Suçun alenileştiği ve güçlüler üzerinde yasaların hükmünün kalmadığı Türkiye’de, halka gerçekleri ulaştıran gazeteciler doğal olarak hedefte. Haberciler hemen her gün mafyalar, çeteler ve parti liderleri tarafından tehdit ediliyor.
Dün Meclis’te yeni dönem açıldı ve MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli sezona hızlı bir giriş yaptı! Bahçeli, Sinan Ateş cinayetinde saklı tutulmaya çalışılan noktaların üzerine cesaretle giden gazetecileri, Halk TV’yi ve CHP’yi “Ayağınızı denk alın” ifadeleriyle tehdit etti. Gazeteciler Şule Aydın, Timur Soykan, Murat Ağırel ve Barış Pehlivan’a “Dört soytarı” dedi.
Çünkü Bahçeli, Sinan Ateş cinayetinin siyasi bir suikast olmadığına tüm ülkenin inanmasını istiyor. Bu nedenle MHP’li isimlerin cinayetle bağlantısının ortaya konulmasından rahatsız. O ve kurmayları, “resmi hikâye”nin kimse tarafından sorgulanmamasını sağlamak için aksi yönde konuşan, yazan herkesi susturmayı hedefliyor. Yargının dosyayı MHP’nin istediği şekilde kapatmasının önündeki tek engel de hakikatin bu çığlığı zaten.
Bu hatırlatmaya meslektaşlarımızın ihtiyacı yok ama onları diline dolayanlara karşı vurgulamakta yarar var: Şule Aydın, Timur Soykan, Murat Ağırel ve Barış Pehlivan “soytarı” değil, sadece ve sadece gazetecidir. İktidar katından hedef alınmaları da işlerini ne kadar iyi yaptıklarının kanıtıdır. Kaldı ki eğer gerçekten “soytarı” olsalardı, düzenin sahipleri tarafından tehdit edilmez, el üstünde tutulurlardı.
Böyle bir günde Meclis hiçbir şey olmamış gibi açıldı. Erdoğan Meclis’e girdiğinde ne yapacağı merak edilen CHP grubu, bütünlüklü bir tavır sergileyemedi. CHP’nin 127 vekilinin yarısından fazlası Genel Kurul’a girmezken, salonda bulunanların büyük çoğunluğu AKP’li Cumhurbaşkanı’nı ayakta karşıladı. Sadece birkaç vekil ayağa kalkmayarak tepkisini gösterdi.
CHP lideri Özgür Özel ise sabah partisini ve gazetecileri tehdit eden, kendisine de “çürük” diyen Bahçeli ile tokalaştı. Daha sonra kuliste gazetecilerin sorularını yanıtlayan Özel, partisinin Erdoğan’ı karşılama tarzını sahiplendi. Ayağa kalkarak “makama saygı gösterdiklerini” savunan Özel, “Bunda şaşırılacak bir şey yok” sözleriyle eleştirilere yanıt verdi.
Şaşırıp şaşırmama ayrı bir mesele ama muhalefetin “iktidarla mücadele” stratejisi enine boyuna tartışılmayı hak ediyor. Örneğin nedir bu “makama saygı”? Evet, karşılığı varsa anlamlı olabilir. Makamın saygınlığı, makama oturan tarafından önemseniyor ve korunuyorsa değerlidir. Ancak kendine itiraz eden hiçbir özneye saygı duymayan, düşmanlıktan, kutuplaştırmadan beslenen, hakareti ve tehdidi siyaset yapma biçimi haline getiren bir iradeye karşı sergilenen “saygı”, boğazı kesecek bıçağı bilemekten başka bir anlam taşır mı?
CHP, ülke gerçekliğiyle uyuşmayan bir illüzyonun içinde. Her şey normalmiş gibi “normalleşmede” ısrar eden, anamuhalefet görevini baskıcı iktidarla gerilim yaşamadan yapmak isteyen, karşı mahalleye ekonomi-politik tercihleriyle değil salt “iyi niyet” gösterisiyle ulaşmaya çalışan bir çizgiden memleketin fayda görme ihtimali yok. Dileyelim ki muhalefet bunu anladığında çok geç olmasın.
“Değerler ve gerçeklerle ilgili bir düşün buhranı içinde ve ekonomik, politik bocalamaların derinliğindeyiz. Bu buhran ve bocalamalardan aydın Batıcılığı, ırkçı ya da dinci ulusçuluk görüşleri ile kurtulunamaz.”(*)
Hava Yer Teğmen Saffet Alp 1960’lar Türkiye’sinin büyük sorunsalını tartıştığı bu satırların mürekkebi daha kurumamışken ağır yaralı olarak ele geçirildiği Kızıldere katliamında kontrgerilla subaylarınca alnından vurularak öldürülmüştü.
Göksenin: Genç Havacıların 68’i
Saffet Alp’in içinde “Türk Düşünüşünün Batılılaşma Eylemleri İçerisinde Evrimi” başlıklı makalesinin de yer aldığı 1969’da Hava Harp Okulu öğrencilerince yayımlanan “Göksenin Kültür Yıllığı” bugün Harp Okulları öğrencilerinin mezuniyet törenleri dolayısıyla patlak verenlere benzer bir tartışma doğurmuştu. Silahlı kuvvetlerin kurulu düzeni ve politik iktidar zeminlerinde yarattığı tepkilere bakılırsa “Göksenin” bir bakıma 1968’in silahlı kuvvetler gençliği içindeki yankılarından biri sayılabilirdi.
Saffet Alp, “Göksenin” de sorduğu soruların peşine düşüşünün bedelini, kolunda Hava Harp Okulu’nu ikincilikle bitirişinin ödülü olarak aldığı Başbakan Süleyman Demirel imzası kazınmış saatiyle Kızıldere’de kurşuna dizilerek ödedi. Rejimin muhataplarını asker-sivil diye ayırt etmeyen karşı devrimci reaksiyonunun şiddeti, her zaman kahredici olmuştu.
Sınıf birincisi kadınlar
Kara, Hava ve Deniz Harp Okullarından birincilikle mezun olan kadın teğmenlerin duruşlarıyla egemen oldukları ant içme törenlerinde yarattıkları havanın iktidar ve muhalefet çevrelerinde “ordu gençliği”nin yönelişleri konusunda yol açtığı karmaşık tepkiler, aslında yepyeni bir tartışmayla karşı karşıya olmadığımızı hatırlatıyor.
15 Temmuz 2016 kalkışması bahane edilerek, yeni baştan inşa hedefiyle “Milli Savunma Üniversitesi” adı altında toplanan Kara, Hava ve Deniz Harp Okulları’nın 8 yıllık tadilattan sonra toplumsal gündemin ön sıralarına kadın suretinde yerleşmesi, cinsiyetçi, kadın düşmanı siyasal rejimin beklentileriyle örtüşmediği ortada. Her ne kadar tartışma “kılıç kuşanan” mezunların bir bölümünün “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” sloganlarıyla gayri resmi bir ant içme töreni düzenlemiş olmaları etrafında dönüyor görünse de iktidar ideologlarını asıl, eve tıkamak için her yolu denedikleri kadınların binlerce erkek arasından, harp okullarının birincisi, erkeklerin komutanı olarak temayüz etmesinin rahatsız ettiğini düşünmek yersiz olmaz.
Bu kadın duruşunun AKP’nin rejimi din eksenli dönüştürme gayretlerinin beyhudeliğinin bir nişanesi olarak laik muhalefetin iyimserliğini beslediğini, yeni mezun teğmenlerin kıtalarına “Mustafa Kemal’in askerleri” olarak intikal edecek olmalarının da Atatürkçülerin damarlarına bir doz özgüven aşısı zerk ettiğini varsayabiliriz.
Ordunun “onulmaz” çelişkisi
Ancak, silahlı kuvvetler gençliğinin tarihsel eğilimlerine daha geniş bir açıdan baktığımızda genç subayların hükümet ve yüksek komuta kademesinin plan ve beklentilerine sığmayan davranışlarının günümüze özgü bir olay olmadığını, olan biteni bir “komplo”ya, başının nerede olduğu henüz bilinmeyen bir “cunta”nın elinden çıkmış bir koreografiye bağlamanın gidişatı anlamak açısından anlamlı bir ipucu sağlamayacağını görebiliriz.
Türk Silahlı Kuvvetleri’nin (TSK), bütün ordular gibi peşinde koştuğu azami nizam, intizam ve disipline ulaşma hedefiyle bu hedefin hiçbir zaman tam olarak gerçekleşememesi arasındaki “onulmaz” çelişki, düzen karşıtlarının, “iç ve dış düşmanlarımız”ın tertiplerinden kaynaklanmıyor. Bu çelişki, en önce ordunun insan doğasına temelden aykırı bir makine olarak tasarlanmış kurgusundan, daha sonra eratın da, subay kıtalarının da birincil insan kaynağının halk -bildiğimiz halk- olmasından doğuyor.
Bu, tasavvurdaki nizam intizam makinesinin gerçeklikte daimî bir ast-üst gerilimi içinde parçalanmaya uğraması, halka boyun eğdirmenin başlıca aygıtı olan ordunun halkla devlet arasındaki ve halk içindeki sınıf, kuşak, cinsiyet, kültür, zihniyet çatışmalarını sürekli ithal etmeden varlığını sürdüremeyecek olmasının kaçınılmaz sonucu. Son 70 yıldır kadınları da içere gelen TSK’nin “onulmaz” çelişkisinin bir ucunda, tasavvur edilen orduya en aykırı, halka en yakın ve gayri insani militarist pratiklere en uzak unsurları olan ordu gençliğinin yer alması bu diyalektik bağlamında gerçekleşiyor.
Bu çelişkinin her somut durumda ne yönde seyredeceği, toplumda süre giden sınıf mücadelelerine ve bunların yansısı olan siyasal mücadele saflaşmaların gidişatına bağlı. Son Harp Okulları mezuniyet törenlerinin gösterdiği şudur: 12 Mart 1971 darbesinin kıyıcı şiddetiyle başlayan Saffet Alp gibi isyana cüret etmiş “proleter devrimci”leri hiçbir yasa tanımadan cezalandırma pratiklerinin peşi sıra, toplumsal muhalefetle bu potansiyel insan kaynağı arasına “yangın duvarları” kurmak üzere 50 yılı aşkın bir zamandır sürdürüle gelen gayretler, bir kez daha toplumsal sınırlara gelip dayanmıştır.
Buradan hareketle, tartışılan Harp Okulları tablosunda, esasen 31 Mart yerel seçimlerinde dışa vuran toplumsal eğilimlerin TSK gençliği arasında da bir izdüşümünün bulunmasında şaşırtıcı bir yan olmadığı söylenebilir.
1970’lerin devrimci dalgası, 2020’lerin dolaylı muhalefeti
Kızıldere Katliamı’na öngelen günlerde ve katliamın ardından THKP-C’ye yönelik çökertme operasyonlarında tutuklanan yüzü aşkın Hava Harp Okulu öğrencisi, teğmen ve üsteğmen 12 Mart darbesine karşı halkın, devrimin, demokrasinin ve özgürlüklerin savunulması, askeri diktatörlüğe karşı direniş için harekete geçen yeni kuşak devrimcilerdi. Öğrenciler ve aydınlar arasında hâlâ ordu üzerine devrimci fanteziler kol gezebiliyor olsa da o genç subayların içinden geldikleri orduya son derece serinkanlı ve mesafeli yaklaşmak için pek çok nedenleri, orduya bir dönüştürücü güç vehmetmeyecek kadar dolaysız deneyimleri vardı. Saffet Alp işte bu dolaysız pratikler ve düzenli politik ve teorik çalışma içinde “Göksenin”de kendi çabalarıyla ulaştığı mantıksal sonuçları temellendirmeyi başarmıştı: Saffet’in “Türk Düşünüşünün Batılılaşma Eylemleri İçerisinde Evrimi” başlıklı makalesinin son cümlesi şu ifadelerle noktalanıyordu: (…) “topluma sürekli bir devrimcilik anlayışının egemen kılınması zorunludur.”
1970’lerde silahlı kuvvetler gençliği içindeki politik yansımalar, dönemin genel, küresel eğilimlerinin bir tezahürüydü. Saffet Alp ve TSK’deki “proleter devrimciler”in deneyimleri bu bağlamda “özgün” olsa da eşsiz sayılmazdı. Brezilya ve Venezuela’da 1970’lerde gerçekleşen, Bolivya ve Peru’da etkileri görülen mücadelelerin de gösterdiği gibi nispeten gelişmiş kapitalist ülkelerin hepsinde genç askerlerin oligarşilere ve askeri diktatörlüklere direnişlerinin bir genel karakteri vardı. Birbirlerinin deneyimlerden haberleri olsun olmasın Asya, Afrika ve Amerika kıtalarında silahlı kuvvetlerde ABD hegemonyasına karşı toplumsal mücadeleye katılma yönünde bir genel küresel eğilim baş göstermişti. Batı yarımküredeki başkaldırılarla eş zamanlı olarak ABD’nin Orta Doğu’daki nüfuz sahalarında da kapitalist gelişmenin yarattığı yeni kentsel dönüşümlerden beslenen çelişkiler ve toplumsal altüstlükler ABD askeri doktrinleriyle eğitilen silahlı kuvvetler tabanında da yeni anti-emperyalist ve devrimci dinamiklerin doğuşuna yol açıyor yeni devrimci örgütler ve mücadele şekilleri ortaya çıkarıyordu.
1971-72’deki boy ölçüşmede Türkiyeli devrimciler emperyalizmin bu birleşik savaş stratejisini bozguna uğratamadılar, ama Kızıldere’deki paha biçilmez kayıplar karşılığında Türkiye halklarının muazzam bir aydınlanma yaşamasına yardımcı oldular.
Birincisi, toplum 12 Mart 1971’de dehşet içinde, emperyalizmin bir “içsel olgu olduğunu”, ABD’nin stratejik çıkarlarının bekçisinin kendi “silahlı kuvvetleri”nden başka kimse olmadığını kendi öz deneyimiyle öğrendi.
İkincisi hem toplum hem genç askerler 15-16 Haziran 1970’ten itibaren öğrenmeye başladıkları ordunun ezen ile ezilen arasında hakem rolünün “ordunun fıtratı”na aykırı olduğuna ilişkin tarih dersini 30 Mart ve 6 Mayıs 1972 trajedileriyle hiçbir yanılgıya yer bırakmayacak bir şekilde içlerine sindirdiler. “Kurtarıcı” askerler bir daha geri gelmemek üzere, tarihteki yerlerine kaldırılmışlardı çoktan. Genç askerler eğer toplumun kurtuluşuna eşlik edeceklerse, bunu devletin başında değil, toplumun bağrında yapacaklardı.
Ve bir ders daha, devlet sınıf birincilerini sevmez: İster istemez, akranlarının toplam eğilimlerini, onlarda biriken cevheri dışa vuran sınıf birincileri, rütbelerini aşan parlaklıkları dolayısıyla bir sorun kaynağı olarak not edilir. Ya kendileri geri çekilir ya parıltıları er ya da geç söndürülür.
_______
Bu ve diğer alıntılar için bkz. “Saffet Alp: Genç Subayın ‘Kurtarıcılık’tan ‘Proleter Devrimciliğe’ Trajik Yolculuğu” ertugrulkurkcu.org
Zamanın “görev”i, Narin cinayetinin hepimizde yarattığı üzüntü, infial ve itirazı hiç eksiltmeden, sermaye uygarlığının “çocukluk” tanımına, çocuk sömürüsüne karşı düşünsel ve siyasal-pratik eleştiriyi yoğunlaştırmak, çocuklarla birlikte mücadeleyi yükseltmek olarak öne çıkıyor.
21 Ağustos’tan bu yana, yüzünü, çeşitli hallerini fotoğraflarından, videolarından tanıdığımız, görüntülerinden yaşama sevinci, enerjisi taşan, dünyaya zeki ve muzip gözlerle bakan 8 yaşındaki Narin Güran’ın kayboluşunu ve katlini konuşuyoruz.
Bu cinayetin yarattığı yaygın tepki ve infial, Türkiye toplumunun çoğunluğunun 12 Eylül 1980’den bu yana devlet eliyle yürütülen gerici/dinci toplum mühendisliğine, örgütlü kötülüğe teslim olmadığını, insani ve vicdani duyarlıklarını yitirmediğini gösteriyor. Bir kez daha, bu topraklardan, insanlarımızdan umut kesmemek gerekiyor.
Öte yandan, Narin cinayetinin duyulduğu ilk andan itibaren iktidar, ana akım medya, iki yüzlü, korkak “kanaat önderleri” elbirliğiyle etkili bir karartma operasyonu yürütüyorlar. Karartma, toplumsal tepkinin yakınma, vicdan rahatlatma düzeyinde kalmasına, dikkatlerin cinayetin teknik-kriminal ayrıntılarına kaymasına hizmet ediyor. Küresel kapitalistlerin, AKP iktidarının, tarikatların, ırkçı milliyetçilerin oluşturduğu iktidar blokunun “ailevi ve dini değerlerimizi yıpratmayalım” propagandasının toplumsal ölçekte tümüyle etkisiz olduğunu söyleyemiyoruz.
“Olay”ı anlayabilmek, tanı koyabilmek için bu korkunç cinayeti “münferit” bir olay olmanın ötesine taşıyan sosyolojik, ideolojik ve siyasal olgu ve gerçeklere yoğunlaşmamız gerekiyor.
Önce olay yeri.
Tavşantepe köyü Diyarbakır hava alanına ve askeri hava üssüne kara yolundan 20 km, kuş uçuşu 5 km mesafede 90 haneli 445 nüfuslu, en başta yeri nedeniyle devletin güvenlik kordonu içinde bir köy. Göran’ların köye yerleşmeleri baba Osman Göran’ın Batman’dan göç edip köydeki arazileri nasıl olduğu pek de bilinmeyen biçimde mülk edinmesiyle başlıyor. Aile ve etkisindeki köy ahalisi başından beri devletle, legal-illegal sağ partilerle yakın ilişkiler içinde. Seçimlerde, oy verdikleri parti değişmekle birlikte hep sağ partilere oy veriyorlar.
Göran ailesi varlıklı ve köyle ilgili her konuda son sözü söyleyen bir aile. Ailenin ve denetimindeki köy ahalisinin devletle ilişkileri, Kürt aydınlanmasının etkili olmadığı yerlerdeki cemaat/aşiret yapılarının tipik özelliklerini yansıtıyor; ama kimi yönleriyle, devletle iç içe, kendi arasında iç iletişimi olan fazladan “teknik” bir örgütlülük de gösteriyor. Cinayet soruşturmasındaki ihmal, gecikme ve sapmaların, Narin’in kim ya da kimler tarafından, hangi nedenle katledildiğinin bir türlü açığa çıkartılmamasının moda deyimle “hayatın olağan akışı”na uygun bir açıklaması yok. Devlet-aile iç içeliğinin “gizli” elinin soruşturmayı, aileye en az zarar verecek doğrultuda yönetip yönlendirdiği açık. Kamu basıncı, toplumsal infial nedeniyle bu cinayetin örtbas edilmesi artık olanaksız. Ne yazık ki, tümüyle aydınlatılması da mümkün görünmüyor.
*
Narin’in, Sıla bebeğin, binlerce çocuğun, on binlerce kadının uğradığı cinayet, şiddet, taciz ve tecavüz olaylarıyla topluma dayatılan dinselleşme, cemaatleşme; kadının, çocuğun, özellikle kız çocuğun hukuksal statüsünü din kurallarına göre belirleme yönelişi arasında doğrudan bağ var. Toplumumuzun ve hatta dindar yurttaşlarımızın çoğunluğu hangi dinsel gerekçelerle sunulursa sunulsun kadınların, kız çocuklarının ikinci sınıf insan, erkeğin hizmetinde bir tür köle sayılmasını, kadına yönelik taciz, istismar ve şiddeti benimsemiyor; alkışlamıyor. Ama din adına, din taciri tarikatlar eliyle yürütülen, iktidarın destekleyip kolladığı ideolojik taarruza karşı etkili bir toplumsal tepki de geliştiremiyor.
Sorunun kilit taşı burada. 1400 küsur yıl önce Arap Yarımadası’nda doğan bir dinin kadın ve çocuğa ilişkin kurallarıyla tutarlı bir hukuku günümüzde en çok Afganistan Taliban’ı, IŞİD ve El-Kaide gibi devlet dışı yapılar savunup uyguluyor. Bunlar, bu kuralları uygulamayan devletleri (Türkiye dahil!) Erdoğan gibi İslamcı politikacıları da “müşrik” (Allaha ortak koşan), “mürtet” (dönek), “tağut” (Allaha değil put ve iblislere tapan) olarak niteliyorlar.
Bu çağ dışı, gerici, kadın ve insan düşmanı, ama kendi içinde tutarlı yaklaşıma İslam dünyasından/düşünürlerinden inananları ikna edecek etkili bir yanıt gelemiyor. Sorunun temelinde, her din gibi, doğduğu zamanın ve toprakların eseri olan, farklı olarak kuruluş mantığıyla toplumsal dünyevi yaşamın her alanına kurallar getiren İslam’ın kendi içinde, akıl ve bilim çağına, modern topluma uyum sağlayacak bir yenilenmeyi, reformasyonu gerçekleştirememiş olması var. “İslam dininin özü itibariyle böyle bir şey olabilir miydi?” sorusu mantıklıdır; burada konumuz değil.
Neden olmadığı sorusunun yanıtlarından birini ise, imanda, akidede, içtihatta değil, İslam dininin siyasal ve ticari amaçlar için araçsallaştırılmasında, kullanılmasında buluyoruz. Ortadoğu’da, Arap-İslam dünyasında, derece farkıyla Türkiye’de bugün yaşanmakta olan budur. Oyunu kuranlar açısından bile istenmeyen sonuçlar doğuracak son derece tehlikeli bir oyundur.
Toplumsal muhalefet ve sosyalist hareketimiz açısından sorun bu ülke için yaşamsal önemde olan “laik devlet-seküler toplum” şiarını, CHP’nin bugün kendisinin bile sahip çıkamadığı altı okundan biri olan elitist laiklik etiketi olmanın ötesinde bir köktencilik, kapsayıcılık, kucaklayıcı bir sınıfsallık olarak düşüncede ve pratikte yeniden üretemememizdir.
Ama şunun bilinmesi gerekir: Laik devlet-seküler toplum mücadelesini, yeni toplumcu içeriğiyle toplumun tüm hücrelerine nüfuz eden temiz bir rüzgar gibi estirmedikçe, kadın sorununda, çocuk sorununda ciddi ilerlemeler kaydetmek mümkün değil!
*
“Çocuk” ve “çocukluk”, yalnızca İslam dünyasının, Müslüman toplumların değil sermaye uygarlığının, günümüz kapitalist toplumlarının dikenli sorunlarından biridir. Çocuk sömürüsü, kız çocukların seks turizminin köleleri haline getirilmesi, çocuk annelik, hizmet sektöründe ve aile içinde köle gibi çalıştırılan çocuklar…
Durumu değiştirecek yanıtlara gidebilmek için, zamanı gelmiş soruları sıralamak gerekiyor.
Çocuk kimdir, çocukluk nedir, dünden bugüne nerelerden, hangi yollardan geçerek bugünkü çocuk kavramına, çocukluk hukukuna vardık? Çocukluk ne zaman başlar, ne zaman biter? Ergenliği, erginliği nasıl, hangi ölçütlerle tanımlayacağız, birbirlerinden nasıl ayıracağız? Çocuk ne zaman hukuksal özne/reşit olur, o güne dek hakkı hukuku nasıl düzenlenir? Anne-çocuk, ana baba-çocuk ilişkisi nasıl bir ilişkidir; ana babanın çocuk üzerindeki karar verme hakkı nerede başlar, nerede biter? Çocuğun yetiştirilmesine, büyütülmesine hangi gereksinme ve ilkeler yön vermektedir ya da vermelidir? Öğrenme-öğrenim, öğretme-öğretim, eğitme-eğitim kavram ve ilişkileri bugün nasıl tanımlanıyor, nasıl anlaşılıyor, nasıl uygulanıyor, nasıl bir başkalaşım geçiriyor? Tüm soruların ve olası yanıtların düğümlendiği bir soru olarak, tüm bu kavramların, ilişkilerin tanımında ve uygulanmasında “çocukların” söz ve karar hakkı, yetkisi nedir? Bunlara kim, neye göre karar verecektir? Bu soruları Dünyada ve Türkiye’de Komünist Ufuk kitabımda sormuş, açmaya, kimilerini yanıtlamaya çalışmıştım. (s.396) Bunları burada uzun alıntılarla yinelemeyecek, iki eleştirel saptamayı aktarmakla yetineceğim.
Birincisi şöyle:
“20 Kasım 1989 tarihinde Birleşmiş Milletler’in kabul ettiği, Türkiye de içinde 196 ülkenin onayladığı Çocuk Hakları Sözleşmesi’nin birinci maddesinde, “Bu sözleşme uyarınca çocuğa uygulanabilecek olan kanuna göre daha erken yaşta reşit olma durumu hariç, on sekiz yaşına kadar her insan çocuk sayılır” cümlesi yer alıyor. Bu madde ile çocuk/genç insan on sekiz yaşına dek birey, yurttaş, hukuksal özne sayılmamış, aslında yok sayılmış oluyor. Uygarlığımızın çocuk/genç sorununa yanlış, çarpık, sorunlu bakışının özlü anlatımı olarak okuyoruz.”(s.400)
Erginlik/yetişkinlik, bundan çıkarak da birey/reşit olma yaşını on sekiz olarak belirlemek sermaye uygarlığının dayatmasıdır. Bilim dışıdır; haksızdır ve amaçlıdır. Çocukluk süresini uzatmak sermaye düzeninin tarihsel eğilimlerinden biridir. En gelişmiş kapitalist ülke olan ABD’de reşitliğin 20’li yaşlara uzatılması bu eğilimin açık kanıtıdır. Genç insanın doğal, cinsel, toplumsal dürtü ve enerjisinin baskı ve denetim altında tutulacağı, disiplin toplumuna, uysal yurttaşlığa hazır hale getirileceği süreyi uzatmak düzenin çıkarınadır. Ne var ki, bu yöneliş kendi mantığı içinde, karşıt bir eğilim, çelişki de üretiyor. Çünkü piyasacılık, bir yandan da cinsel, ekonomik ve toplumsal açıdan ebeveynlerinden görece bağımsız bireyi, tüketim öznesini gerektiriyor. Cinsellik ve şiddet dürtülerini kontrol etmeyi henüz öğrenmemiş ergenler arasından çok sayıda ergen hamileliğinin, “çocuk anne”liğin, silahlı şiddet eylemcisinin çıkması sürecin çelişkili karakterini gözle önüne seriyor.”(s.401)
Çözüm yolunda mücadele için önce soruna doğru tanı koymak, bunun için de Ursula K. Le Guin’e kulak vermek gerekiyor:
“Bence olgunluk kabuk değiştirmek değil, serpilip gelişmektir. Olgun bir insanın tüm gelişmiş yetenekleri bir çocukta vardır; eğer bu yetenekler gençlikte teşvik edilirse yetişkinde iyi ve akıllıca bir noktaya varır; ancak bunlar çocuklukta bastırılır ve yok sayılırsa yetişkin kişilik körleşir, sakatlanır.” ( Aktaran: Bülent Somay, Ailenin Ötesi, Metis Yayınları, İstanbul, Şubat 2024, s. 89)
Bu yolda ilk adım, çocukluğu yetişkin ve yaşlılardan, toplumsal/bireysel karar verme süreçlerinden, doğayla alış verişten yalıtlanmış bir kategori olmaktan çıkarmak, insanın hangi yaş ya da gelişme evresinden itibaren yurttaş, kendi yaşamı üzerinde karar verecek, sözü geçecek bir toplumsal birey olacağına ilişkin egemen kültür ve anlayışı bilimin, toplumsal aklın ve “çocuk” dediklerimizin katılımıyla yerle bir ederek atılabilir. Çocukları, devletin, dinin, ailenin, hatta ebeveynlerin karar tekelinden kurtarmak gerekiyor. Bu konuya bir ölçüt önermek, “ne zaman, neye göre?” sorularına kesin kes yanıt vermek bir kişinin, bu satırların yazarının da yapabileceği bir şey değil. Egemen anlayış ve kültürün yok edilmeyi çoktan hak ettiği ise apaçık.
Öyleyse, zamanın “görev”i, Narin cinayetinin hepimizde yarattığı üzüntü, infial ve itirazı hiç eksiltmeden, sermaye uygarlığının “çocukluk” tanımına, çocuk sömürüsüne karşı düşünsel ve siyasal-pratik eleştiriyi yoğunlaştırmak, çocuklarla birlikte mücadeleyi yükseltmek olarak öne çıkıyor.