Bugun...


Sibel Özbudun -Temel Demirer

facebook-paylas
Öncesi Ve Sonrasıyla Süreklilik İçinde Kopuş: 2015’in “Bugün”ü
Tarih: 15-02-2022 13:18:00 Güncelleme: 15-02-2022 13:18:00


Öncesi Ve Sonrasıyla Süreklilik  İçinde Kopuş: 2015’in “Bugün”ü[*]

 

 

“Savrulup duran bir zaman diliminde sarsarak ve sarsılarak geçiyor günler
ama kalbimiz çatlayacak kadar duyarlı hayatı savunabilecek kadar güçlüdür.”[1]

 

“… ‘Haziran’dan Sonra OHAL’den Önce: 2015’ adında bir çalışma yapıyorum. Çerçevesi adından anlaşılıyor zaten…

1968, 1980, 2000 gibi 2015 yılının da kendinden sonraki yıllara referans olan bir yıl olduğunu düşünüyorum. O yılda yaşananlara bakınca, mutlaka bir yerlerde kayıtlı kalmalı…

2015 yılından sonrasını tutsak olarak hapishanelerde geçirdim. 2020 yılı Nisan ayında kanser nedeniyle tahliye edildim. O günden bu yana ev hapsindeyim,” diyor ve soruyor Umut Şener:

“1) 2015 yılı bir aydın olarak sizin için ne ifade ediyor?

2) Bugün yaşadığımız ekonomik, sosyal, siyasal olaylardan hangileri sizce 2015’in izlerini taşıyor?”

Bize Angela Davis’in, “Ben, hapishanenin olmadığı bir toplumun gelecekte bir ihtimal olabileceğini ama bunun ancak itici gücün, kâr değil insanın ihtiyaçları olduğu, dönüşmüş bir toplumda mümkün olabileceğini düşünüyorum. Günümüzde hapishanenin ortadan kaldırılmasının ütopik bir fikir gibi görünmesinin sebebi, tam da hapishane fikrinin ve onu destekleyen ideolojilerin çağdaş dünyamızda bu denli derinden kök salmış olmasıdır,” sözlerini anımsatan sevgili Umut ister de olmaz mı? Elbette…

Kardeşimizi Ankara’dan tanırız; O biz(ler)e Marie-Henri Beyle/ Stendhal’ın, “Bizi yöneten canavarların yapamayacakları ne var ki?” sorusu eşliğinde; Fyodor Dostoyevski’nin, “Yemin ederim size baylar, her şeyin tam anlamıyla farkında olmak bir hastalıktır; hem de tümüyle gerçek bir hastalık. Sıradan bir bilinç, insanın yaşamı için fazlasıyla yeterlidir…”[2]

Samed Behrengi’nin, “Hayat gerçekten bir avuç yerde durmadan dönüp durmak, sonra da yaşlanıp ölüp gitmek mi yoksa bu dünyada başka türlü yaşamak da mümkün mü?”[3]

Lev Tolstoy’un, “Sadece kitap okumak yetmez; meydan okumayı da bilmeli insan. Kendine, dünyaya, hayata...”

Ignazio Silone’nin, “Özgürlük; otoriteye ‘Hayır’ diyebilme gücüdür…”

“Jiyana rojekîye bi rûmet, ji jiyana salaye bi koletî çêtire/ Bir günlük onurlu yaşam, yıllarca boyun eğip kölece yaşamaktan iyidir,” diyen Kürt savsözünü…

Hermann Hesse’nin, “İnsan düşüncelerinde ve yaptıklarında ciddiyse, o gerçek bir azizdir…”

Jean Paul Sartre’ın, “İnsan, uğrunda ölümü göze alabileceği bir şey bulmadığı müddetçe insan değildir…”

Nâzım Hikmet’in, “Bir alet, bir sayı, bir vesile gibi değil/ İnsan gibi yaşamalıyız dersin/ büyük hürriyetinle basarlar kelepçeyi/ yakalanmak, hapse girmek hürriyetinle hürsün…”

Émile Zola’nın, “Bir kişiye karşı yapılmış haksızlık, bütün insanlığa karşı yapılmış haksızlık demektir…”

George Orwell’in,  “Deli dedikleri şey, tek kişilik bir azınlıktı belki de… İnsanın azınlıkta olması, tek kişilik bir azınlık olması bile, deli olduğu anlamına gelmiyordu,”[4] sözlerini anımsatır.

O; “Görmek fark etmektir; farkı açığa çıkarmak ve dönüşmektir” diyen 11. Tez’cilerdendir ve dedik ya, kardeşimizdir.

Tekrarlayalım: Sevgili Umut ister de olmaz mı? Elbette, ancak birkaç şeyin altını çizmemiz gerekiyor: 2015’in, 1968, 1980 gibi bir “milat” olduğunu düşünmüyoruz. Karl Marx’ın 1852’de, “İnsanlar tarihlerini kendileri yaparlar, ama onu serbestçe kendi seçtikleri parçaları bir araya getirerek değil, dolaysızca önlerinde buldukları, geçmişten devreden verili koşullarda yaparlar,” sözleriyle ifade ettiği üzere, tarihin süreklilik içinde bir kopuş olduğu kanısındayız.

Böylesi bir kavrayışla 2015 dünyası ve Türkiye’sinden bugüne mülhem şeylerden söz etmek mümkün ve elbette gerekli…

 

I. AYRIM: “2015 TAKVİMİ”NDEN!

 

 

“Yaşama sevgi beslemeyen varlık,

yok olma yoluna girmiş demektir.”[5]

 

Edip Cansever’in, “Bu düzen size insanlığınızı unutturacak,” dizeleriyle müsemma bir yıldı kapitalizmin 2015’i…

28 Şubat’ta Yaşar Kemal’i, 28 Kasım’da sokak ortasında katledilen Tahir Elçi’yi kaybettik. 9 Mayıs’ta da eski Genelkurmay Başkanı ve 7. Cumhurbaşkanı darbeci Kenan Evren ve 17 Haziran’da 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel hesap vermekten kurtularak öldüler!

2015 Türkiye’sinde AKP’li Tayyip Erdoğan Cumhurbaşkanı, Ahmet Davutoğlu da Başbakan’dı.

İki kez seçim yapıldı 2015’de. İlki Haziran 2015 Genel Seçimleri. İkincisi de kaybedenin “Olmadı, yeniden!” dediği metazori Kasım 2015 Genel Seçimleri idi!

 

I.1) TERÖR(İSTLER)

 

“Gerçek her zaman için teröristtir.”[6]

 

7 Ocak’ta Paris’te Charlie Hebdo’nun merkezine silahlı saldırıda 10 kişi katledildi, 11 kişi yaralandı. El Kaide’nin Yemen kolu saldırıyı üstlendi.

8 Ocak’ta Boko Haram Nijerya’nın kuzeydoğusundaki Baga kentinde gerçekleştirdiği saldırılarda 2 binden fazla kişiyi katletti.

Fikret Başkaya, “Asıl Terör Devlet Terörüdür”;[7] Murat Çakır’ın, “Terör emperyalizmin meşru egemenlik aracıdır,”[8] saptamalarının altını çizip;

Diyanet İşler Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez’in, Charlie Hebdo saldırısına ilişkin, 12 milyon insan katledildiğinde ses çıkarılmadığını savunarak “Sadece 12 kişiye düzenlenen bir cinayet sebebiyle ayağa kalkmasını ibretle izlediklerini” söylemesine rağmen;[9] hangi ırk, din, millet, etnik gruptan olursak olalım Paris’teki vahşi saldırıyı lanetlemek zorundayız. Chalie Hebdo saldırısı “Ama” demeden... Hiçbir “bahane” ya da “gerekçeye” sığınmadan lanetlenmelidir. Çünkü o da, bir “Sivas Katliamı”, bir Madımak’tır.

“Hâlâ, ‘İslâm bu değil’, ‘Zaten bu tür örgütleri Batılı güçler üretti’ bahanelerine sığınmak, ortada çok önemli bir sorun olduğunu görmezden gelmenin, örtmenin gerekçesi olmaktan başka bir şey değil”ken;[10] söyleyin; “Gerçek İslâm’ı” kim anlatacak? Boko Haram mı? El Kaide mi? IŞİD mi? Diyanet mi? Cübbeli Ahmet Hoca mı? “Altı yaşında evlenilebilir” diyen Nurettin Yıldız mı? “Kahkaha atmak günahtır” diyen Bülent Arınç mı? “Yolsuzluk hırsızlık değildir” fetvası veren Hayrettin Karaman mı? Bu “gerçek İslâm’ı” bize anlatacak kim? Çıksın hele ortaya... Görelim kaç “Gerçek İslâm” varmış![11]

Gerçek şu ki; El Kaide, IŞİD, Taliban, Boko Haram, El Nusra gibi insanlık düşmanı İslâmi örgütler kan akıtırken; Müslüman Mahallesi bu gidişata “Bizim Çocuklar” muamelesi çekerek destek veriyor, ya da göz kırpıyordu.[12]

Orhan Kemal Cengiz’in, “Gerçek İslâm hangisi?”;[13] Murat Sevinç’in, “Hiçbiri gerçek Müslüman değilse, gerçeği nerede?”[14] soruları ile Murat Paker’in, “Bir fanatik fantezi olarak ‘gerçek İslâm bu değil’,”[15] saptamasında  “Soru(n) ne Charlie Hebdo ile başlıyor, ne de bitiyor”[16] ve “İyi Müslüman, kötü Müslüman”[17] düalitesini tartışmaya açıyordu ki, bu da “Müslümanların temel açmazı”[18] yani “Aşil Topuğu”nu sergiliyordu!

 

I.2) YOLSUZLUK(LAR)

 

“Kötülüğün kazanması için

gereken tek şey, iyilerin

hiçbir şey yapmamasıdır.”[19]

 

20 Ocak’ta Meclis Genel Kurulu’ndaki oylamada rüşvet ve yolsuzluk soruşturmasına adları karışan dört eski bakan Muammer Güler, Zafer Çağlayan, Egemen Bağış ve Erdoğan Bayraktar için Yüce Divan kararı çıkmadı. “AK”landılar; “kapitalizm yasal mafya, mafya da yasadışı kapitalizmdir” formülü bir kere daha doğrulandı!

Fyodor Mihayloviç Dostoyevski’nin, “Bu adamlar hiçbir zaman halkı sevmediler. Halk için hiçbir zaman acı çekmediler. Halk için hiçbir şeylerini feda etmediler ama onların hayalleriyle alay ettiler,”[20] sözlerini anımsatan hâle ilişkin ‘Uluslararası Şeffaflık Örgütü’nün 2014 raporunda Türkiye’nin yolsuzluk algı endeksinde “Türkiye, en büyük puan düşüşü ile beş puan gerileyerek 45 puan alıp 64. sırada yer aldı,”[21] ifadelerini kullandı.

Ernst&Young’ın ‘Global Yolsuzluk Anketi’ne göre de, Türkiye’de yolsuzluk yaşandığını söyleyenlerin oranı yüzde 12’den yüzde 14’e çıktı.[22]

Gerçekten de “Yolsuzluğun dünya haritası”nda[23] önemli bir yeri olan Türkiye’de Jean Jacques Rousseau’nun, “Paradan başka gayesi kalmayan bir hükümetin, yolsuzluğun en dibine vurduğu söylenebilir,” ifadesindeki üzere “Haksız kazanç kapitalizmin mayasıdır”![24]

25 Ocak’ta Yunanistan’da genel seçimi SYRIZA kazandı. “Yeni Yol” diye sunulan “liberal sol”un ne kadar da bilinen reformist açmaz olduğu süreç içinde savunanların suratına bir şamar gibi indi!

14 Şubat’ta Özgecan Aslan Mersin’de tecavüz uğrayıp, katledildi. Ataerkil vahşet iş başındaydı ve 2015’te 283 kadın cinsiyetleri nedeniyle öldürüldü!

 

I.3) GÖÇ(MEN)

 

“Başkalarının haklarını korumak,

hayattaki en asil duruştur.”[25]

 

11 Şubat’ta Libya’dan yola çıkan 200 aşkın göçmeni taşıyan tekne Akdeniz’de battı; göçmenler öl(dürül)düler!

‘Uluslararası Göçmenler Günü’nde uluslararası raporlar göçmenlerin yaşadığı zorlukların artarak devam ettiğini gösteriyor. Akdeniz’de bini aşkın kişi 2020’da “umut yolculuğu”nda ölürken; göçmen kamplarında da koşullar hâlâ kötü ve yetersiz. Bununla beraber yerkürede çeşitli sebeplerle doğdukları ülkeden başka bir ülkeye göç edenlerin sayısı, üç kattan fazla arttı. BM Uluslararası Göç Örgütü (IOM) verilerine göre, 272 milyon göçmen bulunuyor. Dünya genelindeki göçmen nüfusunun yüzde 52’si erkekler, yüzde 48’i ise kadınlardan oluşuyor. Dünya nüfusunun yüzde 3.5’ini oluşturan göçmenlerden 166 milyonu Avrupa ve Asya’da yaşıyor. Bu iki bölge, dünya genelindeki göçmenlerin yüzde 61’ini oluşturuyor;[26] yersiz/ yurtsuz; eşitsizliklerin kurbanı ve geleceği olmayanlar, çokça “insan hak(sızlık)lar”ından söz eden emperyalist-kapitalist talanın kurbanları!

Geçerken ekleyelim: ‘The Guardian’ ile ‘Lost in Europe’ın çalışmasına göre, 2018’den beri Avrupa ülkelerine gelen 18 bin 292 göçmen çocuktan haber alınamıyor. Bu, Avrupa’da 2018’den beri günde yaklaşık 17 çocuğun kaybolduğu anlamına geliyor. Sadece 2020 yılında 13 Avrupa ülkesinde 5 bin 768 çocuk ortadan kayboldu. Üç yılda kaybolan çocukların çoğunun Fas, Cezayir, Eritre, Gine ve Afganistan’dan geldiği belirtildi. Mevcut verilere göre kaybolan çocukların yüzde 90’ı erkek ve yaklaşık altı çocuktan birinin yaşı 15’in altında![27]

UNICEF, 2021’in başında Meksika’dan ABD’ye geçmeye çalışan çocukların sayısının 380’den 3 bin 500’ yükselerek dokuz kat arttığına dikkat çekip, sınırı geçmeye çalışan çocukların çoğunlukla Honduras, Guatemala ve El Salvador gibi yoksul ülkelerden geldiğini belirtti.[28]

17 Şubat’ta gazeteci Nuh Köklü,  Kadıköy’de arkadaşlarıyla kartopu oynarken camına kar topu isabet eden bir esnaf tarafından bıçaklanarak öldürüldü. Sanık cinayetten sonra, “Benim 46 raporum var sizi öldürür, elimi kolumu sallayarak ertesi gün çıkarım,” dedi! Evet coğrafyamızda para-militer keyfilik tırmanıştaydı!

19 Şubat’ta Türkiye ile ABD Suriyeli tetikçiler için eğit-donat programı anlaşması imzalandı. Yani emperyalizmin Ortadoğu’daki tetikçiliğine soyunuluyordu her zamanki üzere! Kimler besleniyor, hangi amaçlarla kullanılıyordu!

 

I.4) “BARIŞ” (MI?)

 

“Zorbalık karşısında

duyarsız kalan bir toplum

zehirlenmiş demektir.”[29]

 

28 Şubat 2015’te hükümet yetkilileri ile İmralı-Kandil arasında görüşmeleri yürüten HDP heyeti Dolmabahçe’deki Başbakanlık çalışma ofisinde, çözüm süreci boyunca ilk kez ortak bir açıklama yaptılar.

HDP heyeti adına konuşan Sırrı Süreyya Önder, Abdullah Öcalan’ın, PKK’ya bahar aylarında olağanüstü kongre çağrısı yaptığını duyurdu ve “Öcalan bu kongrede silahlı mücadele yerine demokratik siyasetin yer alması gerektiğini söylüyor,” dedi. 

Abdullah Öcalan İmralı’da HDP heyeti ile gönderdiği açıklamada silah bırakmak için kongre toplanması çağrısında bulundu. Ama İsmail Beşikçi’nin, “TC, Kürtlerin yokluğu üzerine kurulmuştur,”[30] diye tarif ettiği düzlemde bu mümkün müydü?!

HDP Milletvekili Adil Zozani’nin, “Türk bayrağını biz yücelteceğiz”; HDP Eşbaşkanı Figen Yüksekdağ’ın, “Size Türkiye’yi böldürtmeyeceğiz”; HDP Milletvekili Pervin Buldan’ın, “Türkiye’yi bölmek kimsenin haddine değildir”; PYD Sözcüsü İlyas Ehmed’in, “Dört parçada da Kürtlerin devlet olmasına karşıyız”; PKK Başkanlık Konseyi’nden Duran Kalkan’ın, “PKK Türk devletinin en demokratik gücüdür”; Abdullah Öcalan’ın, “PKK Türkiye’nin sigortasıdır. Biz varoldukça Barzani Kürdistanı kuramaz,” ifadeleriyle süslenmiş “barış söylenceleri”ne rağmen hayat İsmail Beşikçi (Hoca)’yı doğrulayacaktı.

Siz bakmayın Diyarbakır’ı Kürtçe selamlayan Başbakan Davutoğlu’nun, “Biraz vakit bulsam güzel Kürtçemizi de güzel Türkçemiz kadar öğrenmek istiyorum,” deyip; çözüm sürecinin başarıya ulaşacağı vurgusuyla, “Kobanê’deki her kardeşimin alnından öpüyorum,” demiş olmasına![31]

Veya MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın Van’ın Erciş ilçesinde yaşayan akrabalarının törenle BDP’ye katılmış olmasına![32]

“2005’ten beri devlet, PKK’yı dağdan indirmek için Kandil’le bir dizi görüşme yaptı. Devlet adına temasları yürüten ise MİT oldu,”[33] denmesine!

Ya da Murat Karayılan’ın MİT-PKK görüşmesi hakkında, “Görüşmelerde sadece MİT yoktu, devlet-hükümet yetkilileri de vardı. Protokolleri de 10 Mayıs’ta devlet bize getirdi,”[34] demesine!

Ayrıca Norveç’in Oslo kentinde gerçekleştirilen ve daha sonra basına sızan MİT-PKK görüşmelerine ilişkin olarak “MİT ile değil, devletle masaya oturup görüşmeler yaptık,”[35] diye konuşmasına!

Sonra MİT-PKK görüşmeleri hakkında Zübeyir Aydar’ın, PKK-devlet görüşmesi olduğunu savunmuş olmasına![36]

Selahattin Demirtaş’ın, hükümeti temsil eden devlet heyetinin İmralı’nın yanı sıra KCK ile “paralel görüşmeler yürüttüğünü” belirtmesine![37]

Abdullah Öcalan’ın, İmralı Adası’nda yetkililerle görüşmesinde “barış konseyi” kurulması konusunda mutabakata varıldığını iddia edip;[38] “Devlet’in ortaya koyduğu tavrı ‘güvenilir’ bulan Öcalan’ın 4 Temmuz 2011 itibariyle yeni sürecin olumlu sonuçlar doğurabileceği konusunda ikna olmuş”[39] olmasına![40]

“Barış süreci”nin olası durakları, alacağı virajlar liberallerin umduğu/sunduğu gibi değildi!

Kolay mı? Friedrich Engels’in hatırlattığı gibi, toplumsal olaylarda tarafların her biri kendi çıkarları doğrultusunda, güçleri oranında çabalarlarken; tarih de bu çabaların bir bileşkesi olarak ilerlerdi. Ancak çoğu kez ortaya çıkan sonuç(lar), şaşırtır, tarafların hiçbirini tatmin etmezdi.

KCK operasyonları sırasında tutuklanıp, 129 gündür cezaevinde bulunan Prof. Dr. Büşra Ersanlı, Beykent Üniversitesi’nde “misafir” öğretim görevlisi olması için davet eden Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun kendisini neden açıkça desteklemediğini anlayamadığını söyleyip; “Keceke’nin ne olduğunu bugün de bilmediğini cezaevinde de öğrenemediğini”[41] dile getirse de bizde de öyle oldu!

28 Şubat’ta solunum güçlüğü ve kalp ritim bozukluğu sebebiyle hastanede tedavi gören edebiyatımızın çınarı ve (anadili Kürtçe konusunda) “Bizim dilimizi kestiniz. Bir milletin dilini kestiğiniz zaman, onu öldürürsünüz,” diyen (İnce Memed’in babası)Yaşar Kemal 92 yaşında hayata gözlerini yumdu.

 

I.5) MADENCİLER, İŞÇİLER

 

“Çürümüş bir şey var bu ülkede.”[42]

 

13 Nisan’da Soma’daki maden katliamının ilk duruşması yapıldı. 2021’de hâlâ devam ederken içerideki tek tutuklu ÇHD Başkanı Selçuk Kozağaçlı!

Soma -sorumlusunun “kâr, her zaman daha çok kâr” peşindeki burjuvazi olduğu- bir işçi katliamıydı.

13 Mayıs 2014’te, Manisa’nın Soma ilçesindeki bir kömür madeninde yaşanan faciada 301 işçi hayatını kaybetti. Raporlar, haberler yaşanan büyük felakete kaza deyip geçmenin mümkün olmadığını ortaya koydu. Kâr marjına insan kurban edilen, işçinin taşeron taşeron dayıbaşı dayıbaşı sömürüldüğü sistem, emniyetlerine zerre kadar önem vermemişti. Yalandan denetlemeler, dümenden uyarılar derken, yaşanana kaza değil cinayet denir herhâlde...[43] Daha doğrusu, katl

am…

Soma Kömürleri AŞ’ye ait Eynez Maden ocağında 301 madencinin yaşamını yitirdiği katliamın ardından Akhisar Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülen davada verdikleri ifadelerde iş cinayetinden kurtulan madenciler, müfettişler denetlemeye gelmeden önce “hazırlık” yaptıklarını anlattı.[44]

Soma’da 301 madencinin hayatını kaybettiği faciada Çalışma Bakanlığı müfettişlerinin raporları tüyler ürpertiyordu. Raporda madenin ana havalandırma yolunda “acil çıkış bacası’ yapılması için Türkiye Kömür İşletmeleri”nden izin alındığı ancak acil çıkış bacası yapılmadığı gibi o bölümden kömür çıkarıldığı yer aldı. Davanın avukatlarından Derviş Emre Aydın, 240’tan fazla madencinin çıkış bacası olmadığı için can verdiğini söylüyordu.[45]

Soma’da katliamdan son anda kurtulan madencilerin “Kömür çıksın da ne olursa olsun,” biçimindeki ifadeleri kan dondurmuştu.[46]

Soma’dan sağ kurtulanlar Elmadere ve Danişment’te yeni madenlere giriyor. İşçiler, Soma Eynez’deki gibi iş güvenliği koşullarının tam anlamıyla hayata geçemeyeceğinden endişe duyduklarını söylüyorlardı.[47]

Manisa Soma’da 301 madencinin hayatını kaybettiği katliamı Anayasa Mahkemesi, yaşam hakkı ihlâli saysa da[48] ücretli kölelik zulmü yerli yerindeydi!

Ancak “O [işçi] yaşamak için çalışır. Onun için çalışmak, yaşamının bir parçası değil, yaşamının feda edilmesidir. Bir başkasına devrettiği metadır. Bundan ötürü, kendi faaliyetinin ürünü de, bu faaliyetinin amacı değildir,” diyen Karl Marx’ın, “Ve onların mülksüzleştirilmesinin öyküsü, insanlık tarihine kandan ve ateşten harflerle yazılmıştır,” notunu düştüğü işçiler için:

Émile Zola, “Özgür oldukları söylenerek işçiler bir kenara atılmıştı, evet, onlara açlıktan ölme özgürlüğü tanınmıştı, onlar da bu özgürlüğü doyasıya yaşıyorlardı.” “Siz gerçeği gömebilirsiniz, ama gerçek yeraltında durmayacaktır. Bir gün öç alan bitkiler hâlinde her yerde fışkıracaktır. Fırtınanın nereden geleceğini bilemem ama mutlaka gelecek, ülkemiz her şeyi öğrenince ayaklanıp adaletin yerine getirilmesini isteyince kin ve öfke yaman olacaktır. Ve o öfke halkı aydınlatmak olanağı elindeyken bunu yapmayanları kasıp kavuracaktır.” “Fakat şimdi madenci, kuyunun dibinde uyanıyor, gerçek bir tohum gibi toprak altından filiz veriyordu. Günün birinde de, tarlaların ortasında öyle bir ürün yetişecekti ki! Evet, insanlar yetişecekti, adaleti yeniden kuracak olan bir insan ordusu!”[49]

Jack London, “Öve öve bitirilemeyen modern toplumunuz kan üzerine kurulu, her tarafından kan fışkırıyor. Bu kıpkırmızı lekeden ne ben kaçabilirim ne de sizler.” “Sizin adınıza başkaları çalıştığı için elleriniz yumuşacık...”[50]

Maksim Gorki, “Size kölelik koşullarını dayatan sermaye sahibi egemen sınıftır. Bu acımasız oyun, siz izin verdiğiniz sürece devam edecektir…”

Behice Boran, “İşçi sınıfının mücadele ufku, ücret, ikramiye, kıdem tazminatı, referandum gibi ekonomik sorunlarla sınırlanmamalıdır.” “İktidar şu partiye değil de, bu partiye sadece oy vermekle gerçekleşmez. İşçi sınıfımızın kendisi iktidara hazırlanmalıdır.” “İşçilerin kaybedeceği hiçbir şey yok, kazanacağı çok şey vardır. Dünyanın her memleketinde işçi sınıfı ileriliğin ve gelişmenin savunucusu olmuştur...”

Vergilius, “Labor omnia vincit/ Emek her şeyi yener,”[51] derken haksız değillerdi…

 

I.6) IRKÇILIK

 

“Kötülük, insanların somut şeyleri

soyut hâle getirmesinden doğar.”[52]

 

15 Nisan’da Dersim’de 1938’de katledilen 24 kişiye ait toplu mezarda yapılan kazıda insan kemikleri bulundu. Sonrası mı? Hiç!

ABD’de ise, 28 Nisan’da gözaltına alınan Fredie Gray 12 Nisan’da polis aracından indirildiği sırada omuriliğinden ciddi bir biçimde yaralandı; 19 Nisan’da da öldü. Polisin sert müdahalesine halkın tepkisi de sert oldu. Cenaze törenindeki protestolar üzerine Ferguson’da olağanüstü hâl ilan edildi. Siyahî Amerikalının ölümünden sonra Baltimore başta olmak üzere birçok şehrinde protestolar yayıldı.  Michael Brown’a atfen “Her yer Ferguson, her yer Baltimore” sloganları atıldı. 

Dersim’den Baltimore’a ırkçılık her yerdeydi! James Baldwin’in, “Bütün sıkıntılarımızın kaynağı, yani insanlığın sıkıntılarının; belki de sahip olduğumuz tek hakikât olan ölüm gerçeğini reddetmek uğruna yaşamlarımızdaki bütün güzellikleri feda edecek ve kendimizi totemlere, tabulara, haçlara, kurbanlara, kilise çanlarına, camilere, ırklara, ordulara, bayraklara, uluslara hapsedecek olmamızdır,” uyarısındaki üzere!

Oysa Albert Einstein, “Aptallara göre insanlar; ırk, cinsiyet, milliyet, yaş, statü, renk, din ve dil başta olmak üzere 8’den fazla kategoriye ayrılırlar. Hâlbuki olay bu kadar komplike değildir. İnsanlar sadece 2’ye ayrılırlar: İyi insanlar ve kötü insanlar,” derken diğerleri de eklerdi:

Nelson Mandela, “Önemli olan derinin rengi değil, değerlerinin rengidir”…

William Faulkner, “Bugün dünyanın herhangi bir yerinde yaşayıp da insanların ırk veya ten renginden dolayı eşitliğine karşı olmak, Alaska’da yaşayıp da kara karşı olmaya benziyor”…

Desmond Tutu, “Beyazlara iyi davranın, insanlıklarını yeniden keşfetmeleri için size ihtiyaçları var”…

Pierro Webo, “Ben beyaz değilim, ben siyah değilim. Sadece insanım”…

Eric Hoffer, “Bir insanın kendi mükemmelliğine olan inancı ne kadar zayıfsa, ulusunun, dininin, ırkının veya inandığı kutsal amacın mükemmelliği yönündeki iddiası da o kadar güçlüdür,” diye anlayana!

4 Mart’ta Şili’de parasız ve adil eğitim için 2006’dan beri eylem yapan öğrenciler amacına ulaştı. Şili hükümeti 2016’dan itibaren üniversitelerin parasız olacağını açıkladı. Boğaziçi’nin kanıtladığı üzere bizim de günümüz gelecek elbette!

 

I.7) EVRENİST DESPOTİK BASKILAR

 

“Olanı gördüler, sebebini değil.”[53]

 

27 Mart’ta polise yargı kararı olmadan 48 saate kadar gözaltı ve telefon dinleme hakkı gibi geniş yetkiler tanıyan, kamuoyunda İç Güvenlik Kanunu olarak bilinen ‘Polis Vazife ve Salahiyet Kanunu, Jandarma Teşkilât, Görev ve Yetkileri Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun’ Meclis’te kabul edildi. Bu, çok değil bir-iki ay içerisinde patlak verecek altüstlüklerin işaret fişeğiydi, adeta.

Bunda şaşırtıcı bir şey yoktu; Nelson Mandela’nın ifadesiyle, “Bir halkın insan haklarını inkâr etmek demek, insanlığını reddetmek demek,” olsa da önemsizdi. Çünkü burası Türkiye’ydi!

Bireyin hak ve özgürlükleri ilk ve ortaçağlarda pek ciddiye alınan bir şey değildi. Bir hak olarak görüldüğü yerlerde ise hâkim sınıfların hakkıydı. Tıpkı Alman felsefecisi Friedrich Hegel’ini “Devlet Tanrı’nın yeryüzündeki yürüyüşüdür, devlet gerçekliktir, devlet zorunluluktur, devlet kutsaldır ve kendini korumak için her türlü önlemi olmaya izinlidir!” deyişindeki despotlukla![54]

1 Mayıs Emek ve Dayanışma Günü’nde yaklaşık 20 bin polisin görevli olduğu İstanbul’da gazlı TOMA’lı müdahale vardı. Beşiktaş’ta eli sopalı kişilerin göstericilere saldırdığı, bir göstericinin de bıçaklandığı günde 50 kişi yaralanırken 339 kişi gözaltına alındı. Taksim Meydanı yine yasaktı; ama Tüm İstanbul Taksim’di!

9 Mayıs’ta 12 Eylül’ün mimarı Kenan Evren; Türkiye’nin 7’nci Cumhurbaşkanı GATA’da 98 yaşında öldü. 12 Eylül’ün sorumlularının yargılanmasını engelleyen anayasanın geçici 15. maddesinin 2010’daki referandum ile kaldırılması sonucu Kenan Evren ve dönemin Hava Kuvvetleri Komutanı Tahsin Şahinkaya hakkında dava açılmış, iki komutan dava sonucunda müebbet hapis cezasına çarptırılmıştı. Tahsin Şahinkaya da 9 Temmuz’da ölmüştü. Yani her iki general de artık “firarî”ydi!

Kenan Evren tarihe insanlığın kara bir lekesi olarak geçti!

İşkenceden geçirttiği, öldürttüğü, mahpuslarda çürüttüğü insan sayısını tekrarlamaya gerek yok. Kötü bir insandı ve çok kötülük yaptı. Türkiye 1915 ile, Varlık Vergisi ile, 6-7 Eylül olaylarıyla yüzleşmediği gibi, 12 Eylül Darbesi ile de yüzleşmedi. Sadece darbeciler ve yaptıkları açısından değil, 12 Eylül’ün gençliği açısından da.

Her şeyi Kenan Evren mi yaptı? Elbette “Hayır”! Onu oraya, oralara getiren kapitalist yapı yaptı. Bu toplumun tarihî koşulları yaptı.. Kenan Evren de bunların hepsinin sözcüsü oldu.

‘The Time’ın kapağına “Dünyanın en zengin elli generali,” diye geçen elli general arasında 12 Eylül’ün darbecilerinden Hava Kuvvetleri Komutanı Tahsin Şahinkaya da varken;[55] onbinler cezaevlerinde, işkence tezgâhlarında, ya da dışarıda olanlarsa açlığa, işsizliğe mahkûm ya da sürgünde geçirdiler o kara günleri.

Ama en önemlisi 12 Eylül dönemi patronlarının da itiraf ettiği gibi, darbe olmasa 24 Ocak kararları uygulanamazdı. Evren, sendikal hareketi ezerek sermayeye dikensiz bir gül bahçesi armağan etti.

İşçi haklarını budamak ve emek hareketini ezmek Kenan Evren ve arkadaşlarının ilk icraatları arasındaydı. 12 Eylül işçi haklarına ve sendikalara adeta 1960-80 döneminin intikamını alırcasına saldırmıştı. 12 Eylül’ün çalışma hayatındaki tahribatı yıllardır hiç bitmedi…

Evren Özal’ı ekonominin başına getirerek 24 Ocak kararlarının uygulanmasını sağladı. Özal özelleştirmeleri hızlandırılarak kamu işçilerinin tasfiyesinin yolunu açtı. Evren silahın, Özal paranın gücüyle “yeni” bir Türkiye inşa etmeye başladılar. Bugün o Türkiye’de yaşıyoruz.

Sendikalaşma dibe vurmuşsa, işçiler grev yapamıyorsa ve güvencesiz çalışma almış başını gidiyorsa, iş cinayetleri azalacak yerde artıyorsa bunun en büyük nedeni 12 Eylül ve 24 Ocak ile kurulan “yeni” Türkiye’dir. Evren emeğe çok bedel ödetti.

 

I.8) AHLÂK VE DİN

 

“Aklınız neyi kabul edip inanıyorsa,

onu gerçekleştirebilir.”[56]

 

22 Mayıs’ta Diyanet İşleri Başkanı Görmez’e Diyanet Vakfı bütçesinden 1 milyon TL’ye Mercedes marka makam aracı alındığı haberleri kamuoyunun gündemini uzun süre meşgul etmişti. Diyanet, aracın değerinin 1 milyon TL olmadığını açıklarken, Maliye Bakanı Şimşek makam araçlarına harcanan paranın milli gelir ve bütçede çerez parası bile olmadığını söylemişti.

Tartışmaların sürmesi üzerine Diyanet İşleri Başkanı Görmez de, Mercedes’i “ibreti âlem için” iade edeceğini açıklamıştı. Konuya dahil olan Cumhurbaşkanı Erdoğan da Görmez’e jest olarak köşk envanterinden zırhlı bir Mercedes verileceğini açıkladı.

Bilir misiniz? Jean Meslier, “Ahlâk ve erdem için din hiç gerekli değildir,” derken eklerdi Ludwig Andreas Feuerbach da, “Ahlâkın temeli ne zaman ilahiyata dayandırılırsa, halklar ne zaman ilahi otoriteye bağımlı hâle getirilirse, en ahlâksızca, en adaletsiz, en kepaze şeyleri mazur gösterip yaygınlaştırmanın yolu açılmış demektir,” diye!

Umberto Eco’nun, “Dünya; zengin din adamlarının, yoksul ve aç insanlara erdem üzerine vaaz ettikleri bir rezillik yeridir,” vurgusuyla ekleyelim: Bir ülkede din sorgulanamaz bir tabu hâline geldiyse, ahlâk da dinsel ahlâka indirgendiyse, o ülkede demokrasi değil, teokrasi olur.

Siyasetçilerin ahlâkı dinin tekelinde gördüğü Türkiye’de Diyanet İşleri Başkanı’nın “Ahiret inancı olmayan insandan her türlü kötülük beklenir,”[57] açıklaması yaptığını asla unutmamak gerek!

Ahlâk ve erdem ile din arasında zorunlu bir bağlantı yoktur. Dindar olsunlar veya olmasınlar, felsefe tarihinde, bir ahlâk ve erdem anlayışı geliştiren birçok filozof vardır. Ahlâklı ve erdemli olmak için din zorunlu değildir. Bunu da bize en iyi öğreten alan, felsefedir. Ve malum üzere felsefe özgürleştirir.[58]

Tıpkı “İnsanların aldatıcı mutluluğu olarak dinin kaldırılması, onların gerçek mutluluklarını talep etmektir,” diyen Karl Marx ve “Nusquam est qui ubique est/ Her yer de olan, hiçbir yerdedir,” deyişindeki üzere!

5 Haziran’da 7 Haziran Genel Seçimleri’ne iki gün kala Diyarbakır’da Halkların Demokratik Partisi (HDP) mitinginde,  Selahattin Demirtaş kürsüye çıkmadan önce art arda iki patlama meydana geldi. Patlamalarda 2 kişi öldü, 100’den fazla kişi de yaralandı.  Daha önce 18 Mayıs’ta HDP’nin Adana ve Mersin il başkanlıklarının bulunduğu binalarda eş zamanlı iki patlama gerçekleşmişti. “Derin (denilen) devlet” yine iş başındaydı ve arkası da gelecekti! “Masa devrilmiş”, yalancı “Barış süreci” sona ermişti.

Hatırlanır ise, 7 Haziran seçimi öncesi G. Antep’teki açılış töreninde konuşan Cumhurbaşkanı Erdoğan, mevcut yönetim şeklinin Türkiye’ye uymadığını, ihtiyacını karşılayacak olan sistemin başkanlık sistemi olduğu vurgusuyla, “400 milletvekilini verin ve bu iş huzur içinde çözülsün,”[59] ifadelerini kullandı. Erdoğan, bu ifadeyi farklı zamanlarda sıklıkla dile getirmişti. Artık sıra, bu yönde somut adımlar atmaktaydı.

 

I.9) SEÇİM (Mİ?)

 

“Her farklılık

bir fark yaratmalıdır.”[60]

 

7  Haziran’da 13 yıldır iktidardaki AKP 7 Haziran seçimiyle birlikte ilk kez tek başına iktidar için gerekli çoğunluğu yakalayamadı. YSK’nın kesin sonuçlarına göre AKP oyların yüzde 40.66’sını alırken CHP yüzde 25.13, MHP yüzde 16.45, HDP ise yüzde 12.96 oy aldı.

Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin 550 milletvekilinin belirlendiği 2015 Genel Seçimi  sonucunda Ahmet Davutoğlu liderliğindeki AKP, 2002 genel seçimlerinden beri mecliste tek başına iktidarı sürdüren AKP ilk kez çoğunluğu kaybetti. Bu bir şeyin “sonu” değil; birçok şeyin başlangıcıydı!

Yeri gelmişken; George Orwell’in, “Liberal, güce tapan bir güçsüzdür,” saptamasındaki zihniyetin yücelttiği seçim(ler) konusunda Emma Goldman’ın, “Eğer oy kullanmak bir işe yarasaydı, emin olun yasaklanırdı”; Theodor W. Adorno’nun, “Seçimler sistemi değiştirseydi, yasadışı ilan edilirdi”; V. İ. Lenin’in, “Parlamento burjuvazinin ahırıdır”; Mahir Çayan’ın, “Bugün gerici parlamentarizme kanat gerenler, seçimlerden sonra yanıldıklarını görerek, bu yolla düzen değişikliğinin imkânsız olduğunu görecektir”; Metin Yeğin’in, “Parlamento kurmak istediğimiz kolektif yaşamın eşeği olacaksa, bu komedinin içinde oyun oynadığımızı bilerek seçimlere katılmak hiç de sıkıntı değil,”[61] vurgusuyla Horatius’un, “Sincerum est nisi vas, quodcumque infımdis acescit/ “Kirli kaba ne koyarsan koy, mutlaka bozulur,” sözünü de anımsatmadan geçmeyelim!

Unutmamak gerek, parlamento, özellikle emperyalizm çağında devasa boyutlara ulaşmış devlet aygıtının yalnızca bir ayağını oluşturmaktadır. Halk koca bürokratik mekanizmanın başka hiçbir parçası üzerinde herhangi bir belirleme hakkına sahip değildir. Başta sürekli ordu, polis aygıtı ve “derin” kurumlar olmak üzere, devlet aygıtının diğer bileşenleri halkın tümüyle menzili dışındadır. Nitekim Lenin, parlamentonun işlevi ve devletteki yerini, Devlet ve Devrim’deki şu sözleriyle betimler: “Amerika’dan İsviçre’ye, Fransa’dan İngiltere’ye, Norveç’e vb. dek, herhangi bir parlamenter ülkeyi düşününüz; asıl ‘devlet’ işleri hep kulislerde görülür; bu işler hep devlet daireleri, bakanlıklar, kurmay kurulları tarafından yürütülür. Parlamentolarda, yalnızca ‘saf halk’ı aldatma ereğiyle, gevezelikten başka bir şey yapılmaz.”

Kaldı ki Karl Marx’ın da, parlamentoyu “domuz ağılı”na benzetmesi, orada oynanan bu tür pis oyunlara bir göndermedir.

Gerçekten de Haluk Yurtsever’in deyişiyle, “Parlamentolarda artık sınıfsal ve siyasal olarak gerçekten farklı taraflar bulunmuyor. Göstermelik ölçüde bulunsa bile, parlamento içinde siyasete gerçek katılım mekanizma ve işleyişleri yok. Kısacası, parlamento artık gerçek egemenlik alanı değil. Gerçek egemenlik yürütme gücüne, devletle tekellerin birlikte karar ve irade ürettikleri dar yuvarlara geçmiştir. Toplum yaşamını ilgilendiren tüm önemli yasa ve kararlar buralarda kotarılıyor...”[62]

Nitekim, muhaliflerin büyük kesiminde seçim sonrasında başgösteren “Aman, AKP’den kurtulalım da ne olursa olsun,” öforisi, kısa sürede, iktidarı terk etmeye hiç niyetli olmayan siyasal İslamcıların girişimiyle bir karabasana dönüşecek, 2015 yazını kana bulayan kara serüven seçimlerin Kasım’da yenilenmesi ve AKP’nin oylarını % 50’ye yaklaştırmasıyla son bulacaktı.

17 Haziran’da Türkiye’nin 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, tedavi gördüğü hastanede 91 yaşında hayatını kaybetti.

23 Haziran’da AKP’li Cumhurbaşkanı Erdoğan, Saray’da Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez ve diğer diyanet yetkililerine iftar yemeği verdi. Büyük ve yuvarlak bir masada verilen iftar yemeği sonrası basınla paylaşılan fotoğraflar sosyal medyanın diline düştü. Mimarlar Odası da masanın fiyatının 6.5 milyon lira olduğunu öne sürerek yeni bir tartışma yarattı.

 

I.10) SURUÇ KATLİAMI (VE SONRASI)

 

“Bizi biz yapan seçimlerimizdir.”[63]

 

20 Temmuz’da Urfa’nın Suruç ilçesindeki bir kültür merkezinde çeşitli illerden Kobani’ye destek için giden Sosyalist Gençlik Dernekleri Federasyonu üyesi gençlerin basın açıklamasına intihar saldırısı düzenlendi. 32 kişi öldü, çok sayıda kişi de yaralandı. İntihar bombacısının 20 yaşındaki Şeyh Abdurrahman Alagöz olduğu belirlendi.  Emniyetin terör listesindeki Suruç bombacısı Abdurrahman’ın ağabeyi Yunus Emre Alagöz de 10 Ekim’de Ankara’da 100’den fazla insanın hayatını kaybettiği saldırıyı gerçekleştiren isimlerden birisiydi.

20 Temmuz’da Suruç’da bombalı intihar saldırısı düzenlendi; 33 sosyalist katledildi; 100’den fazlası yaralandı; “dava” hâlâ devam ediyor; somut hiçbir sonuç yok!

Suruç Katliamı’ndan yaralı kurtulan Çağla Seven, yaşanan birçok katliamın hâlâ aydınlatılmadığına dikkat çekiyor. Katliamın planlı ve devlet gözetiminde gerçekleştiğinin altını çizerek şunları diyor:

“Suruç katliamının görünen failinin kardeşi aradan 3 ay bile geçmeden 10 Ekim katliamını gerçekleştirerek 104 insanın ölümüne sebep oldu. Bunun önlenebilirliğini anlatmanın gereği var mı bu noktadan sonra? Bir katliam yaşanıyor ki; öncesinde kendi ailesinin emniyete verdiği beyanlar, bilgiler, şüpheler var. Telefon kayıtları var. Siz katliamı gerçekleştiren kişinin ailesini bile tam olarak soruşturmuyorsunuz. Burada en başta davaya konan gizlilik kararının ve avukatların dosyaya ulaşma ve taleplerini dillendirme, soruşturmayı izleyebilmesinin önüne geçilmesinin dosyanın tabiri caizse toplumdan kaçırılmasının ne denli vahim sonuçları olduğunu hep birlikte gördük. Gizlilik kararı bu bilinçle alınmış bir karardır ve sonraki katliamların tüm sorumluluğu bu kararı alanlardadır.

Elbette ki; 10 Ekim de, sonraki tüm katliamlar da sadece Suruç katliamının etkin bir şekilde soruşturulmasıyla kolaylıkla önlenebilirdi. Hepsi göz göre göre yaşanmış olaylardır ve dönemin iktidarı, İçişleri bakanı, emniyet görevlileri sorumludur. Suruç ilçe emniyet müdürüne taksitle verilen 7 bin 500 TL cezayla geçiştirilecek bir sorumluluk değildir bu.

Siyasi çekişme içine girince defterleri açmaktan söz eden Ahmet Davutoğlu dönemle ilgili soruya ‘İslâm’da günah çıkarmak yoktur’ diye cevap vermiş. Günahları olduğunu kabul etmiş böylelikle. Bizler de günah çıkarmasını değil hesap vermesini istiyoruz. Kendisi İŞID gibi tecavüzcü, yağmacı kafa kesen bir çetenin üyelerinden ‘Birkaç öfkeli genç’ olarak bahsedilmiş, şüpheli canlı bomba listesinden ‘Eylem yapmadan yakalayamayız’ diyebilmiştir. Oysa ki bu ülkede şiddetle hiçbir ilişkisi olmamış, düşünceleri, siyasi görüşü, meslek pratiği hatta Twitter paylaşımı yüzünden içeride tutulan binlerce insan var.

Davutoğlu’nun 7 Haziran-1 Kasım arasında yaşananları siyasi manevra olarak ağzında gevelemesini değil, mahkemede tanık olarak dinlenerek siyasi sorumluluğunu yerine getirmesini istiyoruz. Bu talebimiz de mevcut. Amed, Suruç, 10 Ekim Ankara Katliamı olmuş ve ülke kan gölüne çevrilmiş iken güya emniyetin kırmızı bültenle aradığı İŞİD militanı İlhami Bali ile MİT’in Ankara da 5 yıldızlı bir otelde görüştüğü bilgisi basına belgeleriyle yansıdı.”[64]

Egemenler için artık “Ok yaydan çıkmış”tı!

25 Ağustos’ta 7 Haziran sonrasında 45 günlük süre zarfında koalisyon turlarından bir sonuç çıkmaması üzerine Cumhurbaşkanı Erdoğan Anayasa’nın 104’üncü ve 116’ıncı maddeleri uyarınca seçimlerin yenilenmesine karar verdi.

30 Ağustos’ta Cizre’de sokağa çıkma yasağı ilan edildi. Yasak 12 Eylül’e kadar devam etti: Cizre’nin hâlini ya da “barış görüşmesi” yapılan devletin nelere “kadir” olduğu görüldü!

2 Eylül’de İnsanlık kıyıya vurdu... Ailesiyle birlikte Yunanistan’a gitmeye çalışırken şişme botlarının batması sonucu ölen 12 mülteciden birisi, üç yaşındaki Aylan Kurdî’nin Bodrum kıyılarında yüzükoyun yatan cesedi kapitalist dünyanın göçmen sorununa sessiz kalmasına bir yanıttı!

8-9 Eylül’de Yurdun birçok noktasında HDP binaları ateşe verildi, binalardaki tabelalar indirilerek yerlerine Türk bayrakları asıldı. İki gün boyunca Kürt vatandaşların iş yerleri yakıldı, yağmalandı, tahrip edildi.  Antalya’da  HDP binasının tabelasını indirdi, içerideki eşyaları sokağa atarak yaktıktan sonra binaya Türk Bayrağı asıldı.  Ankara Beypazarı’nda mevsimlik Kürt işçiler saldırıya uğradı. Kırşehir’de Gül Kitabevi kalabalık tarafından ateşe verildi.

20 Ekim’de Başbakan Davutoğlu  Van mitingindeki “AKP iktidardan indirilirse ya bu terör çeteleri dolaşacak, ya da eskiden olduğu gibi ‘Beyaz Toroslar’ dolaşacak. Biz bu memleketi terör çetelerine, faili meçhullere bir daha bırakmayacağız” sözleriyle fail-i (belli) meçhul cinayetlerin simgesi aracı hatırlatarak seçmeni tehdit ettiğini hatırlattı!

1 Kasım’da yaklaşık 54 milyon seçmen, 175 bin sandıkta 26’ncı dönem milletvekillerini belirlemek için 5 ay sonra bir kez daha sandık başına gitti. Seçimlerde 16 siyasi parti ve 21 bağımsız aday yarıştı.  Önceki seçimlere kıyasla çok hızlı açılan sandıklardan AKP’ye yüzde 49.48, CHP’ye, 25.31, MHP’ye 11.90, HDP’ye ise 10.75 oranında oy çıktı.

Öncesi ve Suruç Katliamı’nı müteakip egemenler için maksat hasıl olmuştu!

28 Kasım’da Diyarbakır Barosu Başkanı Tahir Elçi katledildi. Saldırı anları hem bölgedeki güvenlik kameraları hem de basın açıklaması için orada bulunan gazeteciler tarafından saniye saniye kaydedildi. Elçi, çatışmadan hemen önce yaptığı basın açıklamasında “Silah, çatışma, operasyon istemiyoruz,” mesajı vermişti.

3 Aralık’ta İspanya Anayasa Mahkemesi, 9 Kasım’da Katalonya düzenlenen referandum ile özerk yönetim parlamentosunda kabul edilen “bağımsızlık deklarasyonu”nu oy birliğiyle iptal etti.

 

I.11) “ARA SONUÇ”

 

“Beklemeyin. Hiçbir zaman,

doğru zaman olmayacak.”[65]

 

Yerküreden coğrafyamıza değin kapitalizm babında, “Ex nihilo nihil fit/ Hiçlikten ancak hiçlik çıkar,” diye tarif edilen bir noktadayken belirtelim: 2021’de, 2015’den daha berbat bir noktadayız!

‘Freedom House/ Özgürlük Evi’nin 2020 yılında özgürlük ve demokrasi durumuyla ilgili raporuna göre, dünya genelinde demokrasideki düşüş hızlandı, otoriter liderler daha da cesaretlendi, “Denge tiranlık lehine değişti” ifadeleri yer alırken; dünya nüfusunun yüzde 75’ini temsil eden 73 ülkenin özgürlük puanlarını düşürdü![66]

“Demokrasi, halkın egemen olduğu yönetim biçiminin adıdır,”[67] palavralarının bir değeri kalmadı artık; demokrasi yalanı yerle yeksan olurken!

Noam Chomsky’nin, “Demokrasi içindeki insanların oyuncu değil izleyici olduğu bir sistemdir… Eşitlik olmadan demokrasi olmaz… Kapitalizm altında, tanım gereği demokrasiye sahip olamayız. Kapitalizm, toplumun merkezi kurumlarının prensipte otokratik kontrol altında olduğu bir sistemdir,” notunu düştüğü hâle ilişkin Bernard Shaw şunların altını çizer:

“Demokrasi, düzenbaz bir azınlık tarafından atanma yerine, yetersiz bir çoğunluk tarafından seçilmeyi getirmiştir. Bir zamanlar krallara dalkavukluk yapmayı öğrenmek zorunda olan siyasetçiler, şimdi de seçmenleri büyülemeyi, eğlendirmeyi, kandırmayı, aldatmayı, korkutmayı ya da onlara şirin görünmeyi öğrenmek zorundalar. Demokrasi dediğimiz siyasal deney, düzeysiz, kötü yönetimin son sığınağıdır.”[68]

Ve “Çağımız kapitalizminde demokrasi illüzyonu ile kitleler yönetilir.[69] Yerleşik toplumsal düzeni tehdit etmediği sürece ‘muhalefet’, egemen elitlerin çıkarınadır. Amaç muhalefeti bastırmak değil muhalefetin sınırlarını belirlemek, muhalif hareketi şekillendirmek ve kalıba sokmaktır,” diye uyarır bizi Michel Chossudovski. Yazının  devamı için



Bu yazı 2396 defa okunmuştur.

FACEBOOK YORUM
Yorum

YAZARIN DİĞER YAZILARI

YAZARLAR
Bizi Takip Edin :
Facebook Twitter Google Youtube RSS
ÇOK OKUNAN HABERLER
  • BUGÜN
  • BU HAFTA
  • BU AY
HABER ARŞİVİ
SON YORUMLANANLAR
  • HABERLER
  • VİDEOLAR

Web sitemize nasıl ulaştınız?


nöbetçi eczaneler
HABER ARA
YUKARI