Bugun...



HDP Eş Genel Başkanı Pervin Buldan, Bu meydan benim hikayemin başladığı yerdir

Türkiye'nin ciddi bir kriz içinde olduğunu ve bu krizin Türkiye'yi uçuruma sürüklediğinin altını çizen HDP Eş Genel Başkanı Pervin Buldan, çıkış yolu olarak, Öcalan üzerindeki tecridin kaldırılması ve görüşmelere yeniden başlamasını gösterdi. Halkların Demokratik Partisi’nin (HDP) 11 Şubat’ta onbinlerin katılımıyla gerçekleşen kongresinde eş genel başkanlığa Pervin Buldan ve Sezai Temelli seçildi. Yeni görevi sonrası Buldan, kongre sürecinden heyet olarak İmralı'da yaptıkları ziyaretlere ve HDP'nin önümüzdeki dönemde izleyeceği politikalara dair Mezopotamya Ajansı'nın (MA) sorularını yanıtladı.

facebook-paylas
Güncelleme: 24-02-2018 23:58:41 Tarih: 24-02-2018 17:15

HDP Eş Genel Başkanı Pervin Buldan,   Bu meydan benim hikayemin başladığı yerdir

HDP Eş Genel Başkanı Pervin Buldan, 

Bu meydan benim hikayemin başladığı yerdir

 

 Türkiye'nin ciddi bir kriz içinde olduğunu ve bu krizin Türkiye'yi uçuruma sürüklediğinin altını çizen HDP Eş Genel Başkanı Pervin Buldan, çıkış yolu olarak, Öcalan üzerindeki tecridin kaldırılması ve görüşmelere yeniden başlamasını gösterdi.

Halkların Demokratik Partisi’nin (HDP) 11 Şubat’ta onbinlerin katılımıyla gerçekleşen kongresinde eş genel başkanlığa Pervin Buldan ve Sezai Temelli seçildi. Yeni görevi sonrası Buldan, kongre sürecinden heyet olarak İmralı'da yaptıkları ziyaretlere ve HDP'nin önümüzdeki dönemde izleyeceği politikalara dair Mezopotamya Ajansı'nın (MA) sorularını yanıtladı.
 
Kongrede HDP Eş Genel Başkanı olarak seçildiniz. Kongreye geçmeden önce siyasete atılma sürecinizi anlatabilir misiniz?
 
Benim siyasetin içerisine atılmam tamamıyla doğalında gelişen bir durum. Türkiye’de, 1990'lı yıllarda Kürtlere ya da Türkiye'deki muhalif kesimlere yönelik “faili meçhul” dönemi başlatıldı. Bu dönemden ben de nasibimi aldım. Eşimi (Savaş Buldan) 1994 yılında faili meçhul bir cinayetle kaybettikten sonra Türkiye'deki kirli bir savaşın varlığına inandım. Daha öncesinde siyaset içerisinde yer almadım. Kürt halkının vermiş olduğu özgürlük mücadelesinden haberdar değildim. Ancak yaşadığım trajediyi başka hiç kimsenin yaşamaması adına Cumartesi Anneleri’nin bir üyesi oldum. 
 
O dönem de kayıp yakınlarını bir araya getirme, aynı çatı altında mücadele etmelerini sağlamak adına arayışım oldu. Kurduğumuz Yakınlarını Kaybeden Ailelerle Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği’nin uzun süre başkanlığını yaptım. Bu dernek de geçtiğimiz yıl OHAL kapsamında kapatıldı ancak mücadele hala devam ediyor. 
 
Siyaset, hak odaklı mücadeleden biraz daha farklı bir alan. Siyasete geçişte sizi ne teşvik etti?
 
Elbette ki, bunun bir de siyasi ayağının olması gerekiyordu. Benim siyasete atılmamda daha çok “TBMM’de bu sorunu nasıl çözebiliriz? Faili meçhul cinayetlerin açığa çıkması için ve bu cinayetleri işleyenlerin yargılanabilmesini nasıl sağlayabiliriz?” soruları etrafından şekillendi. Partimiz beni bir kayıp yakını olarak Iğdır’dan milletvekili adayı olarak gösterdi. Hem grup başkanvekilliği hem Meclis başkanvekilliği, aynı zamanda İmralı Heyeti içerisinde aktif rol alan birisiyim. 
 
 Türkiye ve bölge şartlarına baktığımızda kadınların siyasete atılmasının kolay olmadığını biliyoruz. Bu anlamda siz siyasete atılırken ne gibi zorluklarla karşılaştınız, bir kadın olarak nelerle mücadele ettiniz?
 
Ben en büyük devrimimi aile içerisinde gerçekleştirdim. Hakkari gibi bir yerde büyüyüp, Yüksekova'da bir ağa gelini olmak ve bu sıfatla mücadeleye atılmak elbette ki çok zor bir süreçti. Oramar Aşireti'nin büyük bir ağırlığı var ve bu ağırlık içerisinde kadınlar hep ikinci planda kalmış. Hiçbir şekilde söz hakkı olmayan, erkeğin arkasında yürüyen, aynı sofraya oturmayan bir tablo vardı.
 
İlk Cumartesi Anneleri eylemine gitmeye başladığım dönemde bile yanıma mutlaka aileden bir, iki erkek eşlik etti. Partiye girmemde aynen bu şekilde oldu. Sonuçta kendi ayaklarım üzerinde durarak, erkeklerin sahip oldukları haklara eşit şekilde sahip olma girişimim o tabuları yıktı. 
 
Mücadele etme gücünü nasıl yarattınız? Bu süreçte bir dayanağınız var mıydı?
 
 
Kadın özgürlük mücadelesine olan bakış açım ve bununla birlikte çatışmalı dönemlerde kaybedilen insanların annelerinin ya da eşlerinin bir araya gelerek bu sisteme karşı çıkmaları, beni bu mücadeleye attı diyebilirim.
 
Siyasete atıldığım zaman kadın özgürlük mücadelesinin çok yoğun tartışıldığı ve mücadelesinin verildiği dönemlerdi. Kadınlar, siyaset, toplumsal yaşam, kültürel yani yaşamın her alanında söz sahibi olmak için sokaklardaydılar. Savaşın en yakıcı dönemlerinde “Savaş istemiyoruz” dediler. Bu benim için bu çok önemliydi. Çünkü savaşlarda en fazla kadın ve çocuklar mağdur oldu. Ben de bunlardan bir tanesiydim, çünkü çatışmalı dönemlerde eşimi kaybettim. Sonrasında da eşimin bıraktığı yerden belki mücadeleye devam ettim. Kadın özgürlük mücadelesine olan bakış açım ve bununla birlikte çatışmalı dönemlerde kaybedilen insanların annelerinin ya da eşlerinin bir araya gelerek bu sisteme karşı çıkmaları, beni bu mücadeleye attı diyebilirim. 
 
 Diyalog sürecinde PKK Lideri Abdullah Öcalan ile görüşme yapan İmralı Heyeti’nin bir üyesisiniz. Heyet içinde yer almak sizi hem kişisel olarak hem de siyasi olarak nasıl etkiledi?    
 
İmralı dönemi ve Sayın Öcalan ile tanışma, oturup konuşma ve düşüncelerinden, görüşlerinden, perspektiflerinden yararlanma -O 3 yıllık dönem için söylüyorum- hayatımda çok farklı yere koyduğum bir dönem. Ben İmralı Adası'nda çok şey gördüm ve yaşadım ve İmralı Adası'nda daha da güçlendim aslında. Çünkü Sayın Öcalan'la yaptığımız görüşmelerde hem şahsıma ilişkin hem de genel olarak kadınlara ilişkin çok önemli belirlemeler vardı. Benim hayatımı Nefertiti'nin hayatına benzetmesi çok anlamlıydı. İmralı Adası'ndan çıkar çıkmaz Nefertiti'nin hayatını araştırmaya başladım. Nefertiti çok güçlü olmasına rağmen, eşinden kaynaklı hiçbir şekilde söz sahibi olamayan ancak mücadele azmiyle başarıya ulaşan bir kadın. 
 
Sayın Öcalan'ın, Türkiye dahil dünyanın her yerinde kadınların yaşamış olduğu sorunlara değinen bugün de devam eden sorunlara çözüm bulmaya çabalayan bir mücadelesi var. İmralı Adası’nın ilk gündemleri arasında kadın kıyımı olmuştu. İmralı Adası'nda Sayın Öcalan'la yaptığım her görüşmeden moral aldığımı ve daha da güçlenerek çıktığımı hissettim. Ve bunu pratikleştirmeye çalıştım. 
 
 İmralı Adası’na gittiğiniz süreçte sizi etkileyen bir anınızı bizimle paylaşır mısınız? 
 
 
"Gittiğiniz yere bir daha gitmek isterseniz oraya bir şey bırakın" diye bir rivayet vardır. Biz de adadan her çıkışımızda, elimizdeki mendili denize atardık, bir daha gelebilmek için. Ancak son attığımız mendil çok işe yaramadı.
 
"Gittiğiniz yere bir daha gitmek isterseniz oraya bir şey bırakın" diye bir rivayet vardır. Biz de adadan her çıkışımızda, elimizdeki mendili denize atardık, bir daha gelebilmek için. Ancak son attığımız mendil çok işe yaramadı. Çünkü 5 Nisan 2015 tarihinden sonra Sayın Öcalan'la bir daha hiçbir şekilde görüş yapılmadı. 
 
Benim açımdan Sayın Öcalan'la ilk karşılaşma elbette ki çok önemliydi. Sayın Öcalan'ı sadece televizyonlarda ya da fotoğraflarda görmüştüm. İlk görüşmede saçlarının ağarmış olduğunu, biraz kilo aldığını gördüm. Onunla ilk tokalaşmam, ondan ayrılırken kendisinden bir şey istemem üzerine bana yazılı bir not yazması ve kalemini vermesi benim açımdan elbette ki önemli ve anlamlı. Ben de kendisine giderken bir kalem götürmüştüm. Dolayısıyla benim Sayın Öcalan'da bir kalemim var. Onun da bende bir kalemi var. Bunlar benim açımdan elbette unutulmayacak, yaşamımın ayrı bir yerinde duran bir süreçti.
 
Heyet olarak PKK Lideri Öcalan ile 5 Nisan 2015 tarihinde son görüşmenizi yaptınız. Öcalan bu görüşmede nelere dikkat çekmişti? 
 
3 yıllık diyalog sürecinde Öcalan, görüşmelerin yasal bir çerçevede yapılması gerektiğini, ancak böyle anlamlı ve kalıcı olabileceğini belirtmişti. En son yaptığımız görüşmede, eğer bir dahaki sefere üçüncü bir göz veya gözlemci heyet gelmezse, bu sürecin devam edemeyeceğini söylemişti. Fakat o tarihten sonra bırakın gözlemci heyetin adaya gitmesini; ne avukatları ne de ailesi Sayın Öcalan’la görüşemedi. Sayın Öcalan, “Bir dahaki toplantıda ben PKK’ye bir çağrı yapacağım” demişti. Bu çağrıyla birlikte Türkiye’ye karşı silahların bırakılması yönünde bir kongrenin toplanması kararını vereceğini ifade etmişti. Bunu devlet yetkilileri çok iyi biliyor. Bizimle görüşmeye katılan, devleti temsilen orada bulanan insanlar bunları kayıt altına aldılar. 
 
Eğer o dönem 5 Nisan tarihinden sonra adaya bizimle birlikte üçüncü gözlem dediğimiz heyetin gelmesi gerçekleşmiş olsaydı, bugün Türkiye bu durumda olmayacaktı. Fakat ne yazık ki, bu süreç hükümet tarafından engellendi.
 
Bu görüşme sonrası PKK Lideri Öcalan’a yönelik başlatılan tecrit sürecinde yaşananları nasıl yorumluyorsunuz? İmralı’nın kapılarının kapatılmasının Türkiye’deki karşılığı ne oldu?  
 
Sayın Öcalan, oraya bir daha gidemememiz durumunda Türkiye’de çok farklı krizlerin yaşanacağına işaret etmişti, bunlardan biri de darbe mekaniğiydi. Kürt sorununun çözümünü istemeyen güçlerin süreç bitince harekete geçebileceğini söylemişti. Adaya gidişler engellendi, Sayın Öcalan üzerindeki tecrit ağırlaştırılmış olarak devam etti ve bir darbe mekaniği devreye girdi. 
 
Sayın Öcalan demokratikleşme derken sadece Türkiye’yi kastetmiyor, tüm Ortadoğu halkları açısından demokratikleşme perspektifini ortaya koyuyordu. Sadece savaş değil, ekonomik, sosyal, kültürel, siyasi anlamda bir kriz var. Bu kriz, Türkiye’yi bir uçuruma götürüyor. Tecridin hemen kaldırılması ve Sayın Öcalan ile görüşmelerin yeniden başlaması ve içerisinde yaşadığımız krizin sonlanmasına ve Türkiye’nin demokratikleşmesine aslında çok büyük bir fayda getirecektir. 
 
28 Şubat Dolmabahçe Mutabakatı’nın yıldönümü yaklaşıyor. Devlet heyeti ile birlikte verilen o fotoğraf ne anlama geliyordu? O fotoğrafın süreklileşmesi durumunda ne değişecekti? 
 
 
 Dolmabahçe Mutabakatı hayata geçirilmiş olsaydı Türkiye’nin demokratikleşmesi açısından önemli mesafeler kat edilmiş olacaktı. Fakat Sayın Cumhurbaşkanı’nın o dönem “Dolmabahçe Mutabakatı’nı tanımıyorum, o fotoğrafı tanımıyorum ve bu süreci buzdolabına koyuyorum” açıklaması, elbette ki Türkiye’ye çok büyük bir zarar verdi.
 
Dolmabahçe Mutabakatı’nın 28 Şubat tarihinde yapılması özellikle belirlendi. Türkiye’deki darbe dönemlerinin özellikle sona ermesi, Türkiye’nin demokratikleşmesi açısından bu tarih seçildi. Mekan da Başbakanın kullandığı bir odaydı. Orada devleti, hükümeti ve Sayın Öcalan’ı temsilen oturan insanlar vardı.  
 
Süreç mahkum edildi, hem Dolmabahçe Mutabakatı yok sayıldı hem de o fotoğraf yok sayıldı. Ama aynı zamanda bir tasfiye süreci yaşandı. O fotoğrafta bulunan İçişleri Bakanı tasfiye edildi. O fotoğrafta bulunan bir İmralı heyeti üyesi 18 yıl cezayla cezaevinde bulunuyor. Elbette ki o süreç ya da Dolmabahçe Mutabakatı hayata geçirilmiş olsaydı Türkiye’nin demokratikleşmesi açısından önemli mesafeler kat edilmiş olacaktı. Fakat Sayın Cumhurbaşkanı’nın o dönem “Dolmabahçe Mutabakatı’nı tanımıyorum, o fotoğrafı tanımıyorum ve bu süreci buzdolabına koyuyorum” açıklaması elbette ki Türkiye’ye çok büyük bir zarar verdi.
 
Cumhurbaşkanı Erdoğan “Kongre toplayamazlar” demişti, ancak güçlü bir kongre yaptınız. Valilik kongre sonrasında 9 bin kişinin katıldığını açıklasa da kongre divanı 32 bin kişinin katıldığını söyledi. Baskılar tuttu mu? Kongreye gelen partililerin mesajı ne oldu?
 
Ankara’nın en büyük kapalı spor salonunda gerçekleştirdik kongremizi. Her türlü engellemeye rağmen yaptık bunu. İllerde yaptığımız çalışmalardan, parti yöneticisi olan arkadaşlarımızın gözaltına alınıp tutuklanmasına, otobüslerin yollarda engellenmesine kadar birçok engelle karşılaştık. İnsanlar kongreye büyük bir moral ile geldiler ve HDP’yi sahiplenmek adına her türlü engeli aştılar. Bu konuda kongreye gelen her bir insanımıza, partiliye teşekkür ediyorum. Devletin tüm gözdağına rağmen, “Kongrenizi gerçekleştiremezsiniz”, “Toplanamazsınız” söylemlerine rağmen insanlar her türlü barikatı aşarak geldiler. 
 
Bizim açımızdan tarihi bir kongreydi. Sadece parti yöneticilerimizin değil, belediye eşbaşkanlarımızın, milletvekillerimizin tutuklu olduğu bir dönemde gerçekleştirdik bu kongreyi. 
 
Bizim için siyasi sonuçları da vardı. Elbette ki kongre salonuna gelenler, öncelikle Efrin saldırı girişimini protesto etti. Efrin ile ilgili sarf edilen her sözün ardından alkış ve sloganla bu saldırının doğru olmadığını, Kürt halkını yalnız olmadığını söylediler. Sayın Öcalan’ın resmi çıktığında ya da onunla ilgili bir söz söylendiği zaman insanların coşku ile sahiplendiğini gördük. İnsanlar, “Sayın Öcalan’ın üzerindeki tecridin biran önce kaldırılmasını talep ediyoruz” dediler. 
 
Siyasi tutsaklar, tutuklu vekillerimiz, eşbaşkanlarımız Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ’ın resimlerine yönelik bir coşku vardı. “Biz kendi seçtiğimiz vekilleri cezaevinde istemiyoruz” mesajı verdiler.  Biz halkımızdan büyük moral aldık. Halkımızdan aldığımız büyük moralle, o büyük coşku ile çalışmalarımızı yürüteceğimizi belirtmek istiyorum. 
 
Partinizin geldiği gelenek, cinsiyet kotasıyla başlayıp eşit temsiliyet ve eşbaşkanlık sistemini oturttu. Partinizin kadın mücadelesi devam ederken buna yönelik saldırıları nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu saldırılara karşı nasıl bir mücadele geliştirmeyi planlıyorsunuz?
 
İlk kez yüzde 40 kadın kotasını getiren bir partiyiz. Ama zaman geçince yüzde 40 kotanın yeterli olmadığını görerek fermuar sistemine geçiş yaptık ve eşit temsiliyet getirdik. Eşit temsiliyetle birlikte kadınların tüm karar mekanizmalarında yer almaları gerektiğini belirterek hayata geçirdik. Tüm ilçe ve il örgütlerimizde eşbaşkanlık sistemi, belediye seçimlerinde de eşbaşkanlık sistemi. Bugün TBMM’de 3’üncü büyük parti olan, 6 milyon oy almış olan bir partinin eşgenel başkanları var. Bu mekanizma bizim asla vazgeçmediğimiz bir mekanizma. 
 
Şimdi kadın iradesine, kazanımlarına yönelik bir saldırı var. Tüm bu saldırılara rağmen bu kongre ile birlikte kadınların daha fazla güçlendiğini söyleyebilirim. Önümüzde bir 8 Mart süreci var. Bu 8 Mart’ta Kürt özgürlük hareketi ile Türkiye kadın hareketlerinin ortak mücadele etmesi gerektiğini düşünüyorum. Kadınlar her yerde birlik olmalı, dayanışma içerisinde mücadele etmeli. Her gün kadın cinayetlerinin yaşandığı bir dönemde Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’nın kadınların haklarını korumak ya da kadınlara yapılan saldırılara karşı bir önlem almak gibi çabası yok. Biz ne yapacaksak kendimiz yapacağız. 
 
Türkiye’deki kadınların ortak mücadelesinin saldırılara cevap olacağına inanıyorum. 8 Mart haftasında Türkiye’nin her yerinden kadınların yüreğine dokunan, elini tutan bir tarzda kadınlarla birlikte olmaya çalışacağız. 
 
Son dönemlerde çocuklara yönelik cinsel istismar saldırılarında artış yaşandı. Hükümet yetkilileri de konuya ilişkin kimyasal hadım ve idam tartışmaları başlattı. Siz bu tartışmaları nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu yöntem soruna yönelik çözüm getirir mi?
 
Çocuk istismarları her gün yaşanan ve önümüzde çıkan bir mesele haline geldi. Birkaç gün önce yaşanan şey, Türkiye’de neredeyse her insanın tepki vermesine neden olan bir olaydı. Bu bir vahşettir aslında. AKP hükümetinin daha caydırıcı teklifler ya da tasarılar çıkartarak genel kurula getirebilir. Bu yasalarla birlikte bir caydırıcılık önlemi olabilir. Çıkarılan yasalar ne kadar hayata geçirilecek bunu bilmiyoruz. Şimdiye kadar ki çıkarılan yasalar, caydırıcı bir önlem olarak görülmedi. İdam meselesi Türkiye’nin gündemine çok gelen bir mesele. İnsanları öldürerek caydırıcılık elde edemezsiniz. Elbette ki ağır soruşturmalardan geçirilebilinir ama bu suçu işleyenleri idam etmek bir çözüm yolu değildir. HDP olarak çokça kez soru önergesi, kanun teklifleri önerdik ancak iktidar vekillerinin oylarıyla önerilerimiz reddedildi.
 
AKP tarafından okullarda, yurtlarda ve kurumlar ve Diyanet eliyle yaratılan bir sistem var. Bu sistem lağvedilmediği sürece bireysel yapılan adımlarla değiştirilmez. Bu sistemi değiştirmek için hep birlikte mücadele etmek lazım. 
 
AKP ve MHP birlikte bir masaya oturarak 26 maddede oluşan bir mutabakat ile seçim ittifakı oluşturdu. Bu seçim ittifakını nasıl değerlendiriyorsunuz? 
 
AKP Hükümeti tercihini milliyetçi cepheden yaptı. MHP ile yapmış olduğu seçim ittifakı kendi Başkanlık sistemini hayata geçirmek ya da iktidarını koruyabilmek adına geliştirdi. Böylesi bir ittifakın Türkiye'nin sorunlarının çözüm noktasında yetersiz kalacağı kanaatindeyiz. Çünkü bugün Türkiye’de yaşananların özellikle de Kürt sorununun, MHP’nin bakış açısıyla çözülebilecek bir sorun olmadığını AKP'nin kendisi de çok daha iyi biliyor. Bu nedenle AKP'ye oy veren Kürtlerin bu konuda tercihlerini değiştireceklerine inanıyorum. 
 
Peki, partinizin 2019 seçimlerine dair bir ittifak gündemi var mı? 16 Nisan referandumu sürecinde bir “Hayır cephesi” vardı. Benzeri bir ittifak oluşabilir mi? 
 
 
 Referandum döneminde herkes kendi cephesinden ‘Hayır’ dedi ve herkesin ‘Hayır’ı farklı anlama geliyordu. Önümüzdeki dönem için, şuan da aldığımız bir ittifak kararı yok.
 
Referandum döneminde herkes kendi cephesinden “Hayır” dedi ve herkesin “Hayır”ı farklı anlama geliyordu. Önümüzdeki dönem için, şuan da aldığımız bir ittifak kararı yok. Biz demokrasi güçleriyle bir ittifak yaparız. Barışı savunanlarla, savaşa karşı çıkanlarla, Türkiye'yi demokratikleştirmek isteyenlerle, barışı toplumsallaştırmak isteyen çevrelerle ittifak yaparız. Onun dışında herhangi bir siyasi parti ile bir ittifak girişimimiz yok. 
 
Tüm demokrasi güçlerini ve Türkiye’de artık bu gidişattan rahatsız olan herkesi de yanımız da görmek isteriz. Bunun için yeni kongreden çıkan bir parti olarak, önümüzdeki günlerdeki çalışmalarımız hep bu yönlü olacak. Eğer bunu başarabilirsek, önümüzdeki süreçte Türkiye toplumunun kazanacağına inanıyorum.  
 
Türkiye, 20 Ocak Efrin’e yönelik bir operasyon başlattı. Siz de partinizin grup toplantısında yaptığınız konuşmada, “3 saate gireriz dediler ancak 33 gündür girmeye çalışıyorlar” dediniz. Böyle bir operasyonun başlatılmasını nasıl değerlendiriyorsunuz? 
 
Grup toplantısında ifade ettiğim gibi Efrin, bir istikrar bölgesi. Orada kendi yönetimini, yaşamını idame ettirmeye çalışan bir halk var. Sadece Kürtlerden de oluşmuyor aslında orada Arapların, Êzidîlerin ve farklı kimliklerin olduğu ve yoğun bir nüfusun olduğu bir yer. Bir huzur kenti, istikrar bölgesi. Orada Kürt halkının elde etmiş olduğu statünün bölge açısından çok önemli bir kazanım olduğunu belirtmek isterim. 
 
Bugün Türkiye'nin Efrin'e yapmış olduğu müdahalenin tam da bu statüye yönelik olduğunu herkesin bilmesi gerekir. Çünkü Efrin'den Türkiye'ye karşı herhangi bir tehdit olmadığı halde gelişen operasyonu orada yaşananlara ve oradaki halkın elde ettiği kazanımlara yönelik karşı bir girişim olarak adlandırıyoruz. Çünkü oradaki demokratik yaşam hayat bulursa, komşu ülkeler burayı örnek alırsa kendi yönetim tarzlarını da değiştirmek durumunda kalacaklar ki Türkiye'de bunun içinde. 
 
Ancak bunun çok başarılı olabileceğine inanmıyorum. Efrin'de yaşayan Kürtlerle ile Türkiye'nin doğusunda yaşayan Kürtler kardeştir. Orada yapılan her bir müdahale aynı zamanda Türkiye'de yaşayan Kürtlere de bir müdahaledir. Bu AKP hükümetinin Kürt halkına yıllardır yapmış olduğu baskının, şiddetin farklı bir şekilde açığa çıkmasıdır. Efrin'e yapılan girişim Türkiye açısından çok yanlış bir karardır. Bu karardan bir an önce vazgeçilmesi gerekiyor. Tabi ki burada sadece Kürtler de bedel ödemiyor, Türkiye halkları da bedel ödüyor. Çünkü her gün birçok kente asker cenazesi geliyor. Türkiye'nin de içinde bulunduğu krizden çıkabilmesinin yolunun da diyalog ve müzakereden geçtiğini belirtmek istiyorum
 
Efrin ile birlikte savaş karşıtlığının suç olduğu bir noktaya geldik. En son HDP ve HDK'ye yönelik gözaltı ve tutuklamalar da bu bağlamda oluyor. Savaş karşıtlığının suç sayılmasını nasıl görüyorsunuz?
 
 
İnsanları savaşa ve ölüme mahkum etmek isteyen bir zihniyet var karşımızda. Çünkü barışı dillendirmek, barışı savunmak suç haline getirildi
 
İnsanları savaşa ve ölüme mahkum etmek isteyen bir zihniyet var karşımızda. Çünkü barışı dillendirmek, barışı savunmak suç haline getirildi. Sosyal medya başta olmak üzere orada söz söyleyen, paylaşım yapan herkesin gözaltına alınıp, tutuklandığı bir dönem. 
 
Özellikle Türk Tabipler Birliği'nin "Savaş bir halk sorunudur" açıklamasından sonra oraya yapılan saldırının, gözaltı ve tutuklamalarla insanları ölümle yaşamaya alıştıran bir AKP zihniyeti var. Ancak Türkiye toplumu savaştan yıllarca zarar gören bir toplum. Türkiye'ye barışın hakim kılınabilmesi için mücadele eden bir toplum. Hiçbir insan ya da hiçbir kesim yaşanan savaştan memnun değil. 
 
Biz ölümlere mahkum olmak zorunda değiliz. Her gün kapımıza gelen cenazeleri görmeye mahkum değiliz. Hiç bir anne kendi evladını bir savaşta ölsün diye dünyaya getirmez ya da kapısında tabut görmek istemez. Hiçbir çocuk babasının tabutuna sarılmak istemez. Bu acıları yaşamış biri olarak ifade etmek isterim; özellikle asker yakınları ve annelerinin bu savaşa karşı çıkması gerekiyor. Hükümete, çocuklarının neden Efrin’e gönderildiğinin hesabını sormaları gerekiyor. Biz barışa sahip çıkarak büyüyebiliriz, ölümleri önleyebiliriz. 
 



Kaynak: Mezopotamya Ajansi

Editör: yeniden ATILIM

Bu haber 1633 defa okunmuştur.


FACEBOOK YORUM
Yorum

İLGİNİZİ ÇEKEBİLECEK DİĞER Siyasi Haberleri

YAZARLAR
Bizi Takip Edin :
Facebook Twitter Google Youtube RSS
ÇOK OKUNAN HABERLER
  • BUGÜN
  • BU HAFTA
  • BU AY
HABER ARŞİVİ
SON YORUMLANANLAR
  • HABERLER
  • VİDEOLAR

Web sitemize nasıl ulaştınız?


nöbetçi eczaneler
HABER ARA
YUKARI YUKARI