Bugun...

Covıd-19: Büyük Resmi Ya Da Dekadns-1

Pandemi evet bir yanıyla emperyalist-kapitalist üretim ilişkilerinin bir sonucu iken diğer yanı ise bu tür salgınların toplumlar tarihinde genel olarak yeni karşılaşılan bir mesele olmamasıdır yani bir yanıyla doğanın bağrında olan bir durum olmasıdır. Ancak üzerinde durulması gereken sorun; salgınlar, doğal afetlerle mücadelede ve bunlara karşı gelişmiş bilim-teknoloji olanaklarına rağmen “Ortaçağ döneminin” yetersizliklerini andıran bir gerçekliği ortaya çıkmış olmasıdır.

Bunlar işin bir yanıyken; öteki yan da coronavirüsün ortaya döktüğü gerçeklerin acil durum sinyalleri veriyor olmasıdır; coronavirüsün kapitalizme ve neo-liberal politikalara vurduğu ağır darbenin kanıtıdır bu sinyaller...

Söz konusu durumda emperyalist kapitalist sistemi aşan örgütlü iradi bir müdahale olmadıkça, yerli yerinde kalacaktır; “sonsuza dek” toplumu çürütmeye devam edecektir.

Bilinir: Rekabete ve kâr hırsına dayalı bir sistem olarak kapitalizm, krizlerle iç içedir. Kapitalist krizlerin yarattığı alabora artık yerküreyi ve tüm canlılığı tehdit eder düzeye ulaşmıştır. Bu gidişata “Dur!” denilmezse, sürdürülemez kapitalizm kendi yıkımıyla birlikte insanlığın yok oluşunu da devreye sokacaktır.

III.2) TRUMP’LI AMERİKAN FELAKETİ

 

Başkan Donald Trump’ın, “Biz hiçbir şey yapmasaydık 2.2 milyon insanın ölmesi bekleniyordu ama bunun çok altında olan 100 bin ila 200 bin ölümle bu süreçten çıkarsak, iyi bir iş çıkardık demektir,”[88] ifadesiyle betimlenen Amerikan felaketine gelince…

Hatırlanacağı üzere coronavirüs salgını başladığında Trump umursamaz açıklamalar yaptı. Ocak 2020 sonunda bir muhabirin sorusu, “Her şey kontrolümüz altında. Sadece Çin’den gelen bir kişi var ve o da kontrolümüz altında. Her şey gayet iyi,” diye yanıtladı.

Salgın hakkında 10 Şubat 2020’de “Görünen o ki Nisan’da, teorik olarak, havalar ısındığında, mucizevi bir şekilde yok olacak,” dedi.

Şubat 2020 sonunda vakalar görülmeye başladığında ise, “Önümüzdeki kısa sürede sadece 1-2 kişide olacak. Çok şanslıyız,” derken; 17 Mart 2020’ye gelindiğinde, “Bu bir salgın. Ben daha salgın ilan edilmeden bunun bir salgın olduğunu hissetmiştim,” diyebildi!

Sonra da 28 Şubat 2020’de Güney Carolina’daki konuşmasında, Demokratların coronavirüsü kendisini yıpratmak için kullandığını belirtti -ve bunu da “Onların yeni bir gülünç yalanı” (hoax) olarak niteledi. Muhaliflerinin, kendisini kötü göstermek için bu durumu “siyasallaştırdığını” belirtti.

Özetle 22 Ocak 2020’de “pandemi değil”; 10 Şubat 2020’de “Nisan’da biter”; 27 Şubat 2020’de “Mucize gibi bir anda bitecek” diyerek salgını sürekli küçümseyen Trump, gerçekte salgından memnundu. Çünkü salgının rakibi Çin’in ekonomisini yıkacağını düşünüyordu. O kadar ki ABD Ticaret Bakanı Wilburr Ross, 30 Ocak 2020’de “Çin’deki Covid-19 salgını Amerikan ekonomisine yarayacak. İstihdam Kuzey Amerika’ya geri dönecek” diye seviniyordu![89]

Trump’lı Amerikan felaketinin bu “sevinçleri”nin(!?) içerideki karelerine gelince…

Öncelikle ABD’de sağlık hizmetlerine erişemeyen, sağlık sigortası olmayan 86 milyon insanın olduğu ve buun da nüfusun yaklaşık üçte biri olduğu unutulmamalıdır![90]

ABD’deki pandeminin merkezi olarak kabul edilen New York eyaleti valiliği ve belediyesi’nin açıkladığı verilere göre, Latinler New York şehrinin toplam nüfusunun yüzde 29’unu, virüs yüzünden hayatını kaybedenlerinse yüzde 34’ünü oluşturuyor. Nüfusun yüzde 22’sini oluşturan Afrikalılar Amerikalılar yani siyahlarsa virüs yüzünden ölenlerin yüzde 28’ini oluşturuyor. Ölümler en çok gelir düzeyinin en düşük olduğu mahallelerde görülüyordu.[91]

Bunun yanında New York’ta Mt. Sinai Hastanesi’nde çalışan sağlık görevlileri, yeterli koruyucu kıyafet olmadığı için üzerine çöp torbası geçirerek “korunuyor”larken; “Benim annem gözden çıkarılabilir değil. Sizin anneniz gözden çıkarılabilir değil. İnsan hayatının üzerine dolar işareti koymayacağız. Eğer bu, ekonomiye karşı halk sağlığı meselesi ise tek seçenek halk sağlığıdır. İnsan hayatına değer biçemezsiniz. Kimse borsa uğruna Sosyal Darwinizm’den söz etmemeli” diye haykırıyordu New Yok Valisi Andrew Cuomo...

Ayrıca corona salgınının 1929 Dünya Ekonomik Bunalımı’ndan daha fazla işsizlik krizi yaratacağını öngörüyordu Warwick Üniversitesi’nden ekonomist Prof. Dr. Roger Farmer...

New York’un Çin Mahallesi’ndeki dükkânına müşteri gelmediği için işçilerini çıkardığını, bu durumun bir aydan fazla sürmesi hâlinde işyerini kapatacağını anlatıyordu esnaf...

ABD Merkez Bankası’nın (FED) hesabına göre 47 milyon Amerikan üç ay içinde işini kaybedebilir. Bu durumda ABD’deki işsizlik oranı yüzde 32’yi aşmış olacak…[92]

ABD’de sadece Mart 2020 sonundaki haftada 3 milyondan fazla kişi işsizlik maaşı almak için başvuruda bulundu. 2009’daki mali kriz sırasında işsizlik oranı rekor kırarak yüzde 10’a ulaşmıştı. İşsizlik oranının 2020 Mayıs’ına kadar yüzde 13’e kadar çıkabileceği söyleniyor. Federal Reserve Bank of St. Louis’den bir ekonomist ise, 2020 Haziran sonuna kadar işsizliğin yüzde 32’ye varabileceğini açıkladı…[93]

Ücretli hastalık izni olmayan dev uluslararası şirketler listesinin en tepesindekiler: Sonic, Applebee’s, Pizza Hut, Burger King, Subway, Domino’s Pizza, Dunkin Donuts, Wendy’s, McDonald’s, Taco Bell’di...

Ve “Araba kazalarında da her yıl Covid-19’dan daha fazla insan kaybediyoruz ama üretimi durdurma çağrısı yapmıyoruz. Herkes işine dönmeli,” diyebiliyordu hâlâ Trump![94]

Bu kadar da değil; ABD’nin Los Angeles kentinde Covid-19 belirtileriyle başvurduğu sağlık ocağından “sigortası olmadığı” gerekçesiyle geri çevrilen ve ardından Antelope Valley Hastanesine giden genç, hastanede geçirdiği 6 saatin ardından hayatını kaybetti![95]

Nihayet “Kapitalizmin ölüm koşulu ürettiği” vurgusuyla Silvia Federici, “Bugün Amerika’da 20 bin kişinin corona virüsten öldüğü konuşuluyor. Bu berbat bir şey, korkutucu… Fakat 2019 yılında 48 bin kişi kendi canına kıydı, intihar etti, çünkü bu yaşam giderek daha üzücü, daha zor hâle geliyor… Amerika’da 2017-2018 yılları arasında 60 binden fazla insan influenzadan/gripten hayatını kaybetti ve yaklaşık yarım milyon insan kanserden öldü. Binlercesi de diyabetten ölüyor. Bu istatistikler, savaşlar bir yana, kapitalist sistemin hâlihazırda sürekli bir ölüm koşulu ürettiğini gösteriyor. Toplumun hedefi refah ve iyi yaşam olmalı, özel kâr değil,”[96] diye ekliyordu!

Tüm bunlar yetmezmiş gibi… İktidar ilişkilerinin seçkinlerinin, özellikle ABD’de Covid-19 salgınıyla mücadele ederken alınan önlemler karşısında artık sabrı taşmaya başlamış. Bunlar salgına değil, adeta ölüm kültüne dönüşmüş sermayenin çıkarlarına odaklanmak istiyorlar!

‘Fox News’, “… ‘Sosyal mesafe’ kararları doktorlara bırakılamaz”, “Tedavi hastalıktan beter çıktı” diyor!

Teksas Valisi’ne göre, “Yaşlılar, gençler için ekonomiyi kurtarmak uğruna ölmeye hazır”!

Trump, Fox’un iddiasını tekrarladıktan sonra ekliyor: “ABD ekonomisi kapatılmaya uygun değil”![97]

İşte “Amerikan Rüyası” denilen kâbus…

 

III.3) CORONA YIKIMI HER YERDE!

 

Sadece ABD’de mi? Elbette değil! Corona yıkımı yerkürenin her yerinde…

‘London Imperial College’nın modellemesine göre, “Covid-19 salgını, dünya nüfusunun yüzde 90’ını enfekte edebilir ve virüse karşı önlemler alınmazsa 40.6 milyon insanı öldürebilir,”[98] denilen İngiltere’de kişisel koruyucu ekipman eksikliği nedeniyle çöp torbaları giyerek hastalara bakmak zorunda kalan 3 hemşirenin coronavirüs testlerinin pozitif çıktığı açıklandı![99]

Yunanistan’da 2500 kişinin kaldığı Ritsona Kampı’nda coranavirüs salgını baş gösterdi![100]

Öte yandan salgın nedeniyle birçok ülkede sınırlar kapatılırken; İsviçre’de salgın nedeniyle iş yerleri kapanan göçmen işçilerin ülkeyi terk etmeleri isteniyor![101]

Ve Covid-19 ilgili açıklamasında ambülansların artık yaşlı bakım evlerine gelmediğini belirten Paris Belediye Başkan Yardımcısı Emmanuel Gregoire, “Acil yardım çağırıyoruz ancak Acil ‘gelmiyorum’, ‘yapamam’ diyor ve hastalar odalarında yapayalnız kalarak ölüyor,” dedi![102]

Özetin özeti Lady Gaga’nın bile, “Evet, birliktelik duygusu çok hoş. Yalnız, şu an eziyet gören, çocuğu olan, işini kaybetmiş bir kadının verdiği mücadele ile benimki aynı değil. Aynı gemide olmak o yüzden yanıltıcı bir ifade,”[103] demek zorunda kaldığı koordinatlarda kapitalizm bir kez daha dökülüyor; her zamankinden de vahim ölçeklerde…

Malum; 2001-2020 yılları arasında dünya çapında binden fazla salgın ortaya çıktı

‘Dünya Sağlık Örgütü’ (WHO) verilerine göre, sadece 2001-2016 kesitinde 168 ülkede halk sağlığını tehdit eden binden fazla salgın ortaya çıktı. Söz konusu kesitte “halk sağlığı krizine” yol açan dört hastalık küresel bir tehdit oluşturdu. Bunlar: SARS, (2003), pandemik H1N1 (Domuz gribi, 2009), MERS-CoV (2012-2015), ebola (2014) idi. Şimdi beşincisiyle karşı karşıyayız: COVID-2019.

Küreselleşmenin ve küresel kapitalizmin koçbaşı IMF de “XXI. Yüzyılın Küresel Sağlık Tehditleri” başlığında ilk sırada “Pandemi riski”ni anıyor (diğerleri çevresel tehlikeler, bulaşıcı olmayan hastalıklar ve ruhsal bozukluklar ve antibiyotik direnciydi).

Meselenin ekonomik boyutuyla ilgilenen IMF, 2013 rakamlarını esas alarak şiddetli bir grip pandemisinde küresel GSYİH’de yüzde 4.8’lik düşüş yaşanabileceğini ve bunun da 3.6 trilyon dolara eşdeğer olduğunu belirtiyordu belirtmesine ama; kapitalist küreselleşme ile birlikte enfeksiyon hastalıklarının da hızla yayılımı söz konusu artık...[104]

XXI. yüzyılda yeni tehlikelerle geliyor: İklim krizi ve pandemiler, bu yüzyılın yeni halk sağlığı tehditleri arasında ilk sıralarda ve kapitalistlerin bunlara önlem alması mümkün değil!

Yeni çalkantılar kaçınılmaz. BM Genel Sekreteri Antonio Guterres’e göre, “Salgının ve ekonomik etkilerin istikrarsızlığı, karmaşayı ve çatışmaları artırabilecek.”[105]

İnsan(lık)ın salgınla mücadelesinde, salgının sadece bir sağlık meselesi değil; sınıfsal olduğunu gündelik pratiğinde yaşayarak öğrenecek.

Bu bağlamda tarihi iyi bilmek, önceki salgınlardan ders çıkarmak da sağlık önlemleri kadar gerekli ve vazgeçilemezken; şu veya bu biçimde, corona salgınıyla birlikte sosyalizm umulmadık mecralarda üstü kapalı dillendirilmeye başladı. Köprüler kamulaştırılsın diyen mi ararsınız, su- elektrik bedava olsun diyen mi? Elbette hiç birisi sosyalizm lafını ağzına almadığı gibi, geçmişte bu taleplerle ortaya çıkanlara ne yaptıklarını da söylemiyorlar.

O hâlde “İnsanlar gün gelir gemilerini yakar ve geri dönmezler,”[106] denilen bir güzergâhtayız ve Stefan Zweig’ın, “Tüm acılar korkaktır, kendisinden daha güçlü olan yaşama isteği karşısında geri çekilir,”[107] uyarısını kulaklarımıza küpe etmeliyiz.

 

IV. AYRIM: VİRÜS SADECE KATALİZÖRDÜR!

 

Kimileri Covid-19’u “eşitlikçi” ya da “devrimci” olarak “niteledi”; ama hiçbiri değil; pandemi sadece tarihi hızlandıran bir katalizördür!

Salgınlar, felaketler, toplumun kör noktalarını görünür kılar. Corana virüsü de bizlere ayna tutuyor. Virüs herkese değse de mevcut eşitsizlikler üzerinden yara açıyor. Bu yaralar da nasıl bir toplumda ve nasıl bir sistemde yaşadığımızı resmedip önümüze koyuyor. Corona virüsünün yaşlıları, bağışıklık sistemi zayıf olanları, hastaları veya sağlık sistemine erişimi olmayan alt sınıfları yıkıma uğratması sadece bu virüsün özelliği değil, bu aynı zamanda insan eliyle yarattığımız toplumsal eşitsizliklerin dışavurumu. Bu virüs hepimize dokunuyor ama hepimizi aynı şekilde öldürmüyor, aynı şekilde etkilemiyor!

Tıpkı, “Neden bir coronavirüs krizi var?” sorusunun yanıtı “Neo-liberal vahşilik”ten[108] diyen Chomsky’nin altını çizdiği üzere…

Covid-19’un son derece “demokratik” olduğu, patron ile işçi, “devlet büyüğü” ile sokaktaki vatandaş arasında ayrım yapmadığı söyleniyor. Ana akım medya zengin-yoksul tanımadığına örnek olarak Boris Johnson, Prens Charles ve Fatih Terim gibi tuzu kuruları örnek verip, birlik ve beraberliğe her zamankinden daha fazla ihtiyaç duyulduğu propagandası yapıyor. Risk faktörleri arasında insanların yaşları ve hastalıkları hesaba katılıyor, ama bu hastalıkların gerek meslekleri ve içinden geldikleri sınıflarla ilişkileri, gerekse erken yaşlanmanın kötü yaşam koşullarıyla bağlantıları üzerinde durulmuyor.

Oysa kapitalist sistemdeki her şey gibi Covid-19’un yarattığı tahribatın arkasında da sınıfsal faktörler yatıyor. En çok risk altındakiler çalışmak zorunda olan sağlık emekçileri, çalışmaya veya işsizliğe mahkûm edilen milyonlarca işçi, emekçi ve onların aileleridir. Mikrop bulaşması durumunda elit tabaka gibi kayrılmayacaklar, özel hastanelerin tüm olanakları seferber edilmeyecek; hepsi değilse de çoğunluğu itibariyle hastane koridorlarına dizilerek veya evlerinde karantinaya zorlanarak ölüme terk edileceklerdir.

Aynı şekilde izolasyon, ulaşım, beslenme, virüs kapma, tedavi ve bakım imkânları açısından zenginler ile yoksullar eşit koşullarda değildirler. Kapitalistin işe gitmesi gerekmiyor, lüks villasına çekilip ihtişamlı yaşantısını kısıtlamadan sürdürebilir. Bir yere gidecekse toplu taşıma aracıyla değil kendi özel araba, helikopter ve uçağıyla gidecek, kendisini ve yaşlılarını iyi koruyabilecek, kazara virüse yakalanmışsa bütün ilişki ve imkânlarını harekete geçirerek en iyi tedaviyi alabilecektir.

Bir ay sonra neyle geçineceğini bilmeyen, borç harç içinde olup evine yiyecek stok etme imkânı bulunmayan, işsiz veya her gün işine gitmek zorunda olan çoluğu çocuğuyla yüz metrekareyi geçmeyen her tarafı dökülen konutlarda yaşamak zorunda kalan emekçilerin ise kendilerini virüsten sakınmaları Allah’a kalmıştır. Dolayısıyla “evde kal” veya “dengeli beslen” kampanyalarının her gün iş aramaya çıkan, işe gitmek zorunda olan veya daracık odalarda anne-babalarıyla tıkış tıkış yaşayan emekçiler ve yoksullar açısından hiçbir kıymeti harbiyesi yoktur.

“Virüsün, zengin ve yoksul insan arasında ayrım yapmadığı” doğru değildir. Örnek mi? Zengin ve yoksulun tedavi olanakları aynı değildir. Yoksul ülkelerin ve insanların bu salgından daha fazla etkileneceği kesindir. Hastaneleri ve ilaçları yetersiz olan yoksul ülkelerde corona virüsü daha yıkıcı olacaktır.

Güney Afrika’da barınaklarda yaşayan yoksulların hakkı için mücadele eden Abahlali baseMjondolo hareketinin liderlerinden S’bu Zikode “Yoksullar her zaman dışarıda bırakılıyor. Bu coronavirüs için de geçerli. Kritik bir eşikteyiz. Cumhurbaşkanı evlerimizde durmamızı, sosyal mesafelenmeyi uygulamamızı ve ellerimizi yıkamamızı söylüyor. Bu strateji, herkesin güvenli bir eve ve temel hizmetlere erişime sahip olduğunu varsayıyor,” diyor.

‘Socialist Worker’a konuşan Zikode, “Suya ve düzgün bir sıhhi tesisata sahip olmayanlar bunu nasıl yapacak? Bu strateji, milyonlarca Güney Afrikalının hayatının gerçekliğine kör kalıyor” ifadelerini kullandı.

S’bu Zikode’ye göre “felaketler de politik”: “Salgınlar da politik. İyi imkânlara sahip olan bir özel hastaneye mi, yoksa bunlardan yoksun ve tıklım tıklım olan bir kamu hastanesine mi gideceğinizi ait olduğunuz sınıf belirliyor. İyi bir eviniz ve üç öğün yemeğiniz varsa coronavirüsü atlatma şansınız daha yüksek. Bunlardan yoksunsanız çok daha düşük. Coronavirüs, zenginlerin hayatta kaldığı bir seçilim yaratıyor.”[109]

Hakikât böyleyken; siz bakmayın kimi aklı evvellerin, “Coronavirüsün, din, ırk, soy sop, zengin-yoksul, kadın-erkek, çocuk genç-yetişkin, kimseyi birbirinden ayırmadan dünyanın dört bir köşesinde ölüm saçtığı şu günlerde”;[110] veya “Küreselleşmiş dünyamız coronavirüs ile ilk defa ‘ortak düşmanını’ anlayabildi,”[111] türünden “saptamalar”ına…

Salgın(lar) sınıfları ortadan kaldırmadı, aksine sınıf ayırımlarını daha da berraklaştırdı. Sınıf mücadelesi devam ediyor. Egemen sınıfların, pandemi karşısında “gecikmiş de” olsa insan merkezli bir yönetim ve müdahalede bulunacağını sanmak ve de böylesi bir niyeti hâlen taşımak katıksız bir safdillik olur.

Bir an düşünün: Milyarlarca insan, el yıkayacak bir lavaboya, bir tuvalete, bağışıklık sistemlerini ayakta tutacak besinlere sahip değilken; bazı insanlar, altın musluklu lavabolarda el yıkarlarsa ve evlerine yiyecek stoklarsa; dünya tüm küresel salgınlara çanak tutuyor demektir.

Mikroplar ile virüslerin, adaletsiz ve pis ortamları sevdiğini bilmeyen var mı?

Virüs, “Toplumsal statü gözetmeden, tüm insanlığı aynı düzeyde vuruyor,” yaklaşımı, tam bir yanılsamadır!

Sakın ola; TV haberlerinde, yorumlarında, sosyal medya paylaşımlarında coronavirüsün zengin-fakir ayrımı yapmadığı, tüm insanları eşitlediği yaygaralarına aldırmayın!

Evet doğru: Kuzey ülkeleri liderlerinin de, film yıldızları da, yüksek ücretler karşılığında forma giyen ünlü futbolcular da, İngiltere ve Monaco prensleri de hastalığa yakalandılar; bu yönüyle eşitlik söz konusu… Peki, ya adalet?

Her eşitlik, mutlaka, kaçınılmaz olarak, ille de adalet doğuruyor mu? Hayır!

Hastalığa yakalananlarda varsıl - yoksul ayrımı olmasa da, işin içine tedavi girdiğinde eşitlik söz konusu mu? Hayır!

Hastalığa yakalanan herkes, gelişmiş sağlık hizmetlerine erişmede eşit mi? Hayır!

Herkesin kendini karantinaya alacak, karantina koşullarında hayatını sürdürecek maddi gücü var mı? Hayır!

Değil 15 gün, 20 gün, tek bir gün bile işe gitmese, evine ekmek, çocuklarına süt götüremeyecek milyarlarca insan olduğunu düşünmeden, “Herkes kendini karantinaya alsın”, “Herkes kendi OHAL’ini uygulasın,” demek gerçekçi mi? Hayır!

Salgın hastalık nedeniyle, işini kaybeden emekçilerin, kısa süre içinde iş bulma ihtimali yüksek mi? Hayır!

Emekçilerin, evlere sipariş götüren kuryelerin, marketlerde çalışanların, temizlik işçilerinin, güvenlik görevlilerinin, toplu taşıma araçlarının şoförlerinin, inşaat işçilerinin, madencilerin işe gitmeme lüksü var mı? Hayır!

O hâlde?!

 

IV.1) COVID-19 ETMENİ

 

“Virüs” bütün eski dillerde (Latince, Sanskritçe, Hint-Avrupa falan) zehir anlamına gelirken; bilim insanları Covid-19’un gripten 20 kat daha öldürücü olduğunu söylüyor. Hasar büyük, acılar büyük… Küresel bir kâbustan söz ediyoruz…

WHO, insanları enfekte eden tüm virüslerin yüzde 60’ının hayvanlardan geldiğini tahmin ediyor. Bu fenomene “zoonoz” deniyor. WHO, on yıldaki yeni bulaşıcı hastalıkların yüzde 75’inin zoonotik kaynaklı olduğunu bildirdi.

O zaman şu soruyu soralım: Ortaya çıkacak virüsün bulaşmasını önlemek için ne yapabiliriz?

Bunun yanıtı yaban hayatı ile aramızda olan ilişkide. Ormansızlaştırma, tarım alanlarının genişletilmesi, daha önce el değmemiş bölgelerde başlayan ticari faaliyetlerin hepsi virüslerin normal dolaşımını değiştiriyor. Genetik yapısını, çeşitliliğini ve davranışlarını değiştiriyor ve belirliyor. Ve tüm bu değişimler, virüs taşıyan hayvanlar ve insanlar arasındaki temas oranlarını artırıyor.

Bu da kapitalist yıkımın devreye soktuğu ekolojik yıkım üzerine kafa yormamızı “olmaz olmaz” kılıyor…

“… ‘Spillover: Animal Infections and the Next Human Pandemic’ adlı kitabıyla tanınan David Quammen’in sözleri de büyük olasılıkla sizde oluşmuş kanaati pekiştirecek: ‘Ağaçları kesiyor, hayvanları öldürüyor veya kafese koyup onları pazarlara gönderiyoruz. Ekosistemleri bozuyor, virüsleri de sarsıp doğal konaklarından söküyoruz. Bu gerçekleştiğinde virüsler de yeni bir konak ihtiyacına giriyorlar. Bu çoğu zaman biz oluyoruz.’

Bu kanaatin sizi, zamanında Ernest Mandel’in çıkardığı sonuca götürmesi de pek muhtemel olacaktır: ‘Kapitalist üretim tarzının alâmet-i farikası olan kısmi rasyonellik ile genel irrasyonellik arasındaki nesnel karşıtlık öylesine patlayıcı bir potansiyel kazanır ki, geç kapitalizmin genel irrasyonelliği orta vadede yalnızca mevcut toplum biçimini değil, fakat bütün insan uygarlığını tehdit etmektedir’.

Suçlunun kapitalizm olduğu iddiası, bir klişeden ibaret değil”ken;[112] coronavirüs salgını insan(lık)ın tarihsel gerçekliğini, bir şamar gibi kapitalizmin yüzüne vurdu. Çünkü Covid-19, doğa ile kapitalizm arasındaki ilişkinin kriz durumuna vardığının en açık ve şiddetli bir belirtisidir. Kapitalist toplumda ekonomik krizler nasıl sermaye hareketlerine bir tür tepki ise, küresel ısınma, salgınlar vs. de, doğanın, insanın yanlış ve olumsuz hareketlerine karşı bir tür tepkisidir ve de savunma mekanizmalarıdır.

Doğal felaketlerin büyük çoğunluğu kendiliğinden oluşmuyor. Afetlerin öldürücü niteliği olan salgınlar ve krizlerin yanında depremlerin de bir yönüyle sınıfsal karakteri ortaya çıkıyor. 1973 Nikaragua ile 1995 Mexico City depremleri, sınıfsal deprem olma niteliğini bize gösterdi. Yıkılan evler hep yoksul evleriydi. Ölenler, hep yoksul insanların oluşturduğu alt sınıflardı. Sonraki depremler de bu karakteristik özellikten taviz vermedi.

Sel baskınlarında yaşadığımız deneyimler de bize göstermiştir ki zenginlerin evleri, rant getirici, sel yataklarından uzak bölgelerde kuruludur. Sel, onları bulmaz ya da çok az bir hasarla bu afet atlatılır. Büyük yığınların evleri ise ya dere yataklarında ya da derme - çatma barakalardan oluşmaktadır. Seller, en çok yoksulun evini hedef almaktadır.

Ve nihayet pandemi(ler), savaştan daha tahripkârdır. Örneğin 1918’de dünya nüfusu yaklaşık 1.8 milyardı. Birinci Dünya Savaşı’nda 8 milyona yakın insan öldü. Savaşın her günü için 6 bin insan! İki yıl süren İspanyol gribinde ise 50 milyon insan öldü. Bu da gribin her günü için 68 bin insan demekti![113]

Bu çerçevede nereden bakılırsa bakılsın; ortaya çıkardığı gerçek ve sonuçları itibariyle pandemi sınıfsal düzlemde yerli yerine oturtulabilir.

Hiç de indirgemeci, falan değil; sınıflı toplumlar tarihinde yaşanan her olay ve gelişmenin, tarihsel niteliğinin yanında, sınıfsal niteliği vardır. Olay ve olguları, sınıfsal niteliğinden bağımsız ele almak, toplumsal çelişmeleri ve toplumsal gelişmeleri açıklamaz. Üretim biçiminin, üretim ilişkilerinin, üretici güçlerinin konumlanışının ve bunların bir sonucu olarak, toplumsal çatışmaların, savaşların, doğrudan sınıfsal niteliği varken; her sınıf, kendi niteliğine göre olguları biçimlendirir.

Coronavirüs salgınının zengin-fakir ayırmadığı savının gerçeği yansıtmadığı bir kez daha görüldü. Gerekli önlemleri almayanlara hastalığın bulaştığı doğru, ancak çalışan özellikle de bazı sektörlerdeki çalışanlara daha fazla bulaştığı da ortada. George Orwell’in, ‘Hayvan Çiftliği’ başlıklı yapıtının sloganı “Herkes eşit ama bazı hayvanlar daha eşit” deyişinde olduğu gibi![114]

Görmek isteyenler için, kapitalizmin yarattığı eşitsizliğin derinleştiği bir zamandayız. İnsan sağlığını küresel ölçekte tehdit eden bir virüs, hayatın akışını durdurdu. Covid-19 bir yandan sınıfsal eşitsizliği gizleyen ideolojik perdeleri tüm dünya düzleminde çekip alırken; tarih boyunca tüm savaşlarda, çatışmalarda, doğal felaketlerde, krizlerde en çok zarar görenin emekçiler olduğuna bir kere daha işaret etti.

Ancak bu kadar değil; -Arundhati Roy’un ifade ettiği üzere:- “Tarihsel olarak küresel salgınlar insanları, geçmişle olan bağlarını koparıp yepyeni bir dünya hayal etmeye zorladı. Bu seferki de pek farklı değil. Bu dünya ile bir sonraki arasında bir kapı açtı. Ve bu kapıdan nasıl geçeceğimize karar vermenin vakti yaklaşıyor. Ya peşimizden eski dünyanın dumanlı gökyüzünü, zehirli nehirlerini, ölü fikirlerini, veri bankalarını, doymazlığımızı, önyargılarımızın ve nefretlerimizin kokuşmuş cesetlerini sürükleyerek geçeriz ya da boş bir bavulla ve uğruna savaşmakta tereddüt etmeyeceğimiz, tertemiz bir dünya düşlemeye hazır olarak.”[115]

Şimdi yeni(lenme)nin ufkundayız; ve “Covid-19 krizi atlatılacaktır, ağır bedeller ödenecektir ve en ağır bedelleri özellikle yoksullar ödeyecektir,”[116] vurgusuyla hatırlatıyor Noam Chomsky: “İnsanlık tarihinin önemli anındayız… İnsanların örgütleneceği, bir araya geleceği ve daha iyi bir dünya kuracağı bir ihtimal de mevcut… İnsanlar daha kötü sorunlarla karşılaştı ve üstesinden geldi…”[117]

 

IV.2) YİNE İŞÇİ SINIFI

 

Kapitalistler önce tehlikeyi gizlemeye çalıştı. Tehlike gizlenemeyecek hâle geldiğinde, önlem almaya başlamış gibi yaptılar. Aldıkları önlemler ise sağlık çalışanlarını ve diğer temel işleri yapan işçileri korumaya değil, işsiz ve aç kalanlara yardım etmeye değil, şirketleri kollamaya yönelik oldu.

Hepimizin birlikte olduklarını söyledikleri gemilerinin tepe kameralarının su almaya başladığı gerçeği artık apaçık ortada. Ve hepimizin birlikte olduğunu söyledikleri gemide filikaların kimler için hazırlandığını açıklanan paketler ile görüyoruz; kapitalist devletler, yine insan hayatına değil kâra öncelik verirken…

Kapitalist üretim tarzının sermaye birikimini gerçekleştirebilmesinin koşulu; ancak, kendi değerinden daha büyük bir değer yani artık değer yaratan bir metanın piyasada bulunmasıdır. Bu da işçiden ya da emekçiden ya da emek gücü metasının sahibinden başkası değildir. Bu meta öyle bir metadır ki, yalnızca kendisini satabildiğinde yani bir ücret ilişkisine girebildiğinde hayatta kalabilmektedir. Öyle bir zorunluluktan bahsediyoruz ki, işçilerin neden “çalışmadan kaçınma haklarını” kullanıp evde kalmadıkları ve “ekmeklerini yapıp” tuvalet kâğıdı derdine düşmedikleri sorusu anlamsızlaşıyor. Çünkü “işçiler ölümü düşünmeden çalışmayı sürdürüyor.”

Kapitalist devletler, şirketleri kurtarırken, işçiler enfeksiyon riskine rağmen kapitalistlerin kârı için çalışmaya zorlanıyor. İşçi sınıfı aynı zamanda düşük ücret, işsizlik, kira borçları ve küçük dairelerini hapishaneye dönüştüren sokağa çıkma yasaklarıyla boğuşuyor.

Kapitalist dünyanın savaş gibi, borsa çöküşü gibi, deprem gibi ezberlerinin dışında bir sorunla karşılaştığında foyasının nasıl da döküldüğü görüldü.

“İşçiyim. TIR şoförüyüm. Çalışmasam ekmek yok. Ha senin lafınla evde kalarak açlıktan ölmüşüz ya da virüsten. Ama beni bu virüs öldürmez, senin düzenin öldürür” diyen Hataylı TIR şoförü hakkında halkı kin ve düşmanlığa tahrik, kanunlara uymamaya teşvik suçlamasıyla adli işlem başlatıldı.[118]

Ayrıca hükümetin hazırladığı torba yasa taslağında İş Yasası’na geçici bir madde eklenerek işçinin işten çıkarılmasına üç ay yasak getiren düzenleme ile patronlara işçileri 6 aya kadar ücretsiz izne çıkarma yetkisi verildi. Düzenlemeyi, “İşsizlik ve kısa çalışma ödeneklerini boşa düşürme hamlesi” olarak nitelendiren sendikalar, düzenlemede yer alan işçiye aylık bin 177 lira ücret ödenmesi kararına da “Kısa çalışma ödeneğinden yararlanılsa bin 752 lira ile 4 bin 381 lira arasında ücret alınabiliyor” sözleriyle karşı çıktılar.[119]

Dünyayı etkisi altına alan Covid-19’un zenginleri farklı, yoksulları farklı etkilemesi salgın sonrası dünyanın çok büyük çalkantılara, mücadelelere tanık olacağımız gerçeğini getiriyor gündeme. Salgının, kapitalizmin çöküşü, sosyalizmin güncelliğiyle doğrudan ilintili olma ihtimaline ilişkin düşünüp, hazırlıklı olma zamanıdır şimdi…

Çünkü öyle bir ufka geldik ki, artık herkes “Corona değil sistem öldürür”;[120] “Virüsle mücadele sınıfsaldır!”[121] deme noktasına geldi; bu da bir şeylerin altını çiziyor, değil mi?

 

V. AYRIM: DURUM(UMUZ)= YIKIM

 

“Durum = Yıkım” gerçekliğiyle yüzleştiğimiz bir kesitten geçiyoruz ve neo-liberal yalanlar dönemi kapanıyor.

Kapitalizmin 1970’lerde yaşadığı resesyon ve enflasyondan kurtuluş reçetesi olarak sunulup, ilk kez Şili’de Pinochet döneminde uygulanan neo-liberal ekonomi politikaları, 1980’lerde İngiltere’de Margaret Teatcher, ABD’de ise Ronald Reagan hükümetleri tarafından yürütülmeye başlandı. Kapitalizmi sürdürebilmek için ekonomide devletin rolünü küçülterek özel şirketlerin önünü açıp, küreselleşme, serbest ticaret ve kemer sıkma politikaları gibi bir dizi uygulama milyonlarca insanın hayatını dönüştürdü. 

“Küreselleşme” alt başlığında dünyanın küçülmesi, sermaye ve mallar için dolaşım özgürlüğünün sınırsız olması, ilk bakışta “daha çok kazanç” diye sunuldu. Oysa hakikât “daha çok sömürü” anlamına geliyordu. İşçinin, emekçinin yalnızlaşacağı, koşullarının ağırlaşacağı gerçeği, ne kadar parıltılı paketlerle sunulmaya çalışıldıysa, kısa zamanda ortaya çıktı. Dünya para babaları için küçülüyor, dev bir alışveriş merkezine dönüyordu. Buradan da eşit, adil, demokratik bir düzen çıkmayacağı açıktı. Virüsle birlikte bu durum iyice belirgin hale geldi. İnsanlar eşit biçimde sağlığa, eğitime ulaşamıyordu. Beslenme sorunu alabildiğine artmış durumdaydı. Sınırlı kaynaklar dar bir çevrenin elinde toplanıyordu.

Sonrası da malumun ilanıydı!

Covid-19 salgının yol açtığı ölümlerin büyük çoğunluğunun yaşlılar olması nedeniyle açıkça “yaşlıları kurtarmanın ekonomik getiri götürü hesapları” yapılan düzlemde; ‘The Economist’in Nisan 2020 başındaki sayısı, ‘A grim calculus: The stark choices between life, death and the economy/ Hayat, ölüm, ekonomi arasındaki zorlu tercihler: Zalim bir hesap’ başlığıyla bu konuya ayrılmıştı.

Somut verilere göre “insan hakları” konusunda mangalda kül bırakmayan, çevre ve doğayı korumak bahsinde her dem hassas İskandinav ülkesinde, doktorlara açıkça “80”in üstündeki yaşlıları yoğun bakıma almayın” talimatı verildiğinden söz ediliyordu.

Yoğun bakımda sıkışıklık yaşanması durumunda, doktorların 80 yaş üstü yaşlıları bu ünitelere sokmayacağı, 60-70 yaş grubundaki talihsizlerin de birden fazla hastalığı olması durumda keza yoğun bakımdan içeri alınmayacağı İsveç sağlık kurumlarının bir iç yazışması ile ifşa oldu. Skandal yazışma, İsveç’in tanınmış yayın organlarından ‘Aftonbladet’te yer aldı.

İsveç bombası patlamadan az önce, “ötanazi” kültürü ile öne çıkan Hollanda’da da aynı minval bir tartışma birinci sayfalara yansıdı.

Hollanda Başbakanı Mark Rutte’ye yakınlığı ile tanınan ünlü televizyon gazetecisi Jort Kelder’in “Sigara içen obez 80’likleri kurtarmak için ekonomiyi batırmaya değer mi? Nasıl olsa iki yıl içinde ölecekler!” sözleri gündeme bomba gibi düştü.[122]

Söz konusu veriler ışığında korku ve kaygı sarmalındaki insan(lık)ın, toplumun psikolojisini düşünebiliyor musunuz?

Tam da bu noktada Alexandre Dumas’nın, “Belirsizlik, tüm işkencelerin en kötüsüdür”; Georg Wilhelm Friedrich Hegel’in, “Hiç kimse içerisinde bulunduğu zamanı görmezlikten gelemez; içerisinde bulunulan zamanın ruhu aynı zamanda kişinin de kendi ruhudur,” betimlemeleriyle tarif ettikleri hâli kavramak gerek.

İnsan(lar)a sağduyusunu kaybettiren coronavirüs, ırkçılığa, yabancı düşmanlığına, izolasyona kapı açan türden “korku ve panik” demekken; Dr. Gülcan Özer de ekliyor: “Belirsizliğin belirgin olduğu hâllerde daima şampiyon duygu kaygıdır. Kaygı, endişe, anksiyete; her an kötü bir şey olacak duygusudur.”[123]

Gerçekten de Covid-19 günleri toplumsal ruh sağlığını, düşünme ve davranma biçimlerini doğrudan etkiliyorken; “fantastik” gibi duran ancak, oldukça gerçek bir sürecin içerisinden geçiyoruz.

Yaşam biçimleri, planları radikal olarak değişiyor. İnsanlık tarihi boyunca birçok salgın yaşandı. Şimdi de bir pandemi hâli varken; ‘Toplumsal Dayanışma İçin Psikologlar Derneği’ (TODAP) üyesi Psikolog Baran Gürsel şunlara dikkat çekiyor: “Sürecin, bizi de içine alan temel bir özelliğini teslim edelim: Belirsizlik…

Salgından korunmak ve başkalarını da korumak adına evlere çekilmeye başlanılan bir dönemi yaşıyoruz. Ancak, evde kapalı kalmanın da olumsuz etkileri açığa çıkıyor zamanla…

Tabii ki bunun huzursuz, kaygılı ve belki kaotik bir tarafı var...

Bir diğer ruh hâli de komplo teorilerine kapılmak. Sürekli daha ‘kötü’ şeylerin olacağı fikrine saplanmak…

Sürekli daha ‘kötü’ şeylerin olacağı fikri -tabii, bir bağlamda- olayların gidişatına ilişkin yine bir kontrol duygusunun korunmasına dayanan ama bunu, olan şeyin aynı şekilde olmaya devam edeceği düşüncesi çerçevesinde yapan bir eğilim olarak düşünebiliriz.

Dolayısıyla burada toplumsal gerçekliğin (algılandığı şekliyle) olduğu gibi değişmez kalacağının var sayılması söz konusudur. Bu iki düşünce de toplumsal/maddi gerçekliğin bir düzeyde yadsınması üzerine kuruludur. Ve başka yolla değiştirilmesi/aşılması arzusundan yoksundur.”[124]

Bu tabloda salgın yaydığı korku kadar zarar vermiş değil. Burjuvazi bu korkudan yararlanarak devletin toplum üzerindeki denetimini elden geldiğince artırmaya ve bunun kalıcılığını sağlamaya çalışıyor. Salgın şoku altında yığınların pek ses çıkarmaya cesaret edemedikleri denetim tedbirlerinin belki de hepsi parça parça kalıcı hâle gelecekler.

Anatole France’ın, “Anlayış kıtlığı büyük bir güçtür. Bazen insanların dünyayı ele geçirmesini sağlar,” saptaması ışığında söz konusu hâl, acaba “Coronazizm”e yol açar mı?

José Saramago’nun, “İnsan olmanın ne demek olduğunu her geçen gün daha az bileceğiz,” sözünü anımsatan tabloda “Nasıl” mı?

Metropoll Araştırma Şirketi’nin Mart 2020’de araştırması, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “görev onayının” yükseldiğini gösteriyor.

2020 Şubat ayında yüzde 41.1 olan görev onayı, Mart ayındaki araştırmada 55.8’e yükseldi.

Kriz ortamlarında “normal” olarak okunması gereken bir sonuç ve sadece Türkiye için geçerli bir durum da değil.

‘The New York Times’ta 15 Nisan 2020’de yayımlanan Steven Erlanger’in haberi, tesadüf bu ya tam da bu konuyla ilgiliydi.

Salgını başından beri ciddiye almayıp, önlemleri ihmal etmekle eleştirilen Trump’ın görev onayı bile yüzde 45’e yaklaşmış bulunuyor.

Salgında en kötü deneyimi yaşayan İtalya’da Başbakan Giuseppe Conte’nin görev onayı 27 puan artışla yüzde 71’e ulaşmış durumda.

İtalya’da neredeyse bir nesil yok oldu ve Conte’nin popülaritesi, Erdoğan’a fark atmış bulunuyor.

Devam edelim:

Avusturya’da, Şansölye Sebastian Kurz’un görev onayı 33 puan artarak yüzde 77’ye yükseldi.

Hollanda Başbakanı Mark Rutte, 30 puan artışla yüzde 75 destek aldı.

Hayatın normal akışına aylar sürecek bir süre içinde dönebileceğini açıkça söyleyen Danimarka Başbakanı Mette Frederiksen’in desteği 40 puan artarak yüzde 79’a çıktı.

Almanya’da salgın öncesi ”topal ördek” muamelesi gören Şansölye Angela Merkel’e destek 11 puan artarak yüzde 79 oldu.

Fransa’da yasakların uzatılacağını duyuran Macron’a destek Mart’tan Nisan’a 59’dan 43’e düştü ancak unutmamak gerekir ki bu iş başladığında Macron’a destek yüzde 25 idi.[125]

Korkunun imparatorluğu yerleşikleşip, pekişiyor mu?

 

V.1) TOTALİTER IRKÇILIK

 

Ataerkil vahşetin tırmandığı “korku ve kaygı” zemininde yükselen totaliter ırkçılık atmosferini en iyi anlatan tümceler: Benjamin Franklin’in, “Siz kendinizi koyun yaparsanız kurtlar da sizi yiyecektir”; Victor Hugo’nun, “Korkutanlarla, korkanlar arasında sessiz bir suç ortaklığı vardır”; Will Smith’in, “Korku gerçek değildir. Yarattığınız düşüncelerin ürünüdür. Beni yanlış anlamayın. Tehlike son derece gerçektir. Ama korku bir seçimdir”; Amin Maalouf’un, “Artık yasak olmayan her şey mecburi,”[126] sözleridir.

Bilindiği üzere 1970’lerin sonunda Susan Sontag, kendi kanser deneyimi üzerinde kaleme aldığı uzun denemesinde; tüberküloz ve kanser gibi hastalıkların savaş metaforu ve militarist terminoloji üzerinden düşünülmesinin yaygınlığına dikkat çekip; hastalıkların metaforik düşünme biçimleri bir yana bırakılarak ele alınmasını öneriyordu.[127]

2020 pandemisi Sontag’ın sözünü ettiği hastalık ya da salgının savaş metaforu eşliğinde düşünülmesinin ne derece yaygın olduğunu bir kez daha gösteriyor. Uzmanlar kadar biz sıradan insanlar da süreci bu şekilde görmeye eğilimliyiz. Pandeminin olağan üstü önlemler gerektirmesi, sanki bir cephe savaşı varmışçasına hastanelere gelen olağanüstü sayıda hasta sayısı, sokağa çıkma yasakları ve karantina tedbirleri çoğumuza savaş ve benzeri durumları hatırlatıyor. Sadece uzmanlar değil, liderler de pandemiye karşı alınan önlemleri savaştan söz ederek anlatmaya başladılar.

Fransa’da Macron ulusa sesleniş konuşmasında “Bir savaş hâlindeyiz, bu elbette ki sağlık savaşı. Bir orduya ya da başka bir ulusa karşı savaşmıyoruz. Ama düşman orada, görünmez, zorlayıcı, ilerliyor. Ve buna karşı genel seferberlik içinde olmamız gerekiyor” derken durumun ciddiyetini vurgulayıp insanların önlemlere uymasını sağlamaya çalışıyordu.

ABD’de Trump pandeminin ilk günlerinde, iklim değişikliği konusunda bilim insanlarını dinlememe tavrının bir benzerini göstererek, konunun büyütülmemesi gerektiğini söylemekteydi. Trump ve yandaşlarına göre Demokratlar konuyu gereksiz yere politikleştiriyorlardı. Sonrasında durumu hafife alma imkânı kalmadığında Trump da sıklıkla savaş metaforuna başvurmaya başladı. Demokrat aday adayı Joe Biden da virüse karşı savaştan söz ediyor. Savaş metaforunun yaygın düşünme biçimi olması, kimi zaman kamuoyunun bilgi alma hakkını da kısıtlamakta. ABD’de yetkililer ülkede kaç solunum cihazı olduğu sorusunu “ulusal güvenlik” gerekçesiyle yanıtsız bırakıyorlar. 

Pandemi koşullarını savaş koşulları gibi düşünme kimi örneklerde çok daha bariz şekilde otoriterleşmenin derinleşmesi ve hasta haklarının göz ardı edilmesine yol açıyor. Orban’ın Macaristan parlamentosunda kabul ettirdiği karar derinleşen otoriterleşmenin örneği. Güçleri ayrımı ilkesinin ne zamandır zedelendiği Macaristan’da parlamentonun yeni kararı Orban’a süresiz OHAL ilan etme, ülkeyi kararnamelerle yönetme ve bazı yasaları iptal yetkisi veriyor.

Macaristan’ın komşusu Slovakya’daysa ordu Roma köylerinde test yapılmasına katkı sunuyor. Slovak başbakan Igor Matovič ordunun devreye girmesinin bir güç gösterisi olmadığını söylerken, testi pozitif çıkan Romanların devlete ait tesislerde karantinaya alınacağını söylüyor.

Pandemiye karşı aldığı sıkı önlemlerle gündeme gelen İsrail ise istihbarat örgütünün “terörist” olarak kodlanan Filistinli militanları izleme yöntemlerinin virüsü taşıyanları izlemek için de kullanılmasını kararlaştırdı.[128] Filipinler’de sokağa çıkma yasağını ihlal edenlere ‘vur emri’ verilmesi, bir başka örnek.

Ve birkaç şey daha…

“ABD ve Çin, salgının sınıfsal boyutunu hasıraltı edip bunu bir milliyetçilikler savaşına döndürürken, Türkiye hükümeti de ‘Biz bize yeteriz’ adını verdiği bir kampanyayla benzer bir milliyetçi kenetlenme sağlamaya çalışıyor”![129]

Fransa’nın Cochin Hastanesi Yoğun Bakım Servis Şefi Prof. Dr. Jean Paul Mira ile Araştırma Direktörü Prof. Dr. Camille Locht, LCI kanalındaki canlı yayında coronavirüs hastalarına uygulanacak aşının, Afrikalılar ve hayat kadınları üzerinde denenmesine yönelik açıklamalarda bulundu![130]

Brezilya’da Devlet Başkanı Jair Bolsonaro, “Kriz bitene kadar yönetimi general Braga Neto’lu orduya devretti”![131]

Corona günlerinde İstanbul’da aile içi şiddet yüzde 38, Paris’te yüzde 35, İtalya’da yüzde 32 artmışken BM Genel Sekreteri Antonio Guterres, “Tüm hükümetleri salgınla mücadele kapsamında kadınların güvenliğini ilk sıraya koyma” çağrısı yaptı!

Harvard Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde travma uzmanı Judith Lewis Herman’a göre, ev içi istismarcıların, eşlerini ve çocuklarını kontrol etmek için kullandıkları zorlayıcı yöntemler baskıcı rejimlerin siyasi tutukluların iradelerini kırmak için kullandıkları yöntemlerle büyük bir benzerlik taşıyor![132]

Egemenler küresel Covid-19 krizinin, ülkedeki kaosun ortasında herkesin yerini bilmesi, “krizle ve kaosla mücadeleyi sabote edenlerin” artık susması istiyor. Özgürlük, eşitlik, hukuk, insan hakları adına “demokrasiyi istismar edenlerden”, Twitter, YouTube ve Facebook gibi sosyal medya platformları ve “siyaset virüsünden”, “virüsten beter köşe yazarlarından kurtulmadan düze çıkılamayacağına” inanılıyor…

Bugün, kapitalizmin tarihinin, pandemi, depresyon, yeni faşizm, küresel iklim krizi, baskı, denetim ve imha aracına dönüşmeye başlayan teknoloji gibi kötülüklerinin birleşmeye başladığı bir “durum” oluşuyor. Boşuna mı John Gray gibi tarihçiler, “tarihsel bir dönüm noktasına” geldiğimizi düşünüyorlar![133]

 

V.2) COĞRAFYAMIZIN HÂLİ

 

Özdemir İnce’nin, “Densiz herifler ‘Hayat (ya da dünya) evinize sığar’ diye vecize döktürüyorlar. Halt etmişler. Bir de milyonerlerin, eğlence sektörünün yıldızlarının, spor zenginlerinin karantina esaretinden fotoğraflı örnekler veriyorlar. Nüfusun yüzde doksanından fazlasını oluşturan yoksul emekçiler gecekondularda, 30-40 metrekare düdüklü tencerelerde yaşamakta… Beş ile on arasında değişen bir nüfusla. Bu bir etüvlü cehennem hayatıdır. Bilmezler. Ben çok iyi bilirim. Ülkenin yalansız hâlini biliyoruz: Emekli = 12 milyon; işçi = 14 milyon; sendikalı işçi = 1 milyon 917 bin; işsiz = 4 milyon 394 bin. Virüs hazretleri yüzünden patronlar emekçileri kapının önüne koymakta. Nüfusun en azından 40 milyonu açlık sınırında yaşıyor,”[134] diye tarif ettiği tabloda salgın nedeniyle işler durunca otel çalışanından kuaförüne, tekstil işçisinden garsonuna ya işsiz kalan ya da ücretsiz izne çıkarılan emekçiler, Şişli’deki İŞKUR önünde uzun kuyruklar oluşturdu.

İşsizlik maaşı için soğuk havada, sırada beklemek zorunda kalan yurttaşlar, açıklanan onca ekonomik tedbire rağmen kendilerinin güvence altına alınmadığına tepkili. Faturalarını, kiralarını, mutfak masraflarını nasıl ödeyeceklerini düşünüyorlar. Çalıştığı tekstil firmasının üretime ara verdiğini, bu süre boyunca ücretsiz izne çıkarıldığını anlatan bir yurttaş, “Kiracıyım, çocuğum var, bütün ödemelerim duruyor. Ne yiyeceğimizi kara kara düşünüyorum. Coronadan değil, açlıktan öleceğiz,” dedi.

Aynı durumdaki başka bir emekçi ise “Hükümetin virüse yönelik açıkladığı ekonomik pakette bizleri güvenceye alan hiçbir önlem yok. Olsa, zaten bu kuyrukta beklemezdik. Zenginler coronayı, biz maddi sıkıntımızı düşünüyoruz,” diye konuştu.

Kuyrukta bekleyenlerden biri de 20 yaşındaki bir gençti. Salgından önce İstanbul Hacıosman’da bir fırın-kafede çalıştığını anlatan genç, şimdi işsiz kaldığını, işten ayrılmadan önce yanına aldığı poğaçalarla da günlük gıda ihtiyacının bir kısmını karşıladığını anlatıyor. “Ailem memlekette. Onlara para yardımı yapıyordum ama şimdi kendim de geçinemiyorum,” diyor.[135]

Ayrıca coronavirüsün özellikle yaşlılar için risk oluşturması, 65 yaş üstündeki çiftçileri vurdu. ‘Çiftçi Kayıt Sistemi’ne (ÇKS) kayıtlı toplam 2.1 milyon çiftçinin yaş ortalaması 55. Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) verilerine göre, 65 yaş üstündekilerin tarımda istihdam edilme oranı yüzde 65.5. Yani Türkiye’de çalışan yaşlı nüfusun yüzde 65.5’i tarım sektöründe yer alıyor. Bu oran erkeklerde yüzde 63 iken kadınlarda yüzde 72’yi aşıyor. Ülke genelinde bu yaş grubundaki yurttaşın sokağa çıkması yasaklandığı için tarlaya, bağa, bahçeye gidemeyen çiftçiler oldu.[136]

Ve ‘Türkiye Ekonomi Politikaları Araştırma Vakfı’nın (TEPAV) hazırladığı ‘Covid-19’un Tüketici Harcamalarına Etkisi’ başlıklı rapora göre, salgın tüketici harcamalarını düşürdü...

Türkiye’de ilk vakanın görüldüğü 13 Mart haftasında 21.3 milyar TL olan banka kartı ve kredi kartı harcaması, 20 Mart haftasında 19.6 milyar TL’ye geriledi.

Tüketim, elektronik eşyada yüzde 4, benzinde yüzde 6, kamu/ vergi ödemelerinde yüzde 20, eğitimde yüzde 32 azaldı.[137]

“Aslan, ceylan, kaplan ve zebra aynı anda koşuyorsa orman yanıyordur,” diyen Afrika atasözündeki üzere giderek ağırlaşan tabloda Başkent Üniversitesi Öğretim Görevlisi Vergi Uzmanı Dr. Ozan Bingöl, “Coronanın yükü yurttaşa kalacak,”[138] derken; sonuna kadar haklıydı.

Örneğin Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Corona krizi ortaya çıkar çıkmaz ettiği laf, “krizin fırsata dönüştürülmesi”ydi. Onun için de krizle ilgili gerçekler herkesten gizlenip kriz sonrasında uluslararası sermaye açısından iştah kabartan bir Türkiye yaratmak onun önde gelen hedefidir.

Mesela Almanya Nörodejeneratif Hastalıklar Merkezi ve Dresden Tıp Fakültesi’nden genetik bilimci Çağhan Kızıl, “Türkiye’de fiilen sürü bağışıklığına gidiliyor,”[139] uyarısı eşliğinde; İstanbul’da coronavirüs semptomu olan Dilek (43) ile Hüseyin Güven (44) çiftine, üç hastaneye gitmelerine rağmen test yapılmadı. Durumlarının kötüleşmesi üzerine gittikleri özel hastanede testleri pozitif çıkan ve tedavileri yapılan Güven çiftine SGK’nin “coronavirüs tedavisinde ücret alınmayacak” tebliğine karşın 12 bin 500 TL’lik fatura çıkarıldı[140]

Tablo çok net: coğrafyamız, bir “mükemmel kasırgaya” hazırlıksız, beceriksiz, “kapitalist realiteyi” anlamaktan uzak “dini bir hakikât rejiminin” tutsağı bir kadronun yönetiminde yakalandı. Bu kadro ülkeyi hızla bir felakete sürüklüyor!

AKP Türkiyesi Covid -19 krizine, özel hastaneler zincirine sahip bir Sağlık Bakanı’yla, “Allah neden virüsleri yaratmış?.. Yaratmış çünkü insanların belirli bir sayının üzerinde çoğalamaması gerekir. Yoksa kimse yaşayamaz” diyebilen bir akademik kafayla girdi…

Türkiye, Covid-19 krizine, hızla gündeme gelen küresel ekonomik depresyona, modern tarihin bu en büyük “kasırgasına”, ekonomik, siyasi, ahlâki kriz çöküntü içindeki bir rejimle ve “Ülkede bir muhalefet var mı” sorusuyla girdi![141]

 

yazının devamı



YAZARLAR
Bizi Takip Edin :
Facebook Twitter Google Youtube RSS
ÇOK OKUNAN HABERLER
  • BUGÜN
  • BU HAFTA
  • BU AY
HABER ARŞİVİ
SON YORUMLANANLAR
  • HABERLER
  • VİDEOLAR

Web sitemize nasıl ulaştınız?


nöbetçi eczaneler
HABER ARA
YUKARI