Bugun...


12 Eylül’e felsefeden Bakmak*/ Mehmet Akkaya
Tarih: 25-09-2018 11:21:47 Güncelleme: 25-09-2018 11:21:47 + -


1980’in 12 Eylül’ünde yapılan askeri darbe, ülkemizin ekonomik, sosyal ve siyasal hayatında bir dönüm noktası olarak değerlendirilir. Bu değerlendirme ancak bir ölçüde doğrudur. Çünkü düzen önceki tarihlerde olduğu gibi sonraki yıllarda da dönüm noktası olarak görülecek pek çok siyasal olaya tanıklık etmiştir. Yani tarihimizde ne ilkti ne de son oldu. Konumuz 12 Eylül darbesi (askeri faşist darbe), Sanat ve Yılmaz Güney olarak belirlendiğine göre sınırlanarak konuşmak gerekecek.

facebook-paylas
Tarih: 25-09-2018 11:21

12 Eylül’e felsefeden Bakmak*/ Mehmet Akkaya

12 Eylül’e felsefeden Bakmak*

Mehmet Akkaya
Felsefeci ve yazar

 

1980’in 12 Eylül’ünde yapılan askeri darbe, ülkemizin ekonomik, sosyal ve siyasal hayatında bir dönüm noktası olarak değerlendirilir. Bu değerlendirme ancak bir ölçüde doğrudur. Çünkü düzen önceki tarihlerde olduğu gibi sonraki yıllarda da dönüm noktası olarak görülecek pek çok siyasal olaya tanıklık etmiştir. Yani tarihimizde ne ilkti ne de son oldu. Konumuz 12 Eylül darbesi (askeri faşist darbe), Sanat ve Yılmaz Güney olarak belirlendiğine göre sınırlanarak konuşmak gerekecek. Dolayısıyla şimdiki konuşmada konunun devlet felsefesi ve sanat felsefesi bakımından nasıl bir görünüm sunduğu üzerinde birtakım saptamalar yapmak bazı yorumlarda ve yargılarda bulunmak istiyorum. Sonunda da sanatta epistemolojik bir kopuşu temsil ettiğini ileri sürüdüğüm Yılmaz Güney’i anacağım.

 

Devlet/Siyaset Felsefesi: Toplumsal Sözleşme

K. Evren: Kaybolan Devlet Otoritesi

 

Şu iki örnek sanırım geniş kitlelerin akıllarında kalmıştır. Birisi cunta başı Evren’in yaptığı ilk konuşma ve darbeye gerekçe gösterdiği açıklama: “Silahlı Kuvvetler… Kendi kendini kontrol edemeyen demokrasiyi sağlam temeller üzerine oturtmak, kaybolan devlet otoritesini yeniden tesis etmek için yönetime el koymak zorunda kalmıştır”. Atatürk ilkelerinden uluslararası ilişkilere, işçi sınıfının hareket tarzından iç politikanın ayrıntılarına dek pek çok soruna işaret eden 12 Eylül Bildirisi başlı başına incelenmeye değer. Siyaset felsefesi bakımından oldukça öğreticidir. Devlet ve darbe ilişkisini gösteren iyi bir metin niteliğindedir. Demokrasi teorisi açısından da ufuk açıcı özelliklere sahip.

 

Bildiride yer alan, “Kendi kendini kontrol edemeyen demokrasi” ve peşinden gelen “kaybolan devlet otoritesi” gibi muğlak ve kafa karıştırıcı ifadeler, üzerinde durmayı gerektirir. Zaman darlığından dolayı bunların detaylarına giremeyeceğim için kusura bakılmasın. Yani Bildiri’nin halkın çıkarıyla demokrasi ve insan haklarıyla bir ilgisi yoktur. İkincisi de bu devletin yasakladığı sanat eserleri, tabi ki dergi, gazete, kitap gibi yayınları unutmamak lazım. Cumhuriyet tarihinde en çok kitabın, filmin, tablonun, fotoğrafın ve bu türden eserlerin yakıldığı bir dönemdir. Yılmaz Güney’in hem şahsının hem de eserlerinin en çok sansüre uğradığı bir dönemdir. Gerçi darbeye karşı ilk ve etkili yanıtı veren de “aşılmaz”, “kaçılmaz”, “güçlüdür” denilen zindanlardan gerçekleştirdiği firarla da Yılmaz Güney olmuştur.

 

Evren’in açıklamasına göre devleti kim yeniden tesis ediyor? Ordu ediyor. Bu konular ister istemez bizi devletin nasıl kurulduğu meselesine götürür. Hobbes’tan Rousseau’ya kadar ana akım filozoflar, devletin “toplumsal sözleşme”yle kurulduğunu söylüyorlar. Yani devletin zor kullanılarak değil, özel mülkiyetin ortaya çıkmasıyla da değil halkın rızasıyla kurulduğu ileri sürülüyor. Rousseau’nun ünlü kitaplarından birisinin adı da: Toplumsal Sözleşme. Bu örnekler de gösteriyor ki, egemen sınıflar zorla ve kendi çıkarlarına olan uygulamaları halkın rızasıyla oluyormuş gibi ve tüm toplumun yararını gözetiyormuş gibi lanse ediyorlar. Burjuva siyaset felsefesinin göz ardı ettiği ya da akıl edemediği, “toplumsal sözleşme”ymiş gibi gösterilen tüm uygulamaların, gerçekte iktisaden hakim olan sınıfların zor kullanarak yaptıkları uygulamalar olmasıdır. Nasıl ki 1983 Anayasası, “toplumsal sözleşme”yle kurulmadıysa bundan önceki 1961, 1924 ve Millet Meclisi’nin yaptığı 1921’deki ilk Anayasası da “toplumsal sözleşme”yle kurulmadı. “Toplumsal sözleşme” deyince yalnızca komünal ve sovyetik uygulamaları anlayabiliriz.

 

Sanatçı Tanrı’ya Eşdeğer midir?

 

Devlet deyince günümüzde ve özellikle ülkemizde ulus devletleri anlıyoruz. Ulus devletlerin inşa edilmesi sürecinde ezen ulus konumunda olan ve devlet kurmak için harekete geçen güçler, en büyük ittifakı din, teoloji ile sanat ve edebiyat silahında bulmuştur. Üçünde de duygu aklın önene geçmektedir. Türk ulus devletinin kurulma sürecine bakıldığında Ömer Seyfettin’den, Yakup Kadri’ye; Ziya Gökalp’ten Reşat Nuri’ye dek uzanan yelpazede nice edebiyat adamı bulursunuz. Sanat, duygu dünyasını zenginleştirdiği için estetik disiplinler içinde ayrıcalıklı bir yerde durmaktadır. Ulus devlet yöneticileri, bunun ziyadesiyle bilincindedir. Hitlerin kimi danışmanlarının estetikçi olduğu söylenir. Aydınlatma ve propaganda Bakanı J. Goebbels bunların en çok bilinenidir. Evren de sanat cephesine savaş açtığı halde, demokrasi düşmanlığını gizlemek ve tarihe faşist bir kişilik olarak geçmemek için “ressam” sıfatını kendine yakıştırmıştı.

 

Sanat, devrimci değerleri olduğu kadar karşı devrimci değerleri de harekete geçirmekte etkili bir disiplindir. Duygu durumu, din ve milliyetçilik yanında sanat için de olmazsa olmazdır. 12 Eylül gecesi saat üç-dört sularında darbeye milliyetçi marşlarla eşlik edilmesi boşuna değildir. Dolayısıyla sanatın sınıfsal özelliğinin yanında güçlü bir manipülasyon aracı olduğu inkar edilemez. Muhafazakar, yoz ve gerici olduğu kadar direnişi, devirmeyi ve devrimi de temsil etme özelliği taşır. Tüm sömürücü sınıflar gibi Türk egemen sınıfları da sanatın bu gücünü yakından bilirler. Schelling gibi filozoflar sanatçıyı, kral ile hatta Tanrı ile aynı kefeye koymuşlardır. Sanatçı da Tanrı gibi yaratıcıdır. Darbeden hemen sonra bilhassa yeniyi ve geleceği temsil ettiği düşünülen devrimci sanatçıların ve sanat eserlerinin düşman düzeyinde algılanması, on binlerce sanatçının “vatan haini” olarak ilan edilmesi, yurttaşlıktan çıkartılması, hapse atılması, işkencede öldürülmesi başka nasıl açıklanabilir?

 

1980 Darbesi: 24 Ocak Kararları

Dimitrov’un Faşizm Tanımı

 

Konu siyasal alana dair analiz, tespit ve açıklama yapmak olunca ekonomik alana temas ve hatta ekonomik-sosyal temelden hareket etmek zorunlu oluyor. Her ne kadar cunta başı Evren, siyasal olandan hareket ettiğini söylese de bunun temelinde üretim alanı olduğunu kimse inkar edemez. Nihayetinde 24 Ocak (1980) Kararları olarak bilinen ilkelerin yürürlüğe girmesi için “demokratik” süreç yeterli görülmemiştir. Bu yüzden birçok hareketin, vakti zamanında “cunta günlerinin eli kulağında” diye mırıldanması da bu yüzdendir. Çünkü bu ekonomik kararlar, işçi sınıfına ve emekçilere büyük bir sömürü ve baskı koşulları dayatmaktadır. Bu kararlar olağan “demokrasi” koşullarında uygulanamayacağına göre faşist bir darbe yapılarak uygulanabilecektir. Konumuz açısından faşizm meselesi bizi, ayrı bir tartışmaya daha götürüyor. O da faşizmin nasıl bir ideolojik ve siyasal akım olduğudur.

 

Faşizm, felsefi ve psikolojik açıdan çok tartışılsa da en popüler açıklamasını Dimitrov’un görüşlerinde bulur. Dimitrov, faşizmi, tekelci burjuvazinin en gerici, ırkçı ve şovenist kesiminin yönetimi olarak görse de 12 Eylül’de de görüldüğü gibi yalnızca tekelci burjuvazinin değil burjuvazinin tüm kanatlarının yönetim biçimi olarak karşımıza çıkmaktadır. Sermayenin tüm kesimleri 12 Eylül’de, aralarındaki çatışmaya son verip işçi sınıfına ve emekçilere karşı ittifak etmiştir. Bunun günümüzde olduğu gibi tarihte de örnekleri az değildir. Faşizm, 12 Eylül’de açığa çıkmış olsa da çağımızda, sovyetik rejimler de olmadığına göre, bütün dünyada potansiyel olarak vardır. Ülkemizde de öncesi de dahil olmak üzere tüm cumhuriyet tarihi boyunca siyasete içkin olarak kendini var etmiştir. Çoğu zaman kendini demokrasi ve meclis gibi kurum ve kavramlarla gizlemeyi başarsa bile sıklıkla, bilhassa askeri darbe dönemlerinde, yüzündeki maskeyi çıkarmakta bir beis görmüyor ve gerçek yüzünü gösteriyor.

 

Çağımızda ve günümüzde faşist yönetimler ve faşist darbeler emperyalizm olgusu dışında ele alınamaz. Kapitalist üretim biçiminin genelliği, toplumları birbirine bağlar, ekonomik üretim etkinliklerini birbiriyle ilişkiye sokar. Yalnız emek sermaye sömürüsü değil sermayenin sermayeyle ilişkisinden söz edildiği gibi emperyalist ülkelerle sömürge ülkeler arasında da bir ilişkiyi görmek gerekir. Geri bıraktırılmış, yarı sömürge konumundaki ülkelerdeki olup bitenler emperyalizm tarafından manipüle edilmektedir. Bu yüzden Amerika’nın darbe günlerinde “Bizimkiler başardı” demesi oldukça manidardır. 12 Eylül’de Türkiye darbe ortamına sürüklenen tek ülke değildi. Öncesinde Yunanistan ve Şili gibi ülkelerde de faşist darbeler söz konusu oldu. Aralarında bir bağlantı olduğunu ve aynı merkezden düğmeye basıldığını ileri sürmek abartı olmasa gerek. Şili stadyumunda milyonlara direniş şarkıları söyleyen Viktor Jara ile pasaport verilmediği için tedavisi geciken ve ölen Ruhi Su ve yine faşizmin hapishanelerinde ölüme terk edilen Yılmaz Güney arasında bağ kurulması da anlamlı olsa gerek.

 

Saldırı İşçi Sınıfını Hedefledi

İlkin Sınıfın Örgütlerine Saldırı

 

Diğer faşist darbeler ve yönetimler gibi 12 Eylül faşist darbesi de işçi sınıfının kazanılmış haklarını budamak ve hatta çok çok gerilere itmek amacıyla tezgahlandı denilebilir. İlk saldırı da işçi sınıfının grevlerine oldu. On binlerce kamu çalışanı ve özel sektör işçisi işten atıldı. Ordu, işçi sınıfı ve komünist kişi, örgüt ve partiler arasındaki bağı kesmeyi önüne hedef olarak koydu. Kıyım ve katliamları en dinamik olan muhalif örgüt ve partilere uygularken, daha demokratik mevzilerde pozisyon alan kesimleri kolay etkisiz hale getireceğini biliyordu. Demek oluyor ki burjuvazinin radikal kurum ve yapılara yönelmesi yalnızca onları etkisiz hale getirmek için değildir. Devrimci güçlerin bastırılması, aynı zamanda işçi sınıfının bastırılması, konumuz açısından sanatın ve sanatçının da bastırılıp etkisiz hale getirilmesi anlamına gelir.

 

“Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” özdeyişi bu çerçevede çok sakıncalı sonuçlar doğuran bir özdeyiş olmuştur. 12 Eylül askeri faşist darbesi, devrimci kurumları etkisiz hale getirmenin politikasını yaparken aynı zamanda bilim adamlarını, filozofları, bilcümle düşünürleri, üniversiteyi ve akademik sesliliği de susturacağını biliyordu. Burjuvazi bu politikalara bugün de fazlasıyla meraklıdır. Ordunun saldırı ve kıyımları politikaya, oradan da ekonomik alana temas etmektedir. Siyaset felsefesi açısından bakıldığında faşist darbenin, gücünü emek cephesine karşı sermayeden aldığı açıktır. Alman filozofu I. Kant orduların terhis olması durumunda savaşların son bulacağını düşünürken muhtemelen ordunun, sermayenin bir uzantısı olduğundan bihaberdi. 12 Eylül’de de görüldüğü gibi ordu da devlet gibi onun daha militarist bir kurumu olarak sermayenin çıkarı doğrultusunda mobilize olmaktadır. Bu yanılgı pek çok alana sirayet etmiş görünüyor. Mesela Evren’in işkence politikalarından gardiyanları sorumlu tuttuğu, bunu televizyon ortamlarında milyonlarca insanın duyacağı, göreceği şekilde açıkladığı unutulur gibi değil. Oysa orduyu savaşa göre konumlandıranın sermaye olduğu düşünülürse gardiyanı işkence yapmakla görevlendirenin de aynı güçler olduğu ortaya çıkar.

 

Kürt Ulusal Hareketi

Şiddet, Yeni Şiddetler Doğurur

 

12 Eylül faşizminden söz edildiğinde Kürt Ulusal Hareketi’nin mücadelesini anmak da adet olmuştur. Böyle olması da doğaldır. Marksist siyaset felsefesinden baktığımızda sınıf mücadelesinin tek tarzından değil koşullara göre biçim kazanmış pek çok tarzından söz edebiliriz. Faşizm, birçok toplumda olduğu gibi Kürdistan halkı için de direnişin ve birlikte mücadele etmenin fitilini ateşlemiştir. Faşizm yaydığı Türk milliyetçiliği nedeniyle “Kürt milliyetçiliği” de diyebileceğimiz bir eğilimi ortaya çıkarmış, daha doğrusu Kürt ulusunu görünür kılarak “milli bilinç” sıçramasına olanak vermiştir. Kürt hareketi, son süreçleri de dikkate alındığında pek çok bakımdan olgunlaşarak devrimci-demokratik bir çizgiye oturmuş ve sınıf mücadelesinin ilginç örnekleri haline gelmiştir. Halkımızın “her şerde bir hayır vardır” demesine benziyor bu durum.

 

Baskıların ve sorunların büyüdüğü yerde, kültürel bir iklimin yeniden ve daha güçlü temeller atarak yeşereceğini dikkate almak gerekiyor. Her zaman olmasa bile sorunları yoğun olan toplumlarda toplumsal gelişme ve ilerleme de buna paralel olarak güçlü oluyor. Mesela darbe sürecinde sekteye uğrayan sanatın diğer disiplinleri gibi müzikte, çok daha devrimci diyeceğimiz müzisyenler ve ekollerin ortaya çıkması buna işaret etmektedir. Grup Yorum bunlardan en bilinenidir. Ferhat Tunç, Ahmet Kaya, Şivan türünden sanatçılar birbirini izledi. Bu açıdan 12 Eylül’e özgü sanat disiplinlerinden söz edebiliriz. 12 Eylül romanı, 12 Eylül müziği, 12 Eylül şiiri, genel olarak 12 Eylül sanatı ya da burada da toplantıya başlık yapılan “darbe yılları sanatı” gibi.

 

Eylül’ün Önemli Kayıp ve Kazanımları

 

Eylül ayı Dünya, Türkiye ve Kürdistan halkları için önemli olayların yaşandığı bir ay. 6-7 Eylül 1955’te azınlık olarak bilinen halklara yapılan saldırılar unutulur gibi değil. 2 Eylül 1977 gecekondu direnişleri var. Dünya Barış Günü 1 Eylül’de kutlanıyor, Vietnam, Kore ve Bulgaristan halk cumhuriyetleri de Eylül 1945-46 yıllarında kuruldu. Eylül 1990’da Turan Dursun katledildi. Yaşar Kemal de 4 Eylül 2013’te yitirdiklerimizden. Mao Zedung’un da hayatını kaybettiğinde tarihler 9 Eylül 1976’yı gösteriyordu. Musa Anter 20 Eylül 1992’de katledildi. I. Enternasyonal Eylül 1864’te kuruldu. Eylül 1909’da doğan Alie Kazan da ölürken Eylül ayını seçmişti (2003). Türkiye Komünist Partisi’nin kuruluş tarihi 10 Eylül 1920’dir, iki hafta sonra da Türk egemen sınıfları tarafından sahtesi kurulmuştur. TKP’nin aslı ve sahtesi örneğinde de görüldüğü gibi sınıf mücadelesi, her zaman olduğu gibi eylül ayında da epeyce materyal bırakarak, kitlelerde ufuklar açarak, sosyal bilimlere miraslar bırakarak devam etmiştir. Ben konuşmamın son kısmında Eylül ayında askeri faşist darbeler nedeniyle kaybettiğimiz Şiili ozan Viktor Jara, halkların haykıran sesi Ruhi Su ve sanatını sınıf savaşının kalemi haline getiren Yılmaz Güney’i anmak istiyor ve Güney’e ilişkin birkaç cümle ederek tamamlamak istiyorum.

 

Darbe Koşullarında Sanat ve Edebiyat

Beş Büyükler, Yol ve Duvar

Yalnız Türkiye sinemasında değil ülkemizin kültürel atmosferinde yepyeni iklimler yaratan birisiydi Güney. Onu bir kitabımda, sermayeden “epistemolojik kopuş” gerçekleştiren ender sanat, düşün ve eylem adamlarından birisi olarak değerlendiriyorum. Bu kopuşlardan bir diğerini de Ruhi Su gerçekleştirmiştir. Bilenler için tekrar olacak, diğer üç isimden daha söz ediyorum “kopuş” bahsinde: Nazım Hikmet, Sabahattin Ali ve Muzaffer Oruçoğlu. Yılmaz Güney, sinemamızın kurucusu değilse de, onun adının olmadığı bir Türkiye sinemasından söz edilemez. Emek-sermaye çelişkisini sinemaya getirerek yepyeni bir kapı açmıştır. Elbette ki bu yeni ve dinamik konuları yeni bir biçim içinde, farklı tekniklerle yansıtma yoluna gitmiştir.

 

Güney, oyuncu, senarist ve yönetmen yeteneklerini tek kişide toplayan ender sanatçılardan birisidir. Bugün de yakıcı bir tarzda yaşadığımız işsizlik, yoksulluk, hapishane ve faşizm sorunlarını kitaplarına, perdeye, siyasal arenalara cesaretle taşıyan kişilerden birisiydi. Sinemayı ve kurduğu özgün sanat anlayışını politikanın sıcak damarlarına akıtmayı ve politikanın taşıdığı devrimci cevheri sanatıyla sentezlemede de üzerine yoktu. 12 Eylül ile doğrudan bağlantısı olan filmlerin en özgün olanlarını da Güney’in çektiğine kuşku yoktur: Yol ve Duvar. Demek ki Güney, 1970’li yıllarda sinema alanına girerken, Seyithan ve Umut gibi filmlerle adeta sinemanın eksenini değiştiriyor. İkinci kez de 12 Eylül faşizmine karşı çevirdiği Yol ve Duvar adlı filmleriyle bir eksen değişikliği daha yapıyor.

 

Darbeler, Hapishane ve Yılmaz Güney

Siyasal Olmayan Olay Yoktur

 

Yol, Kürdistan gerçeğini tüm çıplaklığıyla verirken soruna sınıf mücadelesi açısından bakmayı da asla ihmal etmez. Filmdeki Adana’dan geçiş sahnesi ilginçtir: Tabela Kürdistan’ı göstermektedir. Feodalizmin, toplum üzerindeki etkisi de filmin bir başka derin yanı olarak okunabilir. İkinci yan da kendini zindan gerçeği ile görünür kılıyor. Faşizmin en çok kendini hapishane gerçeğinde ortaya serdiği de filmin işaret ettikleri arasındadır. Duvar, konumuz için daha ayrıcalıklı bir yerde duruyor: Hapishaneler. Hapishaneleri, toplumun aynası olarak değerlendirmek de mümkündür. Hapishane kim ne derse desin asıl olarak siyasal tutsaklar için inşa edilmiştir, inşa edilmektedir. Ayrıca diyalektik bir bakışla denilebilir ki, siyasal olmayan tutsak yoktur. Halk arasında veya resmi söylemde adi, adli mahkum sözleriyle betimlenen kesimler de siyasaldır.

 

Kısacası “siyasal değildir” denilen her olay ve kişi gerçek anlamda siyasaldır. “Siyasal değildir” ifadesinin kendisi de siyasal bir ifadedir. Yılmaz Güney de her şeyin siyasal bir boyut taşıdığı kanaatindedir. Bu yüzden de hapishanelerdeki mahkumları iç içe vermiştir. Siyasal derken komünist mahkumlar kastediliyor. Komünistlerin olduğu gibi komünist tutsakların da işçi sınıfı ve emekçilerin çıkarını savunmak dışında bir çıkarları bulunmuyor. İşte Güney bu noktadan hareket etmiştir. Sayıları sınırlı olan tutsaklara kamerasını çevirirken onların milyonları, ülke ve dünya halklarını temsil ettiklerini bilmektedir. Kalemini, kafasını, fırçasını, sazını, sözünü halklar için kullanan Yılmaz Güneyleri bir kez daha anıyor, darbe ve cuntaları kınıyor, demokrasiymiş gibi görülen tüm faşist yönetimleri lanetliyorum, insanlığa, barış, özgürlük, eşitlik ve kardeşlik diliyorum.

 

*22 Eylül 2018 tarihinde Bağcılar Tüketiciler Derneği’nde yapılan “12 EYLÜL, SANAT VE YILMAZ GÜNEY” başlıklı panelde yapılan konuşma metnidir.




Kaynak: facebook.

Editör: yeniden ATILIM

Bu haber 2905 defa okunmuştur.

FACEBOOK YORUM
Yorum

İLGİNİZİ ÇEKEBİLECEK DİĞER Felsefe Haberleri

ÇOK OKUNAN HABERLER
  • BUGÜN
  • BU HAFTA
  • BU AY
SON YORUMLANANLAR
  • HABERLER
  • VİDEOLAR
YUKARI