Bugun...


Sibel Özbudun -Temel Demirer

facebook-paylas
Pandemiyle Gelen(ler): Distopya mı, Ütopya mı
Tarih: 03-07-2020 17:13:00 Güncelleme: 04-07-2020 17:29:00


Pandemiyle Gelen(ler): Distopya mı, Ütopya mı?[*]

 

 

“Sakın unutma,
sıra öfkenin”[1]

 

Bugün(ümüz)de geleceğ(imiz)i biçimlendirmek için Covid-19 pandemisi kadar, -hatta onun da ötesinde!- birlikte getirdikleri, kilit önemi haiz.

Çünkü coronavirüsün iyice açığa çıkardığı geçiş dönemi, “fetret devri” olarak nitelenebilecek bir “Yaklaşan Felaket” (tehdit + imkân) sanki.

Sürdürülemez kapitalizmin insan(lık)a dayattığı “amok koşusu”nu[2] daha da ağırlaştıran çılgın gidişata dair, Albert Caraco’nun, “Komedi sona erdi, trajedi başlıyor. Dünya giderek daha sert, daha soğuk, daha kasvetli ve daha adaletsiz olacak,” saptamasının altı çizilerek; Ken Livingston’un, “Çılgın büyük dünya kapitalizmi, her gün Hitler’in öldürdüğü insandan daha fazla insan öldürüyor,” uyarısı eklenmeli…

Her seçişin, bir vazgeçiş olduğu bilincinde ve Theodor W. Adorno’nun, “Hiçbir kötülük kötülükten söz etmekle son bulamamıştır,” sözü ışığında sormalı: “İyi de umut nerede?”

Bu noktada Eduardo Galeano’ya müracaat edersek: “Barış ve adalet haykırarak doğan XX. yüzyıl, kanın içinde boğularak öldü ve bulduğundan çok daha adaletsiz bir dünya bıraktı arkasında. Yine barış ve adalet haykırarak doğan XXI. yüzyıl da, önceki yüzyılın izinden gitmekte.

Ben çocukken, dünyada kaybolan her şeyin Ay’a gittiğine inanıyordum.

Ne var ki, Ay’a giden astronotlar orada ne tehlikeli rüyaları, ne tutulmayan vaatleri ne de kırık umutları buldular. Eğer bunlar Ay’da değilseler, neredeler o zaman?

Yoksa dünyada kaybolmadılar mı? Yoksa dünyada saklanıyorlar mı?”[3]

Evet, aslında her şey yerli yerinde, kaybolmadı, belki de biz onu pandemi imkânıyla bulana dek saklanıyorlar.

Pandemi ile dünyanın nasıl biçimlen(diril)ip, değiştirileceğine ilişkin “akıl yürütmeler”, hemen herkesi meşgul ederken; çok mu umutvar şeyler söylüyoruz; bu bir değerlendirme, takdir meselesi… Ancak kesin olan umutsuz kötümserlerden olmamamız yanında şu “görüşler”e itibar etmeyişimiz!

“Yüzyılların yalanıdır, kapitalizm çökemez”...

“Boşa hayal kurmayın. Sadece kabuk değiştirecek”...

“O creative destruction/ yaratıcı yıkımdır”...

“Kapitalizm çökmez sadece şekil değiştirir”...

“Kapitalizm her krizden, daha da güçlenerek çıkar”...

“Kapitalizm daha büyük sömürü ağı kuracak şekilde toparlanacaktır”...

“Kapitalizm enerji gibidir. Asla yok olmaz, sadece dönüşür”...

“Tüm yaralar sarılacak, kapitalizmin elini güçlendirecek”...

“Çökecek ama yine emekçilerin başına çökecek”...

“Orta sınıf zayıflayacak, zengin ve fakir arası uçurum daha fazla açılacak”...

“Corona’dan sonra -her zamanki gibi- zengin daha zengin; fakir daha da fakir olacaktır”...

“Corona en çok kapitalizme iyi gelecek. Kapitalizm ne zaman sıkışsa savaş çıkarmış tarihte ve her savaşın sonunda daha güçlü bir kapitalizm olmuş”...

“Ne çökmesi? Daha da güçlenecek. Çip takacaklar insanlara!”…

“Kapitalizm bu tip krizlerin hepsinden güçlenerek ve kendi içinde evrim geçirerek çıktı. Kapitalizm farklı bir kimlik bulacak, değişecek, birçok üretim, tüketim ve dağıtım yöntemi gelişecek. Yeni meslekler, yeni üretim tipleri, yeni yaşam tarzları doğacak. İnsan ilişkileri ve hizmetler sektörü önem kazanacak, evrensel sağlık sistemi gibi bir oluşum on plana çıkacak. Ve bunların hepsi kapitalist ortamda gerçekleşecek”...

“Evet kapitalizm çökecek. Sonra ultra kapitalizm gelecek”...

“Salgın nedeniyle dijital dönüşümün önemi daha fazla insan tarafından anlaşıldı. Dijital dönüşüm süreci hızlanacak”...

“Robot işçilere ve yapay zekâya daha çok yer açılacak”...

“Kripto paralar, yapay zekâya dayalı programlar, uzaktan eğitim, acil durum planları, teknoloji daha öne çıkacak”...

“Kapitalizm hayatın önemli bir parçası oldu artık. Kapitalizmi hâlâ virüs gibi görmek geçmişte yaşamak gibi!”

Ya da vb.’leri!

Tüm bunların insan(lar)a, “Her küçük burjuvanın temel özelliği kendisinin ‘bir tek’, ‘eşşiz’ olduğuna inanmasıdır,”[4] kestiriminin veya Edip Cansever’in, “Ne çıkar siz bizi anlamasanız da,” dizesini anımsatmaması mümkün mü?

Önümüzdeki kesitte sürdürülemez kapitalizm çöker(tilir) mi, çök(tile)mez mi bunu sınıflar mücadelesinin seyri belirleyecek.

Elbette hiçbir üretim sistemi kendi kendine çökmez. Ayrıca kuşku yoktur ki, kapitalizmin çökertecek örgütlü işçi sınıfı “olmazsa olmaz”dır. Yani çöküşünü hazırlayan maddi ön koşullar yetmez; onu yok edecek alternatifsiz bir adım dahi atılamaz. Adım atma çabaları da yarım kalır, akîm kalır.

Ancak altını çizmeden geçmeyelim: Bitmez sanılanlar bitti, yıkılmaz sanılanlar yıkıldı. Sürdürülemez kapitalizm de yıkılacaktır elbet.

Lakin çökertilip çökertilememenin ötesinde, sürdürülemez kapitalizmin pandemin yol açtığı koşullarla ağır yaralar aldığı, daha alacağı aşikârdır. Bu hâl “Yaklaşan Felaket” (tehdit + imkân) ile karakterize olmaktadır. Ve böylesi koordinatlarda insan(lar) için şartlar kadar, belirsizlik de tetikleyicidir.

Değişmeyen tek şey değişimin kendisi olduğu bir an dahi göz ardı edilmeden; hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı unutulmamalı!

“İyi de neler olacak” mı? Öncelikle sancılı bir beşeri kriz…

“Kapitalizm zora düştüğünde faşizm(ler) öne çıkar(tılır)” mı? Doğrudur; hatta “Sürdürülemez kapitalizmin ‘dijital faşizm’ evresi”nden bile söz edilebilir.

Hani Michel Foucault’nun, “biyopolitika”nın bedeni, siyasal hedeflerin aracı hâline getirdiğine dikkati çekip; kapitalizmin beden üzerinde yürüttüğü kullanım, tahakküm, denetim stratejisine dönüştürerek, “Hayat (beden) artık iktidarın nesnesi oldu,” saptamasındaki üzere[5] ve en önemlisi de corona yıkımıyla ABD’de 50 milyon işsiz ile yüzde 30 ekonomik daralma öngörülüyorken…

 

YIKIMIN BOYUTLARI

 

Uluslararası Çalışma Örgütü’nün (ILO) Nisan 2020’de yayınladığı rapora göre, “Başta üst-orta gelirli ülkeler (yüzde 7 veya 100 milyon tam zamanlı çalışan) olmak üzere, farklı gelir gruplarında büyük kayıplar bekleniyor… Covid-19 krizinin, 2020’nin ikinci çeyreğinde dünya genelinde toplam çalışma süresinin yüzde 6.7 düzeyinde bir iş kaybı olacak, yani 195 milyon işçinin işlerini kaybedecek.”

Tüm dünya ekonomisi şiddetli bir depremle yüz yüze yani.[6]

Covid-19 salgını, dünya genelinde 1870’lerden bu yana görülmemiş küresel ekonomik çöküşe yol açtı.

Dünya Bankası’nın ‘Küresel Ekonomik Görünüm’ raporu, küresel ekonominin 2020’de yüzde 5.2 küçülerek önceki 80 yılın en kötü resesyonunun yaşanacağını öngörüyor. Krizin boyutu, etkileri ve sıkıntıdaki ülke sayısı göz önüne alındığında bu gidişatın önceki 150 yılın en kötü resesyonu olması da bekleniyor.

Dünya Bankası Grubu Adil Büyüme, Finans ve Kurumlar Başkan Yardımcısı Ceyla Pazarbaşıoğlu, pandeminin iş gücüne yansımalarına işaret ederek, 70 ila 100 milyon kişinin aşırı yoksulluğa sürüklenebileceği uyarısında bulunup; genel tablonun endişe verici olduğunu ve krizin kalıcı izler bırakıp, belirsizliklerin aşağı yönlü tahminlere kapı araladığını ifade etti.[7]

Denilebilir ki egemen sınıflar panik içinde. Çok sert bir durgunluk yaşanıyor ve daha sert olanı hemen kapıda sırasını bekliyor. ILO dünya çapında 430 milyon işletmenin “faaliyetlerinde ciddi kesinti riski” olabileceğini öngörüyorken;[8] Uluslararası Para Fonu (IMF) 2020 Nisan’ındaki değerlendirmesinde, dünya ekonomisinin bu sene yüzde 3 küçüleceği tahmininde bulundu.

BM, 2020 Mayıs’ındaki raporda, küresel ekonominin yüzde 3.2 oranında küçülmesini, dünya ticaretinin ise yüzde 15 daralmasını bekliyordu ve IMF Direktörü Kristalina Georgiev da, “Birçok ülkeden gelen veriler, bizim 2020 için yaptığımız kötümser tahminlerin altında” diyerek sert küresel durgunluğun derinleşeceğini ifade etti.[9]

İş bu kadar değil!

BM Gıda ve Tarım Örgütü Tarımsal Kalkınma Ekonomisi Bölümü Genel Müdür Yardımcısı Marco V. Sánchez Cantillo, “Dünya, Covid-19 yüzünden birçok belirsizlikle karşı karşıya. Ancak bir konuda ise şüphe yok: Küresel ekonomik faaliyetler büyük yara alacak, insanların gelirlerinde ve refah düzeylerinde derin etkiler bırakacak. Özellikle de gerek ekonomik olarak zayıf gerekse de gıdada dışa bağımlı ülkeler için… Virüsün yol açtığı sorunların çözümüne yönelik gerekli önlemlerin zamanında ve etkili bir şekilde uygulanmaması hâlinde, dünyada sayıları giderek artan açlıkla mücadele eden kişi sayısı kritik noktalara taşınacaktır… Covid-19’un tetiklediği durgunluk nedeniyle milyonlarca insanın daha açlık sınırına gerileyeceği öngörülüyor,”[10] uyarısını ifade ederken; BM Genel Sekreteri Antonio Guterres, “Gıda sistemlerimiz çöküyor ve Covid-19 salgını durumu daha da kötüleştiriyor,”[11] uyarısında bulundu. Dünya genelinde 820 milyondan fazla kişinin açlık çektiğini ve her beş çocuktan birinin yetersiz beslenme yüzünden büyüme geriliği yaşadığını belirtip, “49 milyon kişi daha pandemi nedeniyle aşırı yoksulluğa düşebilir. Gıda güvenliği olmayan insanların sayısı hızla artacak,”[12] diye ekledi.

Yine BM İnsani İşlerden Sorumlu Genel Sekreter Yardımcısı Mark Lowcock, salgının “en yıkıcı” sonuçlarının, dünyanın en yoksul ülkelerinde görüleceğine dikkat çekip, “Milyonlarca yaşamı kurtarmak ve kırılgan ülkelerde coronavirüsün yayılışını durdurmak için” 4.7 milyar dolarlık ek kaynak çağrısında bulundu.[13]

Haksız da değil!

Çünkü BM’ye bağlı Dünya Gıda Programı (WFP), coronavirüs salgınının merkez üssü hâline gelen Güney Amerika’da 14 milyon kişinin açlık kriziyle karşı karşıya kalabileceği uyarısında bulundu. Verilere göre, bölgede 2019’da 3.4 milyon kişi gıda güvensizliği yaşadı. Ancak salgının da etkisiyle bu rakam Latin Amerika’da 2020’de dört kattan daha fazla yükseliş kaydetti.[14]

Özetle Dünya Gıda ve Tarım Örgütü (FAO) ile WFP’in BM Güvenlik Konseyi’ne verdikleri rapora göre, küresel gıda güvenliği açısından zaten kötü bir yıl olması beklenen 2020’de, Covid-19 salgınıyla, “kutsal kitaplardakileri anımsatacak” bir küresel açlık krizi kapımızda.

Güvenlik Konseyi toplantısında, WFP Başkanı David Beasly, “2020’de, II. Dünya Savaşı’ndan bu yana görülen en büyük insani krizle karşı karşıya kalınabileceğine” ilişkin 2019 yılındaki uyarılarını anımsatmış. Covid-19 salgını bunun üzerine geldi. Beasley, “Daha şimdiden bir mükemmel fırtınaya bakıyoruz,” diyor.

Beasley ve FAO Başkanı Qu Dongyu’nun Güvenlik Konseyi’ne sundukları rapor, 2020 yılına girerken, her akşam 850 milyon kişinin yatağa aç gittiğini, 55 ülkede 135 milyon kişinin açlık kriziyle yüz yüze olduğunu gösteriyor.

Bu durumun üzerine gelen Covid-19 salgınının, üç kanaldan küresel gıda krizini derinleştirmesi, açların nüfusuna 130 milyon kişi daha eklemesi bekleniyor.[15]

Tüm bunları dahası da var…[16]

Coronavirüs salgını ABD ekonomisinde büyük kayıplara ve rekor işsizliğe yol açarken patronlar servetlerine servet kattı. ABD’de bir ayda 20 milyonu aşkın kişi işini kaybederken milyarderlerin serveti daha da arttı.

‘Americans for Tax Fairness/ Vergi Adaleti için Amerikalılar’ ile ‘Politika Araştırmaları Enstitüsü Eşitlik Programı’na göre, 18 Mart-19 Mayıs 2020 kesitinde ABD’li 600’ü aşkın milyarderin toplam serveti 434 milyar dolar arttı. Buna göre, e-ticaret ve bulut teknolojisi şirketi Amazon’un başkanı Jeff Bezos’un serveti yüzde 30 artarak 147 milyar 600 milyon dolara, Facebook’un başkanı Mark Zuckerberg’in serveti ise yüzde 45’in üstünde artışla 80 milyar dolara yükseldi.[17]

Eklemeden geçmeyelim: Amerikan nüfusunun beşte birinden fazlası işsiz ve milyonlarcası temel ihtiyaçlardan yoksun hâlde belirsiz bir gelecekle karşı karşıya iken, aşırı zenginlerin servetleri sadece toparlanmakla kalmayarak önemli miktarda artıyor![18]

Ve bir şey(ler) daha: Kapitalizmin işsizlik, yoksulluk ve kriz üreten doğasına eklenen pandemi, kapitalizmin eğilimlerini şiddetlendirerek çalışabilir nüfusun dörtte birinin işsiz kalmasına vesile oldu

ABD’de pandeminin başlangıcından sonra işsizlik maaşı başvurularının dokuzuncu haftasında (11-16 Mayıs 2020 kesitinde) 2.4 milyon Amerikalı yeni başvuruda bulundu. Böylelikle ABD’de 160 milyonluk çalışabilir nüfusun çeyreği olan 40 milyon kişi, pandeminin dokuzuncu haftası itibarıyla işini kaybetmiş oldu. Sadece dokuz haftada çalışabilir nüfusun dörtte birinin işsiz kalmasına neden olurken işsizlik oranı yüzde 14.7 ile İkinci Dünya Savaşı sonrası işsizlik oranlarını da geçmiş oldu.[19]

Ve Erinç Yeldan’ın, “Türkiye ekonomisi iki yıldır şimdiye kadar yaşadığımız kriz deneyimlerinden çok daha farklı mekanizmaların hüküm sürdüğü yepyeni bir kriz süreci içindedir… Reel ekonomi krizinin, Covid-19 salgınının tetiklediği konjonktürde ne yazık ki daha da şiddetlenmesi beklenmelidir,”[20] betimlemesindeki coğrafyamız…

‘Moody’s, Türkiye’yi değerlendirdiği ikinci raporda, 2008’den beri aralıklarla kur krizleri ile karşı karşıya kaldığını ve TCMB’nin kuru savunmak için bu yılından başından bu yana net döviz rezervlerinin neredeyse yarısını tükettiğine işaret ettiği[21] coğrafyamızda Covid-19 salgınının çalışma hayatına etkileriyle ilgili sonuçlar, her geçen gün daha fazla ortaya çıkıyor. Zaten uzun zamandır önemli bir işsizlik sorunu yaşanan topraklarımızda salgının bu etkileri dikkat çekici şekilde görülüyor.

Kürt illerinde, 100 binden fazla esnaf ve işyerinin corona krizinden etkilendiği ifade edilebilir. Ancak bölgedeki işsizliğin tek artma nedeni sadece bölgedeki işletmelerin faaliyetlerinin olumsuz etkilenmesi değildir. Bölgeden bölge dışına giden yaklaşık 60-80 bin mevsimlik işçinin, 50-80 bin turizm işçisinin, 100 binden fazla inşaat işçisinin de bölgenin işsizlerine dahil olacağı bir dönem yaşanmaktadır.[22]

Türkiye Ekonomi Politikaları Araştırma Vakfı’nın (TEPAV) ‘Covid-19 İşgücü Piyasasını Nasıl Etkiledi?’ araştırmasına göre, salgın nedeniyle çalışma düzeninde değişiklik olmayanların oranı genelde yüzde 32 olurken kadınlarda bu oran yüzde 7.4’e düştü. Tüm çalışanlar ciddi bir gelir kaybı da yaşıyor.[23]

Ayrıca pandeminin sebep olduğu işsizlik en çok 15-24 yaş arasını vurdu; bu yaş aralığının işsiz kalma ihtimali bir önceki kuşağa kıyasla 2.5 kat daha fazla.[24]

Corona günlerinde yaklaşık 17 milyon kişi devlet yardımına muhtaçken, iki aylık salgın döneminde milyoner sayısı 30 bin 470 kişi arttı. Bu sürede milyonerler servetlerine 202.5 milyar TL kattı.[25]

Ekonomik Kalkan Paketi ile koruma altına alınan sermaye sahipleri, salgından daha da güçlenerek çıktı. Milyoner sayısı yüzde 33 yani 30 bin 470 kişi arttı. Buna karşın 16 milyon 831 bin 210 kişi, sosyal yardımlarla ayakta durabiliyor.[26]

Metropoll Araştırma Şirketi’nin coronavirüs salgınının ekonomiye etkisi konulu çalışmasına göre, salgın nedeniyle ekonomik durumu kötüleşen vatandaşların büyük bölümünü geliri düşük kesimler oluştururken; her dört kişiden biri temel ihtiyaçlarını bile karşılayamadığını ifade ediyor.[27]

Türk-İş, 2020 Mayıs ayında, dört kişilik bir işçi ailesinin yoksulluk sınırı 8 bine yaklaşırken açlık sınırı asgari ücreti de aşarak 2 bin 438 lira olduğunu açıkladı.[28]

Ve… BM Ticaret ve Kalkınma Örgütü’ne (UNCTAD) göre, Türkiye’ye uluslararası doğrudan yatırımlar (UDY), “2019’a baktığımızda, Türkiye’nin bir önceki seneye göre UDY girişlerinde yüzde 35’lik bir düşüş olduğunu görüyoruz”; yani yüzde 35 azaldı.[29]

Ve… Euler Hermes’in ‘Küresel İflas Raporu’na göre, 2018’de Türkiye’de 15 bin 400 şirket kepenkleri indirmek zorunda kalırken;[30] bu oran pandemiyle zirve yaptı. TOBB, coronavirüs salgınının etkilerinin arttığı 2020 Nisan’ına ilişkin kurulan ve kapanan şirket istatistikleri verilere göre, 2019’un Nisan ayında 6 bin 789 şirket kurulurken bu sayı 2020 Nisan’ında 2 bin 878’e düştü. Aynı kesitte kapanan şirket sayısı yüzde 51 arttı…[31]

Ve… Uluslararası Sendikalar Konfederasyonu (ITUC) Küresel Haklar Endeksi Raporu’na göre 2020 yılında Türkiye, işçiler için en kötü 10 ülkeden biri oldu ve 144 ülke içinde işçi hakları açısından en alttaki 10 ülke arasında yer aldı.[32]

 

KAPİTALİST “ÇARE”(SİZLİK) Mİ?!

 

Covid-19 karşısındaki kapitalist “çare”(sizlik) Mehmet Barlas’a bile, “Meğer her şey yalanmış... İçine girdiğimiz söylenilen “Bilgi çağı” sadece bir safsataymış. Medeniyet denilen tek dişi kalmış canavar, bir virüs karşısında diz çökmekten başka bir şey yapamazmış. Üstelik daha hiçbir şey görmemişiz… Medeniyet denilen tek dişi kalmış canavar, bir virüs karşısında çaresiz kaldı,”[33] dedirtti… Varın bunun ardından neyin nasıl olduğunu siz tahayyül edin!

Yerküre salgına, neo-liberal dönemin yıkıntıları arasında yakalandı. Covid-19 başladığında küresel hareket üçüncü döngüsünün içindeydi ve dünyada özelleştirmelerin ve savaşların yarattığı yıkıma karşı isyan dalgası her yanı sarmıştı.

1980’ler küreselleşme yalanının üzerinin örtülmeye çalışıldığı sağcı bir kapitalist saldırı dönemiydi. Kapitalizm azalan kâr oranlarının yarattığı yapısal krizinden kurtulamıyordu. Buna neo-liberal politikalarla yanıt üretti. Neo-liberalizm, krizi, tüm kamusal alanları ve kazanımları özel sermayeye açarak kurtulma politikasından başka bir şey değildi. Küreselleşme lafı bu saldırının süslü laflarla gizlendiği moda bir kavramdı.

Küreselleşmenin yerkürede yarattığı tam bir kan ve dehşetken; küreselleşme, kamusal sağlık hizmetlerinin paralı hâle getirilmesi, sağlık hizmetlerinin özel sermayeye devredilmesi, sağlık sigortası sistemlerinin çökertilmesi ve sağlık çalışanlarının örgütlenmesinin imha edilmesiydi. Küreselleşme, küresel ölçekte yüz milyonlarca insan açısından sağlık sisteminin ulaşılması imkânsız bir ayrıcalık hâline gelmesi süreciydi.[34]

Sağlığı metaya dönüştüren kapitalist vahşet koşullarında Covid-19 pandemisi nedeniyle birçok insan hayatını kaybetti. Birçok kapitalist ülkenin sağlık sistemi çökme noktasına geldi. Kapitalizmin beşiği kabul edilen İngiltere’de evlerinde ölen yaşlıların çürümüş cesetleri toplandı. 3.5 milyonu aşkın vaka sayısına rağmen dünyanın neredeyse her yerinde üretim devam etti.

Birmingham Üniversitesi’nden Lyndsey Stonebridge, “İngiltere Hükümeti’nin 11 Mayıs 2020’de yayınlanan Covid-19 normalleşme programı insanların iş hayatına, adeta bir dişçi koltuğuna oturtuluyormuşçasına “rahatlatılarak”, yani, dikkatle ve maskeleriyle döndürüleceklerini ifade ediyor. Buna tatlılıkla ikna edilmelerinin gerekmesinin nedeni, elbette, ekonomi. Programın bir yerinde, “virüs ekonomiyi ne kadar uzun süre etkilerse, uzun süre geçmeyecek yara izi kalması riski de o kadar yüksek olacaktır,” diye, sanki hasta olan insanlar değil de ekonomiymiş gibi bir ifade geçiyor. Ekonominin nefes almaya ihtiyacı var ve insanlar da onun oksijeni,”[35] diye ifade ettiği tabloda kapitalist devletlerin sözde önlemler burjuvazinin çıkarları gözetilerek planlandı. Pandemi öncesinde ağır çalışma koşullarına maruz kalan işçiler, olağanüstü bir durumda bile çalışmaya zorlandı. Pandemiye yakalanma riski yüksek olan sağlık emekçileri de sermaye devletlerinin uzun yıllardan beri uyguladığı neo-liberal politikaların kurbanları oldu.[36]

Sayılar dehşet vericiyi. New York’ta, Covid-19’un Afro-Amerikalılar ile Latinler üzerindeki ölümcül etkisi, beyazlara oranla ikiye katlanıyordu.[37] Chicago’da ise salgının aldığı canların yüzde 72’si Afro-Amerikalılardandı.[38]

Gerçekten de ABD’de coronavirüsten en çok New York kenti etkilendi. ‘The New York Times’a göre, New York’un yaklaşık 420 bin sakini coronavirüs pandemisi sırasında şehirden kaçtı. Ayrılanların çoğu, şehrin daha zenginleriydi. Yılda 90 bin dolar (yaklaşık 620 bin TL) ya da altında kazanan alt dilimdeki New Yorklular evlerinde kalırken, şehrin en çok kazanan yüzde birlik diliminin üçte birinden fazlası şehri terk etti.

Konuya ilişkin olarak New York Üniversitesi’nden Kim Phillips-Fein şunları dedi: “Bu krizler insanlara, toplumsal sınıflarına bağlı olarak, farklı derecelerde yük bindiriyor. ‘Hepimiz aynı gemideyiz’ gibi güçlü bir retorik olsa da durum gerçekte hiç de öyle değil.”[39]

Kolay mı? Yerkürede, Covid-19’dan ölenlerden ABD’nin payına düşen dörtte bir!

Çünkü ABD’de yaklaşık 27.5 milyon insanın sağlık sigortası yok. Bu nüfusun yüzde 8.5’i..

Sağlık hizmetlerini esas yürüten özel hastaneler ve sağlık sigortası şirketleri..

Yoksulların yaşadığı bölgelerde yeteri kadar kâr elde edemeyen özel hastaneler kapanıyor..

2019’da 567 bin 715 kişi evsiz ve sokaklarda yaşıyor.

40 milyon insan ise yoksulluk ve yoksunluk içinde.

Hapishanelerde 2 milyonun üzerinde mahkûm var.

Güvencesiz çalışma son derece yaygın.

Koskoca ülkede solunum cihazı bulunamadı![40]

Bu kadar da değil! Dahası da vardı…

Covid-19 karşısındaki kapitalist “çare”(sizlik) ile “Uzun ve karanlık bir tünelde sıkışıp kaldık; bildiğimiz çıkışların tamamı kapalı. İngiltere’nin önünde corona virüsü krizinden kitlesel bir acı ve ölüm içermeyen makul bir çıkış yolu yok… Zenginlerin çıkarları halkı ölüme mahkûm ediyor,”[41] diyordu George Monbiot…

Şurası çok açık: Covid-19 hiçbir şeyi değiştirmediyse bile bir şeyi değiştirdi: Kapitalizm, bugünleri yaşayan milyarlarca insanın gözünde bir zamanlar sahip olduğu prestiji bir daha yakalayamayacak. Salgın hastalık, kapitalist sistemin önceliklerini teker teker açığa serdi.

Devletler net bir şekilde büyük şirketleri koruyor. Bu korumayı güdüsel olarak yapıyor üstelik. Devletlerin fabrika ayarı bu: Zenginleri korumak. Zenginleri korumak için gerekirse savaşları göze almak. Zenginleri korumak için tüm canlı yaşamını yok oluşun eşiğine getirmek. Bu, kapitalist devletler açısından bir tercih meselesi değil, bir varoluş meselesi.

Devletler zenginler için var, zenginlerle birlikte doğdu, zenginleri korumak için işleyen karmaşık bir yapıya sahip. Devlet yapılarının karmaşık olmasının nedeni de bu, zenginleri, küçük bir azınlığı korumak için icad edilen örgütlenmeler olması.

8 milyar insanın yaşadığı bir gezegende, 42 kişi dünyada 3.6 milyar insanın sahip olduğu kadar servete sahipse ya da bu 42 kişi, en fakir on ülkenin toplamının 77 katı servete sahipse bu akıl almaz eşitsizlik, ancak karmaşık bir şiddet aygıtının sürekli baskısıyla gölgelenebilir.

Ama salgın, bütün bu adaletsizliklerin üzerine adeta projektör tutmuş vaziyette. Yoksullar hastalığa daha fazla yakalanıyor! Siyahların ölüm oranı çok daha yüksek! Göçmenler salgına karşı herkesten daha çaresiz! Karantina koşullarında kadınlar ev içi şiddete her zaman olduğundan daha açık durumda![42]

Özetlersek: “Kapitalizm, coronavirüs günlerinde, ne ise o olarak ortaya çıkmıştır: bir sınıf sistemi. Bu sistemde işçinin hayatı kapitalistin kârına kurban edilmektedir. Bu sadece bizde böyle değildir, her yerde, en zengin ülkelerde bile böyledir. Kapitalistler, kadim Mısır’da sosyal ve politik iktidarları için kölelere piramitler diktirirken onları ölümüne çalıştıran firavunlar gibi, kendi iktidarları için işçileri ölüme sürmektedirler! Artık bu toplumun sınıf karakteri kimse için gizlenir değildir!”[43]

“Ya sonra” mı?[44]

Mesela “İtalya velhasıl normalleşiyor. Normalleşmeyle kakafoni de artıyor,”[45] denilen hâldeki üzere!

Veya Karl Marx’ın, “Burjuvazi bütün ulusları yok olup gitmemek için burjuvazinin üretim tarzını benimsemek zorunda bırakıyor. Açıkçası burjuvazi kendi suretinde bir dünya yaratıyor,” tespiti eşliğinde Paul Lafargue’nin, “Çalışın, çalışın, proleterler, toplumsal serveti büyütmek ve bireysel sefaletinizi arttırmak için çalışın; çalışın ki, daha da yoksullaşarak, çalışmak ve sefil düşmek için daha fazla gerekçeniz olsun. Kapitalist üretimin insanın gözünün yaşına bakmayan yasası budur,”[46] ifadesindeki üzere![47]

 

NE OLACAK (MI?)!

 

Yerküre, önceki 75 yılın en keskin dönemeçlerinden birini yaşıyor. Salgın daha yeni başladığında Covid-19 krizinin sosyal, ekonomik ve politik “dönüştürücü” sonuçlarının olacağı dillendiriliyordu. Şimdi bunlar etkilerini hızla göstermeye başladılar.

1.5 milyar insan kendi sağlık problemleri, bağışıklık sistemlerinin yeterince olmaması ya da virüse açık olumsuz yaşam ve çalışma koşulları yüzünden ciddi risk altında.

Buna bir de çığ gibi artan işsizliği, kapanan işyerlerini, aldıkları kredi borçlarını ödeyemeyenleri ekleyin...

“Tarihsel ve şimdiki koşullar, Covid-19 sonrasına ilişkin her biri son derece farklı ekonomik, politik ve sosyal çıkarımlara sahip 4 senaryoyu karşımıza koyuyor.

1) Her zamanki yola devam…

2) İkinci olası senaryo: ‘Çin örneği’. Yani ‘her şeye kadir bir devletin gerekliliği’…

3) Teknoloji hâkimiyeti veya ‘dijital kölelik’: Pandemi döneminin en önde gelen dinamiklerinden biri teknolojinin en yoğun ve hemen her alanda kullanımı oldu. Bu teknolojilerin vazgeçilmez olduğu ortaya çıktıkça, arkasındaki özel şirketler daha fazla güç toplayacak. Uygulanabilir bir devlet temelli alternatifin yokluğunda, bu firmalar, kişisel verileri toplamaya ve kullanıcıların davranışlarını manipüle etmeye devam edecekler, ancak hükümetten endişelenecek daha az şeyleri olacak. Bu da hem hükümetleri hem de toplumları Silikon Vadisi’ne daha itaatkâr hâle getirecek.

Artan eşitsizlik gibi var olan koşulları daha da kötüleştirecek. Silikon Vadisi daha sonra evrensel bir temel gelir ve daha fazla e-devlet için kendi çözümlerini önerecek. Bu önlemler altta yatan problemleri boyadığı sürece, zaman içinde daha geniş hoşnutsuzluğa ve hayal kırıklığına yol açması muhtemel. Uzun vadede, üçüncü yol, ilk ikisi ile aynı distopik hedefe ulaşacaktır.

4) ‘Refah devleti 3.0’: Refah devletinin ilk versiyonu Büyük Buhran ve II. Dünya Savaşı’ndan sonra ortaya çıktı. Sosyal güvenlik ve işsizlik sigortası gibi politikalar içeriyordu… Şimdi ‘Refah 3.0’ için yeni bir fırsat,”[48] diye sıralıyor dört seçeneğini Özlem Yüzak…

Dikkat edin sıralanan “seçenek”lerde ne işçi sınıfı vurgusu, ne de sürdürülemez kapitalizm, ne de alternatif bir iktisadî-toplumsal sistem hakikati var!

Emma Goldman’ın, “Kapitalist toplum, hiç durmadan çalışanların asla bir şeye sahip olmadığı, buna karşılık hiç çalışmayanların her şeyin keyfini çıkardığı bir toplumdur,” diye tarif ettiği hâli şöyle tanımlıyor Eduardo Galeano:

“Kapitalizm sahne ismi olarak pazar ekonomisini kullanıyor;

Emperyalizme küreselleşme deniyor,

Emperyalizmin kurbanlarına gelişmekte olan ülkeler deniyor, cücelere çocuk demek gibi bir şey bu;

Oportunizm pragmatizm oldu;

İhanetin adı realizm;

Yoksullara yoksun, dar gelirli ya da kıt kaynaklı insanlar deniyor;

Yoksul çocukların eğitim sistemi tarafından dışlanması eğitimi yarıda bırakma adı altında tanıtılıyor;

Patronun, işçinin tazminatsız ve açıklamasız işine son verme hakkına emek piyasası esnekliği deniyor;

Resmi dil, kadın haklarını azınlık hakları arasında tanıyor, insanlığın yarısını oluşturan erkekler çoğunlukmuş gibi;

Askeri diktatörlük yerine süreç deniyor;

İşkenceye, yasadışı baskı ya da fiziksel ve psikolojik baskı deniyor;

Hırsızlar iyi bir aileden olunca, kleptoman oluyor;

Kamu kaynaklarının çürümüş bir politika tarafından boşaltılmasının adı yasadışı servet edinme oluyor.”[49]

Özetle anlatılanlar Karl Marx’ın, “Şeylerin dünyasının değer kazanması ile insanların dünyasının değer kaybetmesi doğru orantılıdır.”

“İşçinin ürettiği zenginlik arttıkça kendisi yoksullaşır. Ne kadar çok meta üretirse, kendisi o kadar ucuz bir meta olur. İnsanların dünyasının değersizleşmesi, nesnelerin dünyasının değer kazanması ile orantılı olarak artar. Emek sadece meta üretmekle kalmaz; işçiyi de meta olarak üretir.”

“Yoksulluk ile zenginlik arasındaki karşıtlığın, emek ile sermaye arasındaki karşıtlık biçimini aldığı kapitalist sistem, burjuva ile proletarya arasında sınıflar savaşımı doğurarak, kendi kaldırılma koşullarını kendi yaratır. Proletarya kendini ve kendisi ile birlikte tüm toplumu kurtarmak için, özel mülkiyet rejimini yıkmak zorundadır,”[50] diye ifade ettiği ücretli kölelik çerçevesinde tecelli ederken; tekelci döneme ilişkin V. İ. Lenin ekliyor:

“Emperyalizm, yüksek düzeyde gelişmiş kapitalizmdir; emperyalizm gelişmecidir (progressive); emperyalizm demokrasinin yadsınmasıdır ‘bundan ötürü’ kapitalizmde demokrasi ‘erişilebilir’ bir şey değildir. Emperyalist savaş, geri monarşilerde olsun, ilerici cumhuriyetlerde olsun, tüm demokrasinin açıktan ihlâlidir ‘bundan ötürü’, ‘haklar’dan (yani demokrasiden) söz etmenin anlamı yoktur. Emperyalist savaşın ‘karşısına konabilecek’ ‘tek’ şey sosyalizmdir; yalnızca sosyalizm ‘çıkış yolu’dur; ‘bundan ötürü’ bizim asgari programımızda, yani kapitalizmde demokratik sloganlar öne sürmemiz bir aldanıştır ya da hayaldir, sosyalist devrimin saptırılması ya da ertelenmesidir, vb.’dir.”[51]

Özetin özeti: Ekonomi-politik özelliklerinin yıkıma eşitlendiği sürdürülemezliğin, Covid-19 pandemisiyle ağırlaştığı güzergâhta “Kapitalizm tılsımını, cazibesini yitiriyor”ken;[52] “Bu sistemde ‘yumuşak başlı kapitalizm’ çağrılarının hepsi saçmalık”tır![53]

Evet yerküre küçük bir köye dönüşmüş ve uzak-yakın, büyük-küçük, metropol-taşra ayrımı hızla kalkmaktayken; ulusal çitler hâlâ yerli yerinde; hem de ırkçı, milliyetçi argümanlarıyla ve yükselen izolasyonist önlemlerin ilavesiyle…

Covid-19 ile devreye giren “geçiş”le siyaset öne çıkıp, belirleyici oluyor; verili “Politika giderek azınlıkların yön verdiği bir şey hâline geliyor,”[54] realitesini aşmak için siyasetin öne çıkarılması gerektiğini ve ihtimallerin belirleyen saikin sınıf mücadelesi olduğunu unutmadan; sınıf mücadelesinin öne çıkartılması “olmazsa olmaz”dır.

Çünkü Karl Marx ile Friedrich Engels’in ‘Komünist Manifesto’su, başta artı değer yasası, temel tespit ve hedefleriyle geçerliliğini korurken; kapitalizme karşı sosyalizm mücadelesinde yol gösteriyor. Ücretli kölelik sistemi, nihai olarak aşılmadıkça devrimci Marksizm’in temel tespit ve hedefleri geçerliliğini koruyor.

“Neden” mi?

Komünist Manifesto’dan beri değişenler içinde tek değişmeyen ücretli köleliktir. Bunun müsebbibi kapitalizmin ulaştığı çürüme ve sürdürülemezlik gerçeğidir. Ki, bu da inşa hâlindeki Marksizm(-Leninizm)’in felsefi, teorik, ideolojik, politik üretimin süreklilik içindeki kopuşlarla ve en önemlisi de sınıf mücadelesinin son biçimini vereceği devrimci/dinamik teoridir. Ki, bu da yeniden üretimdir. Sürdürülemez kapitalizmin yıkılmasını hedef alan kavrayıştır, mücadeledir.

Ve de dünya hızla değişmekteyken; Karl Marx’ın artı değer teorisinin doğruluğunu, geçerliliğini kabul etmeden tarih yapıcı, yön verici olmak mümkün değildir.[55] Mevcut “Uygarlık Krizi”nde bunun da yanıtı: “Yeni Bir Uygarlık” yani “Sınıfsız, Sömürüsüz, Sınırsız” bir dünya hedefidir!

Ancak bu kolay değildir. Çünkü kapitalizm burjuvaziyi ve burjuva düzenini simgelemesi yanında, bir ilişki ve zihniyet yumağıdır; insan(lık)a mündemiç beşeri ilişkilerdir.

İnsan(lık)ın sömürüsü kadar, yabancılaşmasının derinleş(tiril)mesinden güç alırken; insan(lık)a amaç yükler, mana dünyası biçimlendirir, taleplerini biçimlendirir ve böylelikle yarattığı negatiflikten beslenerek dinamizm kazanır.

 

İNSAN(LIK) VE YABANCILAŞMA

 

‘Girişim Araştırma’nın ‘Coronavirus ve Toplumumuzdaki Etkileri Araştırması Mayıs 2020’ başlıklı ankete göre, coronavirus salgınıyla gelirinin azaldığını söyleyenler yüzde 53, “Psikolojim bozuldu” diyenler yüzde 39.6 oldu.[56]

Kolay mı? Yüzyıllar öncesinden halk ozanı Karacaoğlan’ın, “Üç derdim var birbirinden seçilmez/ “Bir ayrılık, bir yoksulluk, bir ölüm,” deyişindeki üzere, bugün coronavirüs salgını yüzünden yaşadığımız yalıtılmış (izole) yalnızlık, hepsini kapsıyor!

Gerçekten de Nilgün Cerrahoğlu’nun, “Karantinanın sona erdiği mayıs başından beri artık böyle sürekli şizofren bir dünyada yaşıyoruz. Ya vurdumduymazlığa savruluyoruz, ya “normalleşmenin” “n” sinin olmadığı bir teyakkuz hâline ışınlanıyoruz… Bildiğimiz tek şey şu anda hayatta olduğumuz. Bunun ötesinde çok büyük bir belirsizlik içinde debeleniyoruz,”[57] diye betimlediği yerdeyiz; bunun adı da “belirsizlik içinde debelenmek”!

Bununla ilintili olarak Coronavirüs pandemisi döneminde ruhsal bozukluklar artış gösterdi. Uzmanlar, salgının kaygıyı artırdığını ve anksiyete (kaygı bozukluğu) pandemisinin küresel bir hâl aldığını belirtiyorlar.[58]

Klinik psikolog Gizem Mine Çölümlü de salgın döneminde olağanüstü süreçte insanların panik, korku, kaygı, çaresizlik gibi yeni bir duruma uyum sağlamanın da aşamaları olan yoğun duygularla tepkiler verdiklerini belirtirken, “Virüsten daha tehlikeli bir diğer salgın da ‘infodemi’dir,” vurgusuyla ekliyor:

“Dünya Sağlık Örgütü infodemiyi, bilgi kirliliği oluşturarak toplumların psikolojisi bozmak, toplumsal bağışıklığı, güveni veya tepkiyi ortadan kaldırarak insanların ve toplumların ruh ve beden sağlığını bozmayı amaçlayan bir salgın türü olarak tanımlamıştır.”[59]

Bunların tümü; Byung-Chul Han’ın, “Kendini özgür sanan performans öznesi aslında bir köledir. Efendisi olmaksızın kendini gönüllü olarak sömürmesi ölçüsünde mutlak köledir. (...) Yurttaş tüketici hâline gelmiştir. Yurttaşın özgürlüğü yerini tüketicinin edilginliğine bırakır. (...) Siyasete sadece edilgin bir biçimde, homurdanarak, şikâyet ederek tepki verir, tıpkı hoşuna gitmeyen hizmet ya da mal sektörüne yaptığı gibi,”[60] tarifindeki negatiflerle birleşince; Hermann Hesse’nin, “Henüz insan aşamasına ulaşmış değiliz, yalnızca insanlığa giden yolun üzerindeyiz,” dediği noktada olduğumuzu görüyoruz.

Ki, bu da “Uygarlık Krizi”ndaki insan(lık) sorun(umuz)un yani yabancılaşmanın boyutlarını ortaya koyuyor.

Martin Heidegger’in, “Aydınlık gibi görünen karanlık bir çağda yaşıyoruz,” notunu düştüğü koordinatların kilit kavramı yabancılaşmayı ilk kez felsefi anlamda Friedrich Hegel kullanmıştı. O, bu terimi Jean-Jacques Rousseau’dan esinlenerek kullanırken; Ludwig Feuerbach yabancılaşmanın kökenini insana dayandırmıştı. Ancak yabancılaşma kavramını bir olgu olarak Karl Marx yerli yerine oturtmuştu.

“Bir kutupta servet birikimi, diğer kutupta, yani kendi emeğinin ürününü sermaye şeklinde üreten sınıfın tarafında, sefaletin, yorgunluk ve bezginliğin, köleliğin, cahilliğin, zalimliğin, aklî yozlaşmanın birikimi aynı anda olur,” diyen Karl Marx’a[61] göre yabancılaşma, insanın kendi kendisinden ayrılması; işçinin ve emeğin yabancılaştırılmasıdır.

Yabancılaşmanın yerküresinde tüketim, insan(lık)ın yaşam biçimi dönüştürülüp; kültürel bir niteliğe büründü. Soru(n) da böylelikle ağırlaştı. Özetle yabancılaşma vahşeti şahsında insan(lık)ın içerisinde kıvrandığı girdabın mimarı, her şeyi tüketen kapitalizmdi.

“Tüketici insanın ana gayesi bir şeylere sahip olmak değildir, iç dünyasındaki boşluğun, dirençsizliğin, yalnızlığın ve endişenin üstesinden gelebilmek için daha çok tüketmektir…

Tüketim, bugünkü endüstriyel toplumda egemen psişik güç durumuna gelmektedir. Tüketici insan, bilinçsizce sıkıntısının ve endişenin baskısında iken mutluluk yanılsaması taşır. İnsanın makinelerin üzerinde egemenliği arttıkça insan olarak daha güçsüzleşmekte, daha fazla tükettikçe de endüstriyel sistemin yarattığı ve yönlendirdiği bitip tükenmeyen gereksinimlerin kölesi olmaktadır. Heyecanı ve coşkuyu yaşamanın zevki, mutluluğu ve maddi rahatlığı da canlılık zanneden insanın doyurulmuş açgözlülüğü, yaşamın anlamı hâline dönüşür ki bu mücadele yeni bir din gibidir. Tüketim özgürlüğü, insanın özgürlüğünün özü hâline gelir.

Kişi, yalnızca üretim alanında yönetilip idare edilmekle kalmıyor, aynı zamanda sözde insanın özgür seçimini yapabildiği tek durum olan tüketim alanında da yönetilmektedir… İnsan, tek arzusu daha çok, daha ‘iyi’ tüketmek olan, sonsuza dek memeden kesilmeyecek bir ‘tüketici’ hâline dönüştürülmüştür.”[62]

Max Weber’in, “Gösterişçilik, insanların içine o kadar işlemiştir ki, bir ordunun arkasından giden sempatizanlar, bir yamak veya bir hademe bile böbürlenir ve kendine hayran bulmaya çalışır”; Rahmi Öğdül’ün, “Çöp; anlamını yitirmiş nesneler yığını. Bir zamanlar hayatımıza girmiş, hayatımızı değiştirmiş nesneler çok geçmeden kendilerini çöplükte buluyor”;[63] Jean Baudrillard’ın, “Uzun sözün kısası, tüketim toplumunun büyük bedeli, kendisinin neden olduğu genelleşmiş güvensizlik duygusudur,” ifadelerindeki çerçevede tecelli eden kapitalist yıkım çılgınlığı insan(lık)ı, doğayı yerle yeksan etti; insanları gerçeklerden koparıp, yaşamı sanallaştırarak; insan(lar)ı yabancılaştırdı, kimliksizleştirdi. Her şeyi metalaştırırken, magazinleştirirken, insanı mistikleştirirken, “tek yönlü bir kültür”e, tek boyutluluğa doğru sürükledi. İnsanın özgürlüğünü elinden aldı.

Ancak her şey kendisini yok edecek çelişkiyi bağrında taşıdığının altını çizip ekleyelim: Önümüzdeki kesitte başat soru(n), insan(lık) meselesidir!

KİMİ ÖNGÖRÜ(LER) İLE VARSAYIM(LAR)

 

Evet, başat soru(n) insan(lık) meselesi yani onu biçimlendiren mülkiyet veya üretim biçimidir.[64]

O hâlde geleceği bugün(ümüz)de biçimlendirirken öngörülerimizin merkezine insan(lık) meselesi ile onu biçimlendiren mülkiyet gerçeğini yerleştirmeliyiz. Ancak bilimsel-teknolojik gelişimin (dikkat devrim değil!) önceliğinin altını da çizenler yok değil.

Bu konuda “Gelecek katastrofik mi olacak? Çoğumuz geleceği düşünmeyiz, daha çok dünde biraz da bugünde yaşarız… Geleceğin gözetleme kuleleri insanın beyninde olacak… Devletler, interneti sistemin bir gözetleme kulesi olarak kullanıyorlar... Geleceğin gözetleme kuleleri ise bizzat insanın beyninde olacaktır. Beyin, yarı bilgisayara dönüşecek ve sistem de insanları beyinleri aracılığıyla, tıpkı interneti denetler gibi kontrol edecektir. Gelecekte sistemin, devletin insanlar üzerindeki kontrolü çok daha yoğun olacaktır,”[65] diyen Erol Anar dostumuz ekliyor:

“Yapay zekâ ile ilgili yapılan yorumlarda eskiden şöyle bir klişe vardı: ‘Yapay zekâyı da yaratan insandır, dolayısıyla insan her zaman yapay zekâdan daha akıllı olacaktır.’ Ancak son zamanlarda bu klişe güncelliğini yitirdi. Çünkü yapay zekâ teknolojisi hızla gelişiyor. İnsan evriminin gelişimi ise sınırlı.

Yapay zekâ insanlığın görebileceği en büyük potansiyel tehlike olabilir. Diğer yandan bilimsel ve teknolojik gelişmenin önünde de kimse duramaz. Bu su anda insanlığın büyük bir paradoksudur…

Robotlar insanı özellikler kazanmıyor, aynı zamanda insanlar da robotlaşıyor. Ancak insan, bu konuda yapay zekâ ile yarışamaz… Yapay zekâya sahip olan, geleceğe de hükmedecektir.”[66]

Burada duralım: Nasıl olursa olsun, “insan-üstü güçler” söylencelerine değil; sınıf mücadelesine ve tarihi yaratan insan(lık)a değer verenlerdeniz.

Gelecek(sizlik), onu yaratan insanların eseri olacaktır; şu veya bu bilimsel-teknolojik unsurun değil. Çünkü o bilimsel-teknolojik unsuru da yaratacak olan sadece sınıf savaşımlarının seyri ve sonuçları olacaktır.

“Yapay zekâ teknolojisi hızla gelişiyor. İnsan evriminin gelişimi ise sınırlı” tespiti teknoloji fetişimidir; en hızlı geliştiği iddia edilen buluşlar dahi insan(lık)ın sınırsız yaratıcılığının ürünüdür.

Sınıflı toplumlarda da teknoloji “cansız emek”, işçi ise “canlı emek”ken; “inovasyon”, “dijital ekonomi”, “e-ticaret”, “bilişim”, “iletişim”, “akıllı kentler”, “yapay zekâ” vb’i formüllerle üretim “ölü emeğe” yıkılarak, “canlı emeğin” sınıf mücalesi ötelenip, önemsizleştirilmeye kalkışılıyor.

Belirtmeden geçmemeliyim: “Yapay zekâya sahip olan, geleceğe de hükmedecektir” formülüne hatırlatalım: “Yapay zekâ”da sınıf mücadelesine dahilken; geleceği komünist topluma dek sınıf mücadelesi belirleyecektir.

Bilimsel teknolojik gelişmeye yüklenen abartılı anlamlara göre, “Bilgili olan güçlüydü, güç mülkiyette değil bilgide” idi! “Bilgi çağı” ya da “bilimsel teknolojik devrim” eşitsizlikleri ortadan kaldıracak, teknoloji herkese refah getirecekti!

Gerçek hiç de “iddia” edildiği gibi olmadı. Aslına bakılırsa, kapitalizmin kontrolündeki bilim ve teknoloji daha fazla kâr etmenin, egemenlik alanlarını genişletmenin, toplumsal tepkileri bastırmanın hem maddi hem de ideolojik temellerinden biri olarak kullanılagelmişti; yapay zekâ gibi.

Yapay zekâ ile “bıktırıcı, usandırıcı, can sıkıcı işlerin robotlar tarafından yapılması; insanların vaktini eğitim, kültür ve sanata ayırması, sosyal yaşamların zenginleşmesi” umulurken, kapitalizm dahilinde üç amaç için kullanıldığı anlaşıldı: i) Kârı artırmak, ii) İnsanları öldürmek (savaş) ve iii) İnsanları gözetlemek.

Herkes kendiliğinden iyi veya kötü, militarist veya barışçı olamayacağını, ancak teknolojiyi kullanan kişinin ona bu özellikleri verebileceğini bilmelidir. Ki bu tercih de sınıfsaldır.

Sözü uzatmamak gerek, teknoloji insanlığın önüne birtakım olanaklar koyar, kriz dönemleri müdahale için olanak yaratır ama tüm bu olanakları kullanmak toplumsal örgütlenmeyi gerektirir. Yoksa teknoloji de, kriz de baskıyı artırmanın, sömürüyü derinleştirmenin bir yolu olarak kullanılır.

Bu çerçevede Karl Marx’ın, “Kapitalist tarımdaki her gelişme, yalnız işçiyi soyma sanatında değil, toprağı soyma sanatında da bir ilerlemedir; belli bir zaman için toprağın verimliliğinin artmasındaki her ilerleme, aynı zamanda, bu sonsuz verimlilik kaynağının mahvedilmesine doğru bir ilerlemedir. ABD örneğinde olduğu gibi, bir ülke kalkınmasına ne denli modern sanayi temelinde başlarsa, bu tahrip süreci de o denli hızlı olur. Kapitalist üretim, bu nedenle, teknolojiyi ve çeşitli süreçlerin toplumsal bir bütün içinde birleştirilmesini geliştirir, ancak bunu bütün zenginliğin asıl kaynağını, yani toprağı ve işçiyi kurutarak yapar,”[67] saptamasının altını çizerek Erol Anar dostumuzun satırlarıyla devam edersek: “Gelecek, üzerine en az düşündüğümüz zaman dilimidir. Değil geleceği, aslında bugünü bile yaşamayız. Daha çok geçmişteyizdir. Bu yüzden gelecekte olabilecek gelişmelere omuz silkeleriz, ilgilenmeyiz

 

yazının devamı için



Bu yazı 2992 defa okunmuştur.

FACEBOOK YORUM
Yorum

YAZARIN DİĞER YAZILARI

YAZARLAR
Bizi Takip Edin :
Facebook Twitter Google Youtube RSS
ÇOK OKUNAN HABERLER
  • BUGÜN
  • BU HAFTA
  • BU AY
HABER ARŞİVİ
SON YORUMLANANLAR
  • HABERLER
  • VİDEOLAR

Web sitemize nasıl ulaştınız?


nöbetçi eczaneler
HABER ARA
YUKARI