Bugun...

Kapitalist Devlet Üzerine Geliştirilen Kuramsal Tartışmalar:

Yazının İlk Bölümü İçin

Akdeniz İ.İ.B.F. Dergisi (23) 2012, 1-28

  1. YÖNTEM SORUNU

Bir kavramın kuramsal özü zedelenme eğiliminde olursa, bu kavramın konuşma içindeki simgesel işlevi artma eğilimi gösterir. Bunun nedeni hiçbir kavram tek başına var olamayacağı, anacak bir sistemin parçası olabileceğidir. Bir sistemi meydana getiren kavramlar arasındaki ilişki iki türlüdür: (a) Mantıki şekilde kavramları birbirine bağlayan ve bunların kuramsal etkinliğini vurgulayan bir ilişki. (b) Farklı kavramlar arasındaki yakınlığı betimleyen katışıksız ilişki (Laclau, 1990: 114). Laclau’ya göre, ikinci durumda söz konusu kavram sistemin parçasını oluşturmaktadır; fakat, bu sistem mantıki bir yapı değil, betimsel bir birliktir. Her kavram parçası olduğu betimsel birliği andırmakta ve bu birliğin simgesi haline dönüşmektedir. Böylece, kavramın kuramsal işlevi azalırken simgesel işlevi artmaktadır. Dolayısıyla, Laclau, terimlerin simgesel değerlerinin, bunların kuramsal yapısı üzerinde üstünlük kurduğu kavramsal yapıyı “biçimcilik” olarak adlandırır (1990: 115).

Laclau’ya göre, soyutlama yapmadan bilimsel bilgiye ulaşmak mümkün değildir; ancak, Poulantzas’ın yaptığı soyutlama düzeyi “biçimcilik” yönüne sapmıştır. Soyutlama sürecindeki bu biçimsel eğilim, inceleme sürecinin ilk öğeleri arasındaki karşılıklı ilişkiyi tümüyle betimsel biçimde kurmuş durumdadır. Sonuç olarak, soyutlama sürecinin daha ileri aşamasında bu öğeler arasındaki mantıki bağın kurulması ve anlaşılması imkânsız hale gelmektedir.

Poulantzas, çalışmalarına yönelik yapılan “soyutlamacılık” biçiminde yöneltilen eleştirileri gereği kadar somut olgulara yer verdiği gerekçesiyle haklı bulmaz. Ayrıca, çalışmalarındaki somut olguların gösterilmesinin de kendisine yönelik yapılan soyutlamacılık eleştirisine bir cevap olamayacağının da altını çizer. Çünkü, asıl sorunun söz konusu olan somut olguların ele alış biçimindeki farklılıktan kaynaklandığı iddiasında bulunur. Poulantzas, ampirik veya neo-pozitivist bakıştan farklı olarak somut olguların kuramsal aygıtlar aracılığıyla incelenmesi gerektiğini ve gerçek bir kuramsal çözümlemenin ancak bu yöntemle mümkün olabileceğini düşünür (1976: 65). Poulantzas çalışmalarına yönelik yapılan eleştiriyi somut olguların çözümlenmesine yeteri kadar önem verilmediği için değil de, daha çok somut olguların teorisizm (theoreticism) taşıyan çözümlemelerinden kaynaklandığını düşünür. Bunun da nedenini Althusser’in etkisiyle ekonomizm ve tarihselciliğe karşı mücadele verirken ampirisizm ve neo- pozitivizmle de mücadele edilmesi gerektiğini, dolayısıyla da kendi özgün yapılarıyla düşünce sürecinde ortaya çıkan bilgi üretiminin, kuramsal sürecin özgünlüğünde, yapılmasından kaynaklandığını vurgular. Bir başka deyişle, Marksizmi burjuva dünya görüşünün etkisinden kurtarmak amacıyla kullandıkları teori-pratiğin, Poulantzas’ın çalışmalarında yansımış olması“teorisizm” sorununa neden olmuştur. Althusser’in yönteminin etkisinde ortaya çıkan teorisizm sorununa daha yakından bakalım.

Marksist bilgi teorisine göre, bilen özne ile bilinen nesne arasında bir özdeşlik yoktur. Nesnenin bilgisi içinde yaşadığı toplumun ideolojik nesnesi içinde insana gelir. Bilgi üretim sürecinde üzerinde çalışılacak nesne söz konusu olduğunda karşımıza toplumun verili ideolojisi çıkar. Althusser’in bilgi üretim sürecinde “Genellemeler I” dediği şey budur. Teori üretim sonunda somut, bilimsel genellemelere ulaşılır. Bunlar da “Genellemeler III” olarak adlandırılır. “Genellemeler II” teori üretim sürecindeki belli andaki durumu ifade eder. Buna göre, gerçek olgu (real fact) ve pratik düşünce sürecine girmeden önce (prior) hem de düşünce süreci tamamlandıktan sonra vardır (1976: 66). Bir başka deyişle, somut olgu denilen şey teori üretim sürecinin öncesinde ve sonrasında vardır. Somut bilgi üretildiğinde bunun deneylemesini yapmak ve pratikle uygunluğunu ölçmek gerekir. Poulantzas’ın kendi çalışmalarına yönelik teorisizm eleştirisi de bu noktada anlam kazanır. Althusser’in etkisiyle teorisizme aşırı vurgu yaparak kuramsal çalışmayı diğer pratiklerden koparıp, teorinin doğrulamasını yine teorinin kendi içinde yapılmaya çalışılmıştır. Bu teori-pratik olarak adlandırılır. Poulantzas şöyle diyor, “somut gerçek karşısında kuramsal sürece sımsıkı sarılarak somut gerçeğin buna nasıl müdahale ettiğini dikkate almıyorduk” (1976: 66).

Poulantzas, sunuş düzeni ile araştırma düzeni arasında bir ayrım yapar. O’na göre, kuramsal sürecin özgünlüğü açısından, kavramların özgün biçimde birbirine bağlanmasını dikkate alması gereken kuramsal metnin sunuş düzeniyle, gerçek doğrularla uğraşarak bu kavramların yaratılmasını sağlayan araştırma düzeni arasında bir ayrım yapılması gerekir. Poulantzas, yapıtında bu ayrımı çok kesin bir şekilde ortaya koyarak sunuş düzeni içinde somut analizleri kuramsal süreçlerin örnekleri ve betimlemeleri şeklinde vermek durumunda çok sık yaptığını kabul eder. Poulantzas kitabındaki somut çözümlemeleri sunuş düzeni ile araştırma düzeni arasındaki ayrım temelinde yapıldığı için, araştırmanın somut gerçek analizler üzerinde kurulmadığını, sadece soyut kavramlardan doğduğunu vurgular. Bu somut analizler Poulantzas tarafından teorinin örnekleri ve betimlemeleri olarak anlatıldığı için Miliband, soyut hale gelen araştırma bağlamında onları Poulantzas tarafından soyut örnekler biçiminde düşünüldüğü sonucuna varmıştır (1976: 66-7).

  1. ÜRETİM TARZI TARTIŞMASI

Laclau üretim tarzı kavramını incelerken Poulantzas’la bu noktada aynı düşünceleri paylaştığını düşündüğü Althusser ekolünden gelen Balibar’ı da tartışmaya dahil eder.

Poulantzas, son kertede ekonomik düzey tarafından belirlenmeyi şöyle açıklıyor: Üretim tarzı sadece genel anlamda ekonomiyi değil, aynı zamanda çeşitli yapı ve pratiklerin özgün birliğinde ortaya çıkan düzey ve kertelerin birliğini ifade eder. Bu üretim tarzı ekonomik, siyasal ve ideolojik olmak üzere çeşitli düzey ve kerteleri kapsar. Üretim tarzını karakterize eden birliğin tipi, son kertede ekonominin egemen olduğu karmaşık bir bütünü oluşturur. Belirleyici sözcüğü son kertede bu egemenlik için kullanılır. Düzeyler arasındaki ilişki basit bir ilişki değildir. Bu ilişki içinde egemen yapının, bölgesel yapıların düzenini ve yerini belirleyip onlara işlevler yükleyerek oluşturduğu ilişkiler biçimini kapsar. Düzeyleri oluşturan ilişkiler diğer düzeylerle olan ilişkilerce üst-belirlenirler. Bütün yapının son kertede ekonomi tarafından belirlenmesi ekonominin yapıda her zaman egemen rol oynadığı anlamına gelmez. Ekonomi herhangi bir düzey ya da kerteye egemen rol yüklediği ölçüde, yani düzeylerin merkezden kopması sonucu egemenliğin el değiştirmesini düzenlediği ölçüde belirleyicidir. Mesela feodal üretim tarzında dinin egemenliği altında ideolojinin egemen rol oynaması, egemenliğin ekonominin işleviyle belirlendiğini gösterir (Poulantzas, 1978: 13-5). Ancak, feodal üretim tarzında ideolojik düzeyde dinin egemenliğinin ekonominin işlevi tarafından belirlenmesi kapitalist üretim tarzında olduğu gibi ekonominin egemen role sahip olduğu anlamına gelmez. Dolayısıyla, bir üretim tarzını diğer üretim tarzlarından ayıran temel etmen düzeylerin özgün eklemlenmesi oluşturur. Poulantzas’ın, bir toplumsal oluşumda hangi düzeyin “egemen rol” oynayacağına son kertede ekonomik düzey tarafından “belirleneceği” şeklindeki düşüncesini kapitalizm öncesi toplumsal oluşumları içine alacak şekilde genişletmesi Laclau tarafından eleştirilmiştir.

Laclau bu ekonomik düzeyin son kertede belirleyiciliği ve toplumun ideolojik, siyasal ve ekonomik olmak üzere farklı düzeylere ayrılmış olması üzerinde durur. Laclau, yapılan açıklamada geçen üretim tarzı kavramının bütün toplumsal hayatın belirleyici etmeni olarak önceliği olduğu ve ekonomik etmenin kapitalizm öncesi tarihi süreçlerin düzenlenmesinde belirleyici rolün yakıştırılmasını bir çelişki olarak görür (1990: 119).

Balibar da kapitalizm öncesi toplumsal oluşumları içine alacak şekilde genel anlamda bir “üretim tarzı” kavramı geliştirmeye çalışmıştır. O’nun düşüncesine göre, Marx’ın genel tarih teorisinin merkezinde üretim tarzı kavramı bulunur. Bu kavram epistemolojik bir kopuşu ifade eder. Marx’ın tarihsel materyalizmi bilimsel tarihsel bilginin öğelerini vermekle kalmaz, kendi ilkeleri içinde gerçek bir kuramsal bilim, dolayısıyla da soyut bir bilim ortaya koyar (2008: 497). Bunun anlamı, Marx’ın biliminin burjuva toplumuna ilişkin çözümlemelerle sınırlı olmayıp, farklı üretim tarzlarına tekabül eden toplumları da kapsamasıdır. Balibar, Marx’ın Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı adlı çalışmasının Giriş kısmında yer alan üretim tarzı ve ilgili kavramların (1993b: 7-18) Kapital’in bir ön çalışması olmakla birlikte henüz pratiğe ilişkin kavramlar olduğunu, bu kavramların, Marx tarafından artık değiştirilmiş sorunsalın içinde geldiğini, Marx’ın düşüncesinin yeni kuramsal kavramlara dönüştürülmesi gerekliliğini vurgular (2008: 503).

Laclau ilke olarak Balibar’ın bu açıklamalarına karşı değildir; ancak, onun, siyasal ve ekonomik düzeyleri kuramsal kavramlar olarak kurmakta başarısız olduğunu düşünür (1990: 122). Laclau’nun itirazı da bu çerçeve de değerlendirilmelidir. O’na göre, eğer ekonomik düzey kapitalizm öncesi dönemler için egemen role sahip değilse, nasıl oluyor da kapitalizm öncesi dönemleri de içine alacak bir şekilde ekonominin belirleyiciliğinden söz edilebiliyor.

Laclau, Poulantzas ile Balibar’ın iddialarını dayandırdığı alıntıdan hareketle eleştirisini geliştirir: “…doğrudan üreticinin, kendi üretim araçlarına, emeğinin gerçekleştirilmesi ve geçim araçlarının üretimi için zorunlu olan gerekli maddi emek koşullarına sahip olduğu görülecektir. (…) Böyle koşullar altında, toprağın ismi sahibi için artı-emek, bürünülen biçim ne olursa olsun, onlardan ancak ekonomi-dışı baskı ile alınabilir. Bu, köle ya da plantasyon ekonomisinden, kölenin yabancı üretim koşulları altında ve bağımsız olmadan çalışmasıyla ayrılır. O halde, kişisel bağımlılık koşulları gereklidir, ne ölçüde olursa olsun kişisel özgürlük eksikliği ve toprağın bir eklentisi olarak toprağa bağlı olmak…”(Marx, 1987: 693-94).

Balibar’ın kuramsal çözümlemelerinin temelini “ekonomi dışı zor” kavramı oluşturmaktadır. Laclau’ya göre, Balibar, “ekonomik temel” ile “ekonomik düzeyi” “üretim düzeyinin” saf ve basit eş anlamlıları olarak kabul etmektedir. Oysaki, Marx, yapıtında geçen ekonomi kavramını “ekonomik düzey” ile “üretim düzeyini” eş anlama gelecek şekilde kullanmaz. Laclau’ya göre, Balibar, “ekonomik düzey” ile “üretim düzeyini” aynı anlama gelecek şekilde ele alarak, bu iki kavram arasındaki temel farkı gözden kaçırmıştır. Daha açık bir ifadeyle, Balibar, Marx’ın kullandığı “ekonomi dışı zor” kavramını ekonomik düzeyin yukarıda alıntılanan anlamıyla, yani “ekonomik düzey” ile “üretim düzeyini” aynı anlama gelmeyecek şekilde kullanılmış olmasını dikkate almadan değerlendirmektedir. Ekonomi dışı zor (“ekonomik düzeyden” farklı olarak) üretim ilişkilerinde ve artı değere el konulmasında temel öğe oluyorsa, “üretim düzeyi” ile “ekonomi düzeyi” aynı anlama gelmedikleri açıktır.

Kapitalist olmayan üretim tarzlarında zorun ekonomi dışı olmasının nedeni iş-gücünün metaya dönüşmediği ve metaların mübadelesi henüz üretim ilişkilerinin temelini oluşturmadığı içindir. Kapitalizm üretim tarzlarında “ekonomik düzey” –pazar ilişkileri- vardır, ama bunlar henüz “üretim” alanına işlememiştir. Dolayısıyla, Balibar ile Poulantzas’ın iddia ettiği gibi ekonomik alan kapitalizm öncesi toplumsal formasyonları içine alacak şekilde “son kertede” belirleyici olamaz.

Laclau’ya göre, Marx’ın yapıtlarında geçen ekonomik düzeyin iki farklı anlamı vardır. Bu kavramlar koşullu tümdengelimci anlamda kullanılmakla birlikte farklı soyutlama düzeylerine aittirler: (a) Ekonomik düzey, mümkün olan her toplumun koşullarından birini tanımladığı için tarihsel maddeciliğin daha genel teorisine aittir. (b) Üretim düzeyinin ikinci anlamı ise yalnız meta üreten toplumlara aittir (1990: 124).

Bu iki kavram sadece soyutlama düzeyleri açsından değil, aynı zamanda birbiriyle doğrudan ilgili olmadıkları için de ayrıdırlar. Ekonomik düzeyin birinci ve ikinci anlamı arasındaki fark farklı kuramsal yapılara ait olmasıdır. Bu iki farklı anlamda kullanılan kavramın birliği için gerekli kuramsal koşulları düşünmek özgün bir üretim tarzı olan “kapitalist üretim tarzının” özelliğinin düşünülmesindendir. Marx kapitalist üretim tarzı kuramsal kavramını üretirken, “emek sürecinin” soyut koşullarıyla, “meta üretiminin” soyut koşullarını ayrı ayrı olarak ele almasının nedeni budur (Laclau, 1990: 124-5).

“Ekonomik düzey” kavramının kullanımına ilişkin yapılan bu genel açıklamalar çerçevesinde Laclau şunu önermektedir: Marx’ın çalışmalarında “ekonomik düzey” kavramı iki farklı anlama gelecek şekilde kullanılıyorsa, “ekonomik düzey” kavramını meta üreten toplumlar için, “üretim düzeyi” kavramını ise her toplum koşullarından birini ifade etmek için kullanılmasını. Böylece, üretim tarzının toplumsal hayatın başka bütün düzeylerini belirlediği yönündeki tarihsel maddeciliğin temel önermesi, kapitalist olmayan üretim tarzları için bir ayrıcalık oluşturmaz, çünkü kapitalist olmayan toplumlarda üretim ilişkilerinin temeli ekonomi dışı zora dayanır (1990: 125). Laclau’ya göre, Balibar ile Poulantzas, ekonomik düzey kavramını bilimsel anlamda bir eleştiriden geçirip kuramsal düzeyde bir kavram üretememişlerdir. Bu iki kavramın yarattığı belirsizliğin bir sonucu olarak bütünsel ve seziş yollu kavram kullanılmıştır. Dolayısıyla, Laclau’ya göre, Poulantzas’ın kuramsal çözümlemeleri zayıflamakta simgesel analiz artmaktadır. Tarihsel dönüşüm süreçleri farklı düzeyler arasındaki ilişki çerçevesinde anlaşılmaya çalışılırken, “üretim” ile “ekonomi” arasındaki ayrım ortaya konulamamıştır (1990: 125).

Laclau’ya göre, hangi düzeyin egemen rol olacağına yönelik bir sorunun ekonomi tarafından belirleyeceği yönündeki Poulantzas ile Balibar’ın açıklamaları da betimsel mecazlardan öteye geçememiştir. Çünkü, kapitalizm koşullarında geçerli olan “ekonomik düzey” ile “siyasal düzey” arasındaki kuramsal ayrımdan hareketle, bu ayrım kapitalizm öncesi toplumsal koşulları da için de geçerli olacağı düşünülüp, bu kuramsal ayrıma yapay bir işlerlik kazandırılmıştır.

Sonuç olarak, Poulantzas, kendisine yöneltilen iddialara karşı ilk iş olarak Althusserci akımla arasında olan kuramsal düzeydeki farklılığı göstermeye çalışır. O’na göre, Althusser ve takipçilerinin bir toplumsal formasyonu oluşturan farklı kertelerin önsel (a priori) olarak bütün toplum biçimleri için geçerli saymakta dolayısıyla da biçimciliğe düşmektedirler. Laclau da haklı olarak ekonomik düzeyi tek anlamlı kerte olarak kabul etmekte, yani ekonomiyi bütün üretim tarzları için aynı anlam ve içeriğe sahip bir kerte olarak düşünüldüğü gerekçesiyle Poulantzas’ı eleştirmektedir. Oysaki, Poulantzas, bu üretim tarzlarını düzeylerin sonal olarak (a posteriori) birleşmesinin bir sonucu olarak düşünür. Dolayısıyla da bu farklı kertelerin farklı üretim tarzlarının ortak niteliği olmayacağını, sadece kapitalist toplumsal formasyona özgü olduklarını vurgular (1976: 77).

  1. GEÇERLİ ETKİ

Aristoteles felsefesinde Hegel’i derinden etkileyen öğreti “potansiyel” ile “edimlik” arasında yapılan ayrımda kendini gösterir. Bu terimler Hegel felsefesinde “örtük” ve “belirtik” ya da “kendinde” olanla “kendi için” olanda ortaya çıkar (Stace, 1976: 48-9). Aristoteles ile Hegel’in sistemleri, evrim sistemine ve gelişmenin özelliği konusunda aynı kavramlara dayanırlar. Onların felsefesine göre, gelişme, yepyeni bir şeyin ortaya çıkması anlamına gelmez. Aristoteles için gelişme potansiyel varlıktan edimli varlığa doğru geçiştir. Hegel için ise, gelişme örtükten belirtiğe doğru bir geçiştir (Stace, 1998: 51-2). Her iki felsefeci de evrimci bir düşünceye sahiptir. Evrimci düşünce yeni bir şey otaya koymaz. Ancak, devrimci düşünce, devrim sonrasında yeni bir şeyin ortaya çıkacağına dayanır. Poulantzas da haklı olarak şunu demeye getiriyor, eğer Marksizm devrimci bir dünya görüşüyse o halde Marksizm içine sızmış halde bulunan Hegelci kalıntıların ayıklanması gerekir.

Poulantzas, kendinde sınıf ve kendi için sınıf nosyonlarını Marksizm içine sızmış Hegelci kalıntılar olduğu gerekçesiyle onları eleştirir. Poulantzas, bir sınıf bir toplumsal formasyon içinde ayrı ve özerk bir sınıf ve toplumsal bir güç olarak şu koşullar altında ele alınabileceğini düşünür: “Bir sınıfın - toplumsal bir güç olarak- özerk ve ayrık bir sınıf biçiminde var olabilmesinin ancak o sınıfın ekonomik varlığının üretim ilişkileri ile bağlantılarının o toplumsal oluşumdaki diğer düzeylere özgün bir varlık olarak yansımasıyla mümkün olur” (1976: 78). Özgün bir varlığın ortaya çıkmasıyla kastedilen şey üretim ilişkileriyle ilişkinin ve üretim süreci içindeki yerin diğer düzeyler üzerinde geçerli etkiler şeklinde yansımasıdır.

Geçerli etkiler denen şey ise, üretim sürecindeki yerin başka düzeylere yansıması sonucu yeni öğeler meydana getirmesidir (Poulantzas, 1976: 79). Miliband, bu çözümlemeleri, bir sınıfın olaylar üzerinde önemli bir etkisi olduğu zaman önemli bir belirginlik kazanması şeklinde yorumlanabilse de, Poulantzas’ın “ekonomik mücadelenin egemenliğinin siyasal mücadele üzerinde geçerli etkilerin olmadığı anlamına gelmez” (1976: 83) şeklindeki bir başka açıklaması bu yorumu tehlikeye soktuğunu düşünür. Poulantzas’ın işçi sınıfının ekonomik alanda yürüttüğü mücadelenin siyasal düzeyde etkilerinin olmayacağı anlamına gelmez şeklindeki açıklaması Miliband tarafından ekonomizm olarak değerlendirilmiştir. Miliband şu sonuca varıyor: Bir sınıf geçerli etkiler yarattığı ölçüde ayrı ve özerk bir sınıf sayılırken, farklı veril koşullar altınsa ise bu geçerli etkiler etkisiz olabiliyor ( 1973: 86).

Miliband’ın bu değerlendirmesi Poulantzas’ı ekonomizme mahkûm etmeye yönelik yeterli düzeyde kanıt oluşturmaz. Çünkü, Poulantzas sınıf tanımını yaparken sadece üretim ilişkileri noktasından hareket etmiyor aynı zamanda sınıf olma karakterini siyasal etkiler düzeyiyle bir araya getirerek açıklıyor. Poulantzas şunu ifade etmeye çalışıyor, sınıf kavramı Marksizm içinde Hegelci bir kalıntı olarak gördüğü “kendinde” ve “kendi için” kavramlarına dayandırılarak tanımlanırsa, Louis Bonaparte dönemindeki orta köylülüğün siyasal düzeyde yarattığı etkileri anlayamayız. Poulantzas’ın yapmaya çalıştığı kapitalizmin temel sınıfları dışında kalan diğer sosyal sınıfların hangi koşullar altında bir sınıf olabildiklerini ortaya koymaktır. Louis Bonaparte’ın iktisadi alanda burjuvazinin çıkarlarını temsil etmesine karşın; iktidarını orta sınıf köylünün siyasal düzeyde bir toplumsal güç olarak ortaya çıkmasına dayandırır.

Poulantzas tarafından geliştirilen bu kuramsal çözümlemeler özünde kapitalist bir toplumda temel olmayan sınıfların (köylülük ve küçük burjuvazi) hangi koşullar altında belirleyici bir sınıf olabileceği sorusuyla ilgilidir. Kapitalist bir toplumda temel olmayan sınıflar (Proletarya ve Burjuvazi dışında kalan) üst-yapıda politik davranışlar geliştirerek belirleyici bir sınıf olabilirler.

Poulantzas, geçerli etkiler kavramını kapitalizmin temel sınıfı olan işçi sınıfı çerçevesinde de değerlendirir. Devrimci siyasal örgütü ve ideolojisi olmasa bile, işçi sınıfının özerk ve belirgin bir sınıf olarak siyasal ve ideolojik düzeylerde yarattığı geçerli etkiler sayesinde hâlâ var olmaya devam edeceğini düşünür. Devrimci dönüşümü gerçekleştirecek güçlü bir siyasi örgütünün inşa edil(e)mediği ve bir ideolojinin geliştirilemediği koşullarda bile sosyal demokrasi ve reformizm geçerli etkiler açısından önemli bir göstergedir. Geçerli etkilerin bir göstergesi olan reformizm ve sosyal demokrasinin yükseliş koşullarında bile işçi sınıfı sistemin içinde eriyip gitmemiş hâlâ bir sınıf olarak var olmaya devam etmiştir (1976: 69). İşçi sınıfının etkisinin reformizm ve sosyal demokrasi hareketinin yükselişe geçtiği koşullarda dahi Poulantzas tarafından geçerli etkiler biçiminde yorumlanması, tarihselci anlayışta beliren henüz devrimci bir bilinçlenme aşamasına ulaşmamış ve dolayısıyla devrimci bir dönüşümü sağlayabilecek durumda olmayan kendinde sınıf ile devrimci bir bilinçlenme aşamasını ifade eden kendi için sınıf ayrımının temelden reddi anlamına gelir.

SONUÇ

Laclau’ya göre, Poulantzas, “üretim tarzı” ile “toplumsal formasyonu” ayrı soyutlama düzeyleri olarak ele aldığı halde, somut toplumsal formasyonlarda görülen oluşumları, soyut bir kapitalist modelin, somut ampirik koşullar içinde somutlaşması olarak düşünmüştür. Oysaki, Poulantzas’ın, belli bir soyutlama düzeyinden hareketle geliştirdiği kuramsal çözümlemeleri soyut bir modelin somut düzeyde cisimleşmesi biçiminde değil, kapitalist devletin bir ilişki olması sonucu, var olan somut konjonktür altında gelişen sınıf mücadelesine bağlı olarak kapitalist devletin aldığı farklı biçimleri göz önünde bulundurması gerekirdi. O’na göre, kapitalist devlet biçimleri içinde, konjonktürü ve sınıf mücadelesini hesaba katmadan genel bir teori inşa etmek “biçimcilik” ve “soyut yapısalcılık” anlamına gelir.

Poulantzas, çalışmalarına yöneltilen bu eleştiriyi, kullandığı yöntemin farklılığından ötürü kabul etmemiştir. Ancak Poulantzas, Almanya ve İtalya özelinden hareketle Faşizmi; Portekiz, İspanya ve Yunanistan özelinden hareketle askeri diktatörlük rejimlerini incelerken, somut olgulara dayandırdığı çalışmalarıyla kendisinin de kabul ettiği “teorisizm” eleştirisini büyük ölçüde aşmış görünmektedir.

Poulantzas’ın son çalışmalarını saymazsak ilk çalışmalarının kuramsal zeminini Stalin’in iktidarıyla birlikte genel kabul görmeye başlayan ve sosyalist devrim stratejisinin bir parçası haline gelen “araçsalcı devlet” anlayışına karşı geliştirilen argümanlar oluşturmakta idi. Odak noktasını araçsalcı devlet anlayışına karşı yürütülen bu argümanların oluşturduğu temel tartışma konusu, üst-yapıyı temel yapının basit bir yansıması haline indirgeyen “ekonomizm” anlayışına ve bu anlayışın çeşitli versiyonlarına dayandırılarak geliştirilen devrim stratejilerine karşı tepkilerden oluşmakta idi.

Poulantzas’a göre, devlet, son çözümlemede bir sınıf aygıtıdır. Ancak, devletin bu sınıfsal niteliği onu egemen sınıfın basit bir aracı haline getiren “araçsalcı devlet” anlayışından farklı olarak, tüm sınıf çelişkilerinin devlette yoğunlaştığı bir ilişkiler örüntüsü temelinde kavranmalıdır. Böylece, Poulantzas, üstyapıyı ekonominin basit bir yansıması olmaktan çıkarıp, yeni bir tarihsel blokun oluşumunda veya çözülüşünde aktif bir uğrak haline getirmiş olur.

Poulantzas’ın Devlet İktidar Sosyalizm adlı son çalışması ile önceki çalışmaları arasında kuramsal açıdan bir kıyaslama yapıldığında birçok noktada “kopuşun” olduğunu söyleyebiliriz. ‘O’nun bu son çalışmasıyla birlikte kapitalist devlet bir sınıf aygıtı olmaktan çıkıp, sınıflar karşısında tarafsız bir uğrak biçiminde kavranmış durumdadır.

Poulantzas’ın amacı kapitalizm koşullarında ortaya çıkan devleti, diğer üretim tarzlarına bağlı gelişen devlet tiplerinden farklı bir anlam ve işleve sahip olduğunu gösterip, özgün bir “kapitalist devlet teorisi” geliştirmek olmuştur.

Nicos Poulantzas’ın Siyasal İktidar ve Toplumsal Sınıflar adlı çalışmasıyla birlikte tartışmaya açtığı kapitalist devlet sorunsalı, farklı ekollerden gelen Marksist düşünürler arasında verimli bir tartışmanın zeminini oluşturduğu gibi, günümüzde de kapitalist devlete ilişkin geliştirilen birçok tartışmaya ışık tutmuştur.

KAYNAKLAR

ALTHUSSER, Louis (2002) Marx İçin, Çev. Işık Ergüden, İtaki Yayınları,

İstanbul.

ALTHUSSER, Louis (2003) İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları, Çev. Alp Tümertekin, İtaki Yayınları, İstanbul.

ALTHUSSER, Louis (1971) Lenin and Philosophy and Other Essays, Çev. Ben Brewster, Monthly Review Pres, New York and London.

ALTHUSSER, Louis ve Balibar, Ēttenne (2008) Kapital’i Okumak, Çev. Işık Ergüden, İthaki Yayınları, İstanbul.

BAKUNIN, Michael (1991) Devlet ve Anarşi, Çev. Alet Türker, Kavram Yayınları, İstanbul.

BANK, Berker (2012) Kapitalist Devlet Kuramı: Sivil Toplum ve Devlet Arasındaki İkiliğin Aşılması, Sosyal Bilimler Dergisi, C. V, No.II, s.21- 52.

CLARKE, Simon (2004) Devlet Tartışmaları, Simon Clarke (der.) Marksist Devlet

Kuramına Doğru içinde,         Çev. İbrahim Yıldız, Ütopya Yayınları, Ankara, 7-86.

GÜLALP, Haldun (1993) Kapitalism Sınıflar ve Devlet, Çev. Osman Akınbay ve A. Yılmaz, Belge Yayınları, İstanbul.

MILIBAND, Ralph (1989) Kapitalist Devlet, Çev. Osman Akınhay, Belge Yayınları, İstanbul.

MILIBAND, Ralph (1980) The State in Capitalist Societ, Quartet Books, London.

MILIBAND, Ralph (1970) The Capitalist State: Reply to Nicos Poulantzas,

New Left Review, 1 (59), 53-60.



YAZARLAR
Bizi Takip Edin :
Facebook Twitter Google Youtube RSS
ÇOK OKUNAN HABERLER
  • BUGÜN
  • BU HAFTA
  • BU AY
HABER ARŞİVİ
SON YORUMLANANLAR
  • HABERLER
  • VİDEOLAR

Web sitemize nasıl ulaştınız?


nöbetçi eczaneler
HABER ARA
YUKARI