Bugun...



AKP, Faşizm ve Demokratik Devrim üzerine notlar (1) Mehmet Süreyya

İnsel’in, uyguladığı metodolojinin azizliğine uğradığını çok rahat söyleyebiliriz. İnsel faşizmi ona çıplak gözle bakan birinin gözüne çarpan biçimsel özellikleri temelinde kavramlaştırmaya çalışıyor

facebook-paylas
Güncelleme: 22-05-2018 15:05:38 Tarih: 22-05-2018 14:59

AKP, Faşizm ve Demokratik Devrim üzerine notlar (1) Mehmet Süreyya

AKP, Faşizm ve Demokratik Devrim üzerine notlar (1)

Mehmet Süreyya

İnsel’in, uyguladığı metodolojinin azizliğine uğradığını çok rahat söyleyebiliriz. İnsel faşizmi ona çıplak gözle bakan birinin gözüne çarpan biçimsel özellikleri temelinde kavramlaştırmaya çalışıyor

İnsel, Türkiye’ye faşizm gelmemesi için faşizm kavramından imtina eder gibi ima sunmaktadır. Ayrıca, AKP’nin onbeş yıldır birçok seçim kazandığını, bunlar sayesinde asgari bir demokratik meşruiyet elde ettiğini ve ülkede hâlâ seçimlerin yapıldığını eklemekte, bunların da totalitarizm kavramıyla uyuşmayan özellikler olduğunu ifade etmektedir. Totalitarizm, faşizmin tanımlayıcı özelliği olarak alındığında, AKP iktidarına faşizm demek sadece “seçimli faşizm” gibi kendi içinde çelişkili bir kavram ortaya çıkarmakla kalmamakta, faşizmi tek parti diktatörlüğünden (veya Murat Belge’nin kavramını kullanacak olursak “plebisiter diktatörlük”ten) ayırt etme imkanı da ortadan kalkmaktadır.

İnsel’in metodolojisinin sorunları

İnsel’in, uyguladığı metodolojinin azizliğine uğradığını çok rahat söyleyebiliriz. İnsel faşizmi ona çıplak gözle bakan birinin gözüne çarpan biçimsel özellikleri temelinde kavramlaştırmaya çalışıyor. Analitik olma iddiası taşımayan bir durum tasvirinde olağan olan bu yöntem nesne ve durumların kavramlaştırılmasına uygulandığında bir dizi sorunla karşılaşırız. Kavramı tanımlama iddiası taşımaları için bu özelliklerin nesne veya durumların ortak özellikleri olmaları gerekir. Aksi takdirde bunları kavramı tanımlayan özellikler olarak sıralamanın anlamı olmaz. Bu durumda ortaya bir “şablon” veya “endaze” çıkar ve bize de yeni durumun bu şablona uyup uymadığına bakmak kalır. Uyuyorsa, örneğin, faşizmdir, uymuyorsa değildir vb.

Ne var ki, her bir yeni durum kavramda sıralanan özelliklerden ya bir fazlayı ya da bir eksiği mutlaka içerir. Bu durumda kavrama yeni belirlemeler eklendiğinde eski durumlar kavramın dışında kalır, eskiler temel alındığında ise bu sefer yeni durum kavramın dışına düşer vb. Örneğin pantolon kavramını pantolonların biçimsel ortak özelliklerinden hareketle tanımlamaya kalktığımızda, her zaman bu şablona uyan bir pijama, eşorfman, ev giysisi veya şalvar çıkacağı gibi, bu kavrama uymayan bir pantolon da mutlaka çıkar. Kısa pantolon buna bir örnektir. Bir pijama veya şalvarın biçimsel özellikleri pantolon kavramındaki nitelemelere kısa pantolondan daha fazla uyar. Paçaların kısalığını kavrama sokmaya kalktığımızda ise bu sefer külot ve benzeri giysilerle aynı sorunlar yaşanır vb.

İnsel’in başına gelen bundan farklı değildir. Buna yakından bakalım.

İnsel faşizmi esas olarak üç örnek üzerinden inceliyor: Hitler Almanya’sı, Mussolini’nin İtalya’sı ve Franco’nun İspanya’sı. Faşizmin tanımlayıcı özelliklerini de bu örneklerden çıkarıyor. Fakat, faşizmin ayırt edici özelliğinin esas olarak totalitarizm olduğunu üstüne basarak vurguluyor. Ama daha yazının ortalarında yönteminin azizliğine uğramaya başlıyor.

Totalitarizm ile ilgili iki belirlemesini ele alalım:

  1. “Bu (totalitarizm), Sovyetler Birliği’nde komünist parti diktatörlüğünün de az veya çok paylaştığı bir ülküdür.”
  2. “Bu açıdan Franco rejiminde totaliter nitelik ön planda değildir. Daha çok reaksiyoner muhafazakârlık öne çıkar.”

Bu ifadelerde Sovyetler Birliği pantolon kavramına uyan bir pijama ise Franco İspanya’sı da kavramla sorun yaşayan kısa pantolon gibidir. Ve bu durumda, faşizm kavramını tanımlamada baz aldığı “prototip” ülkeler bile kavramın dışına düşmeye başlıyor. Bunlara bir de yazının sonunda yaptığı sonuç çıkarmayı eklediğimizde ortaya artık hiçbir şeyi açıklamayan bir “kavram” çıkıyor. Orada şöyle diyordu İnsel:

Liderin vefat etmesi veya ülkenin kendisinin başlattığı savaşta büyük bir yenilgi alması dışında, yirminci yüzyıl faşist rejimlerinden çıkış yolu bulunamadı. Seçim yoluyla iktidarı kaybetmiş bir faşist rejim örneği yok.

Eğer bu söylenenler de faşizm kavramının belirlemelerine dahilse, İtalya’nın bu şablona uymadığını ifade etmek gerekir. 1943’te, daha savaş bitmeden Mussolini kendi partisi tarafından tasfiye edilmiş, hatta hapsedilmiştir. Onu Almanlar içeriden çıkarırlar ve kuzeyde kendilerine bağlı bir uydu devlet kurdurup masa gibi kullanırlar. Mussolini bundan sonra eski partisi ve hükümetle çatışır. Kavramın en katı hükümleri temel alındığında, bu kırılmadan sonra sadece Mussolini’nin faşist ülkü peşinde koşmaya devam ettiğinden söz edilebilir. Bu durumda İtalya, faşizmlerin ancak “liderin ölümüyle son bulduğu” şeklindeki belirlemenin dışına düşer. Geriye sadece Almanya kalır, ki Hitler rejimi için iki şeyi mutlaka ifade etmek gerekir:

  1. Hitler rejimini tanımlayan karakteristik özellik ırkçılıktır, ama bu ne İtalyan ne de İspanyol faşizmlerinin tanımlayıcı özelliğidir.
  2. Hitler rejimi kendisini faşizm olarak değil, Nasyonal Sosyalizm olarak adlandırır. Günümüzde de Nazizm olarak anılmaktadır ki bu durumda ortalıkta faşizm de kalmamış demektir.

Dikkat edilirse “kavramsal püritenizm” yapmaya kalkıldığında kavram buhar olup uçmakta, baz aldığı prototipleri bile açıklamaz hale gelmektedir. İnsel metodolojisinin azizliğine uğruyor.

Kavramsal şablonculuk daha önce, 70’li yıllarda da tartışılmış bir konudur. Dönemin Kitle dergisi de İnsel’inkine benzer pozisyonu savunur:

“Kitle” dergisinde, -sözüm ona- Devrimci Yol Dergisi’nin görüşlerine “eleştirilerin” döktürüldüğü tefrikalardan birinde şöyle yazılıyor:

“… İşçi sınıfı biliminde faşizmin klasikleşmiş tanımlaması vardır. Türkiye’deki burjuva egemenliği bu tanıma uyuyorsa ülkemizde faşizm var demektir. Aksi halde “sömürge tipi faşizm”, “gizli emperyalist işgal” vb. anti-Marksist tanımlamalar Marksizmi revize etmekten başka anlama gelmez.”

Ne kadar kolay değil mi? Eline “tarif”i alacaksın, koyacaksın Türkiye’nin üstüne. Eğer uyuyorsa, tamam. Yok eğer uymuyorsa faşizm yoktur ve burjuva demokrasisi vardır. Gerisi artık “işçi sınıfı bilimi” diye diye papağanlık etmeye kalıyor.[1]

Ve dönemin Devrimci Yol’u, İnsel’in beğenmediği Dimitrov’un faşizm analizleriyle neler yapılabileceğinin bir örneğini sergiler. Bu tartışmaları okuduğumuzda sorunun 3. Enternasyonal’in tanımından çok onu yorumlayanlarda -özellikle de metodolojilerinde- yattığını fark ederiz.

“Küfürün” bilimdeki rolü

İnsel, sonunda baz aldığı empiriyi bile açıklama özelliğini yitiren kavramsal püritanizmi faşizmin “bir karşı tezahürat (kelimesi), toplu küfür etmeye yarayan bir sıfat” olarak kullanılmasına karşı savunuyordu. Zira, faşizm kelimesinin “mutlak kötü”yü ifade eder biçimde kullanılmasının, öfkeyi haykırma aracına dönüşmesinin “bu kavrama dayanarak somut durumun somut siyasal analizini yapma kapasitesini büyük ölçüde zayıflat(tığını)” ileri sürüyordu. İnsel’in kavramsal püritanizminin yarattığı teorik açmazı yukarıda göstermeye çalıştım. Şimdi de faşizm kelimesinin öfkeyi, “mutlak kötüyü” ifade için kullanılmasının İnsel’in düşündüğü gibi, “somut durumun somut siyasal analizini yapma kapasitesini”azaltıp azaltmadığıyla uğraşmamız gerekiyor.

Epistemoloji ile uğraşan hemen bütün düşünürler bilimsel bilginin hammaddesinin günlük hayat bilgisi olduğu konusunda fikir birliği sergilerler. Althusser bilimin günlük hayat bilgisi üzerinde yapılan bir üretim faaliyeti olduğunu söyleyerek bunu en açık dile getirenlerin başında gelir. Bu durumda, bilimsel olmayan “günlük hayatın bilgisinin” nasıl üretildiğine göz atmak “küfür”le bilgi üretimi arasındaki bağı ortaya çıkarma bakımından faydalı olacaktır.

Bunun izlerini ilk önce, adımlarını biraz daha kolay takip edebileceğimizi düşündüğüm “politika dışı” bir alanda sürmek işimizi kolaylaştıracaktır. Yerde tanımadığımız bir metal parçası bulduğumuzu ve bunun ne olduğunu anlamaya çalıştığımızı düşünelim. Bulduğumuz bu şeyi tanımaya, bildiğimiz her şey kafamızda bir film şeridi gibi hızla tarayarak başlarız: Nedir bu? Bulduğumuz şey neyin (hangi aletin) parçasıdır? Parça bize bir aleti çağrıştırdığında, (örneğin çamaşır makinesi, araba, saat vb.) “Bu bir saat parçası” veya “Bu bir araba parçası” vb. deriz. Özetle, nesnenin ne olduğu konusundaki yargımız onu oturtabileceğimiz bir bağlam bulduğumuzda ortaya çıkar.

Bu hükmün gerisinde bulduğumuz şeyi daha önceden tanıdığımız bir aletin, daha doğrusu bu aletin sembolize ettiği mekanizmanın bileşeni olarak tasavvur edebilmemiz yatar. Bilinmeyen bir şey ancak bilinen bir şeye referansla tanınır hale gelir. Bunu çoğu zaman bağlam olarak adlandırırız. Bulduğumuz şeyi bir bağlama oturtamadığımızda “şey” olarak kalır. Anlamı da tanımı da olmaz. Bu referansta yanılmış olabileceğimiz ihtimali referansın zorunluluğunu ortadan kaldırmaz. Neticede daha isabetli hükmün gerisinde de bir referans yatar. Hatta birden fazla insanın işin içinde olduğu bir arayışta eğer parçanın ne olduğu konusunda ortak fikir ortaya çıkmışsa, bunun gerisinde, her birinin aynı şeyi referans almaları yatar.

Sosyal hayatımızda karşılaştığımız kötü, yani tasvip etmediğimiz, zarar gördüğümüz durumları yaşar ve ifade ederken de benzer bir mekanizma işbaşındadır. Bir dükkan sahibinin dükkanının önünde duran sefil görünümlü bir insanı sırf vitrini kapatıyor diye hiç uyarmadan sille tokat dövdüğünü, olaya tanık olan Alevi bir kişinin de sonradan gelenlere durumu “Yezid ne olacak, sırf vitrini kapatıyor diye adamı dövdü!” ifadesiyle aktardığını düşünelim. Burada da aynı mekanizma işbaşındadır. Eğer “küfür”ü, davranışı bizde olumsuz tepki yaratan birini -ve edimini- “mutlak kötü” ile özdeşleştirme olarak tanımlayacak olursak, Yezid küfürdür, “mutlak kötünün” timsalidir. Kişi hıncını ve tepkisini yapanı Yezid’le özdeşleştirerek ortaya dökmektedir. Küfürün işlevi bu tatminde yatar. Ama Yezid’e referans bundan daha fazlasını içerir. Olayın anlamı da bu referansla ortaya çıkar. Bu referans olaya anlam verir, onu bir bağlama oturtur: Kötü, haksız, kabul edilemeyecek bir olay yaşanmıştır. Böyle bir şeyi ancak hakla, adaletle alakası olmayan bir Yezid yapabilir vb. Ayrıca “kötülük” önceden tespit edilip Yezid’e referans sonradan ortaya çıkmış da değildir. Aksine Yezid zaten yaşanmış mutlak kötülük olarak kültüre ve kişinin bilincine yerleştiği için kişi gördüğünü o yaşanmışlığa referansla, yani kötülük olarak algılanır. Olay bu (hazır) bağlama -yaşanmışlığa- oturtularak algılanır. Geçmiş yaşanmışlıklar, kültürel aktarımlar bizim “mental soft ware”lerimizdir. Hayatı ve olayları onlar üzerinden anlamlandırırız dükkan sahibi bu kültürel kalıp içinde düşünmediği için olay onun için farklı bir anlam taşır: Dükkanın vitrini kapatılamaz. “Yezid”i “kötülük timsali” olarak belleğine yerleştirmiş herkes olayı benzer algılar.

Solcuların dağarcıklarında ise “en kötü” her zaman faşizmdir. “Faşist” nitelemesi çok ağır bir küfürdür. Ama tıpkı‚ “Yezid” gibi anlamlandırıcı bir işlev de yerine getirir. Bir solcu veya demokrat -her halükarda faşizmden zarar görmüş biri- kötü bir siyasal gelişmeyi faşizme referansla algılar ve anlamlandırır. Olayın kötülüğünü bir başkasına aktarabilmenin referansıdır (gösterenidir). Demek ki faşizm kelimesinin kullanılması aynı zamanda hem “küfür”, hınç boşaltma, kötüyle özdeşleştirme ama hem de bunun üzerinden olayı anlamlandırmadır. Referansla öfkemizi (olayın yol açtığı psişik enerjiyi) kötülüğü yapanı “en kötü” ile özdeşleştirerek, bu yoldan onu aşağılayarak tatmin ederiz (şu veya bu ölçüde rahatlarız). Aynı zamanda olayı da kötü bir olay olarak anlamlandırmış oluruz.

Bütün bu sürecin başında tanımlanmış bir kavramın değil bir “küfrün” bulunması, olup bitenin ne olarak isimlendirildiğinin o kadar da belirleyici olmadığını gösterir. Bugün faşist dediğimiz uygulamaları 20’li yılların bir muhalifi muhtemelen “Abdülhamit istibdadı” olarak isimlendirir, ama içerik olarak gene bugün anladıklarımıza benzer (analog) şeyler anlardı. İnsel’in endazeye dönüştürdüğü faşizm kavramı aslında bize geçmiş yaşanmışlıkları hatırlatan bir metafordan öte bir şey değildir.

 

Ancak, küfürle başlayan süreç bir kavramdan beklenen teori etkisini de sergiler. Olayları öncesi ve sonrasıyla ilişkileri içinde anlamamızı sağlayan düşünme modellerine teori diyoruz. Teoriden, ilave olarak, öngörüde bulunabilme imkanı sunmasını da bekleriz. Kavram üretimi büyük ölçüde böyle bir teori üretimidir. Yukarıda anlattığımız şekilde bir “yaşanmışlığa” yapılan referans “teori etkisi” de yaratır. Yaşanmışlık -ister doğrudan yaşanmışlık ister anlatı üzerinden aktarılmış olsun- tekil bir edimin değil öncesi ve sonrasıyla bir hikayenin yaşanmışlığıdır. Örneğin “üşütmüşüm” ifadesi bunu tam anlamıyla yansıtır. Şöyle ki “üşüttüğümüzde” ateşimizin çıkacağını, kırgınlık ve yorgunluk olacağını, dikkat edilmezse boğazlarımızın iltihaplanabileceğini vb. önceden biliriz. Bunların hepsi olmasa bile çoğunun imkan dahilinde olduğu aklımıza kazınmıştır. Ayrıca, “üşüten insanın” yatıp terlemesi gerektiğini, ıhlamurun, ada çayının, acılı tarhana çorbasının vb. iyi geleceğini de gene eski yaşanmışlıklardan biliriz. Referans her zaman tekil bir fenomen olarak değil, yaşanmış bir hikaye olarak belirir. O anki olay öncesi ve sonrasıyla hazır bir hikayeye yerleşir.

Poulantzas’ı bu çerçevede ele almak biraz geniş bir araştırmayı gerektirse de örneğin Dimitrov’un Alman faşizmi üzerine tezlerini tam da anlattığımız tarzda bir referansla geliştirdiğini göstermek zor olmayacaktır. Dimitrov’un tezlerini esas itibariyle 1930’ların ortalarında geliştirdiğini biliyoruz. Hitler henüz Nazi rejimini yerleştirmiş değildir. Dimitrov, Hitler hareketinin sergilediği tehdidi 1920’lerin başında iktidar olmuş İtalya faşizminin sergilediği felaket sonuçlar ışığında algılar. Hitler hareketinin ne anlama geldiğini böyle bir yaşanmışlığa referansla anlatmaya çalışır. İtalyan faşizmi Almanya’da insanları neyin beklediği konusunda “hikaye” ve “teori etkisi” sunar. Analoji ile hikaye Almanya’ya aktarılır, tıpkı “üşüttüğümüzde” neyin bizi beklediği, neyi yapmamız neyi yapmamamız gerektiğinin belli olması gibi İtalyan tecrübesi Hitler hareketinin başarısı halinde bizi neyin beklediği, onu engellemek için neyi yapmanın doğru, neyi yapmanın yanlış olacağına ilişkin bir zemin sunar.

Bilimin işlevi bu süreci daha rafine, daha sofistik şekilde ortaya koymaktır. Bilim insanı yapılan referansın isabetliliğinde şüphe taşıyabilir, buna itiraz edebilir, daha isabetli öneriler ileri sürebilir vb. Ama yaptığı önerilerin kötüyü ifade ve “psikolojik tatmin” (“küfür”) işlevi yanında anlamlandırma ve öngörüde bulunma işlevlerini de doldurabilmesi gerekir. İnsel’in yaptığı alternatif kavram önerilerinin bu bakımdan zayıf olduğunu görüyoruz. Kitlelerde karşılık bulmamasının, insanların -abartılı olduğunu kabul etsek bile- faşizm kavramına yönelmelerinin, kendilerini “Faşizme karşı omuz omuza”diyerek ifade etmelerinin gerisinde bu yatar.

Faşizmin kitle desteği ve hegemonya

Hannah Arendt’e dayanarak şunu söyleyebiliriz: Hiçbir güç -bu İnsel’in yazısında dile getirdiği gibi “paramiliter örgütlere, milislere dayan(sa)” bile- halk desteği sağlamadan ne iktidara gelebilir ne de iktidarda kalabilir. Faşist rejimleri de iktidara getiren ve iktidarda tutan kitle desteğidir. Bu rejimlerin seçimleri askıya almaları, parlamentoları dağıtmaları veya işlevsiz kılmaları halk desteğinin rolünü ortadan kaldırmaz. Bu konuda İnsel’i biraz hayrette bırakacak bir örnek verelim: Eski Alman sosyal demokrat Başbakan Helmut Schmidt, bir önceki Papa Joseph Alaissius Ratzinger, ünlü filozof Jürgen Habermas, ünlü romancı Gunther Grass ve daha bir dizi sol-demokrat isim 2. Dünya Savaşı’nın sonlarına denk gelen ergenlik dönemlerinde Hitler’in gençlik örgütlenmesinin gönüllü katılanları arasındadırlar. Helmut Schmidt bunu siyasal kariyerinin daha başında ifşa etmişken, birçoğu bunun konuşulmasından hazzetmez, “toplumun vicdanı” olarak ün yapmış Günter Grass ise gençliğindeki Hitler müritliğini ölümünden ancak çok kısa bir süre önce açıklamıştır. Bunlar faşizmin kitle desteğinin nerelere uzanabildiğini gösterir.

Faşizm tartışmalarında bizi en çok ilgilendiren konu, eğer bu kadar kötü bir şeyse, faşizmin, faşist liderlerin nasıl olup da geniş kitleleri peşlerine takabilmiş, harekete geçirebilmiş olmalarıdır. Faşizm tartışmasının esas olarak buraya odaklanması gerekir. Zira, ona karşı nasıl mücadele edilebileceğinin ipuçları ancak böyle bir tartışmada yakalanabilir. Ernesto Laclau da kitabının yayımlandığı dönemde Poulatzas’ı aynı gerekçelerle eleştirir. Ufkumuzu açacağı düşüncesiyle Laclau’nun eleştirilerini kısaca aktaralım.

Laclau, faşizmlerin çok özel krizlerin ürünü oldukları konusunda hemfikir olmakla birlikte Poulantzas’ın faşizmi sabit/değişmez bir sınıf ideolojisi şeklinde ele almasını doğru bulmaz. Laclau’ya göre ideolojiler sabit içeriklere sahip katı, donmuş kalıplar olmayıp unsurların eklemlenmesiyle inşa edilmiş söylemlerdir. Eğer ideoloji unsurların eklemlenmesiyle oluşturuluyorsa, bu unsurların neler olduğu, nereden ortaya çıktıkları önem kazanır. (Genç) Laclau’ya göre bunlar toplumdaki iki temel çatışma ekseninde ortaya çıkmış talep, istek ve hedeflerdir.

Bunlardan birincisini kapitalist sömürü temelinde yaşanan sınıfsal çatışma teşkil eder. Çatışmanın ekseninde kapitalist düzenin var olup olmayacağı yattığı için bu çatışmanın unsurları antagonist ve sınıfsal karakterlidirler. Toplumda, ikinci olarak, devlet ile halk arasında bir çelişki ve çatışma yaşanır. Bu çatışma ekseninde ortaya çıkan talep, istek ve hedefleri (genç) Laclau popüler-demokratik talepler (veya unsurlar) olarak isimlendiriyor. Bunların özelliği kendi başlarına bir sınıfsal karakter taşımamaları, hangi sınıfın söylemine eklemlenirlerse o sınıfın karakterini edinmeleridir. Politik mücadele içindeki güçleri tanımlayan söylem, ideoloji ve kimlikler böyle ortaya çıkarlar.

Bu arada eklemleme kavramına da biraz açıklık getirmek gerekir. Bunun (parti başkanlarının salı toplantılarında yaptıkları gibi) ekleme, toplama, herkesin talebini söyleme alma vb. ile bir alakası yoktur. Laclau eklemlemeyi psikoanalizdeki “yoğunlaşma” kavramına denk gelecek şekilde anlar. Buna göre, bir unsur kendisini toplumsal dolaşımdaki popüler taleplerin çözüm ufku, çözüm umudu, bunların gerçekleşmelerinin koşulu olarak sunabildiğinde/kabul gördüğünde bunları eklemlemiş olur. Bu unsuru taleplerinin gerçekleşme ufku, gerçekleşme koşulu olarak görmeye başlayan talep sahipleri de bu hareketin (liderin) taraftarları haline gelirler. Büyük politik bloklar böyle ortaya çıkar. Hegemonya terimi böyle bir politik başarıyı dile getirmek için kullanılır. Bir lider kendisini, bu şekilde eklemleyici unsur haline getirdiğinde de lider partileri, kitlesel lider hareketleri hatta lider devletleri ortaya çıkar. Bu durum liderin kendisini sorunların çözümü olarak sunmada sergilediği mahareti yansıtır. Erdoğan’da gözlemlediklerimiz de böyle bir durumdur. Faşizmlerin “yöreselliklerinin” gerisinde de her bir ülkedeki popüler demokratik taleplerin farklı olması yatar.

Anti-faşist mücadelenin başarısı faşist liderlerin sergilediği mahareti faşizmlere karşı sergileyebilmeye bağlıdır. Bunun için somut koşulların ne tür “popüler talepler” ürettiğini, iktidarların bütün baskılarına rağmen anti-faşist güçlere gene de ne tür imkan ve hareket alanları yarattıklarına yakından bakmak gerekir. İkinci bölümde bunları ele alacağız.

Dipnotlar

[1] Sömürge, Yari Sömürge Ülkelerde ve Türkiye’de Faşizm (2), DY sayı 13, 15 Ocak 1978.

 

AKP, Faşizm ve Demokratik Devrim üzerine notlar (2)

Mehmet Süreyya




Kaynak: Sendika.org

Editör: yeniden ATILIM

Bu haber 1120 defa okunmuştur.


FACEBOOK YORUM
Yorum

İLGİNİZİ ÇEKEBİLECEK DİĞER Basından yazılar Haberleri

YAZARLAR
Bizi Takip Edin :
Facebook Twitter Google Youtube RSS
ÇOK OKUNAN HABERLER
  • BUGÜN
  • BU HAFTA
  • BU AY
HABER ARŞİVİ
SON YORUMLANANLAR
  • HABERLER
  • VİDEOLAR

Web sitemize nasıl ulaştınız?


nöbetçi eczaneler
HABER ARA
YUKARI YUKARI