Bugun...



Branko Milanovic yazdı:Komünist rejimleri post-Marksist teoriler mi yıktı?

Sovyetler Birliği’nin yıkılışı tarihteki en sıra dışı olaylardan biri. Bu güç ve büyüklükteki bir imparatorluğun, böylesine hızlı ve kavgasız şekilde iktidarından vazgeçerek iç çekirdeğinin (Sovyetler Birliği) ve bağımlı devletlerinin (Doğu Avrupa) dağılmasına izin verdiği görülmüş şey değil.

facebook-paylas
Güncelleme: 29-12-2017 02:46:43 Tarih: 28-12-2017 12:52

Branko Milanovic yazdı:Komünist rejimleri post-Marksist teoriler mi yıktı?

Komünist rejimleri post-Marksist teoriler mi yıktı?

Branko Milanovic

 

Sovyetler Birliği’nin yıkılışı tarihteki en sıra dışı olaylardan biri. Bu güç ve büyüklükteki bir imparatorluğun, böylesine hızlı ve kavgasız şekilde iktidarından vazgeçerek iç çekirdeğinin (Sovyetler Birliği) ve bağımlı devletlerinin (Doğu Avrupa) dağılmasına izin verdiği görülmüş şey değil. Osmanlı İmparatorluğu yüzyıllar süren bir çözülme süreci geçirdi ve hem batılı güçler ve Rusya ile girdiği sayısız savaşla hem de sayısız ulusal bağımsızlık mücadelesi (Yunanistan, Sırbistan, Bulgaristan) sonucu parçalandı. Habsburg İmparatorluğu tarihin o güne kadarki en büyük çatışması olan dört yıllık bir savaşın ardından dağıldı. Aynısı Rus İmparatorluğu ve Hohenzollern’ler için de geçerli. Ama Sovyet imparatorluğu neredeyse barışçıl şekilde ve savaşsız pes etti. Bu nasıl oldu?

Did post-Marxist theories destroy Communist regimes?

 
 

Wisła Suraska tarafından kaleme alınan How the Soviet Union disappeared (Sovyetler Birliği nasıl ortadan kalktı, Duke University Press, 1998), bu soruyu yanıtlamaya çalışıyor. Kitabın ne olmadığını belirtmek lazım. Komünizm ve ekonomi üzerine değil. Komünizmin başarı ve başarısızlıklarına dair soruları (en azından doğrudan) cevaplamaya çalışmıyor veya ekonomi ile de ilgilenmiyor. Kitabın tek bir rakam bile içermemesi çarpıcı. Siyaset bilimci tarafından yazılmış bir kitap ve Sovyetlerin çöküşünün iç siyasal belirleyenlerine odaklanıyor.

Çok iyi ve net kaleme alınmış bir çalışma. Suraska’nın kitabın son bölümünde italik harflerle belirttiği temel çıkarımı, dağılmanın “komünist rejimlerin genel başarısızlığından—modern bir devlet inşa edememelerinden” (s. 134) kaynaklandığı. “… komünist modernleşme projesini ve en başta da Gorbaçev’in perestroykasını engelleyen şey, devletin kadir-i mutlaklığı değil zayıflığıydı” (s. 134). Suraska’nın devlet iktidarının savunucusu olduğunu düşünen olmasın diye şunu açıklayayım: kastettiği şey komünist devletin komünist parti kontrolündeki keyfî niteliğinin, Weber’ci bürokrasinin sorumlu ve kişiler üstü aygıtına doğru gelişmesini engellediği. İktidar keyfî ise, iyi bilinen ve rasyonel kurallar izleyen böylesi bir aygıt oluşturulamaz. Ve böyle bir aygıt olmaksızın modernizm projesi başarısızlığa mahkumdur.

Ama bu yine de ülkenin (SSCB) neden dağıldığını açıklamıyor. Suraska’ya göre—işleyen bir merkezi devlet aparatından yoksun şekilde ve teröre başvurmayı terk ederek—bölgesel derebeyliklerin oluşturulmasına dayanan Brejnev’ci bir denge yüzünden dağıldı. Merkezin iktidarı, periferik destekçilere sahip olunmasına dayanıyordu ve bu periferik destekçiler yerel (SSCB örneğinde cumhuriyet) işlevlerin çoğunu aşamalı olarak ele geçirdi. Bunlar ancak, Stalin idaresindeki merkezin, güç biriktirmelerini engellemek için liderleri ya tasfiye ederek ya da bölgeler arasında sürekli rotasyona tabi tutarak yerel güç merkezlerinin oluşmasına karşı aktif şekilde mücadele ettiği dönemde olduğu gibi, kitlesel teröre başvurulmak suretiyle tasfiye edilebilirlerdi. Ancak Brejnev’ci dengede iktidar tam da, sonrasında onlara güçlerinin çoğunu veren merkezdeki hizbi destekleyecek yerel “baronlara” “desantralizasyonuna” dayanıyordu.

Gorbaçev, reformlarını hayata geçirmek için karar alma sürecini yeniden merkezileştirmeye çalıştığında, her seviyede engellemeyle karşılaştı ve en sonunda, cumhuriyet desteği olmadan hiçbir şey başaramayacağını anladı. Suraska’nın da yazdığı gibi, Gorbaçev’in 1991’deki son parti kongresinde partiyi ve ülkeyi özünde konfedere bir yapıya sokacak şekilde tüm bölgesel parti patronlarını resmi olarak politbüroya getirmesi, onların desteğini alarak rakiplerini (Yegor Ligachev) saf dışı bırakmak içindi. Ama Yeltsin döneminde en büyük birim olan Rusya, Baltık cumhuriyetleri ile birlikte en ayrılıkçılar haline geldiğinden, bu bile çok geç ve yetersiz bir hamle olarak kaldı.

Suraska haklı bir şekilde, iktidarın bu dikey de-konsantrasyonuna parti, gizli servis (KGB) ve ordu arasında hep var olagelmiş ihtiyat ve rekabeti de ekliyor. İki aktörün üçüncüyü zayıflatıp kontrol etmeye çalıştığı bu üçlü ilişki çöküşe katkıda bulundu. Ordu rolünün sona ermesinin başlangıcını, politbüronun, Andropov (o zamanki KGB şefi) tarafından desteklenen, 1980-81’de Polonya’ya müdahale etmeme kararında görüyor. Andropov’un (politbüro toplantı tutanaklarına göre) “Polonya, ‘Dayanışma’ hareketinin kontrolüne geçse bile … müdahale edilmemesi” (s. 70) yönündeki tavrı, Sovyet dış müdahalelerinin (Macaristan 1956, Çekoslovakya 1968) ordunun gücünü pekiştirdiği ve dolayısıyla KGB baskın çıkacaksa, direksiyonda ordunun olmaması gerektiği inancına dayanıyordu.

Suraska’nın da yazdığı gibi partinin nihai zayıflığı, Sovyetler Birliği ve Polonya’daki son durumlarda görülebilir: birinde en üst parti makamı gizli servis şefine, diğerinde ise ordu şefine gidiyordu.

Belki de en özgün değerlendirmesinde Suraska, Gorbaçev’in ve 1980’lerin ortasında iktidara gelen tamamen Sovyetler Birliği döneminde yetişmiş ilk kuşağın ideolojisini ele alıyor. Bunlar, demokrasinin veya yokluğunun temelde dışsal (veya namevcut) özellikler olduğu post-Marksist düşünceden etkilendiler: demokrasi bir taklitti çünkü “gerçek iktidar” başka bir yerdeydi. Bu düşünce artı 1970’in iki sistemin birleşmesi fikirleri artı (bence) komünizmin insanlığın geleceğini temsil ettiğine dair binyılcı Marksist görüş ile “kuşanmış” olan bu kuşak, iki sistem arasında önemli hiçbir çelişki görmemeye başladı ve demokrasinin gelmesinin bile kendi pozisyonlarını etkilemeyeceğine güvendi. Dolayısıyla, hem Marksist hem de post-Marksist teorilerin esaslı bir eleştirmeni olan Suraska, ironik bir dönüşle, Marksizm’e dayalı rejimlerin sonunu getirme konusunda ikincisine paye biçiyor (s. 147).

Sondan bir önceki bölümde Suraska hızlı ve çok eleştirel bir şekilde komünist devleti açıklama iddiasındaki farklı teorileri inceliyor: modernleşme teorisi, totaliterlik, bürokratik teori ve tümü de yetersiz bulunuyor. Suraska’nın çıkardığı sonuç, bu metnin başında belirtildiği gibi, anlamlı şekilde “Despotizm ve modern devlet” başlığını taşıyan son bölümde açıklanıyor. Burada, dikkat çekmeye değer bir son notta, Suraska devletin ve onun kurallara bağlı prosedürlerinin komünist reddini (ki komünistleri anarşistlerin ideolojik akrabası yapan budur) tartışıyor ve ikna edici bir şekilde, “konsey (‘sovyet’) demokrasisi ile merkezi planlamanın” tamamlayıcı olduğunu öne sürüyor. İkisi de devletin içini boşaltıyor, onun işlevlerini üstleniyor, keyfî karar alma dayatıyor ve güçler ayrılığını yok ediyor. Dolayısıyla anarşik ve despotik özellikler birlikte ilerliyor, dahası birbirlerine ihtiyaçları var.

Not: Sovyetler ve Doğu Avrupa siyasetine böylesine hâkim biri açısından ne yazık ki son derece tuhaf bir hataya işaret etmek zorundayım. Suraska Romanya lideri Gheorghiu-Dej (ad da yanlış yazılmış) için Bulgar demiş (s. 128). Sanırım aklında Chervenkov vardı, yanlışlıkla öyle yazdı ve ne kendisi ne de editörler bunu fark etti.

Kaynak: glineq.blogspot.com.tr




Kaynak: Dünyada çeviri-Serap Şen

Editör: yeniden ATILIM

Bu haber 1083 defa okunmuştur.


FACEBOOK YORUM
Yorum

İLGİNİZİ ÇEKEBİLECEK DİĞER Çeviri Haberleri

YAZARLAR
Bizi Takip Edin :
Facebook Twitter Google Youtube RSS
ÇOK OKUNAN HABERLER
  • BUGÜN
  • BU HAFTA
  • BU AY
HABER ARŞİVİ
SON YORUMLANANLAR
  • HABERLER
  • VİDEOLAR

Web sitemize nasıl ulaştınız?


nöbetçi eczaneler
HABER ARA
YUKARI YUKARI