Bugun...



İktidara Giden Yolumuz – Vivek Chibber

Rus Devrimi’nin yüzyıl ertesinde, on yıllardır yaşadığımıza benzemeyen bir momentteyiz. Hem neoliberalizmin hem de sosyal demokrasinin geleneksel partilerinin itibar kaybıyla birlikte, radikal sol için yeni fırsatlar ortaya çıkıyor.

facebook-paylas
Tarih: 27-02-2018 23:26

İktidara Giden Yolumuz – Vivek Chibber

İktidara Giden Yolumuz

Vivek Chibber

Rus Devrimi’nin yüzyıl ertesinde, on yıllardır yaşadığımıza benzemeyen bir momentteyiz. Hem neoliberalizmin hem de sosyal demokrasinin geleneksel partilerinin itibar kaybıyla birlikte, radikal sol için yeni fırsatlar ortaya çıkıyor.

Her kriz, kendisine bir şekilde çözüm buluyor ve bu kriz de bulacak. Sonunda nerede olacağımızı büyük oranda solun nasıl bir cevap üreteceği belirleyecek. Kartlarımızı doğru oynarsak, bu boşluk yeni bir örgütlenme döngüsünü başlatma imkânı olabilir – mümkün olan yerlerde sol partilerin canlandırılması ve reforma direndikleri yerlerde de yenileri için yola çıkmak.

Bu yalnızca ileriye değil, geçmişin derslerine de bakmak için bir imkân. Rus Devrimi, sosyalist politikada en büyük deney olmaya devam ediyor. Rus Devrimi’nin başarıları ve başarısızlıkları, solun nasıl canlandırılacağı konusundaki tartışmaların bir parçası olmalı fakat sadece Rus deneyimi değil. Bolşevik deneyini yirminci yüzyılda sosyalist siyasetin daha geniş öyküsü içine, diğer birçok örnekle birlikte Şili’den, Almanya’dan ve İsveç’ten örneklerle yan yana koymalıyız.

Rus Devrimi’nin iki engin mirası var: örgütsel ve kurumsal. Örgütsel mirasla, kapitalizmin içinde kolektif eylem için araçlar (örneğin, sendikalar, partiler vb.) inşa etmekle ilgili meseleleri; kurumsal mirasla post-kapitalist bir toplumu – siyasal sistemini, ekonomik organizasyonunu ve hakların yapısını – oluşturacak olan temel yapıları kastediyorum. Örgütsel boyut, kapitalizm içinde nasıl bir iktidar kurduğunuza bağlıdır, kurumsal boyut ise kapitalizmden sonra ne inşa edeceğinizle ilgilidir.

Örgütsel Boyut

Leninist parti örgütlenmesi söz konusu olduğunda sol, iki tutuma sahiptir. İlki, bu modeli bir felaket olarak ya da en azından olumsuz bir deneyim olarak görmektir. Suçlama, Leninizm’in her zaman ve her yerde otoriterlikle sonuçlandığı yönündedir. Diğer tutum bu suçlamaya “Doğru, ama Stalinizm’i Leninizm ile karıştırıyorsunuz” sözleriyle yanıt verir. Dolayısıyla Stalin’in öne sürülüşü ile tartışmanın kapandığını görüyoruz.

Leninist parti savunucuları, partinin erken döneminde çok açık ve dinamik olduğu konusunda haklıdır. Fakat aynı zamanda, 1930’lardan sonra yaşadığı küresel tecrübenin, antidemokratik olmayan sonraki biçimine çok daha yakın olduğu da bir gerçektir. Lenin’in partisi çok demokratikken, Leninist parti değildi. Ve suçu sadece Stalin’e, Zinovyev’e ya da en sevmediğimiz kötü adam kimse ona atamayız. Güçlü ve esnek demokratik yapılara sahip bir parti modeli, katılaşmanın tek tip öyküsünü değil, daha farklı bir dizi deneyimi üretmeliydi.

Durum böyle olunca, çoğu ilericinin günümüzde yaptığı gibi, geleceğin solunun Leninist parti modelini reddetmesi gerektiği sonucuna varmak işten bile değil. Bu görüşle ilgili sorun, başka hiçbir modelin siyasi açıdan etkili olabilecek herhangi bir pozisyona gelmemesi.

1960’lardan bu yana Sol’dan çıkan tüm varsayımsal alternatifler – çok eğilimli örgütler, yatay örgütlenmeciler, anarşistler ve onlara yakın gruplar, hareketlerin hareketi vb. – bir süre hareketlilik sağlayabildi. Ancak ne bu hareketlerin devamlılığı konusunda büyük başarıları oldu, ne de gerçek somut kazanımlar elde edebildiler. Gerçekten de, kadro tabanlı model o kadar başarılı ki, yirminci yüzyılın her büyük harekete-geçirici partisi, bir dereceye kadar onu yeniden üretti, hatta sağda bile olan buydu.

Bu tarih ele alındığında, Sol’un kendisini gerçek bir güç olarak örgütlemesini, erken sosyalistlerin rastgele bulduğu yapının bir türü – merkezi bir liderlik ve iç tutarlılığa sahip kitlesel kadro tabanlı bir parti -olmaksızın hayal etmek bile zor. Şimdi, belki bu da doğru olmayacaktır. Belki daha açık, daha yaygın ve yine de işleri başarmayı becerebilen örgütsel formlar bulacağız. Yine de, deneyimlerimize dayanarak, en başarılı modelimizi reddetmek için bir temelimiz yok.

Yapmamız gereken, partinin ilk yıllarına, yani herkesin oldukça açık ve demokratik olduğunu kabul ettiği 1918 öncesine bakmak ve onu yakından incelemektir. Bu örgütü, zamanının en başarılı örgütü yapan dinamizmi nasıl kalıcı kıldıklarını iyice kavramamız gerekiyor. Burada liderliği eleştirmek, parti üyesi olmanın temel anlamlarından biri ve ayrıca, bir hak olarak kabul ediliyordu. Tartışma ve hesap verme kültürünü yaratan kurumsal mekanizmalar, olağan seçimlerin ve haber bültenlerinin ötesinde miydi? Veya bu kurumsal mekanizmalar basitçe, bu değerleri benimseyen bir liderliğe mi bağımlıydı?

Eğer demokrasiyi garantiye alan kurumsal mekanizmalar olsaydı, onları kopyalayabilir ve yerlerine koyabilirdik. Ancak mevzu bunun yerine içerideki kültürle ilgiliyse, demokratik yöntemler bir tür ahlaki sorumluluğa bağlı olmak durumundadır. Bunu taklit etmek daha zor olacaktır; çünkü liderler demokrasiyi savunmak yerine tasfiye etme yanlısı olurlar. İşte bu nedenle, demokrasinin nereden türediğini görmek için dersimizi çalışmalı ve gerçek uygulamayı incelemeliyiz.

Taban

İkinci örgütsel mesele, partinin tabanı ile olan ilişkisidir. Burada Rus Devrimi’nden öğreneceğimiz bir şey var. Soğuk Savaş tarihyazımında Bolşevikler darbe benzeri bir yolla iktidara gelmiş gibi gösterilir. İddia, Bolşeviklerin gerçek bir kitle tabanlarının olmadığı, diktatörlük kurma amacı taşıyan fanatik ideologlardan oluşan küçük bir grup olduklarıdır. Ancak, son zamanlarda yazan tarihçilerin çarpıcı bir şekilde ayrıntılarıyla göstermiş oldukları şey, Bolşeviklerin Rusya’daki tüm partilerden iktidarı ele geçirip elde tutmasının nedeninin, ülkenin büyük sanayi merkezlerindeki işçi sınıfına en derin, en güçlü ve en sağlam bağlarla bağlı olmaları olduğu. Bu nedenle, iktidarın ele geçirilmesine giden aylarda, kısmen Petrograd’da ama özellikle Moskova’da, işçi sınıfının politik ruh hali her değiştiğinde, Bolşevikler, bu kaymalara en çok dikkat eden, durumu anlayabilen ve bu nedenle popüler bilinci yakalayan sloganlar ve programlar üretebildiler.

Bolşevikler bu bakış açısında yalnız da değildi. İki dünya savaşı arası dönemde, tüm sosyalist partilerin siyasi stratejilerinin temeli tabanlarının gündelik hayatına demirlemekti. Bu sadece Batı’da değil, dünyanın dört bir yanında sosyalizmin olmazsa olmazıydı. Ve işe de yaradı. Solun, 1900’lerden 1950’lerin başına kadar süren müthiş büyüme devrinin temel sebebi, bu partilerin emekçi yoksul kitlelerin içinden çıkması, onlardan oluşması ve onlar için var olmasıydı.

Bu strateji birkaç nedenden ötürü başarılı oldu. İlk ve en önemlisi, bu örgütler tabanlarının yanında her gün, işyerinde ve mahalle bazında savaşarak onlarla sürekli iletişim halindeydiler. Bu durum, örgütlerin kendi tabanlarının gerçek çıkarlarını temsil eden programlar üretmelerini sağladı. İkincisi, parti kadrosuna kitlesel düzeyde meşruiyet kazandırdı, çünkü onlar iyi günde de kötü günde de oradaydılar. Kadro tabanı her türlü eylemi hayata geçirmeye cesaretlendirdiğinde başarılı olmak için güven ve desteğe ihtiyacı olduğundan, bu meşruluk, politik mücadeleyi ilerletmenin temel koşuluydu. Üçüncüsü, bu derin ve organik bağ, canlı bir demokrasi ve hesap verebilirlik iç kültürünü de destekledi. Gündelik işçi sınıfı yaşamına ve mücadelesine dalmış bir parti, yalnızca demokratik bir kültürün devam etmesini sağlamakla kalmayıp, aynı zamanda ondan yararlandı da. Sonuçta, demokratik bir kültür, sınıfın güvenini ve desteğini kazanmak için gerekli ön koşullardan biriydi. Derin bir tabana sahip olmak başarıya ulaşmayı garanti etmese de, sahip olmamak ancak başarısızlık ve marjinalleşmeyi garantilerdi.

Bu, erken dönem sosyalist partileri ile bugün Batı’daki sol gruplar arasındaki en büyük fark elbette. Sosyalist sol, işçi sınıfı topluluklarıyla ancak belli belirsiz bağlara sahip. Genel olarak işçilerden yapısal olarak ayrı durumda ve çoğunlukla orta sınıf ortamlarda – kampüsler, kar amacı gütmeyen yapılar, çalışma grupları vb. – küçük gruplar şeklinde faaliyet gösteriyor. Bunun birkaç önemli sonucu var. Her şeyden önce, geleneksel emek solundan farklı olarak, aslında işçi sınıfı mücadelelerini örgütleyemez ve yönetemez; çünkü bu sınıftan fiziken ayrı. Siyasi katılımının ezici çoğunluğu destekleyici ve tepkisel – grevlerde nöbet tutmak, propaganda yapmak, sempati toplamaya çalışmak. Fakat bu tamamen başka insanların örgütlenmesine bağımlıdır, çünkü kendi başına mücadeleye ön ayak olma pozisyonunda değildir.

İkincisi, bu çevrelere hapsolması, üyelerini, sosyalist taahhütlerini yerine getirmek için başka bir sınıfın çıkarları ve cefasına sempati duyma yönünde sosyalleştirmeye mecbur olması demektir. Bu, işçi sınıfı ortamında olan, o sınıfın içinden üyeler edinen ve dolayısıyla üyelerini kendi maddi çıkarları etrafında savaşmaya eğiten geleneksel sol partilerden çok farklıdır. Mücadele bu erken dönem grupları için bir zorunluluktu, çünkü üyeleri kendi geçim kaynakları ve refahları için savaşıyorlardı.

Bugünün grupları, doğrudan bağlantılar ile öğrenemeyecekleri bu çıkarların ne olduğunu büyük ölçüde tahayyül etmelidir. Çoğunlukla, geçmiş olayları okurlar ve mevcut durumla paralellikler bulmaya çalışırlar. Fakat bu durum strateji geliştirmeyi zorlaştırır. Bu grupların çoğu üyesi işyerinde doğrudan bir değişiklik yaşamadıkları için yenilikçi olmaları neredeyse imkânsızdır ve yeni girişimlerde bulunacak konumda değildirler. Bu doğal olarak bir çeşit dogmatizme yol açıyor, çünkü bildikleri tek şey geçmişte işe yarayan şeydir.

İşçilerden yalıtılmış olmanın uzun vadeli sonucu, bu örgütlerin ahlaki olarak adanmış öğrencilerin ve profesyonellerin bir tür yaşam tarzı siyaseti açısından cennet olmasıdır. Üyelerinin değişim için uğraşıyormuş gibi hissetmesi için bir araç sağlarlar, ancak katılım çok bireyselcidir ve büyük oranda sembolik dayanışma eylemleriyle sınırlıdır. Gerçek örgütlenme genellikle mevzu dışıdır. Enerji içe, grubun kendi kültürü ve karakterine doğru yönelme eğilimindedir. Daha radikal siyasi geleneklere sahip ülkelerden ABD’ye gelen herkes, burada Sol’un iç tartışmalarının ne kadar keskin, ahlakçı ve nihayetinde apolitik olduğunu fark etmeden edemez. Dil, bireysel kimlik, beden dili, tüketim alışkanlıkları ve benzeri konulara eğilimlidirler. Aslında bu, sınıf siyasetinde pişmenin organik yoluna sahip olmayan orta sınıf ortamlardaki küçük grupların “sol”u olmanın doğal bir sonucudur. Bu uzun süre böyle sürdü: hatta işçi sınıfına dayalı olma fikri bile tuhaf ya da gereksiz görüldü.

Sol, herhangi bir mesafe kat edecekse ve eskiden sahip olduğu, toplumsal adaletin motoru olma rolüne geri dönecekse, bunu yalnızca emekçi topluluklar içinde yeniden kök salarak yapabilir. Şimdiye kadar kimse, ihtiyaç duyduğumuz ölçekte – insanları kârın üstünde tutan, çevreyi kurtaran ve toplumsal baskıları ortadan kaldıran – bir değişimin sermayeyle kapışmaksızın gerçekleştirilebileceğine dair herhangi bir kanıt ortaya koymadı. Eğer kendi kârını üreten sınıfı, yani sermayeyi dize getirecek olan toplumsal gücün kapasitesinden yararlanmayacaksınız, bunu nasıl yaparsınız?

Sadece Rus örneği değil, 150 yıllık geçmişi olan tüm bir sosyalizm geleneği bu temel gerçeği gösterir: Emekten soyutlanmış bir sol göstermeliktir, siyasi bir güç değildir.

Strateji

Ekim Devrimi strateji sorunu söz konusu olduğunda belki de daha az yol göstericidir. Bolşeviklerin iktidarı ele geçirmesi bir darbe değildi ama devletin çökmesi ve askeri parçalanma bağlamında gerçekleşen şiddetli ve ani bir rejim devirme eyleminin cisimleşmiş haliydi. Bunu kapitalizmle bir kopuş/kırılma stratejisi olarak tanımlayabiliriz.

Yirminci yüzyılın başından İspanyol İç Savaşı’na dek geçen yılların devrimci bir dönem olarak tanımlanabileceğine şüphe yok. Bu dönem, kopuş ihtimalinin ciddi olarak tasarlanabileceği ve bu ihtimal etrafında bir strateji oluşturulabilecek bir dönemdi. Daha aşamalı bir yaklaşımı savunan birçok sosyalist de vardı ama onları eleştiren devrimciler hayal dünyasında yaşamıyordu.

Rus yolu, bir bakıma, birçok parti için uygulanabilir bir yoldu. Ancak 1950’li yıllardan başlayarak, bu tür bir strateji için imkânlar daraldı. Ve bugün, sosyalizmi bu perspektiften düşünmek tamamen halüsinasyon gibi görünüyor. Gelişmiş kapitalist dünya için bu kuşkusuz doğrudur, ancak Güney’in büyük bölümü için de geçerli. Bugün devlet halkın gözünde, yüzyıl önce Avrupa devletlerinin sahip olduğundan çok daha büyük bir meşruiyete sahip. Dahası, zor gücü, gözetim gücü ve egemen sınıfın iç tutarlığı, toplumsal düzene 1917’de sahip olduğundan katbekat büyük bir istikrar sağlıyor. Bunun anlamı şudur: devletin çöküşünün eli kulağında olduğu devrimci koşulların ortaya çıkışını her ne kadar hesaba katsak, hatta belki umut etsek de, bir beklenti olarak bu çöküş etrafında politik bir strateji oluşturamayız – bunu solun temel stratejik perspektifi kılamayız. Bugün, devletin siyasi istikrarı, solun kabul etmesi gereken bir gerçekliktir. Şu anda krizde olan şey, kapitalizmin kendisi değil, neoliberal kapitalizm modelidir.

Eğer durum buysa, Rus tecrübesinin sunduğu dersler – sosyalist bir geçiş modeli olarak – sınırlıdır. Stratejik perspektifimiz devrimci bir kopuşun merkeziliğini göz ardı etmeli ve daha kademeli bir yaklaşım izlemeliyiz. Öngörülebilir bir gelecek için sol strateji, devlete baskı yapmak, içinde güç kazanmak, kapitalizmin kurumsal yapısını değiştirmek ve – üzerinden atlamak yerine – sermayenin yapısal gücünü aşmaya yönelik bir hareket inşa etmek etrafında dönmelidir. Bu, seçim ve harekete geçirici politikaların bir kombinasyonunu gerektirir.

Emeğe dayalı bir parti inşa ederseniz, sınıfın örgütsel kapasitesini güçlendirirsiniz; işyerinde patronlarla dövüşürsünüz ve sivil toplumda iktidar halkaları oluşturursunuz. Bu toplumsal gücü, seçim siyasetine katılarak reform politikalarını ilerletmek için kullanırsınız. Reformların gelecekteki örgütlenmeyi kolaylaştıracak ve sermayenin gücünü yakın gelecekte kısıtlayacak ikili etkisi olmalıdır. Bu tür bir stratejiye verilebilecek pek çok isim var – reformist olmayan reformlar, devrimci reformlar. Ancak nasıl adlandırırsanız adlandırın, bu Bolşeviklere kıyasla daha kademeli bir yaklaşımı gerektirir.

Fakat bu, sosyalizme ulaşamasa da elle tutulur örgütsel ve siyasi kazanımlar elde eden partilerin ve ülkelerin deneyimini dikkatlice incelememiz gerektiği anlamına geliyor. Sosyal demokrasiyi, özellikle de onun daha iddialı seçeneklerini incelemeliyiz. Her şeyden önce, seçime dair ve seçim dışı boyutları etraflı bir stratejik perspektifte nasıl birleştirdiklerini anlamalıyız. Bu aynı zamanda yasama sürecini, uyguladıkları ekonomik modelleri, devleti nasıl kullandıklarını, sermayenin yapısal gücüyle ve onun emeğin gelişmesine olan düşmanlığıyla nasıl baş ettiklerini incelemeyi gerektirir. İskandinav ülkeleri gibi en gelişkin sosyal demokrasilerin kazançları hakikaten olağanüstüdür ve solun bunlara yönelik basitçe “reformist” olarak yaptığı aşağılama hatada direnmektir. Bu başarılar yönetici elitlere karşı çetin bir mücadeleyle elde edildi.

Yine de, sosyal demokrasinin tarihini incelemek için en önemli neden onun sınırlarını anlamaktır. Bu nedenle “basitçe” reformist olarak reddedilemez. Neden başarısız olduklarını anlamıyorsanız, başarısızlıklarını tekrarlayacaksınız demektir. Bunun kıymetini bilmek çok önemlidir; ne olursa olsun, Jeremy Corbyn veya Bernie Sanders gibi insanlar önümüzdeki birkaç yıl içinde iktidara gelirse, politik gündemleri sosyal demokrasi tarafından şekillenen şablondan büyük ölçüde etkilenecektir.

Bu birçok bakımdan harika, ancak sosyal demokrasi 1980’lerde tükenmiş bir güçtü. Sosyal demokrat partiler yozlaşarak şirketvari bir anlayışa düştüler. Reformist gündemleri tökezledi ve ardından tersyüz oldu. Kendi miraslarını yeniden canlandırmaya büyük oranda kayıtsız oldukları da görüldü. Bu olgunun her yana nüfuz eden yaygınlıkta olması, sebebinin bireysel başarısızlıklar ve ihanet olmadığını gösteriyor. Bunun altında yapısal bir şey vardı. Ve bu da, Sol’un, en azından aynı kaderden kaçınabilmek için, başarısızlığın yapısal kökenlerini anlaması gerektiği anlamına geliyor. Bu nedenle, 1970’lerin sonunda İsveç’te Meidner planı gibi iddialı bir şeyin nasıl ortaya çıktığını anlamanın yanı sıra, neden yenilgiye uğradığını ve Sosyal Demokrat Parti’nin sonraki yıllarda neden giderek daha muhafazakâr hale geldiğini de görmemiz gerekiyor.

Kurumsal Boyut

Ekim Devrimi’nin verdiği dersin pek çok açıdan olumsuz olduğu gibi bariz bir meseleyi tekrar deşmeyeceğim. Bolşeviklerin ürettiği tek parti diktatörlüğü ve temel özgürlüklerin ortadan kaldırılması siyasi modelini toptan reddetmeliyiz.

Yirminci yüzyılın başlarında birçok Marksist’in yaptığı gibi liberal hakları “burjuva” olarak kötülemek, bu hakların bir illüzyon ya da düzmece olduğunu ima eden korkunç bir hataydı. Bu retorik taktik, Stalin tarafından ve onun öncesinde de bizzat Lenin tarafından bu hakların bastırılmasını kolaylaştırdı. Liberal haklar, işçi sınıfı hareketleri tarafından mücadelesi verilip kazanıldı, liberal kapitalistler tarafından değil. Sol, adını hakketmek için, bu hakları bir kenara atmak yerine korumalı ve derinleştirmeli.

Daha zorlayıcı olacak olan şey ise ekonomik planlama sorunudur. Şu gözlemle başlamalıyız: Merkezi planlamaya dayalı bir ekonominin basitçe piyasanın yerini alacağı beklentisinin ampirik bir dayanağı yoktur. Çalışmayı planlamak isteyebiliriz, ancak yapabileceğine dair bir kanıtımız yok. Kısa süreli olanlar hariç her planlama girişimi başarısızlığa uğradı. Rus tecrübesi bunun en ayrıntılı örneğidir. Ve başarısızlık gerçeği üzerinden atlanmak yerine kabul edilmeli. Pek çok Marksist’in yaptığı gibi “bu gerçek sosyalizm değildi, sayılmaz” dememeliyiz. Bu, sosyalizm olmayabilir – gerçek demokrasi, gerçek işçi konseyleri ve gerçek bilgisayarlarla bir sosyalizmde belki işe yarayacaktır. Fakat bunu kanıtlama yükü, tamamen bunu yapacaklarını söyleyen sosyalistlerin üzerindedir. Bu iddia bir sihir marifetiyle ve geçen yüzyılın deneyimini reddederek kazanılamaz.

Başka bir deyişle, Marx tarafından tasavvur edilen planlamanın gerçek bir seçenek olmayabileceği ihtimalini ciddiye almalıyız. Bu konudaki her tartışma, Sovyet deneyiminin yakından incelenmesini, bu deneyimin başarısızlığının planlamanın belirli bir şekilde kurumsallaşmasından mı yoksa modern sanayi ekonomisinin planlamaya yatkın olmamasından mı kaynaklandığını değerlendirmek zorundadır. Bollywood filmlerinin çözümlenmesine harcanan enerji ile karşılaştırıldığında, bugün bu konunun Solda bu kadar az ilgi görmesi gerçekten şaşırtıcı.

Her halükârda, merkezi planlamanın olumsuz sicili dikkate alındığında, post-kapitalist bir ekonominin bir çeşit piyasa sosyalizmi biçiminde olabileceğini ciddi şekilde düşünmeliyiz. Bu ekonominin solunda birçok model var ve hepsinin de farklı özellikleri var. Önemli olan ise piyasa sosyalizminin kurumsal yapısı ne olursa olsun, tasarımının altında yatan ilkelerin, sosyalistlerin peşinde koştuğu şeye sadık olmasıdır: insanları kârın önüne koymak. Daha ayrıntılı bir şekilde, ortaya çıkan model ne olursa olsun, kapitalizmden farklı olacaktır:

  • Piyasa kısıtlanmış olacak, böylece insanların temel refahının belirleyeni piyasa olmayacak.
  • Ekonomik karar mercileri demokratik olarak hesap verebilir olacak.
  • Servet eşitsizliklerinin siyasi eşitsizliklere dönüştürülmesine izin verilmeyecek.

Tabii ki, kurumsal tasarımı kısıtlayan başka ilkeler de olacaktır. Ancak, sıralanan bu ilkelerden kaçınan – piyasaya ya da planlamaya dayalı – makul bir sosyalizm modelini hayal etmek zor. Bu ilkelerden herhangi birini ihlal eden bir ekonomi, muhtemelen en azından solcuların anladığı anlamda sosyalist olarak nitelendirilmez.

Bir ekonomiden ne istediğimiz konusunda net olmak, neyin tehlikede olduğunu anlamamızı sağlar. Planlama kendinde bir amaç olarak arzu edilmez. Her zaman hedefe ulaşmak için bir araç olarak benimsendi ve sosyalistlerin hedefi insani ve adil bir toplumsal düzendir. Tam planlamanın sadece gerçekçi değil, aynı zamanda gereksiz olduğu ortaya çıkabilir; belki de sosyalistlerin temel hedefleri neticede piyasa sosyalizmi yoluyla elde edilebilir. Hatta merkezi planlama sosyal adaletin bazı boyutları açısından sorunlu da olabilir.

İkinci Enternasyonal döneminin en kötü miraslarından biri, merkezi planlamayla sosyalizmi özdeşleştirmekti. Bu denklem bir daha asla kurulmamalıdır. Ekonomik modeller kendi başlarına amaç değildirler, gerçekten peşinde olduğumuz şeye, insanların birbirlerine araç olarak değil sonuç olarak davrandığı bir topluma ulaşmanın araçları.

İleriye Bakmak

Geçen yüzyılın sosyalist çabalarından biliyoruz ki, daha eşitlikçi bir düzene giden yol, sermayeyle yürünmez, onunla çatışma halindedir. Ve bu çabada şimdiye kadar gerçek bir başarı elde eden tek parti, emekçi sınıflarda derin kökleri olan kitlesel kadro partileri olmuştur. Şu anda sol için en büyük meydan okuma, kendisini kampüslere ve kâr amacı gütmeyen kuruluşlara bağlayan göbek kordonunu kesmek ve emeğin dünyasına yeniden yerleşmektir. Uygulanabilir herhangi bir sol seçenek, seçim politikasını iki çatallı bir stratejinin bir ucu olarak benimsemek zorundadır aynı zamanda; bu stratejide taban gücü parlamento kanadı ile birleştirilir ve bunlar birbirini besler. Şu anda, parlamento boyutu tabandaki boyuttan daha hızlı gelişiyor gibi görünüyor – Sol bu olanağı değerlendirmeli, sonra da buradan elde ettiği kazanımları tabanını inşa etmek için kullanmalı. Bir yandan da, uğruna mücadele ettiğimiz şey üzerine tartışmalarımızı derinleştirmeliyiz.

Şu çok açık ki uygulanabilir bir sosyalizm çoğulcu, çok partili ve piyasayı önemli ölçüde gerileten bir düzen olacaktır. Ne kadar gerilettiğimiz, neyin mümkün olup olmadığı konusundaki pratik sorunlara büyük ölçüde bağlıdır. Ancak, kopuş stratejisinin gündemde olmadığı kesin ve sosyal demokrasinin yoluyla başlamalı ve ardından demokratik sosyalizme geçmeliyiz. Birincisine nasıl ulaşacağımız konusunda pek çok deneyime sahip olsak da ikincisi için bu geçerli değil.

Güney Afrika’nın Cape Town kentinde, 12 Ağustos 2017’de, Alternatif Kalkınma ve Alternatif Merkez’de verilen derse dayanmaktadır.

Kaynak: https://www.jacobinmag.com/2017/12/our-road-to-power

Çeviri: İbrahim Sarıkaya (26.02.2018)

Düzelti: Serap Şen

Not: Charlie Post’un, Vivek Chibber’in bu makalesine yaptığı eleştirileri de önümüzdeki günlerde yayınlayacağız.




Kaynak: Dünyadan çeviri-Saruhan Şen

Editör: yeniden ATILIM

Bu haber 1013 defa okunmuştur.


FACEBOOK YORUM
Yorum

İLGİNİZİ ÇEKEBİLECEK DİĞER Çeviri Haberleri

YAZARLAR
Bizi Takip Edin :
Facebook Twitter Google Youtube RSS
ÇOK OKUNAN HABERLER
  • BUGÜN
  • BU HAFTA
  • BU AY
HABER ARŞİVİ
SON YORUMLANANLAR
  • HABERLER
  • VİDEOLAR

Web sitemize nasıl ulaştınız?


nöbetçi eczaneler
HABER ARA
YUKARI YUKARI