Bugun...


Michel Feher’le söyleşi
Tarih: 30-07-2018 01:10:47 Güncelleme: 30-07-2018 01:10:47 + -


“Le temps des investis. Essai sur la nouvelle question sociale” (Yatırım Taliplileri Zamanı: Toplumsal Sorun Üzerine Deneme; Güz 2017) adlı denemenin yazarı filozof Michel Feher’e göre ekonominin finansallaşması toplumsal oyuncuların –şirketler, devletler, bireyler­– işleyişini ve toplumsal sorunun dayanak noktalarını derinden değiştirdi.

facebook-paylas
Tarih: 30-07-2018 01:10

Michel Feher’le söyleşi

 

Michel Feher’le söyleşi

 

Michel Feher:

“Toplumsal mücadele artık finansal piyasalarda sürüyor”

Catherine André

 

Le temps des investis. Essai sur la nouvelle question sociale” (Yatırım Taliplileri Zamanı: Toplumsal Sorun Üzerine Deneme; Güz 2017) adlı denemenin yazarı filozof Michel Feher’e göre ekonominin finansallaşması toplumsal oyuncuların –şirketler, devletler, bireyler­– işleyişini ve toplumsal sorunun dayanak noktalarını derinden değiştirdi.  Eğer sol finansal kuruluşların egemenliğine karşı koymak istiyorsa kendini yenilemek zorunda. Yeni bir düşselliğin meyveleri olan emeğin örgütlenmesinin yeni biçimleri ortaya çıkmakta.

Yenilgilerini yinelemekle yorulan Sol’un toplumsal sorunu yeniden ele almak için yeniden yaratıcı olması gerektiğini yazıyorsunuz. Sorunun başoyuncuları artık patron ve ücretli değil, yatırımcı ve yatırım taliplileri. Ücretli toplumunun sonuna mı yaklaşıyoruz?

İş mevzuatlarındaki, sayısal ekonomideki ve finansal kapitalizmin taleplerindeki son gelişmelerine göre, bu varsayım en azından makul görünüyor. Fakat bu ücretliliğin krizinin nasıl ortaya çıktığını görmek için biraz geçmişe gitmek gerekir.

1980 yılından beri kapitalizmi etkileyen finansallaşmayı herkes kabul ediyor. Fakat belki de daha çok, buna itiraz edenler de dahil olmak üzere, sermayenin bu yeni birikim rejiminin neyi içerdiği üzerinde düşünmemiz gerekiyor.

Öncelikle yönetici konumunda finansın olduğunu söylemek –F. Hollande da geçenlerde söyledi– anahtarı elinde tutanların işverenlerden çok yatırımcıların olduğunu söylemektir. Oysa yatırımcılar işverenler ile aynı işlevi yerine getirmiyorlar. “Otuz şanlı yılın” sonuna kadar, Fordist olarak anılan rejim daha önce Alfred Chandler’in betimlediği gibi dikey olarak bütünleşmiş çok uluslu şirketlerin etrafında işliyordu. Sanayi kapitalizminin egemenliğinin bu son evresinde, ekonomik failler birer tüccar olarak algılanıyordu: çalışan, işveren ya da bağımsız çalışan. Her biri meta sunan ya da talep eden kişiler olarak ele alınıyordu ve yine her biri en iyi fiyata satmaya ve az maliyetle satılmaya çalışılıyordu.

Karl Marx’ın tanımladığı “serbest emekçi”, yani sahip olduğu tek meta olan emek gücünü özgürce satan emekçi neydi? Bu, sanayi kapitalizminin de meşrulaştırdığı biçimdi. Sanayi kapitalizminin savunucuları, insanların sahip olduklarını değiş tokuş ederek çıkarlarını takip etmekle özgür hale geldiğinin altını çiziyorlardı. Kimilerinin sermayeye ve kimilerinin de sadece emek gücüne sahip oldukları doğruysa da.

Marksist eleştiri bu “biçimsel eşitlik” kurnazlığı açıkça ifşa eder. Çünkü özgür emekçilerin ücreti ürettikleri zenginliğe karşılık gelmez, sadece emek piyasasının emek gücüne verdiği fiyata karşılık gelir. Bu ikisi arasındaki fark, bilindiği gibi, sömürünün tanımıdır.

Oysa sanayi kapitalizminden farklı olarak, finansal kapitalizm bir tüccarlar dünyası kurmaz. İşverenler çalışanlarını emek gücü satıcısı olarak ele alırken, yatırımcılar ise onları finansman arayışındaki projeler olarak görürler. Bir başka deyişle, finansallaşmış kapitalizmin failleri, sattıklarından kâr elde etmekten çok sermaye sahipleri nezdinde kredi arayışı içindedirler. Toplumsal ilişki emek gücünün istihdamı çevresinde değil, projelerin değerlendirilmesi çevresinde kurulur: Sahneye işveren ve çalışandan çok bir yatırımcı ve bir yatırım –ya da yatırım taliplisi–koyar.

O halde işveren ve çalışan ilişkisinden çıkmış durumda mıyız?

İstihdam ilişkisi kaybolmadı tabii ki ve çalışanların sömürüsü azalmadı, aksine arttı: İşsizliğin getirdiği yıkımı ve iş güvencesizliğini inkar edemeyiz. Ancak istihdam koşullarının bozulması yatırımcıların iktidarının yükselişine bağlıdır.

Oysa yatırımcıların iktidarı işverenin uyguladığı iktidardan farklıdır. İşveren çalışanın ürettiğinin bir kısmına el koyarken –artık ürün kâra dönüşür– yatırımcı ise üretilmesi gerekeni seçer. Uyguladıkları iktidar farklı olduğundan, bunlara karşı çıkacak direniş biçimleri de farklı olacaktır.

Peki, durum nasıl böylesine alt üst oldu?

Sanayileşmiş ülkelerde kapitalizmin finansallaşması şematik olarak üç büyük zamanda gerçekleşir. Her biri toplumsal oyuncuların belirli bir türünün bağımlılığına tekabül eder. Önce şirketler, sonra devletler ve son olarak aileler ve bireyler.

Şirketler yönünde, finansallaşma 1970’den itibaren Fordizmin bunalımından kaynaklanmıştır. O güne kadar işletme kapitalizmi her şeyden önce üretim kapasitelerinin büyümesini amaçlamıştır. Böyle bir amaç yöneticileri toplumsal barışı sürdürmeye zorunlu kılıyordu. İşçilerin greve gitmemesi için yeterince iyi ücret almalarını, hisse senedi sahiplerinin de paralarını çekmemek için yeterince pay almalarını sağlamak gerekiyordu. Ayrıca şirketin gelişme amaçlarına uygun yeniden yatırımı sağlamak için her iki tarafın da fazla da iştahlı olmamaları gerekiyordu.

Oysa, iktisadi güçlü bir büyümeyle desteklenmediğinde bu model kendini tüketmeye başlıyordu. Thomas Piketty, bu anın, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yıkılan ekonomilerin yeniden inşasının sonuna gelinmesi durumu olduğuna işaret ediyor.

Bu andan sonra işletme kapitalizmi derhal şiddetli eleştirilerin konusu olmaya başladı; Şikago okulunda yetişen “Hukukun ekonomik çözümlemesi” taraftarları (law and economics) büyük Fordist şirketlerin ücretli genel müdürlerine karşı saldırıya geçtiler ve işverenlerinin kârlarını –hisse senedi sahipleri– kendi güçlerini sürdürmek için kullandıklarını bu genel müdürlerin başlarına kakmaya başladılar.

Yöneticilerin sendikaları yatıştırma eğilimi ve kamu gücü desteğini araması, bu eleştirel ekonomistleri öfkelendirdi ama bu gelişmiş ülkelerde üretkenliğin azalmasının belli başlı nedenlerinden de biridir – ve azalan büyüme anlamına gelmektedir. Neoliberal reformculara göre, ekonomik etkinlikleri yeniden canlandırmak için, yöneticileri disiplin altına almak, mesleklerinin anlamını yeniden bulmaları –yani onları sermaye sahiplerine istedikleri kârları sunmak– için zorlamak gerekiyordu.

Hukukun ekonomik çözümlemesi taraftarları, yöneticileri ya da genel müdürleri hizaya getirmek adına bir tür yönetici gücü piyasasının örgütlenmesi için mücadele ettiler: Yöneticileri rekabete sokmak, yatırımcılara onları seçme olanağı ve başarılarına göre özgürce onları değiştirme olanağı vermek söz konusu oluyordu. Finansal piyasaların ilk düzensizleşme sebebi budur. Hisse senedi sahiplerine bugünkü ya da gelecekteki genel müdürleri seçme imkanı vermek için, açık satın alma arzı, borçlanma ile şirket satın almadaki hukuki ve yönetmelik engelleri ve yeterince başarılı olmayan yöneticilerden kurtulmak için diğer engelleri kaldırmak gerekiyordu.

Bu model, rakip şirketlerin satın alınması sopası dışında, yöneticilerin yeniden eğitimi hisse senedi satın alma yetkisi, ikramiyeler ve şirketlerin finansal başarılarına bağlı diğer gelirler üzerinden işleyecektir. Genel müdürler, hisse senedi sahiplerinin mutluluğuyla kişisel olarak ilgilenmek durumunda kaldıklarında, kendi önceliklerini gözden geçirmekte de acele edeceklerdi.

Yeni mesleği öğrenince, yöneticiler şirketin kişiliğini önemli şekilde değiştireceklerdir. Bir şirketin başarısı ticari etkinliğinin sonuçlarına göre değil ama yatırımcılar açısından çekici olup olmadığına bağlı olacaktır-hisse senedi değeri-. İşletme gelirlerinin uzun vadede büyümesi yerine, sermayenin kısa vadede değerlenmesi yani hisse senedi kuru her şeyden önce gelecektir. Başka deyişle, kredi kârdan önce gelecektir.

Bunun en iyi örneği ise buyback’tir. Borsada kayıtlı şirketlerin kaynaklarını ikincil piyasada kendi hisse senetlerini almak için kullanması ticari açıdan saçmadır ve ama yöneticileri yönlendiren tek rehber hisse senedi fiyatı olunca rasyoneldir. Şirket stratejisinin yeniden yönlendirilmesinin öncülerinin söylediklerinin aksine, genel müdürlerin hisse senedi değeri peşine düşmeleri eğilimi savaş sonrası ilk yıllarda istenilen büyümeyi sağlamamıştır ama buna karşın, tüm Devletlere hızla yayılan ekonominin finansallaşmasının yolunu açmıştır.

Böyle olunca, büyük şirketler yatırımcılar nezdinde çekici olmaya çalışmış ve hükümetler de rekabet için gerekli imkanları sunmuştur. Ülkede yerleşik şirketlere kredi sağlayanları çekmeye yardım etmek için, mevzuatı yatırımcıların arzularına göre değiştirmişlerdir –yani, vergide indirim, esnek emek piyasası, güçlü mülkiyet hakları­. Böylece devletler arası rekabet yerleşik hale getirilmiştir ve buradaki amaç, uluslararası yatırımcılara en çekici ortamı sunmaktır.

Ancak elinde nakde çevrilebilir varlıklar olanlara cömert davranmanın da bir riski vardır ve hükümetler seçmenlerin oylarına bağlıdırlar. Eğer vergi gelirlerinin azalışı ve istihdamın güvencesizleşmesi devletlerin kamu hizmetlerini yerine getirmesini ve sosyal güvenliği üstlenmesini etkilerse, dolayısıyla yatırımcılara olumlu bakan siyasetçilerin yeniden seçilmesi de tehlikeye girer. Hükümetler şirketlerin çekiciliğini sağlamak için seçmenlerinin refahından tümüyle vazgeçmezler. Şirketlerin arzuları ile vatandaşların gereksinmeleri arasında uzlaşma sağlamak için çözüm, vergi yerine borç almaktır. Bir başka deyişle, hükümetler, vatandaşlarına karşı görevlerini yerine getiremez hale düşmemek için vergi yoluyla alamadıklarını piyasadan borçlanırlar.

Borç verenler mutludurlar ama koşulları da onlar belirler: Aşırı faiz oranları sunmamak için, hükümetler emek piyasasında daha fazla esneklik, sermayeden daha az vergi alma, fikri mülkiyeti daha fazla koruma sözü verirler. Borçlanmaya daha fazla başvuran devletler finansal piyasaların boyunduruğu altına girerler. Tahvil sahiplerinin ve hazine bonosu sahiplerinin verdikleri güvenceye bağlanan hükümetler de hisse senedi değerine bağlı kalan şirketlerinkine benzer bir kişilik değişimine uğrarlar. Yaşanan şey, gerçekten büyümeden ziyade, –sözüm ona 30 şanlı yılda büyümeye engel olan biçimde– hükümetlerin borçlanma piyasasındaki kredilere (güvencelere) sahip oluşudur. Verilen kredilerin yenilenmesine bağlı kalınca, kamu politikalarının pusulası da kamu borcuna verilen not haline gelir.

Finansallaşma bununla da kalmaz. Çünkü devletler, alacaklılara bir kez gerekli teminatı verince, borçlanma yolunda bir ikilem ile karşı karşıya kalırlar: Borçlarının faiz oranının yükselmesini önlemek adına piyasalardan kredi almak için bütçede başlangıçta başvurmadıkları zorunlu kemer sıkma politikalarına yönelmek zorunda kalırlar.

Devletler açısından durum nedir?

Devletler de vatandaşları için ne yaptıysa kendileri içinde aynı şeyi yapacaklardır. Bir yönden, piyasaların güvenini sürdürmek vergileri artırmayı yasaklar ve ücretleri aşağı çekmeyi gerektirir, diğer yönden ise halka eziyet etmek, onu seçimler açısından tehlikeye sokmaya başlar. Hükümetler vatandaşlarını kendi adlarına borç almaya özendirmeye çalışırlar. Özellikle İngiltere, ABD, İspanya gibi ülkelerde… Bireysel kredinin gelişmesi kamu borcuna eklenir. Yaşamlarını sürdürmek –ve hayatta kalmak için– ücretliler artık ücretlerine de güvenemezler –çünkü ücretleri azalmaktadır– ama kredi piyasasına başvurmaları kolaydır.

Finansallaşmanın bu üçüncü evresinden sonra, bireyler, şirketler ve devletlerle aynı durumla karşı karşıya gelirler: Ekonomik güvenceleri, ücretlerinin ya da dolaylı gelirlerinin ziyade krediye bağlı hale gelecektir, yani borç verenlerin güvenine ya da borç alarak ne alacaklarına piyasanın verdiği değere (ev, araba, üniversite eğitimi) bağlı hale gelecektir. Bir başka deyişle, kazandığından çok elde edilecek kaynaklara –gayrimenkul portföyü, tasarruf, meslekteki beceri, tanıdıklar, hatta dış görünüşlerine– bağlı hale gelecektir.

Borç almak için sadece belirli bir ödeme gücüne sahip olduğunu göstermek yeterli değildir. Çünkü, şirketler hisse senedi değerine ve devlet de piyasaların güvenine bağlı hale geldiğinde, şirketler güvenceli istihdam sunamazlar, devlet de saygın toplumsal yardımları sunamaz hale gelir. Böyle olunca, çalışmak için, güvencesiz işler kabul edilir, öz girişimci olmaya çalışılır, ikinci iş aranır. Bunun için de “tanınma sermayesi” oluşturmak gerekir. Burada da kredi anahtar rolündedir: Kredi borcu geri ödeme, önceki müşteriler, yetenekler vb. Başka sunacak bir şey olmayınca, el altında çalışacak çok kişi ve esneklik boy gösterecektir: Sigortasız çalışma, istenilen saatte ve ödemesiz ek mesai size iş sağlayacaktır.

Kısacası, ilk sorunuza yanıt vermek gerekirse, ücretli toplumun çöküşü robotlaşmadan falan değil, ekonominin finansallaşmasından ve bunun giderek yaşam koşulları kötüleşen ve sayıları artan insanlar üzerindeki etkilerinden kaynaklanmaktadır.

Sol mücadelesinde hata mı yapıyor?

Soldan geriye kalan sol ve sendikalar 30 şanlı yılın ücretliliğini korumak için mücadele ediyorlar, en azından bir parça korumak için… Böyle bir direniş, hükümetin başka alternatif olmaksızın modernleşmeyi sürdürmesini sağlayacak olan reformlar açısından gayet anlaşılır. Fakat etkili olacağından kuşkuluyum ve ayrıca Sol’un melankolik çöküntüsünden çıkmasını da sağlamaz.

Ayrıca, savaş sonrası “tek ülkede Keynesciliğin” restorasyonunun arzu edileceğine inanmıyorum.  Bu model, sürekli bir üretkenlikle hareket ettiği gibi, ayrımcı normlara da sahipti. Fordist toplumsal uzlaşı, istikrarlı istihdam ve yönetici teknik altyapı ve devletin paternalizmine bağlılıkları karşılığında, beyaz aile reislerine, makbul vatandaşlar olan ailelere sosyal güvenlik sunuyordu. Aşırı sağın “eski nostaljik güzel zamanı” Sol’dan daha iyi kavramasındaki yatkınlığına şaşmamak gerekir.

Ücretliliğin restorasyonundan daha fazla, emeğin güvencesizliğine umut verici bir yanıt olarak, bana yeni bir kooperatifçilik uygun görünüyor. Bu konuda kuryelerin (bisiklet ya da arabayla mal-yemek teslimatı yapanlar) militan eylemleri çok ilginç. Bir yönden, emeklerini nitelikli emeğe çevirmek için adalet nezdinde eylemde bulunuyorlar –oysa bunları işe alanlar ticari sözleşmeler yapıyorlar– ve diğer yönden, bu platformların ekonomik modeline göre, eğer çalışanlarını ücretli yaparlarsa iflasları kaçınılmazdır. Bir başka deyişle, mahkemenin bu çalışanlar lehine vereceği bir karar, bir tür Pirus zaferi olur çünkü işveren olarak ele alınan şirket sahte istihdamla mahkum edilmiş halde kepengini indirmek zorunda kalır.

Bununla birlikte, bu olasılık mücadelelerini sürdüren kuryeleri korkutmuyor. Çünkü amaçları yağmacı güvencesiz iş yerleri tarafından ücretli olarak istihdam edilmek değil, bir kooperatif kurmak ve kuryelerin aynı zamanda kooperatife ortak olmalarını sağlamaktır.

Öz-işletmeciliğe dönmek söz konusu ama bir farkla: Lip döneminde (saat üreten Lip firmasının mücadelesi ve özyönetimi), 1970’te, öz-işletmecilik modeli, bir sanayi şirketini işletebilmek için gerekli yatırımların yapılmasının önemiyle kendini gösteriyordu. Buna karşın, Coopcycle (bisiklet kooperatifi) derneğinin de gösterdiği gibi, sayısal platformların ve uygulamaların çağında, bir kooperatifi çalıştırmak için gerekli başlangıç yatırımı eskiye göre daha azdır.

Ayrıca, sadece bu tür kooperatifler kurmak yeterli değildir; farklı sektörlerin kooperatif oyuncularının birbirleriyle oynadıkları bir ekosistemde çalışmaları gerekir, özellikle her birinin “tanınmışlık” sermayesini artırmak için… Bu kooperatifler, kullanıcılarla birlikte kamu kesimini de uygun yönetmelikler hazırlamaya zorlayarak birleşeceklerdir. Böylece piyasalarına egemen kapitalist platformlar karşısında rekabet edebileceklerdir.

Özetlersek, ticari ekonominin tamamlayıcı öğeleri olmak yerine, rekabetçi, toplumsal ve dayanışmacı ekonomiyi oluşturmak gerekiyor

Başka türden bir toplum projesinden mi bahsediyoruz?

Bu bir taslak ve kanımca önemli bir felsefi ders. Çünkü, toplumsal bir düşsellik mücadelesi, karşı karşısında mücadele edilen şey ile doğrudan ilişkili olacaktır. Bu durumda, “überleşmiş” emekçilerin mücadelesinde yüzeye çıkan toplum projesinin ücretli emekçilerin sendikalı mücadelelerine benzememesine şaşırmamak gerekiyor. Sosyalizm düşüncesi liberal kapitalizme karşı direnişten doğmuştur. Başka bir model de finansal kapitalizme karşı direnişten doğacaktır. Kooperatifçiliğin yeniden doğuş, bugünlerde ortaya çıkan tek alternatif model de değil.

Burada iki mücadele alanının birbirine ekleneceğini ya da eklemleneceğini düşünüyorum:

Birincisi, evrensel gelirle ilgilidir. Bunun da yararı, kaynakların yeniden tahsisinin ücret koşullarından ayrılmasını sağlamaktır. Bu mücadele, bu anlamda, insanların az çok daha özgürce bir yol seçebilmelerini sağlayacaktır.

İkincisi ise komün kavramını yeniden keşfetmeye çalışan mücadeledir. Bu da özel ve kamu mülkiyetinden farklı bir mülkiyet yaratmak anlamına gelmez; aksine, mülkiyet hakkının uygulanmasına bir aykırılık ilkesi yaratmaktır.

Komün her şeyden önce erişim ve erişebilir olmakla ilgilidir. Mülk sahiplerinin elinden unvanlarını almak değil, mülkiyetlerine dönük ortak bir erişim hakkını hayata geçirmeye zorlamak söz konusudur. Evrensel gelir mücadelesinin amacı ise, kaynakların kullanımını ücretlilik sistemini içinde yer almaya ya da bir mülkiyet hakkını elinde bulundurmaya tabi kılmamaktır. Hemen sonrasında bu iki mücadele arasında titreşimler ve kooperatifçiliğin gelişmesi söz konusu olacaktır

15 Mayıs 2015

[Alternatives economiques.fr’deki Fransızca orjinalinden İsmail Kılınç tarafından Sendika.Org için çevrilmiştir]

 

 
 



Kaynak: Sendika.org-çevirisi

Editör: yeniden ATILIM

Bu haber 1343 defa okunmuştur.

FACEBOOK YORUM
Yorum

İLGİNİZİ ÇEKEBİLECEK DİĞER Röportaj-Analiz Haberleri

ÇOK OKUNAN HABERLER
  • BUGÜN
  • BU HAFTA
  • BU AY
SON YORUMLANANLAR
  • HABERLER
  • VİDEOLAR
YUKARI