Bugun...

İlk çağ filozofları-3

2. Prodikus:

Prodikus Ege’deki Keos adasından geliyordu. Bu adada yaşayanların kötümser eğilimli oldukları söyleniyor ve Prodikus’a yurttaşlarının eğilimi yükleniyordu,çünkü düzmece-Platonik diyalog Aksiokhüs’de ona yaşamın kötülüklerinden kaçmak için ölümün istenebilir olduğu düşüncesi yüklenmektedir. Ölüm korkusu usdışıdır, çünkü ölüm ne yaşayanları nede ölüleri ilgilendirir-birinci henüz yaşamakta oldukları için ikincileri yaşamamakta oldukları için. Bu alıntının doğruluğunu tanıtlamak kolay değildir. Prodikus’un ilgiyi başlıca yanı belki de dinin kökeni üzerine kuramıdır. Ona göre başlangıçta insanlar tanrılar olarak güneşe,aya,ırmaklara,göllere,meyvelere vb.,başka bir deyişle,onlara yararlı olan ve besin veren şeylere tapıyorlardı. Ve bir örnek olarak Mısır’daki Nil kültünü vermektedir. Bu ilkel bir başkası tarafından izleniyordu,ve bu ikinci evrede değişik sanatların tarım,bağcılık,metal işçiliği vb.-yaratıcılarına Demeter,Dionisius,Hephaestus vb. gibi tanrılar olarak tapınılıyordu. Prodikus bu din görüşü üzerine duanın gereksiz olduğunu düşünüyordu, ve öyle görünmektedir ki başı Atina’daki yetkinlikler ile derde girmiştir. Prodikusta Protagoras gibi dil bilimsel çalışmalarıyla dikkati çekiyordu ve anlamdaşlar üzerine bir inceleme yazmıştı. Anlatım biçimleri yoğun bir bilgiçlikle yüklüymüş gibi görünmektedir. 

3. Hippias:

‘Yasa insanların tiranı olarak,onları doğaya aykırı pek çok şey yapmaya zorlar.’Söylenmek istenen şey öyle görünmektedir ki kent-devletinin yasasını genellikle dar ve tiransal olduğu,doğal yasalarla uyum içinde olmadığıdır.

4. Gorgias: 

Gorgias’a göre,(i)Hiç bir yoktur,çünkü eğer herhangi bir şey olmuş olsaydı,o zaman bengi olacak yada varlığa gelmiş olacaktı. Ama varlığa gelmiş olmaz,çünkü ne Varlıktan nede Yokluktan herhangi bir şey gelmez. Nede bengi olabilir,çünkü eğer bengi olmuş olsaydı,o zaman sonsuz olması gerekecekti. Ama sonsuz şu nedenle olanaksızdır Bir başkası olmaz,ama nede kendinde olabilir,öyleyse hiçbir yerde olmayacaktır. Ama hiç bir yerde olmayan ise hiçbir şeydir. Eğer herhangi olmuş olsaydı,o zaman bilinmeyecekti. Çünkü eğer olanın bilgisi varsa, o zaman düşünülen olmalıdır,ve olmayan düşünülemez. Bu durumda hiç bir şey yanlış olmayacaktır,ki saçmadır. Giderek olanın bilgisi olsaydı bile,bu bilgi bildirilmeyecekti. Her im imlenen şeyden ayrıdır; örneğin renklerin bilgisini sözcükle bildirebiliriz,çünkü kulak sesleri iştir,renkleri değil? Ve aynı varlık tasarımı iki kişide birden nasıl olabilecektir,çünkü birbirlerinden ayrıdırlar? 

5. Sofizm: 

Vargı olarak yine belirtebiliriz ki büyük Sofistlere din ve ahlakı yıkma niyetini yüklemek için hiç bir neden yoktur; Protagoras ve Gorgias gibi insanların böyle bir amaçları yoktu. Gerçekten de, büyük Sofistler bir ‘doğa yasası’ düşüncesinin yandaşlarıydılar,ve sıradan yunan yurttaşının dünya görünüşünü genişletme eğilimini taşıyorlardı;Yunanistan’da eğitici bir güç oluşturuyorlardı. Aynı zamanda yine doğrudur ki ‘belli bir anlamda Protagoras’a göre her görüş doğrudur; Gorgias’a göre her görüş yanlıştır.’ Gerçeğin saltık ve nesnel ırasını yadsımaya yönelik bu eğilim kolaylıkla Sofistlerin hangileri bir kimseyi inandırmaya çalışmak yerine bir şeyi ona kabul ettirmeye çalışacakları sonucuna götürmektedir. Gerçekten de, daha düzeysiz insanların elide Sofizm çok geçmeden hoş olmayan bir yan anlam kazanıyordu-‘Safsata’ anlamını. Atinalı Antifon’un kozmopolitancılığına ve geniş dünya görüşüne ancak saygı duyulabilirken, bir yandan bir Trasimakhüs’ün güç haktır kuramı ve öte yandan bir Dionisodorus’un kılı kırk yaran gevezelikleri ancak kınanabileceklerdir. Büyük Sofistler söylemiş olduğumuz gibi, Yunanistanda eğitsil bir güç oluşturuyorlardı: ama Yunan eğitiminde besledikleri başlıca etmenlerden biri, diluzluğu idi. Ve diluzluğunun açık tehlikeleri vardı. Çünkü konuşmacı kolaylıkla bir konunun kendisinden çok ustaca sunuluşuna önem vererek dikkatini bu yönde yoğunlaştırabilirdi. Dahası, geleneksel kurumların, inançların ve yaşam yollarının saltık temellerinin sorgulayarak, Sofizm göreci bir tutumu besliyordu. Ve gene de Sofizmde gizli yatan kötülük daha çok sorunları ortaya çıkarmış olması değil, ama bu sorunlara herhangi bir doyurucu anlıksal çözüm sağlayamamış olması olgusunda yatıyordu. Sokrates ve Platon bu göreceliliğe karşı tepki gösteriyorlar, gerçek bilginin ve törel yargıların güvenilir temelini kurmaya çalışıyorlardı.

Kaynak: Atatürk Üniversitesi Sosyoloji Bölümü 2. Sınıf "Felsefe Tarihi" Dersi Ders Notları.

Sofistler Ek Bilgiler

Sofist kelimesinin öteden beri, biri geniş öteki dar iki anlamı vardır. Bu kelimenin geniş anlamıyla: İlkçağda, sofist denilince, genellikle şair ve filozof kişiler anlaşılır. Dar anlamı ise: Belli bir filozoflar topluluğuna, yani M.Ö. 500'de yaşamış olan filozoflar topluluğuna verilen isimdir. Bundan başka "sofist" kelimesi, özellikle Eflâtun'un etkisiyle özel bir anlam kazanmıştır. Bu kötü anlamın haklılığı savunulamaz, çünkü bu ismi taşıyanlar, felsefe tarihi bakımından hiç de önemsiz kişiler değildir.

Bundan önce tanıttığımız filozoflar, özde, doğayı araştıran bilginlerdi. Sofistler ise birer bilgin, birer araştırmacı olmayıp, her şeyden önce birer öğretmendirler. Sofistlere, özellikle İran savaşından sonra, İranlıların yenilip Atina'nın siyasal ve kültürel alanda büyük bir gelişme gösterdiği dönemde rastlıyoruz.

Bu dönemde Atina'da ve ona uyan öteki Yunan kentlerinde köklü (radikal) bir demokrasi iktidara gelmişti. Bu demokrat idare şimdiye kadarkilerden çok daha fazla insanın devlet yönetimine katılmasını sağlamıştır. İşte bir yandan kültürel gelişim, öte yandan demokrasi yönetiminin özellikleri o dönem Yunanistan'da eğitim yönünden geniş ölçüde bir gereksinimi ortaya çıkarmıştır.

Bu gereksinim, o zamana kadar özel olan ve daha çok kölelerce yönetilen eğitimin daha bir genelleşip genişlemesine neden olmuştur. Yeni siyasal ve sosyal koşullar, özellikle, siyasal eğitimi sağlayan genel bir öğretim gereksinimi doğurmuştur. Nerede böyle bir gereksinim doğarsa, orada bu gereksinimi karşılayacak birtakım kimselerin ortaya çıkması doğaldır. İşte Sofistler de böyle bir gereksinimin ortaya çıkardığı öğreticilerdir. Bunun içindir ki Sofistler, öncelikle öğretmendirler.

Bunlar Yunanistan'ın çeşitli kentlerinde dolaşırlar, uğradıkları yerlerde para karşılığında ders verirler. Ders vermeyi bir meslek haline getirmek, hele derslerin para karşılığı verilmesi, o zamana kadar Yunanistan'ın tanımadığı bir olaydı.

Özellikle tutucu çevreler için para karşılığında ders vermek pek çirkin bir davranış sayılıyordu. Bu dönemi Antik dönemden ayıran en büyük farklardan biri, Antik dönemin işe az önem vermiş olmasıdır. Eski Yunan'da beden gücü ile çalışmak aşağılanan bir davranış sayılıyordu. Beden işlerinde ancak köleler çalıştırılır. Aynı şekilde, mesleğiyle geçinen zenaatkârların da toplumda saygınlığı yoktu. İşte Sofistlerin ders vermeyi bir meslek yapmaları ve derslerin para karşılığı verilmesi, o dönemdeki Yunanistan'da hiç mi hiç hoş karşılanmamıştır.

Sofistlere karşı olanların başında yer alan Eflâtun, "Protagoras" adlı diyalogunda Sofistlerin ne biçim insanlar olduğunu ve bunların çalışma biçimlerini çok canlı olarak tasvir etmiştir. Protagoras Sofistlerin en eskilerinden ve en büyüklerindendir.

Diyalog şöyle başlar: Eflâtun'un hemen tüm diyaloglarında birinci konuşmacı olan Sokrat'ı bir gün sabah erkenden bir delikanlı yatağından uyandırır ve kendisine ünlü Protagoras'ın geldiğini coşkuyla anlatır. Delikanlı Protagoras'tan mutlaka ders almak istediğini dile getirir. Sokrat delikanlıya isteğinin erişilmez bir şey olmadığını, yeterli parası varsa isteğinin kolayca yerine gelebileceğini söyler. Sonra kalkıp birlikte Protagoras'ın konakladığı eve giderler. Burada Protagoras'tan başka bir kaç Sofist daha vardır.

Eflâtun, Sokrat ile delikanlının eve girdikleri zaman gördüklerini çok canlı bir biçimde anlatır. Protagoras büyük bir salonda bir aşağı bir yukarı dolaşıyor, arkasında öğrencileri kendisini saygıyla izlemektedir. Aynı salonun bir köşesinde öteki bir Sofist, Hippias gökyüzünü göstererek astronomi dersi vermektedir. Salona, bitişik odadan birtakım sesler gelmektedir.

Bu odada da bir başka Sofist, Prodikos yattığı yerden ders veriyor. Salona giren Sokrat ile delikanlı Protagoras'a yaklaşırlar ve kendisine delikanlının isteği iletilerek ders verip veremeyeceği, verebilecekse bunun hangi konuyla ilgili olacağı sorulur.

Protagoras delikanlıya: Benden ders alırken günden güne daha. erdemli olduğunu göreceksin, ben sana yararlı olacak şeyler, isine yardımcı olacak şeyler öğreteceğim der. Bununla da astronomi öğreten Hippias'a taş atmış olur. Delikanlı dersin konusunu sorunca, Protagoras bunun her şeyden önce bir vatandaşa siyaset alanında gerekli olan şeyler konusunda olacağını, kendisine her vatandaşın bu konuda bilmesi gereken şeyleri öğreteceğini söyler.

O zamanki Atina'da her vatandaşın bilmesi gereken şeylerin başında hitabet geliyordu. Sofistlerin eğitim uygulamalarının ağırlık merkezini hitabet oluşturuyordu. Bu da belli nedenlere dayanıyordu: O zamanki Atina'da hitabet sanatını bilmek kişiye çok büyük saygınlık kazandırıyordu. Çünkü devlet ile ilgili önemli kararların alındığı "Halk Meclisı"nde hitabet çok etkili oluyordu.

Ayrıca hitabet yargılama için çok gerekliydi, çünkü davacı ile davalının yargı önünde söyledikleri nutuklar, yargıçların kararlan üzerinde etkili oluyordu. Tüm bunlar söylenen sözlerin güçlü olmasını gerekli kılıyordu. Ancak bu hitabet sanatının bazı sakıncalı yanları da yok değildi.

Sofistlerin yaptığı gibi, istemli bir biçimde öğretilen konuşma sanatı, yalnızca karşısındakini inandırmayı temel alır. İşte Sofistlerin karşıtları onları özellikle bu yönden eleştirmekte ve sorgulamakta haklıdırlar. Sofistlerin kötü ünlerinin başlıca nedenlerinden biri bu hitabet anlayışlarıdır.

Sofistlerin öteki bir özelliği ise, özellikle insan konusuyla uğraşmalarıdır. Onlar bu konuyu ele aldıkları zaman, kuşkusuz, bazı şeyleri biliyorlardı. Kendilerinden öncekilere yabancı olmayan Sofistler, insan ile ilgilendikleri için, tarih konusuna da yabancı değildiler. Bu konuda da kendilerinden önceki felsefe okullarından hiçbirine katılmadılar, onlar arasında yalnızca karşılaştırmalar yapmakla yetindiler.

Bu karşılaştırmalar sonunda şu sonuca vardılar: Şimdiye kadar ki felsefe, evren konusunda tutarlı bir anlayış elde edememiştir. Söz gelişi Heraklit ile Elealılar arasında bir zıtlık vardır. Heraklit her şeyi oluş durumunda görür ve bu oluş içinde sabit olan, kalıcı bir şeyin var olduğunu reddeder. Elea'lılar ise, tam tersine, oluşu reddeder.

Gerçek varlığın başlangıcı ve sonu olmayan bir süreklilik, bir kalış olduğunu ileri sürerler. Unsurlar konusunda da filozoflar bir uzlaşmaya varabilmiş değildir. Birisi ana unsurun su, birisi hava, bir başkası ise ateş olduğunu savunur. En sonunda bir filozof bunlara toprağı da katarak dört unsurun da ilke olduğunu öne sürmüştür. Anaksagoras ile Demokrit arasında da bir anlaşmazlık söz konusudur: Anaksagoras'a göre evrenin başlangıcında, belli bir plâna göre yaratan bir ruh vardır.

Demokrit ise doğada ancak makina işleyişi cinsinden (mihaniki) bir zorunluluk olduğunu savunur. Sofistlere göre: "Ne kadar filozof varsa, evrenin yapısı hakkında o kadar görüş vardır." Bu yüzdendir ki, bu filozoflar gerçeği öğretemezler. Her filozof kendi düşüncelerinin doğru, başkalarının-kilerin yanlış olduğunu savunur. Burada şu soru öne çıkar: "Acaba, gerçek diye bir şey var mıdır?

Tüm görüşlerden herbiri ötekiyle çeliştiğine göre, geriye gerçek diye bir şey kalır mı?" Kanıtlanabilir bir gerçek karşısında duyulan kuşku ile hitabette karşıdakini inandırmayı amaçlayan kuşku arasında bir uyum vardır. Felsefe tarihinde, bilgi teorisi açısından, ilk şüpheciler Sofistlerdir. Sofistler, tümel bir gerçeğin varlığından ilk şüphelenenlerdir. Sofistler teorik alanda şüpheci, uygulama alanında öğretmen ve hitabet öğreticileridir. Ayrıca onlar özellikle insan konusu ile ilgilenirler, doğa konuları, bunların ilgi alanının dışında kalır.

SOKRATES:


   M.Ö. 469-399 yılları arasında yaşamış olan ünlü Yunanlı düşünür. 
   Platon'un hocası olan Sokrates, yazılı hiçbir şey bırakmamış, tüm zamanını özellikle gençlerle felsefe tartışarak geçirmiştir. Görüşleri, tartışmaları yeni iktidarın temsilcileri tarafından beğenilmeyen Sokrates, 'yeni tanrılar icat ettiği, görüş ve tartışmalarıyla, gençleri baştan çıkardığı' gerekçesiyle ölüme mahkum edilmiştir. 
   Sokrates'in felsefedeki ve felsefe tarihindeki önemi, onun bilinçli ve ahlaki kişiliğin bulunduğu yer olarak ruh kavramını bulmuş olmasından kaynaklanır; felsefenin merkezine insanı geçiren, insanın kendisiyle, evrenle ve toplumla olan ilişkisinin ne olduğunu ve ne olması gerektiğini araştıran, insan yaşamının kişisel, toplumsal ve ahlaki boyutunu ön plana çıkaran Sokrates, insanlara özsel bileşenlerinin ruh olduğunu, onların ruhlarına özen göstermeleri gerektiğini anlatmaya çalışmış, bu düşüncesini ifade etmek, onu eylemleriyle somutlaştırmak için de, yaz kış çıplak ayakla ve ince bir entariyle dolaşmıştır.    Fiziği itibariyle çirkin biri olan Sokrates, insanların yüzlerini ve fiziki yapılarını değiştiremeyeceklerini, fakat ruhlarını ve karakterlerini değiştirip geliştirebileceklerini belirtmiştir. Buna göre, Sokrates, felsefesinde her şeyden önce, insanın doğası, ihtiyaçları, amaçları ve değerleri üzerinde durmuş, neyin onu tamamlayacağını araştırmıştır. 
   O, aynı çerçeve içinde, dilin doğasıyla ilgilenmiş ve düşünme, anlam, mantık ve tanım konusunu ele almıştır. Yaşadığı dönemde yoğun bir kavram kargaşasının hüküm sürdüğünü, bunun ahlak alanını da kapsadığını düşünen    Sokrates, bilgeliğin, adaletin, cesaretin, v.b. anlamının ne olduğu bilinmedikçe, bilgece, adil ya da cesurca eylemekten söz edilemeyeceğini iddia etmiştir. Çünkü aynı sözcükleri ya da kavramları kullanan insanlar, bu sözcük ya da kavramlarla farklı şeyleri kastediyorlarsa eğer, Sokrates'e göre, bu, insanların anlaştıklarını sanarak anlaşmadan konuştukları anlamına gelir ve sonuç, kargaşadan başka hiçbir şey olmaz. Kargaşa, Sokrates'e göre, hem entelektüel ve hem de ahlaki yönden olur. 
   Ona göre, entelektüel olarak sözcük ve kavramları, sizin kullandığınız anlamdan farklı bir anlamda kullanan biriyle tartışarak, bir kavga dışında, hiçbir yere varamazsanız ve ahlaki olarak da, söz konusu sözcükler ahlaki fikirlere karşılık geldiği zaman, sonuç bir anarşiden başka bir şey olmaz. 
   Sokrates işte bu kargaşayı sona erdirmek, insanlara ahlaki gelişmelerinde yol göstermek için, bir tartışma ve öğretim yöntemiyle, bir tanım yöntemi geliştirmiş ve tartışmalarıyla, evrensel değerlerin özünü ve gerçek anlamını ortaya koymaya çalışmıştır.

Platon (Eflatun) Kimdir?

Eflatun (d. M.Ö. 427 - ö. M.Ö. 347) çok önemli bir Antik Yunan filozofu. Hayatını geçirdiği Atina’daki ünlü akademiyi kurdu. Asıl adı Aristokles'di. Geniş omuzları ve atletik yapısı yüzünden, Yunanca Platon (geniş göğüslü) lakabı ile anıldı ve tanındı.

Yirmi yaşından itibaren ölümüne kadar yanından ayrılmadığı Sokrates’in öğrencisi ve Aristoteles’in hocası olmuştur. Atina’da Akademi’nin kurucusudur. Eflatun’un felsefi görüşlerinin üzerinde hala tartışılmaktadır. Eflatun, batı felsefesinin başlangıç noktası ve ilk önemli filozofudur. Antik çağ yunan felsefesinde, Sokrates öncesi filozoflar (ilk filozoflar veya doğa filozofları) daha ziyade materyalist (özdekçi) görüşler üretmişlerdir. Antik felsefenin maddeci öğretisi, atomcu Demokritos ile en yüksek seviyeye erişmiş, buna mukabil düşünceci (idealist) felsefe, Eflatun ile en doruk noktasına ulaşmıştır. Eflatun bir sanatçı ve özellikle edebiyatçı olarak yetiştirilmiş olmasından büyük ölçüde istifade etmiş, kurguladığı düşünsel ürünleri, çok ustaca, ve şiirsel bir anlatımla süsleyerek, asırlar boyu insanları etkilemeyi başarmıştır.

Modern filozoflardan Alfred North Whitehead’e göre Eflatun’dan sonraki bütün batı felsefesi onun eserine düşülmüş dipnotlardan başka bir şey değildir. Görüşleri İslam ve Hıristiyan felsefesine derin etkide bulunmuştur.

Eflatun, eserlerini diyaloglar biçiminde yazmıştır. Diyaloglardaki baş aktör çoğunlukla Sokrates’tir. Sokrates insanlarla görüşlerini tartışır ve onların görüşlerindeki tutarsızlıkları ortaya koyar. Eflatun çoğunlukla görüşlerini Sokrates’in ağzından açıklamıştır.

Eflatun, algıladığımız dış dünyanın esas gerçek olan idealar ya da formlar dünyasının kusurlu kopyaları olduğunu, gerçeğe ancak düşünce ve tahayyül yoluyla ulaşılabileceğini savunmuş, insan ruhunun ölümden sonra beden dışında kalıcı olan idealar dünyasına ulaşacağını söylemiştir. Görüşleri ortaçağda İslam filozofları tarafından korunmuş ve İslam düşünce dünyasındaki Yeni Eflatunculuk akımına neden olmuştur. Rönesans sonrasında Batı Avrupa'da Antik Yunancadan çevirileri yapılmıştır.


Platon’un yaşamını ve yapıtları

   Felsefe tarihinin en büyük düşünürlerinden biri olan Platon, Atina’da soylu bir ailenin oğlu olarak dünyaya geldi. Sokrates’in öğrencisi oldu ve onun görüşlerinden çok etkilendi. Kırklı yaşlarında Güney İtalya’ya yaptığı seyahate dek eserleri büyük ölçüde hocasının etkisi altındaydı. 
   Onun demokrasi yanlılarınca idam edilmesi Platon’un siyasi kariyerden vazgeçmesine ve kararlı bir demokrasi düşmanı olmasına yol açtı. 
   M.Ö. 387/388 tarihlerinde Atina’da Akademia isimli bir okul açarak düzenli eğitime başladı. Aristoteles ile olan ilişkisi de bu çatı altında gerçekleşti.    Ölümüne dek Akademia’da ders vermeyi sürdürdü. 
   Platon’un tüm eserlerinin günümüze ulaştığı sanılmaktadır ve eserlerinin belli başlılarının yazılış sıraları muhtemelen şöyledir; 
Sokratik Dönem Eserler: Savunma, Kriton, İon, Lakhes, Kharmides, Euthyphron, Lysis ve Devlet’in 1. kitabı. 
Geçiş Dönemi Eserleri: Protagoras, Gorgias, Menon, Euthypdemos ve Kratylos. Olgunluk Dönemi Eserleri: Symposium, Phaidon, Devlet ve Phaedrus. 
Yaşlılık Dönemi Eserleri: Theaetetos, Parmenides, Sophist, Devlet Adamı, Philebos, Timaios ve Yasalar.

Platon’un varlık anlayışını ve idealar öğretisi

   Platon’un varlık anlayışı büyük ölçüde İdealar öğretisine ve ruhun ölümsüzlüğü öğretisine dayanır. İdealar öğretisi, tüm görünür şeylerin, görünür dünyanın ötesinde ve ondan bağımsız bir gerçeklikle idealarla ilişkili olduğu kabulüne dayanır. 
   Görünür ve düşünülür evren birbirlerinden ayrıdır ve bu da Platon’u metafizik bakımdan ikici (düalist) yapar. İdealar, zamana mekâna tabi olmayan, her tür değişimden bağışık, başlangıcı ve sonu olmayan, varoluşu için kendisinden başka bir şeye gereksinim duymayan ve sadece akılla kavranabilen yapılardır. Oysa duyulur nesneler, yani varolanlar; zamana ve mekâna tabi olan, sürekli değişen, başı ve sonu olan, varoluşu için idealara gereksinim duyan yapılardır. Duyulur nesneler, ideaların kopyasından gölgesinden başka bir şey değildirler ve ideadan pay aldıkları, ona katıldıkları ölçüde var olurlar. 
   Platon ideaları, görünür şeylerin asıl doğaları olarak görür ve idea sözcüğünü sık sık doğa sözcüğü yerine kullanır. Böylece idealar, görünür şeylerin
eksiksizliklerini, tamlıklarını, asıl doğalarını temsil ederler ve bu yüzden tüm görünür şeyler idealarına benzemeye çalışırlar. Çünkü ona benzedikçe kendi doğalarını gerçekleştirmiş olurlar. İdeaların da kendi içlerinde bir düzeni vardır ve bu düzenin en üstünde İyi ideası yer almaktadır. Diğer tüm ideaların kendisinden pay aldığı ve kendisine yöneldiği İyi ideası, evrendeki düzenin birleştirici ve her şeyi kapsayıcı ilkesidir. 
   İyi ideası nın bu yüksek konumu İyi ile varlığın özdeşliği kabulüne dayanır; “İyi varlıktır ve varlık iyidir” (Arslan, 2006: 233). 
   Platon İyilik, Güzellik ve Adalet idealarını birbirleriyle özdeş görmüştür. O hâlde Platon’a göre varlık, özü gereği hem iyi hem güzel hem de adildir. Platon, benzer benzerle bilinir ilkesi gereği, insanı, bu soyut ve akli yapıdaki ideaların bilgisini elde edebilecek bir donanıma kavuşturmayı önemsemiştir. Bu yüzden insan ruhunun ideaya en çok benzeyen yapı olduğunu düşünmüş ve ideaların bilgisinin ancak ruh tarafından elde edilebileceğini savunmuştur.

Platon’un bilgi anlayışı

Platon’a göre ölümsüz ruh, bu yaşamından önce ideaların bilgisini edinmiştir ve bu yüzden bilgi, zaten mevcut olan bir bilginin anımsanmasından ibarettir. Ama bu anımsamanın gerçekleşebilmesi, sistemli biçimde yürütülen bir diyalektik süreçle mümkündür. Diyalektik yöntem, başlıca iki faaliyete dayanır; “Dağınık kavramları genel bir tanım doğrultusunda toplamak” ve “düşünceyi tabi eklem yerlerinden ögelerine ayırmak.” Platon bu iki faaliyetten ilkini “toplama”, ikincisini “ayırma” diye adlandırır. İlkinde, tanımı yapılmaya çalışılan şeyin tüm örneklerini eş ölçüde açıklayabilecek genel bir tanıma ulaşmak esas alınır. İkincisinde ise daha fazla çözümlenemeyecek, bölünemeyecek yalın ve temel birimlere ulaşmak amaçlanır. Diyalektik yöntem, insanları bilgide basamak basamak yükselten ve İyi ideasının kavranması ya da temaşa edilmesi ile nihayetine ulaşan bir süreçtir. İnsan, örneğin önce tek tek şeyleri sever, sonra bunların arasındaki ortak nitelikleri keşfeder ve son aşamada Güzelin kendisine, yani Güzel ideasına ulaşır (Symposium, 210 a-d). Ruhun adım adım yükseldiği “diyalektik yürüyüşün” (Devlet, 532b) nihai noktası budur. Devletteki bölünmüş çizgi benzetmesiyle bilginin nesneleri arasında hiyerarşik bir sıralama yapılır. En altta yansımalar, gölgeler ve bunlara ait inanç bilgisi, onun üstünde doğa ve insan yapımı şeylerin dünyası ve buna ait olan tahmin bilgisi, onun üstünde sayılar ve geometrik şekillerin dünyası ve buna ait episteme bilgisi ve en üstte ise saf aklın alanı olan idealar ve onlara ait kesin bilgi gelir. En üstte ise İyi ideası yer alır. Platon Mağara Alegorisi ile insanların diyalektik süreç yoluyla mağaradan gerçek güneşe yönlendirilmeleri ülküsünü en özlü biçimde ifade etmiş olur.

Platon’un mutluluk ahlakının genel özellikleri ve erdem anlayışı

Platon, mutluluğu insan ve toplum için nihai amaç olarak görmekteydi. Ahlak anlayışı da mutluluğun elde edilmesi amacına yönelmişti. Ona göre mutluluğu sağlayan şey iyilik, iyiliği sağlayan şeyse erdem, doğruluk ve adaletti. Platon, erdemi ruhun düzeni olarak tanımlamaktaydı. Ona göre yalnızca ruh değil, kendisinde bir erdem bulunduğundan söz edilebilecek olan her şeyin erdemi düzeninden gelmekteydi. Mutluluğun Eski Yunancadaki karşılığı olan eudaimonia kişinin iyi ve uyumlu bir daimona sahip olmasını ifade eder. Bu düşüncede mutluluk insana dışarıdan gelmez. Ruhunu düzenleyen kişi, kendi iyiliğini ve mutluluğunu da sağlamış olur. Erdem, ruhun kendi doğasını gerçekleştirmesidir. Erdem, doğruluk ya da adalet ister ruh olsun, ister site olsun, herhangi bir yapının doğası gereği kendisine en uygun durumda olması, doğasına uygun işi görmesidir. Kendisine uygun işi yapana, kendisine uygun işlevi yerine getirene, kendi amacına ya da iyisine ulaşana erdemli denir. Böylece bir şeyin erdemi o şeyin doğasına ve doğasının gereği olan tabii amaca uygun biçimde tanımlanmıştır.

Platon’un ruh anlayışı, ruhun bölümleri ve iç düzeni

Erdemin şartı olarak görülen, “ruhun düzeni” ifadesi, ruhun çeşitli parçalardan meydana geldiğini ve bu parçaların birbirleriyle doğru bir ilişki içinde olmaları gerektiğini ima eder. Platon, PHaedrus’taki bir mitosta ruhu biri siyah, öteki beyaz olmak üzere iki kanatla attan ve bir sürücüden oluşan bir at arabasına benzetir. Bu atlardan beyaz olanı uysaldır ve sürücüsünün talimatlarına uyar. Oysa siyah at hırçın bir tutumla daima arabacının talimatlarının aksine hareket eder. Bu benzetmeden yola çıkıldığında ruh, üç parçalı bir yapı sergiler; akıllı parça (to logistikon), yürekli-atılgan parça (to tymoeides) ve iştah duyan, arzulayan parça (to epitymetikon). Yürekli ve atılgan parça mitostaki iyi huylu beyaz ata, bedensel hazlar ve acılarla ilişkilendirilen iştah ve itki bölümü, siyah ata, kafada konumlanan akıl parçasıysa sürücüye karşılık gelir. Bunlardan akıl parçası ölümsüzdür. Diğer ikisiyse bedenin ölümüyle dağılırlar. Platon, bu parçaların kendi sınırlarını bilmeleri ve doğal durumlarında olmaları hâlinde ruhta doğruluğun, adaletin, erdemin gerçekleşeceğini savunur. Akıl, doğası gereği aklın buyruklarına boyun eğmelidir. Bunu gerçekleştiği takdirde ruh, ahlaki yüksekliğe erişebilecek ve doğasında doğuştan gizli bulunan ideaların bilgisini açığa çıkarabilecektir. Ruhta bir kez düzen kurulduktan sonra bu düzen sitedeki ve diğer tüm insani yapılardaki düzen için de bir temel oluşturacaktır.

Platon’un toplum ve site düzeni anlayışını, siteyi oluşturan unsurları ve site düzeni türleri

Platon’un site düzeni anlayışı var olan tüm site düzenlerinin bozuk olduğu ve bu bozukluğun “iyi”, “doğru” ve “güzel” denen üç yüksek değerin bu sitelerde olmamasından kaynaklandığı kabulüne dayanır. Platon’un toplum ve siyaset anlayışı bu üç değerin topluma ve siteye hakim kılınması amacını güder. Bu özelliğiyle siyasi olmaktan çok ahlaki bir görünüm sergiler. Tıpkı ruh gibi site de üç parçadan oluşur. Bunlar zanaatkarlar sınıfı, asker sınıf ve filozoflardan oluşan yönetici sınıfıdır. Ruhta ve evrende olduğu gibi sitede de bu her parçanın kendine has, doğal bir konumu vardır. Parçalar, doğal yapılarına uygun konumlandırıldıklarında sitede adalet, doğruluk ve erdem sağlanmış olur. Bir insanın erdemli olması, site düzeni içinde doğru biçimde konumlanmış olmasına bağlıdır. Yönetici sınıfın erdemi bilgelik, asker sınıfın erdemi cesaret, zanaatkâr sınıfın erdemi ölçülülüktür. Ölçülülük aynı zamanda diğer tüm sınıfların da erdemidir. Adalet ve doğruluk ise bu erdemlerin hepsini bütünler. Zekâ için adalet düşüncenin doğruluğunu anlamına gelen bilgeliktir. İrade için adalet, ruhun atılgan parçası olan yüreğin doğruluğu anlamına gelen cesarettir. Ruhun itki parçası için adalet, bu parçanın doğruluğu anlamına gelen ölçülülüktür. Siteyi yöneten filozoflar ideaların bilgisini site düzeninde tekrarlamakla yükümlüdür. Adil ve doğru düzenin yani ideaların bilgisi her ruhta doğuştan bulunur ve filozofların görevi yurttaşların ruhlarındaki düzen bilgisini açığa çıkarmaktır. Böylece Platoncu devlet, büyük bir eğitim kurumu hâline gelir. Eğitim, doğru bir site düzeni için en uygun başlangıçtır. Eğitimin amacı, her yurttaşın ruhunu kötü yanlarını dizginleyecek bir bekçiye, yani doğru işleyen bir akla sahip kılmaktır. Ruhun eğitiminde başvurulabilecek en etkili vasıta ise müziktir. Yeryüzünde beş çeşit insan, beş çeşit site vardır. Bunlar aristokrasi, timarşi, oligarşi, demokrasi ve tiranlıktır. En kötü yönetim olan tiranlık, eğer tiran eğitime açık ve genç bir insansa kolayca ideal rejime dönüştürülebilir. Platon’un siyasi rejim türlerine ilişkin değerlendirmeleri Yunan siyasi tarihinin bir özeti gibidir.

Hazırlayan: Sosyolog Ömer YILDIRIM 
Kaynak: Ömer YILDIRIM'ın Kişisel Ders Notları. Atatürk Üniversitesi Sosyoloji Bölümü 1. Sınıf "Felsefeye Giriş" ve 2., 3., 4. Sınıf "Felsefe Tarihi" Dersleri Ders Notları (Ömer YILDIRIM); Açık Öğretim Felsefe Ders Kitabı

ARİSTOTELES

Aristoteles  (384-322),  hiç  kuşkusuz Antikçağın  en  önde  gelen  filozofuydu;  onun  filozof  kalitesi veya  düzeyi,  hiç  kuşku  yok  ki  İlkçağda  sadece  Platon’un  erişebileceği  bir  düzeydi.  

Devasa  bir entelektüel  heykel  gibi  Antikçağa  damgasına  vurmuş  olan Aristoteles,  pek  çoklarına  göre  de  bütün çağların  en  büyük  birkaç  filozofundan  biriydi.  Her  halükârda,  bilim  ve  felsefede  onun  başarmış olduklarıyla  rekabet  etme  ümidi besleyebilen  insan  sayısının bir  elin  parmaklarını  geçmemiş  olduğu kesindir.

Aslında,  bir  filozof  olarak  Aristoteles’i  harekete  geçiren  şey,  Platon’u  ve  daha  önceki  tüm filozofları motive etmiş olan  şeyden hiç  farklı değildi. O da hakikati keşfetmek, neyin gerçekten var olduğunu  bulmak  istiyordu.  Kabul  edilmelidir  ki  Aristoteles  bu  doğrultuda,  hocası  Platon  da  dahil olmak üzere, herkesten daha çok yol aldı; hakikate biraz daha yaklaştı. Bunu  sağlayan şey de sadece felsefi  dehası,  analitik  düşünen  aklı  ve  dolayısıyla,  bir  filozof  olarak  büyüklüğü  değildi;  içinde bulunduğu tarihsel dönem, yerleşmiş olduğu, bütün bir Yunan felsefesine tepeden bakan konumdu.

Aynı  zamanda  bir  felsefe  tarihçisi  olan  Aristoteles’in  bulunduğu  konumdan  geriye  dönüp bakıldığında,  Yunan  felsefesinin,  biri  materyalist,  diğeri  idealist  iki  ana  damarı  olduğu  açıklıkla görülmekteydi.  Thales’ten  başlayıp  atomculara  kadar  uzanan  önemli  bir  damar,  gerçekliği maddede bulmuş,  gerçekten  var olanın madde olduğunu  öne sürmüştü. Söz konusu materyalist  yaklaşımın  bir çözüm  olmadığı,  gerçekliği  açıklamak  bakımından  bütünüyle  başarısız  olduğu  aslında  yüz  yıllık  bir süreç içinde anlaşılır hale gelmişti. Başarısızlık, Aristoteles açısından, iki yönden mutlaktı: Materyalist yaklaşım,  aynı  zamanda bir değer ve  inanç  varlığı olan  insan  doğasıyla  ilgili olarak  tatmin  edici  bir açıklama getiremediği gibi, değeri mümkün kılacak bir varlık yorumundan da yoksundu. Antik Yunan materyalizmi,  ikinci  olarak,  değişmeyi  açıklamak  bakımından  yetersiz  kalmıştı.  Söz  konusu materyalizm ya Herakleitos örneğinde olduğu gibi, “her şeyin değiştiğini” öne sürerken, sabit, kalıcı ve sürekli  tek  bir  şey  bırakmıyordu  ya  da  atomcuların meydana  getirdiği  örnekte  olduğu  gibi,  her  tür değişmeyi veya en azından bütün niteliksel değişmeleri harekete yani yer değiştirmeye indirgiyordu.

Aristoteles, Yunan materyalizminin  tam  karşıtı  bir  felsefe  geleneği  yaratan  idealizmin  de  bu  iki konuda kesin olarak başarısız olduğu, aynı ölçüde tek yanlılık sergilediği kanaatindeydi. Parmenides’le başlayıp, Platon’da doruk noktasına erişen idealizmin yanıtının da aşırı basitleştirici olduğunu düşünen Aristoteles,  Platon’un  bile,  başkaca  şeyler  yanında  esas  bu  dünyada  değere  yer  açmak  için  çalışan metafizik kuramıyla  hedeflenen  sonuca varamadığını  iddia  etti. Onun da bu yönden hatası,  İdeaların maddi  dünyadan  ayrı  varoluşunu  öne  sürerken,  doğallıkla  değerin  duyusal  dünya  ile  ilişkisini kuramamak veya filozof olmayan ortalama insan için değer arayışını mümkün kılamamak olmuştur.   Aristoteles’in bakış açısıyla, yapılması gereken açıktı. Felsefi teşebbüsü mümkün kılacak, aklı fiili bütün tehditlerden kurtaracak bir metafizik kuram, bir gerçeklik teorisi inşa etmekti. Başka bir deyişle, tatmin edici bir gerçeklik yorumunun değişme problemini çözmek zorunda olduğunu daha öğrencilik yıllarında  gören  Aristoteles,  “sağlam  ve  tutarlı  bir  metafiziğin,  gerçekliğin  görünüşte  olduğu  gibi gerçekten de değiştiğini göstermek ve böylelikle aklı, bilgi edinmenin geçerli bir aracı olarak yeniden sağlığına  kavuşturmak  zorunda  olduğunu  gördü.”  Böyle  bir  metafizik,  ona  göre,  dahası  ahlaki  bir varlık, değerlerin merkezi ve taşıyıcısı olarak insanla ilgili sezgilerimizi de temellendirmek zorundaydı. Aristoteles’i harekete geçiren motifler, sistemine hayat veren düşünceler, bunlardı.

Platon’la İlişkisi

Düşünce  tarihinin  en  karmaşık ve dolayısıyla  anlaşılması  en zor  ilişkilerinden birisidir, Platon’la Aristoteles  arasındaki  ilişki.  Platon’un  Akademi’sinde  on  dokuz  yıl  süreyle  devam  ettirilen  parlak öğrencilik  ve  okulda Platon’un  izleyicisi  olarak  kalmak  yerine,  en  nihayetinde  ayrılış, Antik Yunan düşüncesinin  bu  iki  büyük  kafası  arasında,  fikri  yönden  hem  bir  ortaklığın  hem  de  bir  farklılığın bulunduğunu gösterir.

Her şeyden önce Aristoteles’in geliştirerek koruduğu önemli bir Platonik miras vardır ki bu onunla Platon  arasındaki  ortak  felsefi  temeli  meydana  getirir.  Söz  konusu  ortak  temelin  iki  unsuru  vardır:

Terminoloji  ve  teleolojik  yaklaşım.  Terminoloji  bağlamında  özellikle  “form”  kavramı,  adeta  onun Platonik  mirasının  değişmez  bir  göstergesi  gibidir.  Buna  karşın  teleolojiye  gelince,  o  İyi  İdeasının yerini alan Hareket Etmeyen Hareket Ettirici ve potansiyel-aktüel kavram çiftiyle Platon’un teleolojik evren görüşünün çok daha ötesine gider.

Gerçekten de Aristoteles’e göre, doğa hiçbir  şeyi gelişigüzel ya da amaçsız yapmaz ve doğadaki bütün  süreçler  bir  amaca  hizmet  eder. Her  şeyin,  Tanrısal  bir  biçimde  düzenlenmiş  olduğu  için  bir amaca yönelmiş bulunduğunu söyleyen Aristoteles’te, ereksel nedensellik fail ve formel nedensellikten mantıksal,  zamansal  ve  ontolojik  olarak  önce  gelir;  buna  göre,  fail  ve  formel  nedenler,  ereksel nedenlerden  farklılaştıkları  ölçüde,  ikincil  hale  gelip  ereksel  nedenlere  tâbi  olurlar.  O,  önce determinizme  karşı  çıkar  ve  daha  sonra  da  ünlü  teleolojik  Tanrı  delilinde  olduğu  gibi,  doğadaki süreçlerle  insan elinden çıkma ürünleri oluşturan süreçler arasında bir analoji kurar. Buna göre, sanat ve  doğa,  her  ikisinin  de  düzen  ve  yetkinliğe  doğru  bir  ilerleme  olmaları  anlamında  birbirlerine bütünüyle benzerdir. Hatta sanatın işlevi, doğanın işleyişini ve eserini aynı temel üzerinde mümkünse bir  adım daha  ileri götürmek veya  en azından  doğayı ve  doğal  süreçleri  taklit  etmektir. Dolayısıyla, sanatta  amaçlılık  varsa  eğer,  onun  taklit  ettiği  doğada  amaçlılık  fazla  fazla  vardır.  Ve  söz  konusu amaçlılık ve ilerleme, ancak ve ancak mantıksal ve ontolojik olarak önce gelen bir telos ya da amacın fiili  varoluşuyla  anlaşılabilir. Başka  bir  deyişle,  Aristoteles  ilerlemenin  ancak  bir  şeye,  telos  ya  da hedefe  doğru  bir  ilerleme  şeklinde  varolabileceğini  ve  söz  konusu  telos  ya  da  amacın  olmaması durumunda gelişme ve  ilerlemeden söz edilemeyeceğini savunur. O, bu bakımdan fazlasıyla Platoncu bir  tavır  sergiler.  Her  ikisi  de  aynı  Sokratik  gelenekten  oldukları  için  pratik  yönden  de  ortaklık sergilediler. Her ikisi de ahlaki hayatın nihai amacını eudaimonia olduğunu söylerler. Her ikisinde de eudaimonia  nihai  amacına  erişmede  en  önemli  rolü,  erdem  oynar. Öte  yandan,  gerek  Platon’da  ve gerekse Aristoteles’te, etik  politikadan  hiçbir  şekilde  ayrılmaz; yani,  ahlaki  fail  iyi  hayatı, ancak  iyi düzenlenmiş bir toplulukta, adalet ilkesine göre örgütlenmiş politik bir düzende yaşayabilir.   Fakat  Aristoteles’in  Platonculuğu  burada  sona  erer.  Platon’un  düalizmine  şiddetle  karşı  çıkan Aristoteles gerçekliği İdea ya da forma eşitlemeye kesinlikle karşı çıkmıştır. Onun gözünde gerçekten varolan, şu diye gösterdiğimiz bireysel varlık ya da tözleriyle, bu dünya idi. Özdeşlik ilkesine dayanan, değişmezliği temele alan İdealar kuramının, Aristoteles’e göre, değişmeyi açıklaması mümkün değildi.

İdeaları  ayrı  varlıklar  olarak  almanın,  değişme  problemini  çözmekten  vazgeçmek  anlamına  geldiği kadar,  entelektüel  analiz  ile  ontolojik  statüyü  birbirine  karıştırmaktan  kaynaklandığına  işaret  eden Aristoteles,  Platon’un  İdealarının  temel  gerçeklikler  olmadığı  kanaatini  hiç  değiştirmedi. Ona  göre, İdealar veya formlar birer soyutlamadan başka hiçbir şey değildi. Bu açıdan bakıldığında, Aristoteles açısından  gerçeklik,  formların  kendisinden  soyutlandığı  şeylerden  ibaretti  ve  bu  şeyler  de  tek  tek bireysel  töz  ya  da  varlıklardı. O;  her  “daha  yüksek”in eninde  sonunda bir yerlerde,  burada ve  şimdi olduğuna; dünyanın bütün bütüne tek bir dünya olduğuna inanıyordu.

İki  filozof  arasındaki  söz  konusu  farklılık,  aslında  farklılığın  daha  derinlerde  olduğunu,  onların birbirlerinden  mizaç  olarak  farklılık  gösterdiklerini  ortaya  koyar.  Platon  ve  Aristoteles’in  dünya karşısındaki tavırları özde, çok farklıydı. İşte bu farklılıktır ki iki ayrı ve büyük sistemin doğuşuna yol açmıştır. Nitekim, Platon genel eğilim itibariyle her zaman, siyaset felsefesinin ya da pratik politikanın problemlerini tartışırken dahi, yetkin olanın fiili dünyada vuku bulması imkânsız olduğu için ütopik bir çözüme yönelen mükemmeliyetçi biriydi. Başka bir deyişle, onun mükemmeliyetçi ve dolayısıyla öte dünyacı  ve  idealist  olduğu  yerde,  Aristoteles  gerçekçi  ve  dolayısıyla  pratik  ve  ampirik  yaklaşımı benimseyen biriydi.

Bu durumu en  iyi onların bilim  tercihleri ifade eder. Buna göre, Platon için bilginin yetkin örneği matematikti;  o  bir  matematikçiydi.  Söz  konusu  bakış  açısından  geometrik  üçgen  ya  da  doğru  bu dünyada bulunmaz; onlar, fiziki şeylerin ya da doğruların eksiklik ya da kusurlarını aşan ideal nesneler olmak  durumundadırlar.  Platon’un,  dikkatleri  ideal  nesnelere  yönelttiği  yerde,  araştırmacıların  ve düşünenlerin  dikkatini  fiili  varoluş  alanına  çeken  Aristoteles’in  bilim  modeli  ise  biyolojidir. Matematikte yetkin ama cansız nesneler ele alınır, oysa biyolojide konumuz yetkin olmayan fakat canlı varlıklardır. Aynı yaklaşım ve mizaç  farklılığı, onların farklı disiplinlerdeki yaklaşımlarına da yansır. Örneğin siyaset felsefesinde Platon mutlak olarak ideal bir devleti  temele alarak konuşur ve böyle bir devletin  hayata  geçirilip  geçirilemeyeceği  sorusunu  kendisine  hiçbir  zaman  sormaz.  Buna  karşın Aristoteles  işe  ideal  devletin nasıl olması  gerektiği problemiyle  hiçbir  zaman başlamaz; varolan yüz fiili  devleti  dikkatle  analiz  ettikten  sonra,  mevcut  koşullar  altında  hangi  devletin  daha  iyi  olacağı sorusunu sorar.

İki  filozof  arasında,  genel  yaklaşım  bakımından, metafizik  ve  bilim  alanında  olduğu  gibi,  genel olarak  bilgi  bakımından  da  kimi  ortak  noktalara  rağmen  birtakım  çok  önemli  farklılıklar  vardır  ve onlardan  her  birini  kendilerine  özgü  büyük  filozof  yapan  şey,  bir  kez  daha  söylemek  gerekirse, benzerliklerden  çok  bu  farklılıklardır.  Örneğin  Platon’un  bilgi  bakımından  duyusal  varlıklara küçümsemeyle bakan rasyonalist ve dogmatik bir filozof olduğu yerde, Aristoteles ampirik, tedbirli ve eleştirel, karar vermezden önce tüm olguları ve görüşleri hesaba katmaya özen gösteren bir filozoftur. Bilgi-varlık  ilişkisinde  ise  Platon  özellikle  Sofistlerin  Septisizmlerinin  de  etkisiyle,  felsefesinde  işe bilgi  kuramıyla  başlamış  ve  İdealar  teorisini  öncelikle  bilginin  gereklerini  yerine  getirmek  için  öne sürmüştür.  Bir  başka  deyişle,  o  felsefesine  önce  bilginin  doğası  konusunu  ele  alarak  başlamış  ve evrenin  doğasını,  bilginin  doğasını  dile  getirdiğini  düşündüğü  şeyden,  yani  İdealardan  çıkarsamaya çalışmıştır. Oysa Aristoteles  işe  ontolojiyle,  yani  evrendeki olgulara  ilişkin  bir  analizle  başlar  ve bu olguları bir sistem  içinde bir araya getirir. İnsan bilgisi sistemin  içine ancak daha sonra, diğerleri gibi doğal bir fenomen olarak girer.

Aristotelesçilik hakkında bilgi:
 
Rönesans  düşüncesinin  yöneldiği  bir  başka  antik  düşünce  çığırı  da  Aristotelesçilikti.  Bununla birlikte,  söz  konusu  Aristotelesçilik  Skolastik  düşüncede  Hıristiyan  öğretiyle  evlendirilmiş  olan Hıristiyan Aristotelesçiliği değildi. Rönesans, Aristoteles felsefesini Skolastik unsurlardan arındırarak, özgün  haliyle  almaya  veya  kendi  düşünce  dünyasına  uyumlu  hale  getirmeye  çalıştı.  Bu  yüzden Rönesans  düşüncesi  önce  Skolastik  yönteme  ve  ondan  ayrılmaz  olan Aristoteles mantığına  saldırdı, sonra da Aristotelesçi  felsefeyi,  biri  İskender Afrodisi,  diğeri de  İbn Rüşd olacak  şekilde, Hıristiyan olmayan kaynaklardan öğrenmeye geçti.

Aristoteles Mantığının Eleştirisi

Hümanistler  arasında  Skolastik  yöntem  ve  Aristoteles  mantığını  saldırı  konusu  yapan  pek  çok kimse  vardı. Bu  hümanistlerin  en  başında  ise Aristoteles mantığına,  gerçek  somut  bilgiyi  ne  ortaya çıkarabilen ne de izole edebilen soyut ve yapay bir şema olduğu gerekçesiyle karşı çıkan Lorenzo della Valla (1407-1457) idi. Gerçekten de Aristotelesçi Skolastik mantığa ve metafiziğin boş soyutlamalarına karşı çıkan Valla’nın görüşüne göre, Aristoteles mantığı dilsel barbarizme bağlı olan bir tür Sofistlikten başka  bir  şey  değildi.  Valla,  düşüncenin  işlevi  veya  amacının  şeyleri  bilmek,  şeylerin  bilgisi konuşmada  ifade  edildiği  için  de  sözcüklerin  işlevinin  şeylerin  belirlenimlerine  ilişkin  kavrayışı olabilecek en açık ve anlaşılır bir  tarzda  ifade etmek olduğunu söylüyordu. Onun gözünde Aristoteles mantığının  pek  çok  terimi,  şeylerin  somut  özelliklerine  erişme  ve  dolayısıyla  gerçekliği  yansıtma imkânı olmayan yapay kurgu veya inşalardan oluşuyordu. Valla, bu yüzden bir yandan konuşmada ve dilde bir  reform ihtiyacına vurgu yaparken, diğer yandan da mantığın retoriğe  tabi olması gerektiğini söyledi. Hatiplerin hemen her konuyu kuru, kafaları karışmış ve cansız diyalektikçilerden daha açık ve derinlikli bir biçimde ele aldığını söyleyen Valla’ya göre  retorik ne düşünceleri güzel veya uygun bir dille  ifade etme ne de başkalarını  ikna etme sanatıydı; retorik, somut gerçekliği konu alan gerçek bir kavrayışın dilsel ifadesi olmak durumundaydı.

Valla’nın  mantık  üzerine  düşünceleri  sonradan  Rudolf  Agricola  (1443-1485)  ve  Luis  Vives (1492-1540) gibi hümanistler  tarafından da benimsenip devam ettirilmiştir. Bu hümanistlerden Vives, Rönesans’ın araştırmacı ruhuna uygun düşen özellikleriyle biraz daha öne çıkan birisidir. Gerçekten de Aristoteles’in tıbbi veya bilimsel görüşlerine Skolastik dönemde gösterilen kölece bağlılığa karşı çıkan Vives,  bilimde  ilerlemenin  fenomenlerin  doğrudan  gözlemine  bağlı  olduğunda  özellikle  ısrar  etti. Sözgelimi psikolojide gözlemin değerinin herkesçe kabul  edilmesini  talep etti; kişinin eskilerin  ruhla ilgili  olarak  söylediklerine  itibar etmemesi gerektiğini bildirirken, kendi  gözlem  ve  incelemelerinden hareketle çağrışım ilkelerini ortaya koydu.

Aynı  şekilde genel bir bilim olarak  retoriğin önemine vurgu yapan bir başka hümanist Rönesans filozofu  olarak Marius Nizolius  da  (1488-1566)  yargıda  bağımsızlık  ve  özgür  araştırma  ruhu  adına, kadim  filozoflara gösterilen kölece bağımlılığa karşı çıkmıştı. Onun gözünde fizik ve politikayı ihtiva eden felsefenin dar bir anlam içinde şeylerin özellikleriyle meşgul olduğu yerde, genel bir bilim olarak retorik sözcüklerin anlam ve doğru kullanımıyla ilgili olmak durumundadır. Retoriğin diğer bilimlerle olan  ilişkisi,  ruhun  bedenle  olan  ilişkisinin  bir  benzeridir.  Nizolius’a  göre,  retorik  diğer  bilimlerin ilkesidir.

Demek ki  retorik Nizolius  için güzel ve etkili konuşma  teorisi veya  sanatı anlamına gelmiyordu;

retorik genel anlambilimi olup, metafizik ve ontolojiden bağımsızdı. Buna göre retorik, sözgelimi genel sözcüklerin veya  tümel  terimlerin  tümellerin nesnel varoluşundan nasıl bağımsız olduğunu göstermek durumundaydı.  Onun  açısından  tümel  terim  insan  zihninin  kendisiyle  bir  sınıfın  bütün  bireysel üyelerini  idrak ettiği veya kavradığı bir  zihinsel  işlemi  ifade eder. Demek ki  zihnin  tümel  kavramda şeylerin metafiziksel özünü kavramasını mümkün kılan  işlem anlamında bir soyutlamanın söz konusu olmadığını,  soyutlamanın  daha  ziyade  zihnin  tümel  bir  terimde  aynı  sınıfın  bireyleriyle  ilgili deneyimini  ifade  ettiğini  savunan Nizolius’a göre  zihin,  tasımda genel  ya  da  tümellerden  tekil olana değil  de  bütünden  parçaya  gider. Aynı  şekilde  tümevarımda  da  zihin  tikellerden  tümele  değil  fakat parçadan bütüne gider. Nizolius şu halde, Rönesans ruhuna çok uygun olarak genel düşünce formlarını ontolojik önkabullerden kurtarma, mantığı metafizikten arındırma ve onu dilsel bir bakış açısından ele alma  çabası  vermekle  kalmamış  fakat  aynı  zamanda  abstractio’nun  yerine  comprehensio’yu  ikame etmişti.

Aristotelesçi Skolastik mantığın yapay ve gerçeklerden uzak karakterine bu dönemde ünlü Fransız hümanist Petrus Ramus tarafından da işaret edilmiştir. Hakiki mantığın doğru konuşmada ifade edildiği şekliyle  doğal  ve  kendiliğinden  düşünme  ve  akılyürütmeyi  yöneten  yasaları  ifade  ettiğini  bildiren Ramus’a göre, retorikle yakın bir ilişki içerisinde bulunan söz konusu doğal mantığın biri keşifle diğeri yargıyla  ilgili  olan  iki  ayrı  bölümü  vardır.  Buna  göre  doğal mantığın  işlevi  insanlara  şeylerle  ilgili soruları yanıtlama  imkânı sağlamak olduğundan, mantıksal düşünme sürecinin birinci evresi, araştıran zihnin  gündemdeki  soruyu  yanıtlamasını  mümkün  kılacak  bakış  açıları  veya  kategorileri  bulup çıkartmaktan  oluşur. Bu  kategoriler  ise  kendi  içlerinde  neden  ve  sonuç  kategorisi  gibi  ilk  ve  temel kategorilerle cins,  tür ve  tanım benzeri  ikincil kategorilere  ayrılır.  İkinci  evre bu kategorilerin  zihnin sorulan  soruyu  yanıtlamasını mümkün  kılacak  şekilde  uygulanmasından meydana  gelir.  Yargıyı  ele alırken, Petrus Ramus üç aşamayı birbirinden ayırır: Birinci aşamada tasım, ikinci aşamada sonuçların sistematik  bir  zincir  içinde  bir  araya  getirilmesi  anlamında  sistem  söz  konusuyken  üçüncü  aşamada bütün bilgilerin Tanrıyla ilişkilendirilmesi gündeme gelir. Mantık ideali her şeye rağmen Aristotelesçi bir  ideal  olarak  tümdengelimsel  akılyürütme olan Ramus’un mantığı  biri  kavram diğeri yargı  olmak üzere, iki ana bölümden oluşuyordu.

Petrus Ramus da tıpkı Valla ve Nizolius gibi, klasiklerden özellikle de Cicero’nun eserlerinden çok yoğun bir biçimde etkilenmişti. Cicero’nun söylevleriyle kıyaslandığında, Aristoteles’le Skolastiklerin mantıksal eserleri ona çok kuru, yavan ve yapay gelmişti. Aristotelesçi Skolastik mantığa karşı çıkan, Aristotelesçi  felsefeyi  Skolastik  unsurlardan  ayıklamaya  çalışan  bu  filozoflara  göre,  Cicero’nun konuşmalarında  insan  zihninin  doğal mantığı  gerçek  ifadesini  somut  sorularla  ilişkisi  içinde  ortaya çıkmaktaydı. Söz konusu hümanist  filozoflar doğal mantığa ve bu mantığın  retorik veya konuşmayla olan  ilişkisine  vurgu  yaptılar.  Aristoteles  mantığını  Platonik  diyalektikle  karşı  karşıya  getiren  bu filozofların, aslında Skolastisizme karşı bir tepkiyi  ifade eden yaklaşımlarında, Cicero Platon’dan bile daha büyük önem kazandı. Onlar retorik yanında, soyut kavramlardan ziyade şeylere önem verdiler; bu açıdan bakıldığında onların Rönesans ruhuna uygun düşecek şekilde deneyimci bir bakış açısını teşvik ettikleri  söylenebilir. Bununla  birlikte,  onların  genel  tutumları,  bilimsel  olmaktan  ziyade  estetik  bir tutumdu.  Onlar  hümanist  filozoflardı;  mantık  alanında  öngördükleri  reform,  hümanist  ilgilerden hareketle, kültürlü ifade veya kişiliğin gelişimi adına hayata geçirilmeye çalışılan bir reformdu.

Gerçek Aristotelesçiler  

Skolastik mantığın Aristotelesçi  eleştirmenlerinden,  yani Aristoteles  felsefesinin  gerçek  formuna varmak isteyen hümanistlerden Aristotelesçilerin bizzat kendilerine geçtiğimizde, söz konusu Rönesans filozoflarının  kendi  içlerinde  İbn  Rüşdçüler  ve  Alexandristler  olarak  ikiye  ayrıldıklarını  görürüz. Bunlardan İbn Rüşdçüler Aristoteles’i ünlü Müslüman filozof İbn Rüşd’ün bakış açısıyla yorumlarken Alexandristler onu, Antikçağın sonlarında yaşamış ünlü Aristoteles yorumcusu  İskender Afrodisi’nin yorumuyla  ele  almaktaydılar.  Bu  iki  kamp  arasındaki  en  önemli  farklılık,  İbn  Rüşdçülerin  bütün insanlarda  tek  bir  ölümsüz  akıl  öne  sürdükleri  yerde, Alexandristlerin  insanlarda  ölümsüz  bir  aklın varoluşunu kabul etmemelerinden meydana  geliyordu. Her  iki  taraf da kişisel bir  ölümsüzlük  fikrini inkâr ettiği için Platoncuların düşmanlığını çekmişlerdi.

Aristoteles  felsefesini doğrudan doğruya kendi  özkaynaklarından değil de  sonraki  yorumlarından ele  alan  bu  Aristotelesçi  filozofların,  her  şeye  rağmen  anlayış  ve  ruhça  Rönesans  filozofları olduklarından  kuşku  yoktur.  Bunun  en  önemli  nedeni  de  onların  aralarındaki  en  temel  ihtilafta Ortaçağın  dine  bağlı  dünya  görüşünü  aşarak, Rönesans’ın  özgür  düşüncesine  çokça  yaklaşmalarıdır. Bunu  onların  aralarında  geçen  “ruhun  ölümsüzlüğü”  tartışmasında  açıklıkla  görmek  mümkündür. Gerek  İbn Rüşdçüler gerekse Alexandristler, kişisel ölümsüzlüğü  reddetmek suretiyle, Hıristiyanlığın en temel inanç ya da öğretilerinden birini yıkma noktasında birleşirler. Gerçekten de bu fani görünüşler dünyasını  gelip  geçici  bir  dünya  olarak  değerlendirirken,  insanın  bu  dünyada  geçen  hayatını  ahiret hayatı  için sadece bir önhazırlık veya geçit olarak anlayan Hıristiyan  imanı açısından bireyin, beden öldükten  sonra  da  ruhsal  olarak  yaşamaya  devam  etmesi  vazgeçilmez  bir  inanç  parçasıydı.  İbn Rüşdçüler  ve  Alexandristler  Rönesans’ta  bu  inancı  yerle  bir  ederler.  Bu,  onların  birer  Rönesans filozofu olmalarını  temin eden en önemli unsurdur. Şu farkla ki genel Aristoteles kavrayışına pek çok Yeni-Platoncu unsur katmış olan İbn Rüşdçülerin bireyin ruhunun akıllı bir yönü olduğunu, bu boyutun ölümden sonra evrensel akla geri döneceğini öne sürdükleri yerde, doğalcı olan Alexandristler insanın maddi varlığı gibi ruhun akıllı boyutunun ölümsüz olmadığını savunurlar.

İbn Rüşdçülüğün merkezi Padua’dır. Tüm insanlarda tek bir ölümsüz aklın var olduğunu öne süren ilk Rönesans  İbn Rüşdçüsü  ise 1471  ile  1499 yılları  arasında Padua’da  hocalık  etmiş olan Nicoletta Vernias’tır.  Buna  mukabil  Alexandristlerin  en  önemli  ismi  Pietro  Pomponazzi’dir  (1462-1525). Pomponazzi  her  ne  kadar  Aristoteles  kavrayışında  İskender  Afrodisi’yi  takip  etmiş  olsa  da  onun üzerinde  İskender’in  Aristoteles’in  öğretisine  katmış  olduğu  unsurlar  veya  getirmiş  olduğu yorumlardan  ziyade,  İskender’in  öğretisindeki  Aristotelesçi  unsurlar  etkili  olmuştur.  Bu  yüzden, Pomponazzi’nin amacının Aristoteles’i Aristotelesçi  olmayan  ek veya katkılardan  arındırmak olduğu söylenebilir. Onun  hakiki Aristotelesçilikten  bir  sapma  olarak  değerlendirdiği  İbn Rüşdçülüğe  savaş açmış  olmasının  nedeni  de  buydu.  Nitekim  bedenin  formu  ya  da  enteleşisi  olarak  ruh  düşüncesini kendisine dayanak noktası yapan Pomponazzi, bu düşünceyi  sadece  İbn Rüşdçülere karşı değil  fakat insan ruhunun bedenden doğal olarak ayrılabilir ve dolayısıyla ölümsüz olduğunu öne süren Thomasçı Skolastiklere  karşı  da  kullanmışlardır.  Pomponazzi,  burada  insan  ruhunun  bir  bütün  olarak,  yani hayvani  ruhun  olduğu  kadar  akli  ruhun  da  bedene  bağlı  olduğunu  öne  sürmekteydi;  bu  tezini desteklemek için de Aristoteles felsefesinin ruhuna uygun olarak gözlemlenmiş olgulara başvurmuştu. İnsanın  rasyonel  ruhunun  ölümsüzlüğüyle  ilgili  İbn  Rüşdçü  hipotezi  gözlemlenmiş  olgularla bağdaşmaz olduğu için reddetti.

Kaynak: Felsefe Tarihi, Ahmet Cevizci

 

İlk çağ filozofları-1

İlk çağ filozofları-2



YAZARLAR
Bizi Takip Edin :
Facebook Twitter Google Youtube RSS
ÇOK OKUNAN HABERLER
  • BUGÜN
  • BU HAFTA
  • BU AY
HABER ARŞİVİ
SON YORUMLANANLAR
  • HABERLER
  • VİDEOLAR

Web sitemize nasıl ulaştınız?


nöbetçi eczaneler
HABER ARA
YUKARI