Bugun...


Sibel Özbudun

facebook-paylas
AKP’NİN “BAŞKAN”LIĞI
Tarih: 11-08-2016 04:06:00 Güncelleme: 14-07-2016 04:59:00


AKP’NİN “BAŞKAN”LIĞI[*]

“Sana bir türkü söyleyeyim 
Güzel olmasın gerçek olsun.”[1]

 

Türk siyasal sisteminin üzerinde bir karabasan dolaşıyor: “Başkanlık sistemi”…

Türkiye’de özellikle 1980 askerî darbesinden sonra kurulan sağ iktidarların liderlerinin (Turgut Özal, Süleyman Demirel, Tansu Çiller…) zaman zaman dile getirmekle birlikte, hayata geçirmedikleri “Başkanlık”a ilişkin tartışmaları, Erdoğan, Mart 2003’de başbakan olur olmaz yeniden ısıtarak önümüze koydu. Üstelik bu kez siyasal sistem değişikliği tasavvurunu lafta bırakmaya niyetli olmadığını gösterdi. Bir “ilk hamle”, ya da Türkiye’nin siyasal iklimini büsbütün ucubeleştiren “cumhurbaşkanının doğrudan halkoyuyla seçilmesi” oldubittisini (21 Ekim 2007 tarihinde) referandumla dayatarak, “Başkanlık sistemi” argümanlarına fiilî bir destek sağladı. Arkasından Ekim 2011’de kurulan ve yeni Anayasa çalışmalarını yürüten Anayasa Uzlaşma Komisyonu’nun önüne AKP’nin önerisini koyarak[2] komisyonu başkanlık tartışmalarına kilitledi. (Bu komisyon sonuçta dağıldı.) Erdoğan “başkanlık” obsesyonunu[3] öyle bir noktaya vardırdı ki, kendi elleriyle başbakan yaptığı Ahmet Davutoğlu’nu, Başkanlık sistemi”ni yeterince iştiyakla savunmadığı için,[4] bir kez daha anayasayı çiğneyerek[5] görevden alıp yerine “düşük profilli” Binali Yıldırım’ı geçirtti…

Burada, bir Cumhurbaşkanı’nın bağlılık yemini ettiği Anayasa’yı nasıl, hangi ölçülerde hoyratça çiğneyebileceğine dair sayısız gelişmenin ışığında, “başkanlık sistemi”nin “haşmetmeapları”nın “hukukçu” çevreleri ve havuz medyası kalemşörleri arasında “siyasal sistem seçeneklerine dair, olağan, sıradan, meşru bir tartışma konusu”ymuş gibi tartış(tı)rılması ve bu yolla normalleştirilmeye çalışılmasının abesliğini sergilemeye çalışacağım. Yani bu yazının amacı, AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılından bu yana, istemediğimiz, mide bulandırıcı, ama bize ısrarla yedirilmeye çalışılan bir yemek gibi önümüze konulan “Başkanlık” konusunun hiç de olağan, sıradan, meşru bir tartışma konusu olmadığını sergilemek…

 

ABD’nin “Başkanlık”ı

 

“Başkanlık sistemi”, modern siyaset tarihine ABD’nin bir getirisidir ve bu ülkede uygulandığı biçimiyle, kendisini izleyen tüm devletler için “prototip” kabul edilir. İlk kez 1787 tarihli ABD Anayasası’nda boy göstermiştir ve tarihsel bir önceli olmaksızın, Philadelphia’da toplanan Kurucu Meclis’in müzakereleri sonucunda biçimlenmiştir. Sanıldığı üzere, “parlamenter sistem”e değil, o dönemde Avrupa’da güçlü olan monarşiye karşı bir alternatif olarak ortaya çıktığı vurgulanmalı: Veraset yoluyla değil, seçimle ve sınırlı bir süre için iktidara gelen, yetkileri sınırlandırılmış bir başkan tahayyülü[6]… ABD’nin “başkanlık sistemi” bir yüzyıl içinde İspanya ve Portekiz’den bağımsızlığını kazanarak devletlerini kuran Latin Amerika ülkelerince taklit edilecektir: Haiti (1807), Paraguay (1813), Arjantin (1816), Şili (1817), Kolombiya (1819), Kosta Rika vePeru (1821), Meksika (1824), Bolivya (1825), Venezuela, Ekvador ve Uruguay (1830), Nikaragua, (1835), Guatemala (1839), Honduras ve El Salvador (1841) ve Dominik Cumhuriyeti (1844).

Ancak ABD “prototipi”, ithal edildiği bütün ülkelerde özgül sınıfsal koşullara uyarlanarak “yerli ve millî” kılınır. Bu nedenledir ki, siyasal literatürde ABD’de “Başkanlık sistemi” olarak geçen görüngü, Latin Amerika, Asya ve Afrika’da “Başkancılık” olarak adlandırılmaktadır.[7] Çünkü özgün biçimiyle, yani ABD modelinde “Başkanlık sistemi”nin hedefi, (AKP çevrelerinin sıkça “şecaat arz ettikleri” üzere) yürütmeyi diğer kuvvetler üzerinde güçlendirmek değildir. “Fakat zamanımızda, doğrudan doğruya yürütmeyi güçlendirip üstünlük vermek yoluyla bu rejimin yozlaştırıldığı görülmektedir. Bu tür rejimlere ‘başkancı’ rejimler denilmektedir.”[8]

Açımlayayım: ABD’de uygulandığı hâliyle “başkanlık sistemi”nin temel mantığı, katı ve kesin bir “güçler ayrılığı”dır: yasama, yürütme ve yargı erkleri birbirleri üzerinde denetime sahip olmakla birlikte, birbirinden bağımsız olarak işler. Ne yürütmenin başı durumundaki “başkan” yasama organ(lar)ı (Kongre: Senato ve Temsilciler Meclisi)nın oluşmasında ve sürdürümünde, ne de yasamanın yürütmenin seçilme ve görev süresi üzerinde bir gücü vardır. Her iki erk de eşzamanlı olmayan seçimlerle ve eşit olmayan süreler için göreve gelirler. Dolayısıyla meclislerde çoğunluk ile Başkanlık’ın aynı partinin elinde olması, kural değildir. ABD’nde başkan halk tarafından (iki dereceli bir seçimle) seçilir[9] ve görevde kalmak için parlamento desteğine ihtiyaç duymaz. Yürütme organı (hükümet) üyeleri parlamento dışından, Başkan tarafından göreve getirilir ve azledilir. Buna karşılık yasama organı, yani Kongre de görevini yürütmeden bağımsız olarak yerine getirir; Başkan’ın yasama üzerindeki tek denetim aracı, veto yetkisidir. Kongre de Başkan’ın tasarruflarını (büyükelçi ve yüksek düzeydeki bürokrat atamalarının onaylanması, bütçenin kabulü, federal hazineyle ilgili malî yasaların hazırlanması yoluyla) denetler; yanısıra Başkan’ı (Anayasa’da belirtilen koşullarda) yargılama yetkisine sahiptir.

Hem yasama hem de yürütme erklerinden bağımsız ve her ikisini de denetleme yetkisine sahip yargı erki ise ABD’nde federal düzeyde işlev gösteren (üyeleri Başkan tarafından atanan) Yüce Mahkeme (Supreme Court), temyiz mahkemeleri, bölge mahkemeleri ve özel görevli mahkemelerden oluşmaktadır. Yargının bağımsızlığı, Anayasa’ca iki düzenlemeyle güvence altına alınmıştır:

“1) Yüce Mahkeme ve alt mahkeme yargıçları, iyi hâlleri sürdüğü sürece görevde kalır ve 2) görevde bulundukları sürece hizmetleri karşılığında belli zamanlarda, azaltılamayacak bir maaş alırlar. Yargıçların iyi hâlleri süresince görevde kalacakları yönündeki güvence, görevi kötüye kullanmakla suçlanıp mahkûm olmadıkça, hayatları boyunca görevde kalabilmelerini sağlamaktadır. Diğer bir ifadeyle, bu düzenleme sayesinde yargıçlar, kendilerini atayan başkanın veya diğer başkanların görevden alma tehditlerine karşı korunmaktadır. Maaşın azaltılamayacağı kuralı ise Kongrenin maaşı istifaya neden olacak derecede indirme tehdidi ile yapabileceği baskıdan yargıçları korumaktadır.”[10] Böylelikle hem Kongre’nin çıkardığı yasaları Anayasa’ya uygunluk açısından denetleme,[11] hem de yasama ve yürütme organları arasında çıkabilecek ihtilaflar konusunda çözüm mercii olan yargı, her ikisi karşısında da bağımsızdır ve/fakat bu ikisinin denetimine tabidir.

Özetle, ABD’nin başkanlık sistemi, her bir erkin diğerleri tarafından denetlendiği ve/fakat birbirlerini lağvetme olanakları olmayan, katı bir “güçler ayrılığı” mantığına dayanmaktadır.[12]

Pekâlâ; AKP’nin “Başkanlık sistemi” önerisi, havuz medyasının “hem demokratik, hem etkin, hem de vesayetçilikten uzak” diye göklere çıkardığı ABD Başkanlık sistemiyle ne kadar örtüşüyor?

 

AKP’nin “Başkanlık”ı

 

AKP’nin Anayasa Uzlaşma Komisyonu’na sunduğu “Başkanlık sistemi” tasarısı ise, ABD sistemiyle karşılaştırıldığında, bir karikatüre dönüşüyor. Bu tasarıda kuvvetler ayrılığından eser olmadığı gibi, yasama ve yargı tarafından denetlenen bir “Başkan”a değil, pratikte tüm erkleri uhdesinde toplamış “seçilmiş bir otokrat”a işaret ediyor. Nasıl mı? İşte AKP “başkanlık sistemi” önerisinin Başkan’a tanıdığı yetkiler:

“MADDE 22-(1) Başkan Devletin ve yürütmenin başıdır. Yürütme yetkisi Başkana aittir.

(2) Başkan, Devlet başkanı sıfatıyla Türkiye Cumhuriyetini ve Türk Milletinin birliğini temsil eder; Anayasanın uygulanmasını, Devlet organlarının düzenli ve uyumlu çalışmasını gözetir.

(3) Başkan, yürütmenin başı olarak genel/(iç ve dış) siyaseti yürütür.

(4) Başkanın görev ve yetkiler şunlardır:

a) Gerekli gördüğü takdirde, yasama yılının ilk günü Türkiye Büyük Millet Meclisinde açılış konuşmasını yapmak,

b) Ülkenin iç ve dış siyaseti hakkında Meclise yıllık mesaj vermek,

c) Kanunları onaylamak,

ç) Kanunları tekrar görüşülmek üzere Türkiye Büyük Millet Meclisine geri göndermek,

d) Anayasa değişikliklerine ilişkin kanunları gerekli gördüğü takdirde halkoyuna sunmak,

e) Kanunların, Türkiye Büyük Millet Meclisi İçtüzüğünün, tümünün veya belirli hükümlerinin Anayasaya şekil veya esas bakımından aykırı oldukları gerekçesi ile Anayasa Mahkemesinde iptal davası açmak,

f) Türkiye Büyük Millet Meclisi seçimlerinin yenilenmesine karar vermek,

g) Bakanları atamak ve görevlerine son vermek,

ğ) Başkanlık kararnamesi çıkarmak,

h) Yabancı devletlere Türkiye Cumhuriyetinin temsilcilerini göndermek, Türkiye Cumhuriyetine gönderilecek yabancı devlet temsilcilerini kabul etmek,

ı) Milletlerarası andlaşma akdetmek ve yayınlamak,

i) Türk Silahlı Kuvvetlerinin Başkomutanlığını temsil etmek,

j) Türk Silahlı Kuvvetlerinin kullanılmasına karar vermek,

k) Kamu yöneticilerini atamak ve görevlerine son vermek,

l) Sıkıyönetim veya olağanüstü hâl ilân etmek ve sıkıyönetim veya olağanüstü hâl kararnamesi çıkarmak,

m) Sürekli hastalık, sakatlık ve kocama sebebi ile belirli kişilerin cezalarını hafifletmek veya kaldırmak,

n) Yükseköğretim Kurulu üyelerinin yarısını seçmek,

o) Üniversite rektörlerini seçmek,

p) Anayasa Mahkemesi üyelerinin yarısını, Danıştay üyelerinin yarısını, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısını ve Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu üyelerinin yarısını seçmek.

(5) Başkan ayrıca Anayasada ve kanunlarda verilen seçme ve atama görevleri ile diğer görevleri yerine getirir ve yetkileri kullanır.

Madde 23- (1) Başkan, genel siyasetin yürütülmesinde ihtiyaç duyduğu konularda Başkanlık kararnamesi çıkarabilir. Bir konuda Başkanlık kararnamesi çıkarılabilmesi için kanunlarda o konuyu düzenleyen uygulanabilir açık hükümlerin bulunmaması şarttır. Kişi hak ve hürriyetleri kararname ile düzenlenemez. Kararnameler ile kanunlarda aynı konuda farklı hüküm bulunması hâlinde, kanun hükümleri uygulanır.

(2) Başkan, kanunların uygulanmasını sağlamak üzere ve bunlara aykırı olmamak şartıyla, yönetmelikler çıkarabilir.

(3) Kararnameler ve yönetmelikler, yayından sonraki bir tarih belirlenmemişse, Resmî Gazetede yayınlandıkları gün yürürlüğe girer.”[13]

Görüldüğü üzere, Cumhurbaşkanı, 22-4 c/e maddelerle yasama organının üzerinde, onun görevlerine müdahil bir pozisyona yerleştiriliyor. Meclis’in çıkardığı beğenmediği yasaları veto edebiliyor, Anayasa Mahkemesi’ne götürebiliyor ya da halkoyuna sunabiliyor. Daha da vahimi, “kanun hükmünde kararname” çıkarma yetkisi var: dilerse Meclis’e ve çıkartacağı yasalara boş verip, ülkeyi kararname ve yönetmeliklerle yönetebiliyor.

Bu kadar da değil; AKP’nin “Başkan”ı, uygun gördüğünde (örneğin parlamento çoğunluğu kendi partisinden değilse) Meclis’i de lağvederek yeniden seçime gidebiliyor.

Buna karşılık, yasamanın yürütme (Başkan) karşısındaki konumu fena hâlde ikincil. Örneğin Meclis’in görevleri, yasaların teklif edilip görüşülmesi (yasama faaliyeti ancak öneriler Başkan tarafından onaylanıp yayınlandıktan sonra tamamlanmış oluyor); uluslararası anlaşmaların onaylanması (hepsinin değil: “Milletlerarası bir andlaşmaya dayanan uygulama andlaşmaları ile kanunun verdiği yetkiye dayanılarak yapılan ekonomik, ticarî, teknik veya idarî andlaşmaların Türkiye Büyük Millet Meclisince uygun bulunması zorunluluğu yoktur” diyor önerinin 12/3. maddesi…) ve savaş ilanı ile silahlı kuvvetlerin kullanımına ilişkin yetkilerle sınırlandırılıyor. ABD Kongresi’ne tanınan üst düzey bürokrat ve hâkimlerin atamalarının onaylanması ve bütçe ve tahsisatların düzenlenmesi yetkisi TBMM’nden esirgenerek Başkan’a tevcih ediliyor.

Bitmedi: AKP’nin “başkan”ı, aynı zamanda “kanunların, Başkanlık kararnamelerinin ve Türkiye Büyük Millet Meclisi İçtüzüğünün şekil ve esas bakımından Anayasaya uygunluğunu denetle”mekle görevli olan 17 üyeli Anayasa Mahkemesi’nin sekiz üyesini seçiyor (geri kalan 9 üye ise Meclis tarafından seçiliyor). Bununla da kalmayıp, Anayasa değişikliklerinin Anayasa’ya uygunluğunun şekil ve esas bakımından denetlenmesi yetkisi, mahkemeye tanınmıyor. Yanısıra, “Kanunların şekil bakımından denetlenmesi, son oylamanın öngörülen çoğunlukla yapılıp yapılmadığı hususu ile sınır”landırılmakta.

 “Hâkim ve savcıları mesleğe kabul etme, atama ve nakletme, geçici yetki verme, yükselme, kadro dağıtma, görevden uzaklaştırma ile her derecedeki hâkim ve savcılara disiplin cezası verme” işlemlerini yürüten 22 üyeli Hâkim ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun yine 7 üyesi de başkan tarafından seçiliyor. HSYK Adalet Bakanlığı’na bağlı...

Üyeleri Başkan ve mensubu olduğu çoğunluk partisi (Başkanlık ve yasama organı seçimlerinin eşzamanlı olarak yapılması öngörülüyor öneride… Yani Başkan ile Meclis’teki çoğunluğun aynı partiden olması, garantilenmekte…) tarafından seçilen, yetkisizleştirilmiş bir Anayasa Mahkemesi ile yine görevlendirilmeleri, nakilleri ve sicilleri, üyeleri Başkan ve Meclis tarafından atanan HSYK’nın elinde olan yargıçlarla “yargının bağımsızlığı”ndan söz edilemeyeceği, açıktır. Hoş, bugün “Başkanlık sistemi”ni geçirmek için canhıraş bir gayret sarf eden AKP kurmayları, erkler ayrılığı, erklerin bağımsızlığı ve birbirini denetlemesi fikrine nasıl baktıklarını, “şecaat arz ederken” dile getirmektedirler. Basından okuyalım: “AKP’li Galip Ensarioğlu, başkanlık sistemini savunurken, ‘Parlamenter sistem en fazla AKP’nin işine gelir. Yasama, yargı, yürütme bizde. Bizim AKP hükümetini denetleme gibi şeyimiz olabilir mi?’ itirafında bulundu. AKP’li Burhan Kuzu ise Ensarioğlu’nu ‘Oğlan bizim kız bizim niye denetleyelim’ ifadeleri ile destekledi.”[14]

Sözün özü, AKP kurmaylarının başlarda “demokratiklik” ve “istikrar” açısından göklere çıkardıkları ve örnek gösterdikleri ABD Başkanlık sistemini inceledikçe, Kongre’nin Başkan’ın tasarrufları üzerindeki ve Yüce Mahkeme’nin her ikisi üzerindeki denetim yetkileri açısından pek de iç açıcı bulmadıkları anlaşılmaktadır.[15] Böylelikle, Başkanlık sisteminin “ideal-tip”i, AKP elinde “yerli ve milli”[16] inhiraflara uğrayacaktır… Başkan’ın parlamentoyu feshetme, yüksek yargı organlarının üyelerini atama, Meclis’in çıkardığı yasaları bir yana bırakıp ülkeyi KHK’larla yönetme yetkisine sahip olduğu bir “başkancılık”, bir çeşit “seçilmiş padişahlık” sistemidir artık önümüzdeki… Cumhurbaşkanı başdanışmanı Şeref Malkoç’un yeni Anayasa ve Başkanlık sisteminin gerekliliğinden söz ederken 600 yıllık imparatorluktan dem vurup, “Yerli anayasa olacak. Biz binlerce yıllık bir milletiz. 16 devlet kurmuşuz. Çadır ya da aşiret devleti değiliz. Biz ‘yerli, milli anayasa’ derken ABD ve Avrupa’daki hukuk metinlerinden, bilimden, akıldan, tecrübeden yararlanacağız. Ancak bunu yaparken kendimize de bakacağız. Yunus Emre derki; ‘biz yaratılanı severiz yaratandan dolayı’ Biz hem Aristo’yu biliyoruz, hem İmam’ı Azam’ı biliyoruz, hem de Kur’an-ı Kerim’i biliyoruz,”[17] demesi boşuna değil!

 

“Amerikan Tipi” Değilse Ne?

 

Havuz medyasının çapsız kalemşörleri Erdoğan’ın başkanlık hayalini ne denli parlatırlarsa parlatsınlar, “diktatörlüğün panzehri”[18] olduğu yolunda ne denli methiyeler düzerlerse düzsünler, liberallerin dahi “ileri demokrasi” söylemlerinden vaz geçip önce otoriterlikten, sonra totaliterlikten, ve şimdilerdeyse açıkça faşizmden söz etmeye başladıkları kesitte, Erdoğan’ın kafasındaki, bal gibi diktatörlüğe açılan “Başkancı” bir sistemdir. Bu şecaat arz ederken sirkatin söyleyen yandaşların ağzından da sık sık açığa çıkartılmaktadır:

“Her toplumun bir Yojimbo problemi vardır,” der örneğin Ali Aslan. Ve devam eder: “Bu problem, otorite eksikliğinin yapısal bir boyut kazanmış olduğu toplumlar için çok daha muhtemel ve akut bir problemdir. Böylesi toplumlarda otorite eksikliğinin neden olduğu istikrarsızlık, aralıklı dönemlerle bir Yojimbo’nun, yani otorite boşluğunu tek başına dolduracak karizmatik ve güçlü bir siyasi figürün ortaya çıkışıyla sona erer. Ancak otorite boşluğunun yapısal olması, güçlü lider sonrasında istikrarsızlığın tekrar baş göstermesine neden olur.

 Yakın siyasi tarihi göz önüne getirildiğinde Türkiye, bu istikrarsızlık-güçlü lider sarmalından muzdarip toplumlardan birisi olarak karşımızda durmaktadır. Peki bu kısır döngünün kırılması için ne yapılmalıdır? Türkiye’de kişilere endeksli olmayan bir otorite düzeni nasıl tesis edilebilir?

(…) Başkanlık sistemi kimliğe ağırlık vererek toplumsal birlik ve bütünlüğü garanti altına alma yönünde hareket etmektedir. Parlamenter sistem ise ağırlığı farklılığa vererek bireysel otonomiye ve toplumsal farklılıkların korunmasına vurgu yapmaktadır.

Bu iki sistem arasındaki ayrışma, insan doğasına yönelik tutumlarındaki ve insan-mekanizma ilişkisindeki farklılıklarında temellenmektedir. Başkanlık sistemi, insanın ‘doğru’ olanı aşkın bir otorite olmaksızın bulamayacağı görüşüne sahip muhafazakâr bir insan tasavvurundan hareket eder. Dolayısıyla, toplumu bir araya getirecek aşkın bir otorite noktası, yani bir başkanlık makamı inşa ederek toplumu oluşturan bireyleri ‘ortak iyi’yi bulmaya mecbur bırakır. Bu durumda, günün sonunda neyin toplum için ‘doğru’ olduğu konusunda, iyi ya da kötü bir kararın verilmesi gerekmektedir. Çünkü bir toplum için en önemli mesele yönetimde istikrar ve etkinliğin sağlanmasıdır…”[19]

İnsanlar için neyin “doğru”, neyin “yanlış” olduğunu tayin eden aşkın bir otorite… Ve bu otoritenin gücüyle sağlanan istikrar… Bu diktatörlük değilse nedir?

Ya da o tarihte Başbakan yardımcısı olan Bekir Bozdağ’ın “Obama’nın zavallı bir durumu var. Burhan Hoca ‘Zavallı Obama’ diyor. Çünkü parlamentoda hiçbir etkisi yok. Ama hem Atatürk’ün, hem İnönü’nün hem Menderes’in hem yürütme hem yasama elindedir. Tam bir başkanlık sistemidir. Bugünkü Amerikan sisteminden daha güçlü başkandırlar,”[20] sözleri… Yasama ve yürütme erklerini tekeline almış, yargıyı ise pek “sallamayan” bir “Başkan”ın hâkimiyetine işaret etmiyor mu? Bu mu “ileri demokrasi”niz?

Ve nihayet, bizzat Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın ağzından çıkan o meş’um sözler: “ ‘Üniter devlette başkanlık sistemi yoktur’ diye bir şey yok. Şu anda bunun zaten dünyada örneği var, geçmişten bu yana da var. (…) Hitler Almanyası’na baktığımızda da bunu görürsünüz. Başka ülkelerde de görürsünüz. Yeter ki bütün mesele başkanlık sisteminin uygulamasında halkını rahatsız eden bir yapısı olmasın.”[21]

“Halkını rahatsız eden bir yapısı olmayan bir başkanlık sistemi”… Mesela Hitler Almanyası! Fazla söze gerek var mı?

Ama söz hazır Hitler’den açılmışken, onu iktidara getiren koşulları ve Hitler’varî” başkanlık sistemine yakından bakmakta fayda var:

“Dünya savaşından yenik çıkan Almanya yeniden yapılanma içine girmiş, 1919 yılında Weimer Anayasası diye bilinen bir Anayasayı kabul etmiştir. Bu Anayasa oldukça demokrat hükümler içerir. Ama bir maddesi vardır ki; bu madde sayesinde Hitler devlet başkanı olarak her türlü baskı ve şiddeti kullanabilmiştir. Bu madde, parlamentodan bağımsız güçlü bir başkana geniş yetkiler vermektedir. Kısaca, devlet başkanına ‘parlamentonun onayı olmaksızın’ kanun gücünde kararname çıkarma yetkisi vermektedir. 48. maddesinin tamamı şöyledir:

‘Eyaletlerin Anayasanın öngördüğü yükümlülükleri yerine getirmemesi ya da kamu düzeninin bozulması, ya da ciddi bir tehditle karşı karşıya bulunması durumlarında, Cumhurbaşkanı kamu düzenini yeniden kurmak için kuvvet kullanımı dahil, gerekli önlemlere başvurabilir ve bireysel hak ve özgürlükleri askıya alabilir.’” [22]

Hitler’i iktidara taşıyan ikinci adım ise, Cumhurbaşkanlığı ile Başbakanlığı birleştiren, 1 Ağustos 1934 tarihli “Alman İmparatorluğu Devlet Başkanı Yasası”dır. Yasanın yayınlanmasının ertesi günü, Cumhurbaşkanı Hindenburg ölür. 19 Ağustos 1934’te Hitler için birleştirilen cumhurbaşkanlığı ve başbakanlık görevine getirilmesi için referandum yapılır. Sonuç: sandık başına giden 43 milyon 568 bin seçmenden 38 milyon 394 bini Hitler’in “Führer” ilan edilmesi yönünde oy kullanır. “Führer” (başkan) tanımı da zaten buradan geliyor.[23]

Öykünün bundan sonrasını herkes biliyor: Almanya içinde ve Avrupa’da insanlık dışı katliamlar, toplama kampları, 50 milyon insanın canına mal olan İkinci Paylaşım Savaşı ve savaş sonrası Almanya’nın çöküşü…

İşin ilginç yanı, Hitler Almanya’da askerî darbeyle, “üst akıl”la, “vesayet rejimi”yle, “faiz lobisi”nin oyunlarıyla filan değil, bol seçimli, bol referandumlu, gayet “demokratik” bir sürecin sonucu olarak işbaşına gelmiştir:1930-34 arasında, yerel seçimler dışında dört seçim, bir referandum!

Tabii tarih tekerrür etmez. Ama Hitler Almanya’sı bir yana, kuramsal olarak ayrı olan erklerin tek bir şahsın, “Başkan”ın uhdesinde toplandığı “Başkancı” sistemlerin pek azı “demokratik” kalmayı başarabiliyor. Nitekim, “Demokrasilerin sürekliliğini ne sağlar” başlıklı çalışmalarında 1950-1990 arasında 135 ülkenin rejimini inceleyen Adam Prezeworski, Micahel Alvarez, Jose Antonio Cheibub ve Fernando Limongi’nin “başkanlık sistemiyle yönetilen demokrasilerin diktatörlüğe dönüşme olasılığının parlamenter sisteme göre çok daha yüksek olduğu” saptaması yapılıyor.[24]

Öte yandan, Latin Amerika başkanlık sistemlerinin[25] -kıta 1990’lardan bu yana askerî müdahalelerden arınmış görünse bile, ne “demokratikleşme” ne de “istikrar” açısından fazla bir getirisi olmadığını kaydetmek gerek. ABD’nin başkanlık rejiminin “yetkileri şişirilmiş ve üzerindeki denetim zayıf bir Başkan’ın elinde toplandığı “Başkancılık” sistemi, kıtada “demokrasiye geçiş” olarak da adlandırılan sivil yönetimler boyunca (1985-2004 arasında) onbeş başkanın görev süresi dolmadan Başkanlık saraylarından ayrılmak zorunda kaldıkları bildiriliyor. Nasıl mı? Şöyle:[26]

 

Raúl Alfonsín (Arjantin, 1983-89)

Ekonomi kontrolden çıkınca, sokak gösterileri sonucu görevini yeni Başkan Carlos Menem’e devretmesine beş ay kala istifa etti.

Jean-Bertrand Aristide 1. (Haiti, 1991)

1990’da seçildi, 1991’de askerî darbeyle devrildi. Yandaşlarıyla karşıtları arasında çatışmalar çıktı. Yerine askerî cunta geçti.

Jean-Bertrand Aristide 2. (2001-2004)

2000 yılına yeniden seçildi. Yolsuzluk suçlamalarıyla Yüce Mahkeme tarafından görevden alındı.

Joaquín Balaguer (Dominik Cunmhuriyeti, 1994-1996)

1994’te hileli olduğu iddia edilen seçimlerle ikinci kez seçildi. Ülkede yaşam kitlesel protestolarla felç oldu. Başkanlık süresini iki yılla sınırlandıran Anayasa değişikliğini destekleyeceğini açıkladı. Yerini seçilmiş ardılına bıraktı.

Abdalá Bucaram (Ekvador, 1996-1997)

1996’da seçildi, ekonomik kriz ve yolsuzluk iddiaları sonucu altı ay sonra, 1997’de, Kongre’nin kendisini “aklen yetersiz” ilan etmesiyle istifa etmek zorunda kaldı.

Fernando Collor de Mello (Brezilya, 1990-1992)

1989’da seçildi, ekonomik kriz, kitlesel protestolar, yolsuzluk iddiaları üzerine1992’de görevi başkan yardımcısına devrederek istifa etti.

Raúl Cubas (Paraguay, 1998-1999)

1998’de seçildi, 1999’da çoğunluk partisindeki derin bölünmeler ve Başkan yardımcısına düzenlenen suikastın tetiklediği tepkiler sonucu istifa etti.

Alberto Fujimori 1. (Peru, 1990-1995)

1990’da seçildi, 1992’de ordu destekli bir autogolpe (kendine karşı darbe) ile Kongre’yi lağvederek Anayasa değişikliği ve Kurucu Meclis çağrısında bulundu.

Alberto Fujimori 2. (1995-2000)

1995 ve 2000’de yeniden seçildi, 2000’de seçime hile karıştırdığı ve istihbarat başkanının da dahil olduğu yolsuzluk söylentileri nedeniyle hem askerlerin hem de Kongre çoğunluğunun desteğini yitirince istifa etti.

Jamil Mahuad (Ekvador,   1998-2000)

1998’de seçildi, yolsuzluk suçlamaları, yerli grupların düzenlediği kitlesel protestolar, IMF patentli kemer sıkma politikalarına yönelik tepkilerin ordu saflarında yol açtığı görüş ayrılıkları nedeniyle 2000’de yerini yardımcısına bırakarak istifa etti.

Carlos Andrés Pérez (Venezüella, 1989-1993)

1988’de seçildi, 1993’de ciddi ekonomik kriz, iki askerî darbe girişimi, yolsuzluk iddiaları sonucu istifa etti. Yargılandı.

Fernando de la Rúa (Arjantin, 1999-2001)

1999’da seçildi, ekonomik kriz, gösteriler ve şiddet olayları, sivil ölümleri, yolsuzluk iddiaları sonucu 2001’de istifa etti.

Gonzalo Sánchez de Lozada (Bolivya, 2002-2003)

2002’de seçildi, 2003’de kitlesel gösteriler ve sivil ölümleri sonucu yerini yardımcısına bırakarak istifa etti.

Jorge Serrano (Guatemala, 1991-1993)

1991’de seçildi, 1993’te Kongre’yi lağvedip Yüce Mahkeme üyelerini tutuklatma girişiminin ardından istifa etti.

Hernán Siles Zuazo (Bolivya, 1982-1985)

1982’de seçildi, başkanlık süresinin tamamlanmasından bir yıl önce, hiper enflasyon, kitlesel gösteriler, sivil ölümleri ve yolsuzluk iddiaları üzerine Kilise’nin aracılık ettiği müzakerelerin ardından 1985’te istifa etmeyi kabul etti.

 

Görüldüğü üzere, neoliberal başkanların sultasındaki “Başkanlık sistemleri”nin, Latin Amerika’nın “genç demokrasileri”nde fazla başarılı olduğu söylenemez.[27] Hele ki istikrar sağladıkları…

 

Tayyip Erdoğan’lı, AKP’li bir “Sistem” mi?

 

Tüm bunlar bir yana, işin içinde Tayyip Erdoğan ve AKP’nin olduğu herhangi bir “sistem” tartışması “absürd”dür, abestir.

Neden mi?

Parti ve lideri, iktidara geldiği 2002’den bu yana, içinde yer aldığı “sistem”i sürekli olarak baltalamakla maruftur da ondan! Nasıl mı?

- “Millî görüş gömleğini çıkardık! Laikliği benimsiyoruz” diye işbaşına geldiler, anımsayacaksınız. Bugün vardığımız nokta, eğitimin hemen tümüyle imam-hatipleştirilmesi, Diyanet’in trafik işlerinden okul kıran öğrencilere toplumsal yaşamın tüm alanlarına müdahale eden bir fetva mercii hâline getirilmesi, Alevîler üzerindeki baskılar, evlerinin işaretlenmesi, zorunlu din derslerine tabi tutulmaları; içkili mekânlar, omzu, bacağı görünen kadınlar, sokaklarda sigara içenler üzerinde estirilen Ramazan terörü (ve bunları, “Ramazan’da etkinliğin sokağa taşması da yanlıştı” diye te’vil eden bir Cumhurbaşkanı); “müstehcen” sanat eserlerine yönelik balyoz harekâtları, “pembe vagon” tartışmaları…

- “Partimiz, ülkemizin Avrupa Birliği'ne tam üyeliğini, modernleşme surecimizin doğal sonucu olarak görmektedir AB kriterlerinin ekonomik ve siyası hükümlerinin hayata geçirilmesi, devlet ve toplum olarak birlikte çağdaşlaşmamız yönünde atılacak önemli bir adımdır,”[28] dediler. Günümüzde, “AB Müslüman olduğumuz için bizi kabul etmiyor. Biz de milletimize müzakerelere ‘tamam mı devam mı’ diye sorarız”a[29] geldiler.

- Dış politikada “komşularla sıfır sorun” dediler; Türkiye 12 yılda tüm bölgede “nefret nesnesi”ne dönüştü…

- “Vatandaşın partimizden beklentisine uygun olarak yolsuzlukla mücadelede cesur adımlar atılacaktır,”[30] dediler, ayakkabı kutularında istiflenen dolarlara, baba-oğul arasında “Herşeyi sıfırla” talimatlarına, “Kur’an akrabaları kayırın, buyuruyor” te’villerine tanık olduk…

- “Partimiz… Temel hak ve özgürlüklerin, sadece anayasal ve yasal güvenceye alınması ile yetinmeyip, fiilen uygulanması ve siyasal kültürümüzün yerleşik bir boyutu olarak güçlenmesi yönünde çaba sarf edecektir,”[31] dediler, gazetecilerin, akademisyenlerin, öğrencilerin, ev kadınlarının, 70’lik ninelerin “cumhurbaşkanına hakaret”, “teröre destek”, “halkı isyana teşvik”ten tutuklanıp cezaevlerine tıkılldığı, cezaevleri nüfuusunun zirve yaptığı, güvenlik güçlerinin evlere dalıp insanları kurşunlasalar da kovuşturmaya uğramadıkları günlere geldik.

- “Demokrasi, meşruiyetini, halkın özgür iradesinden ve hukuktan alır Siyası alanı düzenleyen yasalar, eksik de olsa geçerlidir ve değiştirilene kadar herkesi bağlar,”[32] dediler; bugün “Anayasa Mahkemesi’nin kararını tanımıyorum, saygı da duymuyorum” [33] ve “Başkanlık fiilen var”dayız.[34]

- “Yargı gücünü kullananların görevlerini yasaların emrettiği doğrultuda tarafsız olarak kullanmaları kışı hak ve özgürlüklerinin en önemli teminatıdır. Ülkemizde yargıya çeşitli şekillerde müdahalelerin olduğu, yargıçların tarafsız olarak karar vermelerinin engellendiği, yüksek yargı organlarının başkanları tarafından da sürekli olarak dile getirilmektedir,” deyip, “yargı yetkisini kullanan kişi ve kurumların bağımsız ve tarafsız karar vermelerini sağlayacak bir yargı reformu”[35] vaad ettiler; yargı 12 yılda önce Gülen Cemaat’ine ikram edildi, arkasından da HSYK manevraları, sürgünler, tehditler, görevden almalar, telkinler eliyle tümüyle iktidar partisine bağlandı…

- “Kürt sorununu çözüyoruz, barış geliyor”, dediler,[36] Kürt kentlerini yıktılar, bodrumlara sığınmış yaralıları yaktılar, İHD verilerine göre 2015 yılında “dur ihtarına uymadıkları gerekçesiyle ya da toplumsal olaylarda hükümet güçlerinin saldırısı sonucu 53'ü çocuk 264 kişi katledildi. Ayrıca ‘sokağa çıkma yasağı’ adı altında 16 Ağustos 2015 ile 31 Aralık 2015 tarihleri arasında devlet güçlerinin saldırılarında 126 sivil katledildi. Saldırıların yaşandığı 7 il ve 17 ilçede yaşayan 1 milyon 300 bin kişilik nüfusun yaklaşık 4'te biri göçertildi.”[37]

- “Genç bir nüfusa sahip olan ülkemiz, artan nüfusa yetecek istihdam alanı açamamaktan kaynaklanan ‘yapısal işsizlik’ sorunu ile karşı karşıyadır. Bu sorunların çözümlenmesi ve işsizliğin azaltılması için tedbir alacağız,”[38] “yoksullukla mücadele edeceğiz[39] dediler; 2002’de yüzde 10.3 olan işsizlik oranını 2015’te yüzde 11.3’e çektikleri gibi[40] (genç işsizliği yüzde 18.6); Türkiye’nin en varlıklı yüzde 1’lik kesiminin toplam servetten 2000 yılında aldığı payı yüzde 38’den, 2014’de yüzde 54’e çıkardılar![41]

- “Çevre ve insan sağlığını koruyacağız,”[42] dediler… Hiç girmeyelim, isterseniz!

Yalanları her yüzlerine vurulduğunda ise, “aldatıldık, kandırıldık, üst akıl, faiz lobisi, vesayet rejimi, paralel çete, darbeciler” dediler…

* * *

Uzatılabilir. Ama bence yeterli…

Yalnızca bu “programatik yalanlar” dahi, AKP ve “Reis”i ile herhangi bir sistem tartışmasına girmenin abesliğini göstermiyor mu?

Kendi elleriyle ha



Bu yazı 1313 defa okunmuştur.

FACEBOOK YORUM
Yorum

YAZARIN DİĞER YAZILARI

YAZARLAR
Bizi Takip Edin :
Facebook Twitter Google Youtube RSS
ÇOK OKUNAN HABERLER
  • BUGÜN
  • BU HAFTA
  • BU AY
HABER ARŞİVİ
SON YORUMLANANLAR
  • HABERLER
  • VİDEOLAR

Web sitemize nasıl ulaştınız?


nöbetçi eczaneler
HABER ARA
YUKARI