Bugun...



Psikiyatr Doğan Şahin, “Çatışma ortamı, daha otoriter ve baskın liderlerin ön plana çıkmasını sağlar”

Psikiyatr Doğan Şahin, şiddetle yüklenen toplumda şiddetin artacağını belirterek, “Çatışma ortamı, daha otoriter ve baskın liderlerin ön plana çıkmasını sağlar” dedi. Türkiye’de olağanüstü bir kutuplaşma bulunduğuna, tarafların birbirini şeytani bir varlık gibi algılamaya başladığına dikkat çeken Şahin’e göre, bu ‘paranoid bir durum ve sonu hiç iyi görünmüyor.’

facebook-paylas
Tarih: 03-02-2016 23:30

Psikiyatr Doğan Şahin,  “Çatışma ortamı, daha otoriter ve baskın liderlerin ön plana çıkmasını sağlar”

Psikiyatr Doğan Şahin,

“Çatışma ortamı, daha otoriter ve baskın liderlerin ön plana çıkmasını sağlar”

 

Psikiyatr Doğan Şahin, şiddetle yüklenen toplumda şiddetin artacağını belirterek, “Çatışma ortamı, daha otoriter ve baskın liderlerin ön plana çıkmasını sağlar” dedi.

Türkiye’de olağanüstü bir kutuplaşma bulunduğuna, tarafların birbirini şeytani bir varlık gibi algılamaya başladığına dikkat çeken Şahin’e göre, bu ‘paranoid bir durum ve sonu hiç iyi görünmüyor.’

İstanbul Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı öğretim üyesi Prof. Dr. Doğan Şahin’le Türkiye’de tırmanan şiddeti, kutuplaşmayı ve toplumsal barışın formülünü Diken/ Orbay Soydan konuştu.

Şiddetle yüklenen toplumda şiddet artar

Psikiyatr olarak Türkiye’de tırmanan şiddeti nasıl değerlendiriyorsunuz?

Türkiye 70’li yıllarda şiddet oranı çok düşük ülkelerden biriydi. O zamanki cinayet oranlarına, suç oranlarına bakarsanız bunu görürsünüz. Biz eskiden Avrupa’nın gerisindeydik. Şimdi Avrupa’nın ilerisindeyiz ve dünyanın en fazla şiddet olan ülkesi Amerika ile başa baş gidiyoruz.

Bunun böyle olmasının bir sürü sebebi var. Ancak dünyada çok sayıda araştırma net olarak göstermiştir ki bir ülke ne zaman savaş ortamı yaşıyorsa o ülkede bireysel şiddet artıyor. Mesela Vietnam savaşı sırasında Amerika’da cinayet oranları beş yıl içerisinde yüzde 110 artmıştır. Buna askerden gelenlerin uyguladığı şiddet dahil değildir. Şöyle bir düşünün en kanı fokurdayanları, en kendine hakim olamayan insanları savaşa gönderiyorsunuz. Geriye daha çok yaşlılar, kadınlar ve çocuklar kalıyor. İşte o geride kalan insanlar bile birbirini öldürmeye başlıyor.

Eğer bir ülkenin hükümeti, liderleri ya da devlet başkanı bir devletle problemini müzakere etmek yerine şiddete başvurarak çözüyorsa insanlar da aynı şeye başvuruyor. Eğer istenilen sonuca ulaşılırsa içerideki şiddet de fazla oluyor. Çünkü insanlar şiddetin işe yaradığını görüyorlar. Vatandaş da komşusuyla bir problemi olduğu zaman kendi gücü varsa şiddete başvuruyor. Kendine göre problemini çözmüş oluyor.

Türkiye 70’li yıllardan bugüne nasıl geldi?

Türkiye’de şiddetin artmasının tek sebebi savaş değil. Ama savaşın çok ciddi bir rolü var. Birinci Dünya Savaşı ve ardından yaşanan çeşitli şiddet olaylarından sonra, çok ciddi şiddet olaylarının sık yaşanmadığı bir toplum olduk.

Türkiye’nin bir şiddet sarmalına yuvarlanmaya başlamasında ilk etken faktör 12 Eylül öncesindeki artan siyasi şiddet olaylarıydı. Sonra askeri darbe oldu. Askeri darbe, çok daha büyük bir şiddetle yükledi toplumu.

Çatışmalar ortadan kalktı ama çatışmaların kendisinden daha fazla şiddete neden oldu. Tüm toplum üzerinde ezici bir etkide bulundu. 1 milyona yakın insan işkence gördü.

İşkenceden sadece doğrudan işkence görenler değil, işkence görenin ailesi, yakınları, arkadaşları da ciddi olarak etkilenir. İşkenceler, sürgünler, sansürler, yasaklamalarla toplum yoğun bir şekilde şiddetle yüklenmiş oldu.

Arkasından 1984’te iç savaş başladı. Bugüne kadar 50 bin insanın hayatını kaybettiği, milyonlarca insanın yerinden yurdundan olduğu, yoksullaşıp, göçebeye dönüştüğü  bir büyük yıkım.

Ardından doğal afetler, büyük depremler oldu, yüz binlerce kişi travmatize oldu. Arkasından yüksek kar hırsıyla iş cinayetlerinde ciddi bir artış oldu.

Velhasıl Türkiye 1970’lerden beri yoğun bir şiddetle yükleniyordu ve bu kadar şiddetle yüklenen bir toplumda, bireysel şiddet de ciddi bir şekilde artar. Bizde de bu oldu.

Ulus-devlet yapılanması ve otoriter yaklaşımların Kürt halkı üzerinde travmatik etkisi olmuş mudur?

Olmuş olabilir ama burada temel etken Cumhuriyet’ten çok, Kürtleri inkar ve asimilasyon politikaları olmuştur. Daha önce kendi hallerinde, bildikleri gibi yaşarlarken, merkeziyetçi bir  ulus-devlet inşaa edilme sürecinde daha evvel olmadığı kadar müdahaleyle karşılaştılar. Önce Kürt diye bir milletin olmadığı iddia edildi, sonra Kürtçe isim koymaları, Kürtçe şarkı dinlemeleri yasaklandı.

Tarih boyunca uzun süreli travmaya maruz kalan toplulukların başka insanlara karşı şiddet uyguladıkları görülmüştür. Ama bugün güneydoğuda yaşanan çatışmaların bununla bağlantısı olduğunu sanmıyorum.  Bunun en tipik örneği İsrail’dir. Asırlar boyunca sürekli aşağılanmaya, itilip kakılmaya, her türlü travmaya, ayrımcılığa maruz kalmış bir millet olarak, devlet olduktan sonra kendisine yapılmış ne varsa başkalarına yapmaktan geri kalmayan, intikamcı, baskıcı bir yapıya dönüştü. Bunda ebetteki geçmişin hıncı vardır.

Uzun süre ezilen gruplar güçlü olduktan sonra başkalarını ezme yoluyla kendilerini tedavi etme davranışına girerler. Çünkü bir insan travmatize olduğu zaman hissettiği en güçlü duygulardan biri zayıflık, acizlik ve edilgenliktir. Bunu onarmanın en yaygın yollarından biri de imkan olduğu zaman kendisini bu sefer güçlü hissedeceği durumlar yaratabilmektir. O yüzden tarih boyunca bir dönem fazla aşağılanmış insanlar iktidara geldikleri, güç oldukları zaman, kin ve nefretle yeni nesiller yetiştirmek isteyebiliyorlar.

Paranoid bir durum, sonunu hiç iyi görmüyorum

Toplumda sürekli ‘Devlet ya da demokrasi tehdit altında’ endişesi hakim. Sizce Türkiye paranoid bozukluk mu yaşıyor? 

Yakınlarda uluslararası bir güven araştırması yapılmıştı. Birbirine güvenmeyen, en az güvenen ülkelerden biriydik. Biz başkalarına güvenmiyoruz ve farklı olanları aşırı negatif algılama eğilimimiz var.

İktidar olmak demek ülkenin nasıl idare edileceğine, bütçenin nereye harcanacağına, nereye yatırım yapılacağını belirleyen bir şeydir. Ama farklı politik görüşleri savunmak bizim ülkemizde düşmanlık meselesi oluyor. Yok etme davranışları başlıyor.

Mesela ‘Bu arkadaş böyle düşünüyor, biz de böyle düşünüyoruz, onunkinde de şöyle haklı yanlar var’ gibi bir yaklaşım bizim ülkemizde olmuyor. İnsanlar bizden farklı düşünüyorsa, bunun vatan haini oldukları ya da ciddi bir problemi oldukları için gerçekleştiğini  varsayıyoruz. Bu paranoid bir durumdur.

Paranoid demenin farklı anlamları vardır. Birincisi karşı tarafın kötü olduğuna inanmak, kötü niyetle hareket ettiğine inanmaktır.‘Başka bir planı var, aslında niyeti başka, niyeti kötü’ diye varsaymaktır. İkincisi kendi haklılığına mutlak inanmak demektir. O anlamda gerçekten paranoid bir tutumumuz var. Kendimizi tamamen haklı, karşı tarafı tamamen haksız görme eğilimindeyiz. Türkiye’deki en ciddi tehlike olağanüstü bir kutuplaşma içinde olmamızdır. Taraflar birbirini neredeyse şeytani varlıklar olarak algılamaya başladı. Bunun sonunu hiç iyi görmüyorum.

Paranoid kamplaşmayı siyasi liderler mi körüklüyor?

Siyasi liderler insanların bu şekilde düşünmesini artırıyor. Türkiye’de son yıllarda siyasi figür olarak görülmüş insanların çoğu kendisinden farklı düşünen herkesi vatan haini, bilmem ne örgütüne mensup ya da paralelci, şeriatçı olduğu için böyle düşündüğünü varsayıyor ve düşman zihniyetiyle algılıyor. Kendi düşündüklerinin yüzde yüz doğru, karşı tarafın da yüzde yüz yanlış olduğundan hareketle değerlendiriyorlar. Bu, kutuplaşmayı inanılmaz artırıyor.

Sizce bu kutuplaşmanın sonu nereye varır?

Hiçbir şey olmasa bile şu haliyle bile insanların sürekli vatan haini, düşman olarak ilan edildiği, algılandığı bir dünyada yaşamalarına yol açıyor. Böyle bir dünyada iktidardaki de muhalefetteki de huzurlu olamaz.

İki taraf da kendi yaşam tarzına müdahale edileceği, başka bir yaşam biçiminin dayatılacağı, inandığı ve düşündüğü gibi yaşayamacağı, baskı altına alınacağı korkusu yaşıyor. Her fırsatta ‘Diğer taraf Türkiye’nin altını üstüne getirecek, onulmaz büyük zararlar verecek’ diye düşünüyorlar. Diğerlerini, kendisinden farklı olanları bu şekilde algıladığında insanın huzuru da, mutluluğu da söz konusu olmaz.

Barış ve huzur içinde yaşamamızdın önündeki en ciddi engel, bu aşırı kutuplaşmış, iki kutba bölünmüş memleket halidir.

İnsanlar riskten kaçınır, garantiye oynar

Peki, halk neden savaştan yana taraf tutar?

Bir toplum güvenlik duygusunu kaybettiği zaman, bir ülkede çatışma, savaş, tehdit  falan olduğu zaman insanların çoğu savaşı kimin çıkardığına, bu savaştan kimin çıkarı olduğuna bakmaksızın daha güçlü, etkin ve saldırgan gözüken insanların etrafında toplanır. Çünkü onun gözükaralığı ve cesareti dolayısıyla düşmanlarına daha kötü davranacağını, onları yeneceğini varsayar. Savaşı o başlatmış olsa bile kendilerini onun kurtaracağını düşünürler.

Bu, yüzyıllardır her ülkede denenmiştir. İktidardaysanız oy kaybettiğiniz zaman gerginlik çıkartırsınız, oylar size geri döner. İnsanlar ‘Ne olur ne olmaz’ der. İnsanlar riskten kaçınırlar, garantiye oynar.

‘Biz iyiyiz’ başka, ‘Onlar kötü’ başka

Ders kitaplarında yer alan ‘Canım vatanım/cennet vatanım’ başlıklı içerikler çocukların ruhsal durumunu nasıl etkiliyor?

İnsanların vatanı çok sevmeleri, ülkelerine bağlı olmaları, yüceltmeleri gibi güdülenmelerinin sağlanmaya çalışılması tek başına travmatik bir şey değildir. Bundan dolayı kimseye bir şey olmaz. Ama bir ulusun kendi geçmişini olağanüstü yüceltip şimdi içinde bulunduğu durum aşağılanırsa o zaman insanlar cehennemde yaşıyormuş gibi hissedebilir.

Önemli şeylerden bir tanesi de, diyelim ki bir insan Türk ise Türk kimliğinin iyi bir kimlik olduğunu düşünmesi kendisini algılaması açısından olumlu bir şeydir. Ama, “Ben Türk’üm, Müslümanım, herkesten üstünüm” denmeye başladığı zaman problem başlıyor.‘Biz iyiyiz’ başka bir şey, ‘Onlar kötü’ başka bir şeydir. ‘Biz Türk’üz şahaneyiz, Kürtler kötü’ denildiğinde sağlıksız bir boyuta varmış oluyoruz. ‘Bunlar aptal olduğuna göre, bunlar geri zekalı olduğuna göre, bunlar kötü kalpli olduğuna göre, bunlar ahlaksız olduğuna göre, bunlar dinsiz olduğuna göre…’diye başlandığı zaman, ‘Bunlar zaten kötü’ diyerek eziyet etme, öldürme hakkı gibi şeyler doğabiliyor. Bu çok tehlikeli bir şeydir.

Babalarımız nasılsa liderlerimiz de ona benziyor

Toplumumuz demokratik tarzda liderlere değil de otoriter tarzda kişi ve kurumlara neden ilgili gösteriyor?

Asırlar boyu gelen bir özelliğimiz olduğunu zannediyorum. Tek faktöre bağlamak pek mümkün değil. Bizim geleneklerimizde ezelden beri ailede neyse, iktidar nasıl bölüşülüyorsa, siyasi arenada da devlet yönetiminde de benzer bir şey olacaktır. Nasıl ki evde, son karar hakkı, temel belirleyici, tek başına aile büyüğü, aşiret reisi, boy beyi idiyse böyle bir  kültürden geliyorsak, aynı şekilde toplumda da daha güçlü, daha dominant figürleri seçme eğilimimiz oluyor.

Babalarımız nasılsa liderlerimiz de ona benziyor. Yani babalarımız evde ne kadar demokratiklerse, kadın ile erkek arasındaki iş bölümü ne kadar birbirine yakınsa, ne kadar babalar çocuklarına saygı duyuyorsa ve onların fikrini önemsiyorsa liderlerde de böyle özellikler arıyorlar. Eğer baba figürü kimseyi beğenmeyen, her şeye kendi karar veren, her şeyin doğrusunu kendisinin bildiğini zanneden, etrafına kabul ettiren figürlerse, politik liderleri de onlar arasından seçeriz.

Türkiye üzerinden söyleyecek olursak, normalde birçok Türk,‘Kürtlerle yıllardır birlikte yaşıyoruz, kız almışız kız vermişiz, bir problemimiz yok’ diye düşünebilir. Fakat araya kan girdiği zaman; bir polis öldüğü, bir asker vurulduğu zaman, insanlar böyle düşünmemeye başlar. ‘Bana bir silah verseler ben de Kürtleri öldürürüm’ diye düşünmeye başlarlar.

Çatışma ortamı, daha otoriter ve baskın liderlerin ön plana çıkmasını sağlar. Daha barışçıl, daha demokratik dönemlerde insanlar daha yumuşak liderlere yönelebilir. Çünkü ortada savaş yok, çatışma yok, risk yok insanlar da daha rahat, daha özgür olmak isterler. Ama güvelik ve özgürlük birbiriyle karşı karşıya kaldığı zaman insanlar özgürlüklerinden ve sorumluluklarından vazgeçip kendilerine güvenlik vaat eden liderler peşine düşer. İnsan can derdindeyken özgürlüğüyle pek ilgilenmez. Yani bu sadece geniş ya da eğitimsiz kitleler için değil, iyi eğitimli, seçkin topluluklar için de böyledir.

Bir kriz olduğu zaman hemen her yerde ‘Yetkileri birine devredelim, sorumlulukları daha çok biri alsın’ durumları ortaya çıkar. Her kafadan bir ses çıkması istenmez. Ama kriz yokken birisi müdahale etmeye çalıştığında ‘Ne oluyoruz’ demeye başlarız.

Toplumsal barışın psikolojik açıdan bir formülü var mı?

Toplumsal barış demek, ötekinin, kendinden farklı olan neyse, Türk isen Kürt’ün, Ermeni’nin, Müslümansan Hristiyanın, Yahudinin ya da dinsizin, velhasıl herhangi bir açıdan senden farklı olanın, seninle eşit haklara sahip olduğunu kabullenmen ve onun bu hakları için mücadele edecek kadar samimi olman demektir. Toplumsal barış ancak böyle sağlanır.

Toplumsal barış için öncelikle karşı tarafa yönelik aşağılayıcı, suçlayıcı, hain ilan edici dili bitirmemiz gerekiyor.

İktidarda kimin olduğunun, kimin hükümette olduğunun kimin ne kadar oy aldığının hiçbir önemi yoktur. Asıl önemli olan iktidarda kim olursa olsun, muhalefeti destekleyen kişilere karşı, saygılı, aşağılayıcı ve dayatmacı olmayan bir tutum içinde olmayı içselleştirebilmektir. Bunu yapamazsak, iktidar değişikliklerinde sadece kimin ezileceği değişmiş olur. Bizim ülkece yapmamız gereken şey kimsenin ezilmediği, herkesin insan olarak eşit muamele gördüğü bir toplum yaratmaktır.

Bunun yolu da milletin arasında barış sağlamaktan geçer. Eğer milletin arasında bu anlayış yaygınlaşırsa zaten farklı davranan liderleri partilerinden uzaklaştırırlar ya da başka liderlerin etrafında toparlanırlar. Soruna hep tepeden nasıl halledilir diye bakılıyor. Halbuki  esas mesele AKP ile CHP’nin veya CHP ile HDP’nin anlaşması değildir. Esas mesele AKP’lilerin de CHP’lilerin de her siyasi yapının önce kendi içlerinde daha demokratik daha barışçıl olmalarını sağlamaktır.

Her partinin içerisinde, diğer partilerden olanları, farklı kimliklerde olanları, azınlıkta olanları velhasıl kendilerinden farklı olanları kendi gibi bilme algısının yaygınlaştırmaya çalışılması gerekmektedir. Bu olduktan sonra kim hükümet olmuş önemli değil.

En çok zarar görenler kadınlar

Peki, kadınlara yönelik cinsel saldırıların artmasının temelinde ne olabilir?

Bunda da giderek bir şiddet sarmalına yuvarlanmamızın temel neden olduğunu düşünüyorum ve bu şiddet sarmalında en önemli husus savaştır. Başta konuştuğumuz gibi toplumumuz travma ve şiddetle aşırı ölçüde yüklenmiş durumda. Nerede savaş olursa olsun en çok zarar görenler kadınlardır. Savaş demek kadınlara tecavüz edilmesi demek, savaş demek kadınların kaçırılması demek.

Bu sadece İŞİD’in yaptığı bir şey değil. Avrupa’nın göbeğinde Bosna’daki savaşta Sırplar Boşnaklara, Hırvatlar Sırplara, Sırplar Hırvatlara hepsi birbirinin kadınlarına cinsel saldırılarda bulundu. Bu başka insanları aşağılamanın bir aracı olarak kullanılıyor. Erkekler savaştığı zaman kadınlar ‘mülk’ olarak görülüğü için onun mülküne, onuruna,  sahip olduğu şeylere zarar vermenin ya da onun soyunu kirletmenin bir aracı olarak kadınlara yönelik şiddet artıyor. Savaşta kadınlara yönelik şiddet artığı zaman içerde de kadınlara yönelik şiddet artıyor.

Burada model alma davranışından çok kanıksama, sıradanlaşma ve meşrulaştırma üzerinden cinsel saldırılar, tecavüzler artıyor. Dolaysıyla sadece tanımadıkları kadınlara yönelik olarak değil, aile içi kadınlara yönelik şiddet de artıyor. Ancak tanımadıkları kadınlara yönelik cinsel saldırı artışında model almanın da etkisi olabilir. Gazetelerde her gün okuyoruz; şu kadar kadını pazarladılar, bu kadar kadını sattılar, bu kadar kadını cariye olarak kullandılar diye. Bir süre sonra bu sıradan alışık birşey gibi görülebiliyor.

Artan cinsel saldırılar toplumsal kutuplaşmanın, yani karşı tarafı aşağılamanın bir parçası mı?

Bunu genellemek doğru değil ama şöyle şeyler olabiliyor. Bazı cinsel saldırılarda saldıran karşı tarafı yeteri kadar iffetli, namuslu görmediği için ona cinsel saldırı, tecavüzde bulunma hakkını kendinde daha kolay görebiliyor. Bütün tecavüzler öyle oluyor değil ama böyle bir şey var. Bazı insanlar bakıyor ve diyor ki: “Bu zaten yeteri kadar namuslu değil, buna yapılan cinsel saldırı gerçek bir cinsel saldırı sayılmaz.” Çünkü ‘Zaten korunacak bir namusu yok’ diye düşünüyor.




Kaynak: Diken

Editör: yeniden ATILIM

Bu haber 1287 defa okunmuştur.


Etiketler :

FACEBOOK YORUM
Yorum

İLGİNİZİ ÇEKEBİLECEK DİĞER Röportaj-Analiz Haberleri

YAZARLAR
Bizi Takip Edin :
Facebook Twitter Google Youtube RSS
ÇOK OKUNAN HABERLER
  • BUGÜN
  • BU HAFTA
  • BU AY
HABER ARŞİVİ
SON YORUMLANANLAR
  • HABERLER
  • VİDEOLAR

Web sitemize nasıl ulaştınız?


nöbetçi eczaneler
HABER ARA
YUKARI YUKARI