrilten temel dinamik salt entelektüel-bilimsel merak(lar)ın tatmini değildi. Tabii bilimlerin tabiatın kontrol altına alınması, insanlığın hizmetine sunulması gibi bir gayesi varken, on dokuzuncu yüzyılda ortaya çıkan sosyal bilimlerin ise sosyal, politik ve ekonomik değişimi yönlendirme gibi bir gayesi vardı. Bu bilim-ötesi ve açıkçası politik gaye nihayetinde tabii ve sosyal bilimlerin sadece bugünün sorunları ile yetinmemesine, zaman zaman geleceği de tahmin etme çabası göstermesine yol açtı. Açıkçası bu çabayı göstermelerinin önünde de herhangi bir kısıt yoktu. Hatta insanlığın bitmeyen geleceği bilme merakı hesaba katıldığında, güçlü bir talep de hep olageldi.

Diğer bir deyişle sosyal bilimcilerin korona-sonrası dünyayı tahmin çabaları ilk olmadığı gibi, muhtemelen son da olmayacaktır. Ancak sosyal bilimcilerin geleceği tahmin konusunda geçmişte gösterdiği başarısının etkileyici seviyede olduğunu iddia etmek mümkün değil. Karl Marx’ın kapitalizmden komünizme geçiş tahmini, Francis Fukuyama’nın serbest piyasa ekonomisi ve liberal demokrasi ikilisinin mutlak zaferi ile tarihin sonunun geldiği tahmini, modernleşme okulunun bütün toplumların benzer gelişme süreçlerinden geçeceği iddiası ve aynı süreçte din, etnisite gibi geleneksel toplumlara ait aidiyetlerin yok olacağı tahmini… Benzer pek çok başarısız tahmin sıralamak mümkün. Bu tahminlerin bir iki kişinin tahmini olarak kalmadığını da not edelim. Bazıları bir dönemin bütün sosyal bilimcilerini etkiledi, çalışmalarını yönlendirdi. Bunlara ek olarak, sosyal bilimcilerin büyük dünya savaşlarını, büyük ekonomik krizleri, sosyal devrimleri ve benzeri büyük siyasi hadiseleri öngörememeleri de geleceği tahmin başarısızlıklarına eklenmeli. 

Bu başarısızlıklar esasında sosyal bilimlerin son derece rasyonel metodolojisinin kısıtlılığı yüzünden. Sosyal bilimler bugünü ve geçmişi açıklamaya çalışır ve bu çabasında kullandığı metodolojik araçlar da var olan veya geçmişte var olmuş olguları materyal olarak kullanır. Neticede ise eldeki olgular arasında nedensellik ilişkisi kurar. Sosyal bilimci, X ve Y ile Z olguları arasında nedensellik ilişkisi kurarken, geleceğe dair yapacağı tahmin bu nedenselliğin bir uygulaması olacaktır.

Bugün veya geçmişte gerçekleşen olgular arasında kurulan nedenselliğin elbette gelecekte de gerçekleşmesi ihtimali her zaman vardır. Ancak gerçekleşmeme ihtimali de yüksektir. Zira, sosyal bilimler üç önemli kısıt altında çalışır:

Birincisi, tabii bilimlerin aksine sosyal bilimlerin ele aldığı olguların hiçbirisi laboratuvar ortamında kontrol edilebilir nitelikte değildir. Dolayısıyla tabii bilimlerin bulduğu nedensellik ilişkileri çok daha kesin ilişkilerdir. Sosyal bilimsel ilişkiler ise daha çok ihtimali ilişkilerdir.

İkincisi, tabii bilimler kontrollü laboratuvar ortamlarında ilişkileri defalarca test etme ve yine kontrollü olarak parametreleri değiştirip, etkilerini ölçebilme lüksüne sahiptir. Diğer bir deyişle tabii bilimler X ve Y haricinde, Z’ye etki edebilecek bütün faktörleri kontrol edebilmektedir. Sosyal bilimler ise bu lükse sahip değildir. Aralarında ilişki kurulan olgular tarihte bir kez olmakta ve aynı şekilde tekrarı hemen hemen imkansız olgulardır. Dolayısıyla herhangi bir politik, ekonomik ve sosyal olgunun doğuşuna ve gelişimine katkı sağlayan bütün olguları hiçbir zaman tam olarak ortaya çıkartamaz. Aslında X ve Y olguları, bilinmeyen ve hesaba katılmayan başka olgularla birlikte Z olgusuna sebep olmaktadır. Bilinmeyen ve hesaba katılmayan başka olguların/faktörlerin farklı türlü tezahür ettiği durumda ise X ve Y olgularının Z’ye etkisi daha farklı olabilir.

Üçüncüsü ise, elbette sosyal bilimlerin çalıştığı konuların merkezinde insan olması geleceği tahminde belki de en aşılmaz kısıttır. İnsan tabii bilimlerin çalıştığı objelerden farklı olarak kendi kendine düşünen, hesaplayabilen, strateji belirleyen ve en önemlisi öğrenen ve bunların neticesinde benzer durumlarda tamamen farklı davranış sergileyebilen ve hatta şansı yaver giderse yapısal kısıtları iradesiyle aşabilen bir varlıktır. Tabii bilimlerin geleceği tahminde zorlandığı küresel ısınma veya korona virüsünün yayılışı gibi konuların da insan ve insan topluluklarının tercihleri ile süreci etkileyebilecekleri konular olması şaşırtıcı değil. 

Sosyal bilimcilerin olgular arasındaki bulduğu nedenselliğin sınırlılığını gösteren benim bildiğim en çarpıcı örnek sosyolog ve siyaset bilimci Theda Skocpol’un sosyal devrimler analizi. Harvard Üniversitesi’nden doktorasını alan ve aynı üniversitede uzun yıllar hocalık yapan Skocpol, 1979 yılında yayınladığı ve artık bir klasik olan meşhur kitabı States and Social Revolutions’da, Fransız, Rus ve Çin devrimlerini karşılaştırarak toplumsal devrimlerin gerçekleşme şartlarını ve bu devrimlerin ortak özelliklerini analizi eder: devletin idari ve askeri gücünün çökmesi, köylü nüfusun harekete geçirilmesi, liderliğin olmaması, ve saire. Ancak, kitabın yayınlandığı aynı yıl, İran’da bir devrim olur ve Skocpol’un sosyal devrimlerin ortak özelliklerinin hemen hemen hiçbirisi İran’da görülmez. İran’daki devrim devletin veya rejimin halen daha güçlü olduğu ve yurtdışı desteğinin olduğu bir zamanda, tamamen şehirlilerin ulema sınıfının liderliğinde gerçekleştirdiği bir devrimdir. Bu elbette Skocpol’un Fransa, Rusya ve Çin analizini yanlışlamaz. Olan sadece İran’da farklı bir olgular kombinasyonunun devrimi ürettiğidir. 

Sosyal bilimsel metodolojinin kısıtları ve insan unsuru ortada iken, sosyal bilimsel nedensellikler üzerinden gelecek tahmini elbette eksik, hatta büyük oranda yanıltıcı olacaktır. 

İnsanı (Homo sapiens) evrim sürecinde diğer canlılardan ayıran ve ona avantaj sağlayan en kritik özelliği akıldır. Ancak insanın trajedisinin de kaynağı yine aklı gibi gözüküyor. Zira aynı akıl geleceği öngörmek ve böylelikle geleceğe hazırlıklı olmak ister. Trajikomik olan, insan aklının bu son derece doğal ihtiyacı karşılamak için elinde kendi ürettiği metotlar ve yine kendi ürettiği varsayımlardan ve inançlardan başka bir şeyi yoktur. Bu ise geleceği tahmin çabasında kadim çağın kahinleri ve modern çağın sosyal bilimcilerini birleştiren noktadır. 




Kaynak: Evrim Ağcı

Editör: Yeniden ATILIM

Bu haber 1329 defa okunmuştur.

FACEBOOK YORUM
Yorum

İLGİNİZİ ÇEKEBİLECEK DİĞER Röportaj-Analiz Haberleri

ÇOK OKUNAN HABERLER
  • BUGÜN
  • BU HAFTA
  • BU AY
SON YORUMLANANLAR
  • HABERLER
  • VİDEOLAR
YUKARI