Üç yıl… artık bir hastaya eder gibi refakat edilecek, fani bir zemine oturacak hayatı; simsiyah yıldızsız geceye boyayan bir haberin gelişi… olmayan; şeytaniyken niyeyse inatla olduğuna inanılan, sanılan büyülü hayatın parlaklığını; saat gece yarısını vurmadan bozacak, kırık parçaları bir araya getiren, bütünü dağıtan ölümün aniliği; kaybın da … bu vahşi, bu çirkin, bu nefret edilesi, bu geride yalnızca ceset bırakan en ücra hücreyi dahi es geçmeyip pincik pincik, lime lime eden hoyratlıktaki milyonlarca insanla dolu dünyada; parçalanan, kırılan bir kalbin nafile cümleleri; isyanı; ölüme, acıya; demek ki; an'da acı var… gün de, ayda da; yaşam dediğin de hüzün, keder; acıya bulanmış yalnızlıkla gelen sis bulutu; kendini kaybettiğin, ne de olsa içinizdeki ölmüş parça size aittir; kimse bilmez; kimsenin bilmesi de ‘gerekmez'li varoluşun çıkmazı; üç yıl ‘ meğer sen yaşadığında ne kadar da tammışım; şimdi bir parçam zamansız kesilip, koparıldığından, hep eksik…hep yarım…bir boşluk; o kadar uzun süredir orada ki, tek kırıntı bile bırakmadı içimde…sensiz bu dünyada sanki hiç kimseyim… hiçim… kimim ben? bulamıyorum da.Zaten kim çekiştirirse onun elinde kalan bir hayattı benimkisi... öğretilen, bildiğim, inandığım her şey de yalan çıktığından; belki ben de koca bir yalanım ‘la dövünülen üç yıl…Daha yokluğunla son baharı, son yazı, son kışı yaşayacağım beşinci mevsimde değilken; sen yaşıyorken; hani bir elinde sigara, diğerinde bir şişe bira denize bakan kayalıkların üzerinde Cüneyt, Munzur'un kıyısında gerilla günlüklerine dalmış Lorina'yla, Bejna; deli deli esen poyraza vurmuşlarken kendilerini, beyaz çalışma masasındaki yazıcıdan gözümün içine baka baka arakladığın arkası düzeltmelerle karalanmış müsvedde A4 kağıda resim yaparken ‘sen'; belki bir gün yayınlarım diye fırsat bulabildikçe yazdığım, bilgisayarda sen9.doc uzantılı dosyadaki roman taslağım vardı ya işte onu ben; seni kaybettikten üç yıl sonra ancak, bugün açabildim.
Bugün; bir gün, düşünce dostunuz otuzyedi aydının yürekleri; vahşi bir kabilenin üyesi katillerce hem de can güvenliklerini sağlamakla sorumlu devlet yetkilileri dahil onlarca insanın , herkesin gözü önünde canlı, canlı yakıldığından sevmediğiniz “Sivas Katliamın“ yapıldığı iki Temmuz'da; senin de hayatını kaybedeceğin aklımın ucundan geçmeyeceği gibi söyleseydi biri; misal bir falcı, büyücü ‘bu kadar abeslik… bu kadar saçmalık olmaz'la kahve fincanını, tarot kartlarını, suyu, taşları yüzlerine fırlatacağının kesinliğinde; ölümünün üçüncü yılının ertesi günü üç Temmuz'da; yaşasaydın belki şiirlerini elinden düşürmeyeceğin, belki ‘harflere cambazlık yaptırıyor'la küçümseyip ‘ama hayata, yaşanmışlıklara dair ayrıntıların da üstadıymış hakikaten'le de hakkını teslimleyecek vicdanlıkta; aynı cinsel tercihtekileri ABD‘de, medeni ülkelerde orduya alınır, evlenirken “sapkın”lıkla itham edileceği aykırı, marjinal, despot Türkiye'nin; her şeyiyle sahici, yalansız yüzünün “ zaman ki sana hasta olmuş, incelikli haytasın”ın; senin gibi sıska, narin bedeninin, kırık duygularının üzerinde yük; toprak yığılacak vefatını Twitter'da okuduğumda; onlarca ‘ ahhh…ahhh'lı açık yarayla dolu yüreğimde “ahhh ince sözlü şair ahhhh…'lı yeni bir yara daha yerini alırken kara kutun bulunmayacak olsa da sende biliyorsun ki “bulamayacaklar kara kutunu, en derin yaralarımıza gizleyeceğiz onu; rüzgar güllerimizin kokusunu duyacaklar sadece, anlamayacaklar...” göz yaşlarıyla mahremiyetlerinde mahremiyetini saklamanın belki de öfkesini yaşarken hayatına aldıkların; ‘kimseye tuz bastırmadığı açık yaraları vardı, zaten kimsede de tuz yoktu' düşüncesinde; naif bünyelerin cehennemi bu dünyada; bir an önce av bulup, parçalamak için sürekli tetikteliğin aptallığından bıkmayan, bulduğu her ‘leşe' üşüşen ‘Akbaba'lıkta; doy(urula)mayan ‘ iflah olmaz' iştahtaki insan oğullarının kara kutularını ‘hiç'liği sergilemek adına ortaya saçmak lazım' diyerek taslak romanımın rahat yatağı Sen9'word dosyasını; seni kaybettikten tam üç yıl sonra açtığım bugün; domuz gibi değilse de insan gibi iki kadeh içesim de var; bir şair öldü diye… çok mu?
Bugün; öldüğün gün; hayatının da didiklendiği bugün… ister bir apartman katı, Villa, köşk, gecekondu; ister ofis, okul, karargah, mağaza, hastane, Bakanlıklar; ister bar, sinema salonu; ister AVM olsun aynı işlevdeki duvarlar arasında, kuytularda ömürlerini tüketen insanların açığa çıkmasını istemedikleri korkularını, sıradanlıklarını, cinsel tercihlerini, gizli kapaklı sevişmelerini, algısızlıklarını, ötekileştirdiği kesimlerin canını yakmış, acıtmış hep kendinden sapmış Türkiye'nin ilkelliğini, çiğliğini sergilerken “sözcük aralarına, sözcük oyunlarına, gizlenme ve oradan çemkirme…en uç sınırlara kadar gitmekten çekinmeme” düşündüklerini yazma, istediğini söyleme serbestliğini; lanetlendiği, horlandığı zamanlarda Beyoğlu'nda kendini siper ettiği gay'liğinin, ibneliğinin ‘O mu ? rahat bırakın, ne yaparsa yapsın marjinaldir (ki aslında ne çok da işine yaramıştır bu kabullenmediğin yafta) ayyaşın, otçunun teki' kalkanını eline alarak, yaptıklarına, yapacaklarına sınırsız özgürlük alanı açan zekaya sahipliğinin; çürümüş, çürüyecek yaşamlara batırdığı kılıcınla derin uykudayken mahalle 'uyanın salaklar hayat kaçıyor' şamatasına ‘terbiyesizlik etme gecenin bu vakti'yle karşılık verdikten sonra yeniden yatağına uzanırken ‘valla doğru söylüyor aslında'yla onaylanan kışkırtıcı ahhh benim zehir kusan Şairim ahhh ; şiirine düşündüğün şeyi taşıtırken bazen ‘ yaptım oldu, ben yaptımsa doğrudur' tavrın sinirlendirse uyarıcı işlevli amme hizmetinden geri durmadığın bu hayat cidden de arabeskmiş. Tanışıklığımız da ordandı işte; bir coğrafyanın işkenceden geçmiş tüm bakışlarıyla bir şeyleri unutmak, başka bir şeyleri hatırlamak istemenin sıkıntısında tutunmak için yaşama , nafile çırpınışlarla bir mahkumun boncuktan kuş yapması gibi yerimize tükürdüğün, sövdüğün, dövdüğün, dövüldüğün “ama sonunda....sürprizlerine yenilen” arabesk hayattandı. Tanışıklığımız kazandığımızı sandığımız anda kaybettiğimizi; üstelikte hep kaybedenken de, kazanmanın kirlenmekle eş olduğunu bilenmeyenlerin merhametinden kaçmanın, uzaklaşmanın küstah uçarılığının güzelliğini de bilmemizdendi. “ sarhoş olun”la hayatı güzel yerinden yakalamış Flaneur Baudailer, . Rimbaud ,...,..Neruda, lorca…,Borges,…, Bukowski, Nazım, …, Orhan Veli, …, Cemal Süreya, …, …,Yılmaz Odabaşı'nı okuyan sen; uzun cümleler kurduğundan bugün ölen "gezegende bir şair daha öldü salak. o nedenle bu masal kahramanı uysallığım. yoksa ben de bilirdim bir peugeot'ya binip ters istikamete gitmeyi " mısralı şairin dediği gibi, sabahın kör vaktinde ezan okuyan müezzinlerle birlikte şiir yazmak için ayağa kalkamayacağından; sanki vaktin, fırsatın vardı da yazmamışsın gibi hiç şiirde karalamadın, çok ilgili de değildin şiirle ki, bugün vefat eden Şairin Erotika kitabındaki “ Ben ölürsem ….küçücük ömrüm hep rüzgâr gülleri kokacak...küçücük kabrim bir çocuk gibi haylaz olacak…” mısrasını da daha okumamış, duymamışken; ne gariptir yaşadığında, Lozan Parktan eve yollandığımızda Kahire caddesindeki küçük marketin önünde sergilediği rüzgar güllerinin döndüğünü görünce ‘aaa ne kadar güzel' hayranlığının satın aldırdığı zar zor balkon demirine iliştirdiğimiz sonrasında dönmesini seyretmek için rüzgarı beklediğimiz rüzgar gülünü sevdiğini bildiğimden, sana mezarına her gelişimde; küçücük kabrinin her yanını, her biri farklı renk, şekil, desendeki rüzgar gülleriyle donattım. Kabrine her gelişimde rüzgar, yağmur, güneş veya karla bozulan rüzgar güllerini yenisiyle değiştirdiğimde aralarından illaki biri, ikisi çocuk sevinciyle döndüğünde ‘bildin mi yavrum, sen bildin mi kuzum geldiğimi 'li ağıtlarımı da Karşıyakada'ki tepeden şehre doğru savuracaktı, rüzgar gülleri.
Ahhh yavrum… ah… yedi yıl…o kadarcık kısaydı ki ömrün; yıllar, yıllar sonra karşılaştığımda adının; parkta kumu küreğinle kovana boşattığın, kaydırakta kaydığın, salıncakta sallandığın arkadaşlarının hafızasında yer edinmediğini göreceğimi bildiğimden, her giden,her ölen, her terk eden için değil senin gibi çocuklar için yerinde, duymadığın “bir insan onu hatırlayan son insan öldüğünde gerçekten ölür” cümlesi… etrafındaki üç, beş yaşı da kemale ermiş yakınların göçtüğünde adının anılmayacak, hatırlanmayacak olması gerçeği; yağmur nerde başlıyor... nerde bitiyor; ölümün kiracılığını yapan, ‘masumiyet diye bir şey yoktur, herkese illaki bir suç yükleyecek' hayat nerden…nereye kadar beyaz, mavi, turuncu; nerden sonra siyah, griydi sorularının cevabını da kaybettirdi; bana. Ölüm nedir, ne değildir bilmediğinden ardında bir vasiyet bırakmayı düşünmeyecek kadar küçüktün ya sen, deden, anneannen gibi yaşlıkta çocukluğa geri dönüldüğünü de gördüğümden; tekrar edilen yaşama dair her şeyin; ölümün, öfkenin, anlamanın, benciliğin yalnızlığın, aptallığın kırbacın, martının, marketin futbolun, Galileo'nun pergel'inin teğet'in, sigaranın esrarın, Porche keşkül ve narkozun, iyinin kötünün, çocukluğun gençliğin yerleşik algısını yerle bir eden sesi; aynı kahrolası Temmuz da vefat etmeden önce vasiyet bırakan Şairin vasiyetine uymak içimden gelmediğinden gitmedim dansa, partiye eğlen(e)medim ama “….simsiyah bir gece giydim yüzüme!” ‘böyle bir şair yaşadı…geçti dünyadan senin gibi; Can' dedim. Neden diye düşündüm sonra kendi kendime neden; on yedi yaşındayken “…. ilk kez ailemden ayrı olarak arkadaşlarımla tatile çıkmıştık, birinci durağımız Datça'ydı, bir tahta iskeleden denize bakarak 'söz' diye mırıldanmıştım, bir gün, öleceğimi hissedecek olursam buraya geleceğim!”li sözünü neden tutmadı benim çılgın Şairim, ‘tutamazdı' diye mırıldandım içimden… tutamazdı. ”Bir de Flu'es romanının kapağındaki onca fotoğraf karesinden birinde Galatasaray formasıyla poz vermişliğin vardı. Bunu niye giydin hiçbir fikrim yok. Zerre sevmiyordun Galatasaray'ı. Bir gün bana "gel Fener'in maçını izleyelim" dediğinde "Galatasaraylıyım ben, sıkılırım orda" dediğimde, üç dört saniye yüzüme baktın sonra da "nasıl yani ya? dedin" yazmış biri sosyal medyada seninle yaşanmışlığındaki şaşkınlığını. Birlikte maç izleyecek kadar yakın o birinin; "nasıl yani ya?” tepkini; gerçeği tabutlayan radikal yandaşlıktan, özgürlüğü yok eden herhangi bir şeye biat'tan, bağımlılıktan ışık hızı uzaklığını kavrayamamış olması bir yana, ”kimse kimsenin olmasın” iç boşaltımını dahi duymamış olması ihtimali; hissetliklerini anlamayan, belki de ona göre farklı, üstün çevreni, ortamını ‘ çok yakın dostumdur, şiirlerimi beğeniyor' faydacılığıyla kullanan ama seni tanımayan onlarca insanın etrafını sarmaladıklarını düşündürdü bana.Ah be benim ince, dağınık sözlü, serseri özlü Şairim ahhh !!! tutamazdın sözünü; ölüm kilitsiz kapısından elini kolunu sallaya sallaya evine kanserle arz-ı endam ettiğinde ‘ İstanbul'un bu kirli havasından, bu çat kapı herkesin postu serdiği, girenin çıkanın belli olmadığı, hijyenden yoksun evinden, sağlığın için bir an önce uzaklaşmalısın, pek çok İngiliz, Avrupalı akciğer dahil her kansere havası iyi geldiğinden Bodrum'a yerleşmiş…miş…miş…' telkinleriyle; hani karşı çıkışlarını umursamadıkları çocukları adına neyin doğru olduğuna ebeveynler, bizler karar veririz ya onun gibi, bir balon misali kanserle iplerini elinden kaçırdığın hayatının, nasıl olması gerektiğine dair kararını; seni daha uzun yaşatacaklarına, keyifli, mutlu bir son hazırlayacaklarına inanan; ‘olduğun kimse'nin… kimselerin' avucuna, avuçlarına bırakacaktın. Belki “elbette bir gün ‘Açık Waliz'i bulacaktır evime girenler; tamamlanıp kapatılamamış olan son Waliz…” yazan sen “hangi ağaç büyüyünce ormana katılacağım diye boy atar ki”li ters köşelerinden birini yapıp; hepimizde, her insanda; sende, bende var olan; sergilesek dünyayı yerinden oynatmayacak, kimsenin umuru olmayacak basitlikte ama niyeyse saklama gayretinde büyük efor sarf ettirtip hayatın akan saniyelerini boşa harcatan, bizi güçsüz kıldığına inandığımız korkularımızı, arzularımızı, endişelerimizi, söylemek istediğimiz söyleyemediğimiz “kendini bir bok sananlarla aynı kanalizasyonda olmak zor”, “en basit yalanları gözümün içine bakarak söyleyen aptallar tanıdım”lı onlarca düşüncemizi, “bi s.k gidin”li küfürlerimizi kırılganlıklarımızı; sonunda aynı evde yaşıyoruz o halde hayatı birbirimize mutlak surette zehir etmeliyiz mantalitesine sahip, bir başkasını sırf birbirlerinin hayatlarına gökten zembille indiler diye sevmek, korumak zorunda hissettiği, bunun dışında hemen hiç bir paylaşımın olmadığı insanlar topluluğuna dönüşen ailenin, sistemin, başkalarının dayatmalarına boyun eğmekle doldur(ulan)duğumuz kara kutularımızı; kendininmiş, seninmiş gibi ulu orta, bağıra çağıra açarken kim bilir ne çok eğlendin, ne çok dalga geçtin hayatla, bizimle. Seni kışkırtan hayata, yazdıklarına ihanetini açmadığın kara kutun, evine gireceklerin bulmayacağı “Açık Waliz”in de “... ilk aşkıma döndüm ben. On yedi yaşındayken burada sahilde bir gece tek başıma oturmuş, denize ‘sana âşık oldum, bir gün geleceğim sana, bekle beni' demiştim. Sözümü tuttum sonunda. Herkes ilk aşkına dönse dünya çok daha güzel olur. İnan bana” bahanesiyle kapatıp; güya kalabalıktan kaçan büyükşehirlilerin, yaşadıkları yere rahmet okutan kalabalıklar yaratmak uğruna; bir zamanlar orman, tarla olan yeşil alanları yakarak, doğayı katlederek deniz esintisinin yüzlerini okşamasını engelleyen betondan evlerini, otellerini övdükleri; yaz ekranlarının değişmez magazin merkezi; bir gece konaklamaya burun kıvıran, en az iki, üç gece konaklama şartı koyan, göt kadar otellerin geceliğine üç yüz, dört yüz, lahmacuna yüz , yarım litrelik bir şişe suya on Türk Lirası ödenen uçuk fiyatlı işletmelerin müşterilere köpek muamelesi çektiği; Barlar sokağında on ikiden sonra laf atmakla yetinmeyip her an üzerinize atlayacak kız, oğlan avına çıkan ”....ardıma bakmadan kaçtım onlardan....şimdi onları unutmak için terapi gören kuşlarla bir olup menfaatlerine tükürüyorum! ölseler cesetlerine yok.yaşasalar manasızlar” mısralarını onaylatan, teşhircilikte dipsiz, yalancılıkları, iki yüzlülükleri ile de o beyaz çatılı saflığını bir şekilde kirlet(miş)enlerin; "duygu"nun "d"sinden eser bırakmadıklarından ruhsuzluğa, ‘leş gibi'liğe mahkumladıkları; her beş kişiden dördünün “ tatile nereye gideceksiniz” sorusunun adresi;“ her yeri boyamışsın, çok güzel, ama burada biraz kan kalmış, zincir kalmış, kırbaç kalmış…”ın paçoz Bodrum'unda ; mecalsiz bıraktığı bedenine söz geçiremediğin kanserli zamanlarında; başlarını mineli, gümüş kumlara sokan devekuşu vizyonlu “olduğun kimseler” yüzünden bekledin ölümü .Belki kimsenin duymadığı sessizliğinde dilinde ‘“mutlular. ölüleriyle mutlular“, ‘bundan sonra hayat böyle olacaksa, salak sersem kanser ciğerim her uzvumu; sırtımı, kollarımı, bacaklarımı dermansız bırakacak ağrılara boğacaksa, böyle Ulan İstanbul'suz, pezevenk Beyoğlu'suz kalacaksam, neye yarar ki yaşamak? İyisi mi, bitsin artık şu yaşam dersinde kaldığım hayat da; kıçına kına yakacaklar da yaksın, ben Zozi'nin, Uzay'ın yanındayken ‘ diyerek o siktiri boktan kasabada; Bodrum'da ‘nerde kaldın ey sevgili ölüm'ü istedin, hemen; “…sonrasında ne yazılabilir” dedirtmiş serseriliğin, aylaklığın, küstahlığın dünyadaki elebaşısı, lideri Rimbaud, sadece altı yılını şiir yazmaya ayırdığı ömrüne otuzyedisinde veda etmedi mi'yi de aklından geçirerek, belki. Sonra; ömürleri hep kısadır ya serserilerin, aylakların; dalgacı şairlerin; işte sen benim kışkırtıcı Şairim; hayatım bitiyor diye de düşündün hastane odasında, hasta yatağında son dakikalarını yaşarken; haydi kalk, in Beyoğlu, ordan ver elini İstiklal caddesi; duvarları uzunca bir geçmişi barındıran, hep tütsü kokan eskiden " ucuz, güzeldir" imajını şimdilerde Terkos pasajından üç katı fiyatına sattığı mallarla yerle bir etse de, bir kere uğranılmışsa bir daha hep uğranılan her çeşit dükkanın bulunduğu, kendini evinde hissettiğin “ Çalıntı'ya uğradım, Suat kapının önüne posterler yığmıştı, fakat diğer posterler Kurt'un ismini örtmüş. Sadece sarışın, onlu yaşlardaki bir delikanlının resmi. Ben resme baktım, baktım, çocuğun gülümsemesini, gözlerini, saçlarının rengini çok beğendim. Ne bileyim, çocuğum olsun gibi mi hissettim? Çocukları seviyorum, yeğenim de var, onunla vakit geçirmek, sinemaya gitmek falan çok hoşuma gidiyor. Bir yandan da tuhaf geldi. Çocuk resmini niye duvara asayım? İki-üç tur attım, sonra geldim, önündeki poster düştü ve altından Kurt Cobain ”.(1967-1994) ismi çıktı. O ânı hiç unutmuyorum. Kaldım. Üstümde para yoktu. Dükkanın sahibi Suat'a dedim, “ üstümde para yok, sonra veririm.O gün bugündür duvarımda asılıdır ”la anılarında yer edinmiş Atlas pasajında giriş katının sonunda çok güzel t-shirtler, figürler satan mağazaya da bak bakalım, cırtlak sarı, yeşil ya da gri, beyaz çizgili renkli bir tişört , bordo, sarı, mavi bir pantolon var mı, on, on beş Türk Lirasına, sonra belki Atlas Sinemasında uğrar hangi film oynuyor diye bakarsın, kafan eser bir bilet alır, film seyredersin; kalk haydi! Kalk! seni, vazgeçemediği haşarı çocuğunu bekliyor Beyoğlu; beklemesin mi diyorsun?Bu devletin hastane yatağında istediklerim yerine istenenleri yapacak durumdayken; gelemem sana puşt Beyoğlu...gelemem. Hastanedeki odanın penceresine kadar zar zor adım atıyorum; taşımıyor beni titreyen bacaklarım halsizim, yorgunum…çokkk yorgun; düşün canım ne içki, ne sigara istiyor, iki cümle kuracak, iki cümle yazacak takatim de yok ki şiir yazayım, bitmişim… anlayacağın; şimdi anladın mı beni…yatak odanın kapısı; seninle sevişmek isteyen delikanlılara açık koynun gibiydi ya karşında el değmemiş bir beden işte, keşfet haydi; seviş onunla da her zaman ki tüm fütursuzluğunla. Yapamıyorsun değil mi? Ölüyorsun çünkü.Çok zor…en zor işmiş hiç bir duyguya, olguya imgeleyemeyeceğim ölümü yazmak şiir yazmaya hiç benzemiyormuş; Zormuş be hocam !!!! zormuş öleceğini bilmek… ölümü beklemek….son dakikalarını yaşadığını bilenlerin sana bakan gözlerindeki, gizleyemedikleri, gizlediklerini sandıkları acıdan körleşmiş bakışları; halbuki muhtemelen artık çarpmayacak kalbim, süzmeyecek böbreklerim, sindirmeyecek midemi, bağırsaklarımı makinelerle çalıştıracakları yoğun bakımda bilincim de kapandığından tükenmiş bedenim sayesinde bilmeyeceğim ben öldüğümü de. Adımın önüne ölünce; Beat kuşağının, alt kültürün Türkiye temsilcisi, post modern hayatın ağzı, Türk şiirinin Rimbaud'u vesaire, vesaire onlarca taltif edici sıfat koyacak rezil edip, kalbime bıçak soktuklarını unutan Türkiyeliler; sen de ulan olm blym sen de; yapacakları belgeseller de şiir okuduğum videoların yanı sıra ‘huzurluydu' sanki başka bir yolum varmışçasına ‘olgunlukla karşıladı ölümü, bir gün dedi ki' yle anlatacaksınız son anlarımı, yanımda olmanın belki ilk defa yararını göreceksiniz. Farkında değilsiniz hiç biriniz; şimdi ben dışında biriymişçesine bebekler gibi; bu ne, niye yapıyor, niye böyle sesleniyor, acaba niye acıyor bu el diye, diye algılamaya çalışarak manasızca; ayağa düşmüş bir yabancınınkiymişçesine bakıyorum bana puştluk etmiş hayata; yazacağımı yazdım, söylemek istediğim ne varsa söyledim; otuzbir yılda altmışdokuz kitap; deliler gibi içerek, çalışarak, sevişerek, bağırarak hem de; el atılmadık ne bir nesne, ne bir duygu, ne bir kavram , ne de alfabede bir harf, ne bir sözcük bıraktım; ? yazacak bir şeyim de kalmadığına göre... evet, artık bitti, perde! Artık katlanmak zorunda kalmayıp finalini intiharla yapacağımı, süsleyeceğimi düşündüğüm ama düşündüğümü, yapacağımı kanserle engelleyen bu boktan hayatın ibneliği yok mu ? Geç kalmışsın hem de çok geç olum geç kaldın; Kurt gibi, Uzay gibi, Can gibi, gibi…gibi belleğinde bir yerde beklettiğin, değişmeyen yegane düşüncendi ya intihar, altın vuruşu gençken yaparak göçecektin bu dünyadan; bu kadar ağrı, acı çekmeden yapmalıydın, yapmazsan hayat işte böyle başlangıcını belirleyemediğin ömrünün sonunu belirleme hakkını elinden alıverir de; farkına vardığında zaten ölmek üzeresindir. James Dean gibi Tanrı'nın elinden hayatlarımızı tehdit ettiği ölümü alıp ölümsüzlüğü koşacaktın;olmadı, olamazdı da…“benim o yaşlarda öyle tebessüm eden fotoğrafım hiç yok, evdeki en temiz poster odur, çerçevelidir. Sürekli temizlenir, silinir” dediğin evinin duvarındaki Kurt Cobain fotoğrafı vardı ya ona bakıp bakıp “…. Avrupa Yakası 'nda Burhan Abi gibi o duvardaki ağlayan çocukla konuşuyor, ben de bazen onunla konuşuyorum. Kurt Cobain'in resmi bana her zaman hüzünlü bir umut verir. Hem zekiyim diye bakıyor, hem gülümsüyor ve sonra da intihar edecek. Filmin sonunu biliyorum ama yine de seyrediyorum. O bakışlarda, “ ben her an çekip gidebilirim ” var. Bu adamın, “ ben öleceğim ” dediği zaman koluna yapışmamak lâzım. O zaman sinirlenir…”le aynı duyguyu, düşünceyi paylaştığın; bindokuyüzdoksandört yılının sekiz Nisanında yirmiyedi yaşında ”sönüp gitmektense yanıp kül olmak daha iyidir” mottosuyla kanında üç tane iğneyi peş peşe vurmaya denk yaklaşık 1,52 mg eroin bulunan;kotunu, gömleğini, ayakkabılarını giymiş, sırt üstü uzanmış durumda, göğsünün üzerindeki yirmi kalibrelik tüfekten attığı tek kurşunla suratını dağıtan Kurt; dokuzyüzdoksanaltı'nın yedi Mayıs'ında onyedi yaşında, otopsi raporunda düşme sonucu öldüğünü yazdığından; rivayete göre öldüreceğini bile bile aldığı overdose; yüksek doz uyuşturucuyla fenalaşınca öldüğünü düşünen arkadaşları tarafından uçurumdan atılan, Rumelihisarı'nda boş bir arsada cesedi bulunan; pek çok insanın, hatta Kurt Cobain'nin "inandığım hiçbir ideoloji yok. değerlerin hepsi yapay. gerçek değerlerin hepsi yok olmuş, inanacağım insanlar yok. riyakar ilişkiler, düzenbazlıklar... bunlardan hangisinin içine girip beraber olabileceğimi bilemiyorum. hiçbirine ait değilim..." düşüncesine katılan annesinin de "yanlış bir dönemde yanlış bir dünyada doğurdum ben o'nu..." diyeceği; seninse “olmayan kurdun ayağıyız biz seninle!” dediğin Junkie Can ; dokuzyüzdoksansekiz yılı dört Nisanında “İstanbul kötü ya, tek istediğim sevgiydi” haykırışının yankılandığı Beyoğlu sinemasında cesedi bulunan Kanat gibi belki de lanetli dokuyüzdoksanlı yıllarda intihar edenlerin, intiharları için en güzel, en uygun gördükleri aşikar bahar mevsiminin üç ayından birinde kendin koyacakken hayatına son noktayı; “Sen de biliyordun Kanat bu hikaye böyle bitecekti; istesen de istemesen de!” yazmıştın ya Kanat'ın ardından sen de biliyordun… sende biliyordun ki hayatının; diğer insanlar gibi öyle dümdüz… öyle kavgasız, gürültüsüz… öyle acısız, hüzünsüz…öyle fırtınasız seksen, doksan yaşında sonlan(a)mayacağını; sende biliyordun…dost saydıklarında eğer hayat sana kalleşlik etmeseydi hikayenin kanserle bitmesine izin vermeyeceğini biliyorlardı. Kanserden ölmektense muhtemelen; esen soğuk rüzgarı kesmek için pencereleri kalın, şeffaf naylonla kapatılan, sıvasız gecekonduda, annelerimizin üşümeyelim diye mahalledeki tuhafiyeciden aldıkları ucuz yeşil, haki renkte kalın yün yumaklar, dört, dört buçuk numaralı şişlerle ördükleri, XXL beden salaş; her sonbahar kışlıklar içinde çıkınca ‘canımla' sarıldığımız, sonraları apartman katında kışın elde kahve, battaniye altında saatlerce film, dizi izleme, kitap okuma, ağlarken yakalarına, kenarlarına tutunarak depresyon işlevi de yüklediğimiz yıllarca giydiğimizin hırkanın bir gün; The Manhattan markalı iki cepli, düğmeli yün, likra karışımı benzerini değil neredeyse aynısını MTV Unplugged programında dokuzyüzlü yılların bunalım takılmayı meşgale edinen “Grunge” gençliğinin simgesi Kurt Cobain giyince; “depresyon hırkası” nitelendiğinden; sabah kalkıldığındaki hal var ya öyle uyanan sonra senfonik yaşayan Seattle menşeyli sınıfsal konumlarından ötürü aynı zamanda bir ideolojik duruş, politik tavır barındıracak, göz ardı edemedikleri dağınıklıklarının tüm dezavantajlarını; düzensiz sakal, darma duman saçlar, bileklikler, bol, lekeli; kot pantolonlu, kazaklı, oduncu gömlekli giyim kuşamlarını tarza çevirmeyi başarmış “Grunge”ların; Türkiye'deki temsilcilerinin, Seattle'dakilerin tersine asırlarca yapıla geldiği gibi politik tavır işlerine gelmediğinden işin imaj kısmını ithal ettiklerini, ondan etkilendiklerini bilen, yaşayan uyanık işadamlarının ( ki onlar elbiselerin ideolojik olduğu gerçeğini de farkındaydılar) mağazalarının vitrinlerini pahalı postallar, haki renk çanta, yırtık kotlar tabiî ki depresyon hırkasıyla doldurduklarından; bu hırka yağlı saç, hafif ter kokusu, omuz düşük yürüyüş, ölü balık bakışıyla kombinlenirse optimum yarar sağlar, mutlu mesut depresyona girersiniz düşüncesine nail maddi, manevi açıdan sorunsuz, rahat bir ortamdan da habersiz geçip giderken hayatımız; senin benim yalnız Şairimin haberdar olduğundan “üzerindeki hırkaya Cobain hırkası diyorlarmış; Evimize gelip giden genç arkadaşlardan biri söyledi bende de Kurt Cobain'in hırkası varmış”la şakaya vurduğun, üstünde depresyon hırkan, Nevermind'i dinlediğin bir ânda aklını, vücudunu uyuşturacak, Nirvana'ya yükseltecek ne varsa elinin altında onu kullanarak, hayatını sonlandıracaktın.Sırf kanseri önüne koyduğundan ‘ ibnesisin … ulan puştun da puştuydun be aşağılık hayat' demek hakkındı senin; buraya kadarmış puşt hayat; buraya kadar da biraz tekrar, biraz dağınıktım…şimdi içimde beni paralayan fırtınalar yok, ölüyorum ya duruldu dalgalar… yaşadıklarım, hoyratlığım, kırdıklarım, dert saydığım, saymadığım onca şey nasıl anlamsızlıklarla yüklü şu an. Nazım gibi, Can baba öldüğünde benim de yaptığım gibi ardımdan yazılar, yüz kırk karakterli Twitler, Facebook, Instagram; mesajlar… mesajlar… mesajlar; bir barda, bir masada beni anmak üzere toplanıp sarhoş olana dek içip ‘bu kadeh de onun için haydi şerefe' seslerini bastıracak şiir okuyan ölmüş ben; ekranlarda…
Haydi kalk! Bak! senin de vazgeçemediğin “terbiyenin sadece çorbada bulunduğu” arenasından beslendiğin, şiir gecelerindeki haykırışlarınla yerini göğünü inlettiğin uçarı sevgilin Beyoğlu seni bekliyor … kalksana; hani iş için, gezmek için, bir akraba ziyareti ya da bir cenaze için ayrılmak zorunda kalırsında birkaç gün geçtikten sonra sanki sevgilinmişçesine hatta sevgiliyi bile sollayan daha önce, daha çok bir özlemde, dönmek istediğin; yokuşlu, loş koridorlu, ufak pencereli; yerde müzik seti, masada kitaplar; buzdolabında, sandalye, koltuk üstlerinde her yerde bira, rakı şişleri, kadehler bardakta koyu nescafe, gitar, Pulp Fiction, Sürü film posterleri, ara sıra konuştuğun Kurt Cobain'in çerçeveli çocukluk fotoğrafının da asıldığı duvarlar; yirmi dört saat açık TV, salonda Fenerbahçe forması, nerdeyse Türkiye'deki bütün şehir takımlarının atkısının; köşe bucakta alınmış küçük notlar, karalanmış şiir parçacıkları, senaryo, sergi, konser tasarımlarıyla dolu; öpüşen, sevişen,canı sıkılan, muhabbet, etmek, gecelemek için yer arayan evsizler, düşkünler, parası olmayanlar dışlanmışlar; gay, lezbiyen, Kürt, Türk, Çerkez, Arap,.., ..,la kaynayan; ara, arka sokaklı canlı, parlak bir o kadarda kirli, küfürbaz Beyoğlu'nu mekanlarını taşıdığın evinden; ayrıldığın ilk günlerdeki gibi durgun değildin kıstırıldığın Bodrum'da, karmakarışıktın. Çünkü İstanbul'un kalbinin atışını duyduğun, akşamlarında kaldırımlarında sabahları erken kalkan çöpçülerin, fırıncıların, polislerin, simitçilerin, otobüs, dolmuş şoförlerinin ezdiği hayallerin gezindiği; senin otuz dakikada beş bira devirdiğinden kayışını kırıp “hapşurduğun da "çok yaşa!.." deyivermiştim, burnunu silip döndü, kırmızı gözlerle ona yakışan yanıtı verdi "baş başa!..", “arkadaşlarımdan birinin kız arkadaşına 'bu çocuğu bu gece yalnız bırakma, alırım elinden” konuşmalarınla, kendini açık etmekten çekinmediğin hatta açık etmek için el kaldırdığın; gündüz, gece fark etmez Chelsea kaşkollarıyla ellerin bağlanıp soyulacağın, her an çantanın gasp edileceği kalpazanların da cirit attığı; mikropları öldürecek bir ısıda kaynatıldığından çorbadan başka şeyine ki aslında çorbasında da el sürülmeyecek ufaktan pis lokantalı arka sokak meyhanelerinde; kafaların sigara, içki, ot, esrar, hapla tütsülendiği; şarkıların söylendiği, sevdaların tazelendiği; arayışların, doyumsuzlukların gizlenmediği; bir gecelik avunmaların peşinde koşulan, Pazartesi, Salı, hafta sonu şiirlerini okuduğun Deli, Veli, Redrock, Meis …, …,Lovel, Taksim Roxy barlı; Leman Kültür Merkezli annenin de doğduğu, yaşadığı yerken seninde mabedin olup sana şiirler yazdıran Beyoğlu'u sendin; birazcık Gümüşsuyu, Taksim, Cihangir çokça İstiklalin ara, te arka sokaklarıydın sen; Küçükparmakkapı, Nizam Pide'nin karşısındaki köhne birahane, St Antoine'ın az ötesindeki bitik muhallebici, melek resimli Emek Sineması Beyoğlu/Pera gettosu sendin; annesinden ayrılmak zorunda bırakılan ya da yatılı okula gönderilen bir çocuğu özlem, hasret nasıl eritirse gün be gün sende; içine itildiğin temkinli ‘hayat'la öyle eridin, öyle..öyle eritildin işte, o paçoz aydınların aldatma, ihanet kürsüsü, her şeye aç kasabası; Bodrum'da. “ İskender'i ben öldürmedim” yazarken bile biliyordun, senden başkası öldürmüş olamazdı k.Şairi; belki “Ölmüşüm. kendime gelmişim“ güzellemelerin de ölümden korkmaması içindi. Öldürmek için k. Şairi her şeyi yaptın sen; benim hoyrat Şairim her şeyi; estin, gürledin, dövdün, dövüldün,ihanet edildin, ihanet ettin; harfleri dans ettirdin, sözcüklerin yerini değiştirdin, oynadın onlarla hayatla da oynadığın ya da oynayabilirmişsin gibi. Altından kalkamadığı hırçınlığınla yarattığın fırtınalara; bedenine yaşattığın karasal, ılıman, step, Akdeniz, Karadeniz, Okyanus, Ekvator, Muson, Çöl iklimlere; dört mevsime; yaza, kışa, bahara, sonbahara boğdurdun k.Şairi, en çokta anneni bile öldürdüğün şiirlerinde öldürdün onu. Baudelaire'in “durmamacasına sarhoş olmalısınız. ama neyle? şarapla, şiirle, ya da erdemle, nasıl isterseniz ama sarhoş olun” söylemine “sigara çok içerim. ….Tok içimli sigaralardan hoşlanıyorum. …..Her zaman içerim ben, yalnız çalışırken falan değil. Uyurken bile içerim mesela. Gece giydiğim tişörtler, yatağım, çarşaflar hep yanık ve delik içindedir. Böyle birkaç yangın tehlikesi de atlattım. Bırakmayacağım, herkese de öneriyorum, bu keyfi yaşasınlar” ilaveleri yapmakla kalmadın, absent, afyonla çeken gueer Arthur Rimbaud , Paul Verlaine, Bukowski gibi “alkolle bağım sabittir, ancak narkotik maddelerle ilişkim süreli ve zaaf çerçevesinde olmadı... insanoğlu, ona sunulan bütün tabiatı kullandıkça mutlu olur...”la hayatının merkezine koyduğun süngermişçesine çektiğin, ömrünün sonuna kadar sadık kaldığın tek eşin içki; “Her sabah uyandığımda bağdaş kurup…. yakarım, …. bıraktım diyen insanların karşısında bir ….. (tane) yakıyorum hemen.. sırf içleri geçsin diye” övdüğün sigarayla öylesine bütünleşmiştin ki; elinle rakı bardağını dudaklarına götürdüğün parmaklarının arasında tütüyordu sigaran. Bunca çalkantıya, tasaya, aldatmaya, aldanmaya, marjinal, ötekileştirici Türkiye'ye dayanmayan ciğerlerin kendini eşeleye eşeleye öldürmene dayanamadı iflas etti sonunda. Açığa çıkarmadığın nefis karakalem çalışmaların vardı senin işte öyle bir karalamaydı tükenmez kalemle çizilmiş bir adam silueti yıldızlı göklere bağırıyor "Uzaaaay!..” … sanırım Uzay, sonra Kazancı Yokuşu'ndaki evinin perdelerini kapatıp üç gün yas ilan ettiğin Zozi öldüğünde senin içinde de bir şeyler ölmüştü. Her seferinde, sanki insanlar daha daha vursun kan revan içinde bıraksın diye seni; serpe ortaya döktüğün açık yaralarından akan irinlerin vücudunu zehirlemesini izlediğin hayatının son demlerinde ziyarete gelenlerin yazdıkları ya da yazılarında senden alıntıladıkları bir mısrayı niyeyse sen ölürken dahi okumaları karşısında hoşuna gitmiş gibi yapmanın edepsiz boşluğunda; rakıyı, birayı da pek bırakmamış gibiydin zaten Bodrum'da Halikarnas Balıkçısı'nın Zeki Müren'in şerefine bir kadeh kaldırmasan olmazdı da.Belki sürekli saate bakman her günün son günün olabileceğini bildiğinden miydi, bilmem ama “vedaları sevmem” demiştin ‘vedaları kimse sevmez' dediğimizde daha adın k.Şair değil Derman'dı… daha “her Rimbaud büyüyünce Verlaine olur” epigraf dizeler; seni k. Şair yapacak aynı “patırtıda” şiirler yazdırta(n)cak Baudelaire, Rimbaud, Verlaine, Nazım Hikmet, Edip Cansever, Foucault, Spinoza, Bataille, Allen Ginsberg, …, .., onca yazarı okumamış; daha beğendiğin şairlerin şiir kalıplarını aklında tutup onlara benzer şiirler yazarak şairliğe adım atıp kendine ait üslubunu yaratmamış; daha yaşamını idame ettirme kapısı, geçim kaynağın olacağından periyodik halde çıkarmak, satmak, söylemek zorunda değilken şiir kitaplarını, dinletilerini; daha ergenlik çağındaki erkeklere düşkünlüğünü sezeceğin cinsel dürtülerini ifşa etmekten imtina etmediğinden “gizli bahçede otururken garsonun gelip "bu kağıdı size vermemi söylediler" demesinden sonra benim kağıdı açıp içinde yazanı okumam.arkadaşıma "ohaa olum kim bilir hangi hatun yazdı bunu" demem, garsonu çağırıp kim verdi bunu acaba diye sormamın ardından "şurdaki bey veridi" cevabıyla camdan atlamaya çalışırken arkadaşımın kurtarması... yazları her gün Neviza'de de rastladığım bahçıvan içine cırtlak turuncu, cırtlak yeşil, sarı gömlekler, bordo pantolonlar giyen, masamızda erkekler varken hoşsohbet olabilen, erkekler yokken kafasını çevirip bakmayan kişilik. “li yazılara muhatap olmamış ve daha biz; yağmur damlalarından, sabahın “sağır vaktinde” yapraklara düşen çiylerden gökdelenler yapmamış, çizmemiştik.
Vefatınla başkalarının rakı içme, benimse kederle dibe vurma hikayemi de kaybettiğim bugün açtığım ‘sen9' word dosyasındaki şimdi konusunu, kurgusunu, ne yazdığımı dahi hatırlayamadığım, unuttuğum taslak romanıma ait satırları, paragrafları sanki ben değil de bir başkası yazmış gibi okuyorum. Oysa ki diye başlamışım romana; da ha karşılaştığın, karşılaşacağın ‘bu kadar olmaz, bu da yapılmaz ki'li yapanın da yanına hep kar kalmış, ‘hep kötüler kazanır' düşüncenizi teyit etmiş; vicdansızlık, merhametsizlik, alçaklık karşısında “ah”ların, ‘ah'ınızın çıktığını şu ana kadar hiç görmediğinizden, sonrasında da göremeyeceğinizden insanlar gibi kötülüğün, haksızlığın, ahlaksızlığın, yoksulluğun, hayatın keskin bıçağı; ötekileştirmenin ardında Tanrı !!! nın, Allah !!! ın olduğuna inanıp, şayet yazmasaydı; M.Ö 341'de bol Tanrılı antik Yunan'da Epikür “Tanrı kötülüğü engellemek istiyor da gücü mü yetmiyor? öyleyse o güçsüzdür, gücü yetiyor da kötülüğü önlemek mi öyleyse o iyi niyetli değildir; hem güçlü hem de iyi ise bu kadar kötülük nasıl oldu da var oldu?” , 1800'ler de Nietzsche; yarattığınız ‘Tanrı öldü, buyruklarını dayattığınız kitapları da'yı sizin yazacağınız; illaki de herkese ne yapması, nasıl davranması gerektiğini söyleyecek Tanrının yeryüzü temsilciliğine soyunmuş tebliğci birisinin, birilerinin bulunacağı; ‘kutsaldır, kime güveneceksin onlardan başka' dokunulmazlığı bahşedildiğinden ‘kötü olabileceğini, insanı körelttiğini' söylemeye korktuğunuz ama bir gün sizi, herkesi yiyip bitirdiğini, iliğinizi emdiğini insanın maddi, manevi bağımsızlığa ulaşmasını zorlaştıran, bireyin biricikliğini karambole getirtip ezen hastalıklı insan pompalığını göreceğiniz ailede, okulda, işyerinde, partide, sivil toplum örgütlerinde her yerde; hep insanı bazı sistem, kural ve beğenilere göre programlayıp yok eden biat…hep bir adanmışlık…hep hizmet bekleyen liderinden, başkanına, müdüründen şefine, babadan anneye, kardeşe, arkadaşlara değin herkesin; her olumsuzlukta, her yanlışta, her kötülükte suçu hep başkasına attığı buram buram Ortadoğu tüten toplumsal yapıda; ‘daha iyi'si gelmiyor, ‘daha güzel'iyle karşılaşılmıyormuş'lu günler, yıllar ardı ardına akıp giderken; ağzınızla kuş tutsanız başlangıçta ailenin ardından diğerlerinin sizi konumlandırdığı yerden kıpırdayamadığınızı fark ettiğinizde; "dünyanın derin anlamını duyar gibi olduğum her seferde onun basitliği şaşırttı hep beni" demiş Camus'e selam yollatacak sıradanlığını keşfettiğiniz; tek yaptığının olmamalıydı, yapılmamalıydı, yapmamalıydım'ı; ‘aman sen de'yle kabullenir, kanıksatır hale getirmiş; filozofların, yazarların, şairlerin üzerine tonlarca yazılar, şiirler döşediği, olağanüstü , korkunç anlamlar yüklediği(niz) ve bir gün; istediğiniz zamanda ilerleyeceğiniz yaşta sona yaklaştığınızda ‘ne kadar da gereksiz bir şeymişsin, değmezmişsin' diyeceğiniz hayatta; sırf bu şehirde dinlediğinizden şarkıların, devrimci isyanınızın gölgesinde dilendiremediğiniz, muhatabınınsa hiç bilmediği, duymadığı platonik, imkansız sevda(ları)nızın bir anlamı vardı.