Bugun...


Kadınların ifade özgürlüğü / Rosario Sanchez
Tarih: 29-10-2018 07:16:00 Güncelleme: 08-11-2018 08:40:00 + -


Bu korku bizi susturuyor ve uysallaştırıyor. En önemlisi de, bizi, kendisi de tecrit edilmiş, bizimle aynı endişeleri taşıyan diğer kadınlardan izole ediyor. Kendi içimize çekildikçe, bizi içten tecrit ediyor; uyum göstermiyor olabilecek başka kadınlara mesafe koyduğumuzda ise bizi dıştan tecrit ediyor.

facebook-paylas
Tarih: 29-10-2018 07:16

Kadınların ifade özgürlüğü / Rosario Sanchez

Kadınların ifade özgürlüğü

Rosario Sanchez

 

3-8-300x250.pngFULL TRANSCRIPT: WOMEN’S RIGHT TO FREE SPEECH IN UK UNIVERSITIES

Good evening, everyone.

Thank you very much for being here. Thank you especially to the Bristol Free Speech Society for extending the invitation and for taking this issue on.

Bu korku bizi susturuyor ve uysallaştırıyor. En önemlisi de, bizi, kendisi de tecrit edilmiş, bizimle aynı endişeleri taşıyan diğer kadınlardan izole ediyor. Kendi içimize çekildikçe, bizi içten tecrit ediyor; uyum göstermiyor olabilecek başka kadınlara mesafe koyduğumuzda ise bizi dıştan tecrit ediyor.

Herkese iyi akşamlar.

Burada olduğunuz için teşekkürler. Bristol İfade Özgürlüğü Topluluğuna beni davet ettiği ve bu konuyu ele aldığı için bilhassa teşekkürler.

Bize bu akşam burada yer verenlere de özellikle teşekkür etmek istiyorum… Hukukun üstünlüğüne saygı göstermekten başka bir şey yapmayan ve bunu yaparak hepimizin hakları için, benim burada konuşma hakkım ve sizin beni dinleme ve argümanlarıma itiraz etme hakkınız için tavır almış olan Bristol Üniversitesi’ndeki herkese tek tek teşekkür ediyorum.

Hukuka ve kendi ilkelerine uyarak, benim burada olmama ve böylelikle kadınların ifade özgürlüğüne dair bu konuşmayı yapmama imkan tanımış olan Bristol Üniversitesi’ndeki herkese, çok samimiyetle teşekkür ediyorum. Hepiniz çok cesur ve müthişsiniz!

Hepimiz burada neden toplandığımızı biliyoruz. Hepinizin neyi anlatmamı istediğini biliyoruz. Şunu söyleyeyim: o konudan söz etmeyeceğiz. O konu odadaki fil olarak kalacak, bu yüzden bu etkinliğin soru cevap kısmında bana o konuda soru sormamanızı rica ediyorum.

Tahmin edebileceğiniz üzere, bu akşam tartışacağımız konu üzerine aylardır düşünmekteyim: Birleşik Krallık’taki üniversitelerde kadınların ifade özgürlüğü meselesi. Kadınların seslerini duyurma hakkı için mücadele etmek zorunda kaldığı bir atmosferi cesaretlendirmenin ne anlama geldiği konusunda uzun uzun düşündüm. Kadınların seslerinin bastırıldığı bir atmosferi teşvik etmek ne anlama geliyor?

En baskın düşünce şu: ne kadar tuhaf bir durum! Kaç kadının etkinliklere konuşmacı olarak katılması engellendi? Kaç kadın akademisyenin makalesi veya araştırması geri çekildi? Kaç kadın profesör ve öğretim görevlisi, “yanlış” görüşlere sahip olduğu için hiçbir dayanağı olmayan disiplin soruşturmalarına maruz kaldı? Kaçı bu korkuyla kendine sansür uyguladı?

Bir yıl önce Dominik Cumhuriyeti’nde, Santo Domingo’daydım. Kadın Bakanlığı’nda kadın sığınakları departmanında çalışıyordum. Sözleşmem 30 Ekim’de bitti ve tam o ara, arkadaşlarıma, aileme ve birkaç afacan köpeğe veda ediyordum. Olmayacak saatlerde sahile iniyordum çünkü İngiltere’ye gelmeden önce mümkün olduğunca çok güneşi tatmak istiyordum.

Buradaki durumu biliyordum, kendimi hava koşullarına hazırladım. BK üniversitelerinde feminist yazarlara ve aktivistlere uzun süredir neler olup bittiğini de biliyordum. Bu yüzden kabul mektubumu alır almaz ilk işim, üniversite politikalarını okumak oldu. Özellikle de Kabul Edilemez Davranışlar Politikasını. Söylemeliyim ki epey işe yaradı!

Ama yaptığım her şeyde, geçici yeni yuvamın yasalarına ve katıldığım kurumun kurallarına uyduğumdan emin olmak istedim. “Her şeyi” doğru yaptığımdan emin olmak istedim… ama bildiğimiz gibi, bazen akademik kurumlar iş feminist konuşmacılara gelince “her şeyi doğru” yapmıyorlar. Şu an kendimi ifade etme hakkımı kullanabildiğim için minnettarım ama kendime sürekli olarak başka ne kadar çok insanın bu haktan mahrum bırakıldığını da hatırlatıyorum. Kendim için ve tüm kadınlar için ifade özgürlüğünden yana tavır alarak, başka kadınların da ifade ve toplanma özgürlüğünün saygı görmesini sağlamayı umuyorum.

Avustralyalı feminist yazar Dale Spender, ‘Women of Ideas (And What Men Have Done To Them)’ [Fikir Kadınları (Ve Erkeklerin Onlara Yaptıkları] kitabında şöyle yazar:

“Aphra Behn’den Marina Horner’a dek kadınlar, erkeklerin aklı kendi tekellerine aldığını; kendilerini ‘yetkin cins,’ ‘objektif’ olma kabiliyetine sahip cins olarak, ‘doğal’ entelektüelleri, filozofları, şairleri, siyasetçileri, karar alıcıları vb. oluşturan cins olarak tanımlayıp meşrulaştırdıklarını savundular. Kadınların uzun eşitlik mücadelesinde, bu alanda kazanımlar elde edilmiş olsa da çok sınırlı görünüyor.”

Bu yayınlandığında sene 1983’tü.

Spender, kadınların entelektüel kabiliyetlerinin, Aphra Behn 1600’lerde oyunlarını kaleme alırken olduğu gibi, 80’lerde de bir tehdit olarak algılandığını yazar. Ben, 2018’de de kadınların görüşlerini ifade etmesinin halen bir tehdit olarak algılandığını söyleyeceğim. Bu kasvetli ve moral bozucu gerçeklik, tam da bu akşam burada oluşumuzun sebebi. Spender şunları da söylüyor:

“Kadınlar entelektüel olarak yetkindirler ve patriyarkanın inkar araçları bile bunu her zaman gizleyemez. Ama kadınların entelektüel yetkinliği ‘inkar edilemez’ olduğunda bile, erkekler bunu ‘inkar’ edebilmekte ve ellerinden alabilmektedirler. Entelektüel yetkinliklerini ortaya koyan kadınlar çoğu zaman ‘maskülen bir akla’ sahip diye tanımlanırlar ki bu, katkılarını teslim ederken, bir yandan da göz ardı edilmelerine imkan vermenin akıllıca bir yoludur çünkü ‘maskülen bir akla’ sahip olan kadın, cinsini temsil etmez ve entelektüel alan halen erkeğin kontrolünde kalmış olur.”

Ne zaman bir kadının cinsiyeti sebebiyle konuşma yapması engellense veya özgürce kendini ifade etmesinin önüne engeller konsa, entelektüel alanın erkeklerin alanı olduğu fikri pekiştiriliyor ve süreklileştiriliyor. Kadınları kamusal yaşamın akademi de dahil her alanından dışlamak ve susturmak için kullanılan söylem ve teorik argümanlardan bazıları bugün biraz değişmiş olabilir ama altta yatan çerçeve aynı.

3 Aralık 2015’te, sözde Bristol Feminist Topluluğu (sorun değil, şimdi yeni bir topluluğumuz var. Daha iyi, daha cesur ve gerçekten feminist!) ‘Gazetecilik Alanında Kadınlar’ başlıklı bir panele konuşmacı olarak çağırdığı Britanyalı yazar Sarah Ditum’a yönelik davetini, biri Sarah Ditum’un transfobik olabilecek veya olmayabilecek bir şey yazmış veya söylemiş olabileceğini söylediği için geri çekti. Yani tam emin değiller!

“Sarah Ditum’a düzenleyeceğimiz bir panele yönelik olarak yaptığımız daveti geri çekme kararı aldık. Karar, Sarah Ditum’un transfobik yorumlarda bulunduğuna dair önceki iddialara dayanılarak alındı. Transfobik olmayan birini transfobik olarak nitelemek istemediğimiz gibi, transfobik görüşlere sahip birine zemin sağlamak da istemiyoruz. Sarah Ditum’un yapmış olduğu yorumların transfobik olup olmadığı tartışmalı bir konu ve bu konuda özür diliyoruz.”

Bu ne demek?

Hayır. Gerçekten?

Bu.Ne.Demek?

Gazetecilik alanında uzman bir kadın yazara yapılan panel davetinin, biri onu “transfobik görüşlere” sahip olmakla suçlamış (veya suçlamamış!) olabilir diye geri çekilmek zorunda oluşu ne anlama geliyor? Kim yapıyor bu suçun tanımını? Bu nasıl bir suçlama ki daha teyit edilmesi bile mümkün olmayan tanımsız ve belirsiz bir fikre sahip olabileceği iddiası bir kadının kariyerini tehdit edebilecek güçte oluyor?

Ben de transfobiyle suçlandım. Bu sizi susturmayı, bastırmayı, sesinizi kesmeyi ve korkutmayı amaçlayan bir suçlama. Böyle bir şeyle suçlanmanın kendisi bile rahatsız edici. Hele ki “TERF’lerden nefret ediyorsan ellerini çırp (şak şak)” ve “Boksun ve bunu biliyorsun” ve “PİSLİK PİSLİK PİSLİK” sloganları eşlik ettiğinde daha da meşum bir şeye haline geliyor.

Bir araç.

Bir silah.

Kadınlar olarak işimizi, geçim imkanımızı ve akıl sağlığımızı yakıp kül etmeyi amaçlayan bir meşale.

Kadınlara bu suçlamaları yönelten insanlar, kadınlar olarak işimizi kaybettiğimizi, dostluklarımızın tehlikeye girdiğini, itibarımızın lekelendiğini görmekten ne kadar korktuğumuzu biliyorlar. Kadınlara yöneltilen bu haksız ve gerçek dışı suçlamalara karşı çıkmanın en etkili yolu, transfobi sözcüğünün, şiddet ve ayrımcılıktan azade mutlu bir yaşam sürmek isteyen savunmasız insanların yüz yüze kaldığı baskıya karşı durmak için gerekli bir kavram olmaktan ne yazık ki çıktığına işaret etmek.

Bunun yerine, kadın düşmanlığına ve en zehirli erkekliğe Truva atı vazifesi görüyor. Çenenizi tutmazsanız veya yazdıklarınıza dikkat etmezseniz patriyarkanın size karşı kullanabileceği birçok araçtan biri.

Önümüzdeki hafta Sarah Ditum’la aynı platformu paylaşacağım ve bununla gurur duyuyorum.

Ne o ne de ben transfobiğiz.

Sarah Ditum Birleşik Krallık’ta bir üniversitede konuşması engellenen tek feminist değil. 2015’te de, Avustralyalı feminist yazar Germaine Greer, Cardiff Üniversitesi’nde konuşma yapmasını engellemeye çalışan ateşli bir tepkiyle karşılaştı. Britanya’da kadın hakları konusunda konuşmak için davet edilmişti. Greer toplumsal cinsiyet politikaları hakkında konuşmayacak olmasına rağmen, trans insanlara ilişkin “mizojinik görüşleri” olduğu gerekçesiyle, davetinin geri çekilmesi gerektiğini iddia eden bir metne 3000 kişi imza verdi.

Guardian gazetesi olayla ilgili şu haberi yaptı:

“Greer, üniversitenin kendisine bir şeyler fırlatılmayacağını garanti edememesi halinde etkinliğe katılmayacağını ima etti. Etkinliğin yapılacağı salonun dışında üniformalı polisler bekledi ve içeriden giriş çıkışın güvenliğini güvenlikler aldı ama en sonunda olan, sadece bir düzine insanın barışçıl şekilde protesto etmesiydi. Greer dinleyicilere bu kampanyayı yürütenlerin ‘kendisini korkutmaya çalıştığını’ söyledi ve ekledi: ‘Ama işte buradayım.’”

Tam bu noktada, konuşmama başka bir kadının görüşleri için özür dileyen bir cümle ekleyecektim. “Greer’in kimi meselelerde tavrına katılmıyor olsak da…” gibi bir şeyler yazacaktım ama sonra durdum. İş erkeklere geldiğinde ifade özgürlüklerini kullanıp kullanamayacakları konusunda diğer her meselede tek tek ne dediklerine bakarak ahkam kesmiyoruz. Hangi adamın hangi meselede hangi görüşte olduğunu hatırlamak bile devasa bir iş olacaktır. Akademi, erkek konuşmacıları, totaliter ve agresif aktivistlerin onların her konudaki görüşünü nasıl değerlendirdiğine göre davet edecek veya etmeyecek olsaydı, kampuslarda hiçbir etkinlik düzenlenemezdi!

Britanyalı gazeteci ve yazar Julie Bindel de sık sık etkinliklere katılması engellenenlerden. Ulusal Öğrenci Birliği tarafından “resmen etkinliklere katılmamasına karar verilmiş” olma onurunu taşıyor. Bu arada, Julie Bindel’ı Birleşik Krallık’taki tüm üniversitelerde yasaklamanın hukuken ne kadar bağlayıcılığı olduğunu da göreceğiz… Ama “o kadınlardan biri” olduktan sonra almaya başladığı mesajları dokunaklı biçimde yazıyor. “Radyoaktif” mesajlar. Hiçbir ilginizin olmasını istemeyeceğiniz türden mesajlar. Bindel şöyle yazmış:

“Bir dizi öğrenciden – kadınlar ve birkaç erkek – şunu duymaya başladım: ‘Üniversitemizde konuşma yapmanız yasaklandı, belki haberiniz yoktur… Kararın kopyasını ekte bulabilirsiniz. Çoğumuz buna karşıydık ama süreç toplumsal cinsiyet görevlisi veya trans görevli veya kuir görevli vs. tarafından yürütüldü ve sonuçta yasaklandınız ve bunun gerekçesini bilmenizi istedim.’
Bu kadınlar bana mail atıp şöyle diyordu: ‘Ne yapacağımızı bilemiyoruz çünkü konuşamıyoruz. Sizi ‘onun görüşlerini de dinlemek isterim’ diye savunan son öğrenci feminist topluluktaki görevinden atıldı.’ Zehirli birine dönüştüm. Zehirli olan şey ‘transfobim’ veya ‘orospufobim’ değildi onların gözünde, bendim zehirli olan.”

Julie Bindel Essex Üniversitesi’nde konuşma yapmak üzere en son davet edildiğinde (öğretim görevlileri tarafından) diğer panel konuşmacısının bir pornocu olduğunu not etmek gerek. Şimdi, porno konusunda hepimizin görüşleri farklı olabilir ama feminist bir yazar olarak varlığı Müslüman öğrencilere, kuir öğrencilere, bi öğrencilere, çokaşklı (?) öğrencilere, seks işçisi öğrencilere ve trans öğrencilere karşı “bir şiddet eylemi” olarak değerlendirilenin o olduğunu not etmek ilginç.

Bindel yaşadıklarını şöyle anlatıyor:

“Essex Üniversitesi kampusuna doğru yola çıktım ve trende benimle aynı panele çıkacak olan pornocu adamla karşılaştım, nazikçe selamlaştık. Bu adam yıllardır porno yapımcısıydı, Kongo’dan botlarla gelip yasal belgeleri ve başka hiçbir seçenekleri olmadığı için herkes tarafından sikilmek zorunda kalan kadınları iliklerine kadar pornolaştıran ExploitedAfricans.com gibi internet sitelerine ödüller vermiş bir adamdı bu. Tecavüzcü taksici John Worboys’un parodisi olan başka bir internet sitesi daha vardı ve bu adam bu porno sitelerine ödüller vermişti. Şimdi onunla bir panelde tartışmaya hazırlanıyordum ve kampusa doğru yürüyorduk. Bana “transfobik,” “şiddet yanlısı,” “şu-fobik” “bu-fobik” diye bağıran bez çantalı bir grup öğrenci gördüm. Ve şöyle düşündüm: Orwellyen zamanlarda yaşıyor olmalıyız ve de McCarthy’ci zamanlarda. Nasıl oluyordu da bu pornocu, sözüm ona feminist ve pro-feminist öğrencilerden hiçbir muhalefet, hiçbir itiraz görmeksizin kampusa girebiliyordu da ben protesto edilip bağırılıyordum?
İşte olan şey bu. Böyle bir iklimde yaşıyoruz. Seks endüstrisi konusunda, toplumsal cinsiyet konusunda, herhangi bir konuda fikriniz ne olursa olsun, bağırılan tek bir taraf var, o da feministler.”

Bir başka Britanyalı akademisyen olan sosyal bilimci ve King’s College London’da araştırmacı Heather Brunskell-Evans, Üreme ve Cinsel Sağlık Topluluğu üyesi tıp öğrencileri tarafından pornografi ve genç kadınların cinselleştirilmesi konusunda Kings’de konuşma yapmaya davet edildi. Fakat kendisini trans tanımlayan çocukların medikalizasyonu üzerine konuştuğu Radio 4’ün Moral Maze programına çıktıktan sonra daveti geri çekildi. Varlığının “öğrenci birliğinin ‘Güvenli Alan’ politikasını ihlal edeceği” söylendi kendisine.

Önde gelen bir Britanyalı feminist aktivist ve LGBT hakları savunucusu olan Linda Bellos da konuşma yapması engellenenlerden. Sakal Topluluğu ve Peterhouse College’ın davetiyle Cambridge Üniversitesi’nde konuşma yapacakken, bir lezbiyen olarak “daha önce erkek olanlar lezbiyenlere ve özellikle de lezbiyen feministlere ne söyleyip düşüneceklerini söylerse bu yetkiyi nereden aldıklarını” sorgulayacağını söyleyince daveti geri çekildi.

Kendisini bir “toplumsal cinsiyet ve feminizm” grubu olarak tanımlayan topluluğun eş başkanı Ailish Maroof, Linda Bellos’a şunu söyledi: “Üzgünüm ama size yer vermemeye karar verdik. İfade özgürlüğüne inanıyorum ama Peterhouse bir üniversite olduğu kadar bir yuva aynı zamanda. Bu durumda öğrencilerimizin iyiliği bizim açımızdan önce geliyor.” Nasıl oluyor da lezbiyen bir aktivist lezbiyen hakları hakkında konuşarak öğrencilerin iyiliğini tehlikeye atmış oluyor?

Bu meselelerden bazıları 2012’ye kadar gidiyor ve sorduğunuz soruya bağlı olarak daha bile eskilere dayanıyor.

Daha bu hafta Reading Üniversitesi’nde Hukuk, Çatışma ve Küresel Kalkınma profesörü olan Rosa Freedman, sosyal medyada şu paylaşımı yaptı: “Bana ‘tecavüzü hak eden transfobik bir Nazi’ olduğumu söyleyerek Salı sabahımı şenlendiren ve tecavüz hayatta kalanı olmamın kadınların cinsiyete göre ayrılmış alanlar hakkını savunmamın birçok sebebinden biri olduğunu açıkladığımda uzaklaşan öğrencilere selam olsun.”

Twitter.jpgRosa Freedman.jpgRosa Freedman@GoonerProf

Shout out to the student who brightened up my Tuesday morning by telling me that I am 'a transphobic Nazi who should get raped' and then walked away when I explained that surviving rape is one of many reasons why I defend women's rights to sex-segregated spaces.

12:37 - 23 Eki 2018

Bugün Julie Bindel şunu yazdı: “Trans aktivistler organizatöre ulaşıp yazılarımın ‘şiddet’ telkin ettiğini ve ‘nefret söylemi’ olduğunu söyledikten sonra ‘ifade özgürlüğünü’ ve ‘güçlüye karşı hakikati söylemeyi’ savunan bir etkinlikten çıkarıldım.”

Biz burada konuşurken, okyanusun öte yakasında Kanadalı feminist yazar Meghan Murphy, bir Kanada kuruluşu olan Wilfrid Laurier Üniversitesi, Laurier Açık Soruşturma Topluluğu’ndan, Murphy’ye konuşma yaptıracaklarsa 8055 Kanada doları ödemelerini istedikten sonra, başka bir yerde konuşma yapıyor. Bu ücret güvenlik giderlerini karşılamak için gerekiyormuş.

Öte yandan bir süre önce Londra’daki Goldsmith Üniversitesi’nde örgütlenen, kadın akademisyenlere yönelik koordine bir karalama kampanyası da ortaya çıkarıldı. Natacha Kennedy adlı bir trans araştırmacı, kendi toplumsal cinsiyet görüşlerine uymayan kadın akademisyenlere yönelik saldırıları organize ediyordu. Times gazetesi olayı şöyle haberleştirdi:

“Kennedy, kapalı bir Facebook grubunun binlerce üyesini, toplumsal cinsiyet teorileri kendileriyle uyuşmayan akademisyenleri utandırma amaçlı bir liste çıkarmaya ve dolaşıma sokmaya çağırdı. Çevrimiçi forumun, kendi görüşlerini paylaşmayan profesörleri işlerinden attırmak için nefret suçu işlemekle suçlamaya yönelik çeşitli planlar yaptığı ortaya çıkarıldı. Reading, Sussex, Bristol, Warwick ve Oxford üniversitelerindeki çeşitli bölümler “güvenli olmayan” bölümler olarak sayıldı çünkü bu bölümlerde “trans kadınlar kadındır” inancına açıktan karşı çıkan veya toplumsal cinsiyet kanunlarında yapılması öngörülen değişikliklerin kadınlar ve çocuklar üzerindeki olası etkilerini sorgulayan akademisyenler çalışıyordu. Kennedy’ye göre, bu karalama kampanyalarını oluşturmak önemliydi çünkü böylece öğrenciler almamaları gereken ‘tehlikeli’ dersleri bilebilecekti.”

…öğrencilerin kendi akıllarını kullanabileceği ve şaibeli iddiaları eleştirel olarak analiz edebileceği bölümler…

Grubun binlerce üyesine yapılan tavsiyeler arasında, kadın akademisyenleri nefret söylemi ile suçlamak vardı. “Önce onlara, sonra gerekirse başkanlara ve başkan yardımcılarına karşı nefret suçu şikayetinde bulunun,” tavsiyesinde bulunuluyordu. “Onları eleştiri bombardımanına tutun.”

Profesör Freedman Times’a şunları söyledi:

“Uzman pozisyonundaki kadınların saldırgan şekilde hedef alınması söz konusu. ‘Hanımefendi sikimi em’ diyen penis fotoğrafları alıyorum. Bu düpedüz agresif, kadın karşıtı bir mizojini. Bu, insanları susturmak. Kadın hakları konusunda yazmanın bazılarının gözünde otomatikman nefret suçu haline gelmiş olması saçmalık. Tüm bunlar bu konularda sadece sesi en yüksek çıkanı değil, başka bakış açılarını da dahil edecek şekilde saygıyla yazma kararlılığımı daha da arttırdı.”

Ve bir de biz varız elbette: Bristol Üniversitesi. Bu düşmanlık ve korku atmosferini düzeltmek için ne yaptık? Bu hepimizin kendimize sormamız gereken bir soru ve umuyorum ki önümüzdeki günlerde bu konuyu değerlendireceksiniz.

Elbette sözünü ettiğim şey Bristol Üniversitesi’nin feministlerin konuşmasını yasaklayan önergesi. 27 Şubat günü, sözüm ona feminist öğrenci topluluğu (eski olan, şimdi yeni bir tane var), toplumsal cinsiyete ilişkin belirli bir dini inancı paylaşmayan konuşmacılara yasak konmasını savunan bir önerge sundu. Bristol Üniversitesi bunun öncesinde söz konusu önergenin kadın öğrencileri hedef aldığı, genç feministler için kampusta düşmanca bir atmosfer yarattığı ve söylemeye bile gerek yok ki, yasal olmadığı konusunda uyarılmasına rağmen, ‘Gelecekte TERF Gruplarının Üniversitede Etkinlik Düzenlemesini Engelleme’ önergesinin Genel Konsey toplantısına sunulmasına izin verildi.

Bristol Öğrenci Birliği’nin rolü konusunda bu noktada net olmalıyız. Herhangi bir öğrenci topluluğu bir göçmen nüfusuna karşı böylesi bir yabancı düşmanı lakap [TERF] kullanmış olsaydı ve örneğin Dominikli konuşmacıların kampusta konuşma yapmasını yasaklamaya çalışsaydı, o önerge Bristol Öğrenci Birliği tarafından saniyeler içinde reddedilirdi. Hiç kimse böyle bir önerge hazırlamayı aklından bile geçirmezdi ama diyelim ki hazırlandı, Bristol Öğrenci Birliği eldivenle bile dokunmazdı o önergeye.

Neden? Çünkü Dominikli öğrenciler arasında erkekler olabilir ve böyle bir önerge onların haklarını ihlal edebilirdi.

Bristol Öğrenci Birliği, genel konseye gönderilmesine izin vererek ve o gece açığa çıkan çete benzeri atmosferle ilgili hiçbir şey yapmayarak o önergeyi neden destekledi? Çünkü bu önerge “yalnızca” kadın öğrencileri hedef alıyordu. O hakaret ifadesi [TERF] yalnızca kadınları kötülemek için kullanılan bir terimdi.

Başka birçok medya kuruluşu gibi Telegraph da bu olayla ilgili yazdı ve önergeyi şöyle tanımladı:

“Bu hafta konseyden geçen önergeye göre Bristol Üniversitesi’nde TERF görüşlere sahip grupların içinde bulunduğu etkinlikler artık yasaklanabilecek. Geçmişte TERF görüşler beyan edip etmediklerini belirlemek üzere konuşmacı önerilerini veya örgütleri önden kontrol edecek bir komite kurulacak.”

Şimdi durup bunu bir saniyeliğine düşünelim. 2018’de, BK’da ilk 10’da olan bir üniversitenin öğrencileri, feministlerin soruşturulmasını öneren bir önerge sundu ve Bristol Öğrenci Birliği’nin profesyonel kadrosu bu önergeyi destekledi. Bir komitenin önüne geçip “görüşlerimizi açıklamamız” istenecek.

Yasaklanmış düşüncelerimiz için hesap vermemiz istenecek.

Kendi ezilmişliğimizin, ikincilliğimizin nişanesi adeta.

Bu önerge, tüm kadınlara net bir mesaj iletme amacı taşıyordu; yalnızca öğrencilere değil tüm akademisyenlere ve üniversite mensuplarına. O mesaj Bristol Üniversitesi’nin koridorlarının dışına yayılıyor.

Kadınlara verilen mesaj net: haddinizi bilin.

Bu kadın düşmanı önergenin Bristol Öğrenci Birliği konsey toplantısında oylanması planlanan tarih olan 27 Şubat’ta, Bristol Öğrenci Birliği’ndeki görevlilerin bunu engellemek için hiçbir şey yapmayacaklarını biliyordum. Sevdiğim bir bara gittim. Bir bira söyledim.

Biraz sonra neler olup bittiğini bir de kendilerinden dinlememi isteyen birkaç öğrenci ile telefonda konuştum. Bunlar genç kadınlardı; 19-20 yaşlarında. Bazıları göçmendi, bazıları lezbiyen, bazıları feminizm konusunda çok bilgili değildi ama hepsi korkmuştu.

Bristol Öğrenci Birliği’ndeki görevlilerin yaşanmasına izin verdikleri çete benzeri atmosferden korkmuşlardı. Kadınların (başka kadınların? kendilerinin?) şeytanlaştırılmasından korkmuşlardı. Evet, bunun kendi başlarına da gelebileceğinden korkuyorlardı. Kendimi aciz hissettim.

Bu bardayken iki genç adam, konuşmalarına kulak verebileceğim bir mesafede gelip oturdular. Kim olduğumu veya bu mesele ile herhangi bir ilgim olup olmadığını bilmedikleri açıktı. Şerh koymak için muhalif bir görüş ifade etmek isteyen genç feministin üstüne nasıl gelindiğini konuşuyorlardı. Kadınları taciz eden bu aktivistlerin agresif taktiklerinin ne kadar itici ve ters tepmeye müsait olduğunu söylüyorlardı. Bu anlaşmazlık konusunda hiçbir şey bilmediklerini anlayabilirdiniz, bir noktada güldüler ve birbirlerine “TERF nedir yahu?” diye sordular.

Konuşmamın sonunda hepinize sormak istiyorum: ‘TERF’ nedir?

Çevrimiçi bir öğrenci gazetesi, olayları “epey dramatik bir akşam” olarak anlatıyor ve şunları aktarıyor:

“Drama henüz bitmiş değildi. Women’s Place UK’in – kampustaki toplantısı önergeye sebebiyet vermiş olan, TERF olduğu iddia edilen örgüt – odadaki bazı insanları küplere bindiren mektubu kitleye okundu. Bu, öğrencileri “iftiracı” önergeye karşı oy vermeye cesaretlendirdi. Bu noktada işlerin kontrolden çıkmasını önlemek için hızla oylamaya geçildi. Sonuç o geceki en gürültülü sevinç çığlıklarına sebep oldu: Önerge 42’ye karşı 90 oyla geçti.”

Feministlere yasak koymanın baskıcı ve totaliter görülmediği bir noktaya nasıl geldik? Öğrencilerin ilerleme ve sosyal adaletin böyle bir şey olduğuna derin bir inanç beslediği bu noktaya nasıl geldik?

Şu anda ilginç bir dönüm noktasındayız. Çünkü sosyal hizmet uzmanı Lisa Muggeridge’in dediği gibi, toplumsal cinsiyet kimliği siyasetini savunanların saldırgan taktikleri, olan bitenin farkında olmayan kamuoyunu iktidar sistemleri ve güç ilişkileri konusunda uyanışa zorluyor. Mekân kapattırma, konuşturmama, göz korkutma, tehditler, önergeler… tüm bunlar işi bu olmasına rağmen kadın haklarını hiç mi hiç umursamayanların elini güçlendirdi: hükümet yetkilileri, politika belirleyenler, araştırmacılar, aktivistler, akademisyenler…

Bu dalgalı sulardan çıktığımız ve mevcut sosyal-siyasal momentin türbülansı geçtiği an, geride bıraktığımızdan çok daha iyi bir yere varmış olacağımızı düşünüyorum. Bunların yaşanmasından mutlu olduğumu asla söylemiyorum ama feminist teorilerimizin sınandığını görmüş olmanın son derece değerli olduğunu düşünüyorum: erkek ayrıcalığı nedir? Erkek hak sahipliği nedir? Erkek istismarı izleği nedir? Kadın düşmanlığı nedir? Patriyarka nedir?

Hiç kimsenin mastürbasyoncu teorilerle ve öznelliğe dair kavranması imkânsız, metafizik beyanlarla kafanızı karıştırmasına izin vermeyin… Sadece kendinizi geriye çekin ve bir adım geriden yalnızca bu üniversitede değil, Birleşik Krallık’ta ve dünya genelinde cinsiyet, toplumsal cinsiyet ve kimlik siyaseti konusunda olan bitenlerin dinamiğini gözlemleyin.

Bir adım geri atıp dinamikleri gözlemleyin.

Ne görüyorsunuz?

Amerikalı feminist yazar Natacha Chart şöyle diyor:

“Kadınlar erkek tacizi ile işlerinden edilmeye devam ediyor, cinse özel yollarla kamuoyunda karalanıyor, seks endüstrisinde eğlence amaçlı işkenceye maruz bırakılıyor ve erkekleri hoşnut etmedikleri için öldürülüyorlar. Bu yaralar birike birike aşağılanmaya ve dezavantaja dönüşüyor. Maruz kaldığımızda bunları şahsi saldırılar gibi hissetsek de, bizi iktidar ve kaynaklar için açık rekabetin dışına sürükleyen erkekler kim olduğumuzla gerçekten ilgilenmiyorlar. Yerimizde başka bir kadın olsa ona da aynısını yapacaklar.
Bu, kadınların iradesini, gücünü ve bağımsızlığını yok etmeye yönelik yüzlerce yıllık bilinçli bir siyasi projenin sonucu. O güç ve bağımsızlık aynı şekilde bilinçli bir siyasi direniş olmazsa geri kazanılamaz. Çünkü tıpkı Lierre Keith’in dediği gibi, ezme bir yanlış anlama değildir.”

Sosyal dışlama, sanal ortamda bilgilerine ulaşma, taciz, göz korkutma, önergeler, tehditler… bunların hepsi aynı amaca hizmet ediyor. Ve bu amaç Aphra Behn’in oyun yazdığı 1600’lerde de geçerliydi, Dale Spender’in yazdığı 1980’lerde de. Onlardan önce de vardı şimdi de var.

“Bunun” bize de olabileceği korkusu bizi birbirimizden izole etmeyi amaçlıyor. Yalnız bırakılma, tek başımıza kalma ve dişilerin silinmesine yönelik bitmek bilmez taleplere muhatap olma korkusu. Bu korku doğal ve çok güçlü.

Bizi susturuyor ve uysallaştırıyor. Ve en önemlisi de, bizi, kendisi de tecrit edilmiş, bizimle aynı endişeleri taşıyan diğer kadınlardan izole ediyor. Kendi içimize çekildikçe, bizi içten tecrit ediyor ve uyum göstermiyor olabilecek başka kadınlara mesafe koyduğumuzda bizi dıştan da tecrit ediyor.

Kadınların susturmak isteyen bu korkuya ve yıllanmış kadın düşmanı girişimlere verilecek en uygun yanıt konuşmaktır. Sesimizi kullanmak ve susturulmak istenileni ifade etmektir. Konuşmaya devam etmeliyiz, tıpkı bizden önceki kadınların ezici baskılara rağmen seslerini yükseltme cesaretini buldukları gibi. Konuşmaya devam etmeliyiz ki bizden sonra gelen kadınlar, tarihin en çok sesimizi yükseltmemiz gereken bu noktasında, susmadığımızı görebilsinler.

Konuştuğumuzu görsünler.

Bizden önceki kadınlar için, kendimiz için ve bizden sonrakiler için, onlar da böyle bir sınamaya tabi tutulduklarında iktidar sahiplerine karşı hakikati söyleyebilsinler diye konuşmalıyız.

Teşekkürler.




Kaynak: Dünyadan çeviri-Serap Şen

Editör: yeniden ATILIM

Bu haber 1268 defa okunmuştur.

FACEBOOK YORUM
Yorum

İLGİNİZİ ÇEKEBİLECEK DİĞER Çeviri Haberleri

ÇOK OKUNAN HABERLER
  • BUGÜN
  • BU HAFTA
  • BU AY
SON YORUMLANANLAR
  • HABERLER
  • VİDEOLAR
YUKARI