Bugun...


Sibel Özbudun

facebook-paylas
AKP’NİN “ORGANİK AYDINLARI” VE HAZİRAN KALKIŞMASI[
Tarih: 02-08-2015 16:35:00 Güncelleme: 02-08-2015 16:35:00


AKP’NİN “ORGANİK AYDINLARI” VE HAZİRAN KALKIŞMASI[*]

 

 

“Hiçbir sorun, o sorunu yaratan
bilinç düzeyiyle çözülemez...”[1]

 

AKP hükümetinin İstanbul’un merkezi meydanı Taksim’de yer alan Gezi Parkı’nda, XVIII. yüzyılda inşa edilip, 1940’da yıkılan Topçu Kışlasını, AVM ve rekreasyon alanlarına havi bir merkez olarak yeniden inşa etme girişimi üzerine, kentte özellikle son yılların “kentsel dönüşüm” uygulamalarıyla sayıları pek azalmış olan parklardan en önemlisini korumak için ekolojist gençlerin başlattığı ve polisin 29 Mayıs sabahı çoğu kişiyi şaşırtan bir şiddetle bastırmaya kalkıştığı protestolar, Türkiye’de iktidar partisi açısından bir dönüm noktası oluşturacaktı.

Protestolar tüm ülkeye hızla yayılıp şaşırtıcı bir kitlesellik kazanmıştı. İçişleri Bakanlığı’nın (17 Haziran tarihli) açıklamasına göre iki il (Bayburt ve Bingöl) dışında tüm ülkede yapılan gösterilere 2.5 milyon insan katılmıştı.[2] Olaylar Temmuz 2013 başlarında durulduğunda, gerek ulusal, gerekse uluslar arası ölçekte siyasal arena, AKP iktidarı için neredeyse tümüyle değişmişti. AKP iktidarı, her iki alanda da güven kriziyle karşı karşıya kaldı. Uluslararası planda neo-liberal piyasa reformlarına yatkınlığı, Türkiye’yi “Kemalist vesayetçi rejim”den uzaklaştırarak bölge ülkeleri için de örnek oluşturacak “ılımlı, demokratik bir İslâm ülkesi”ne dönüştürme yönelişi, selefi “millî görüş”ün tersine, Batılı demokratik değerlere bağlılığını sıkça ilan edişi ve Türkiye’nin AB’nin tam üyeliğine olan angajmanı, Kürt sorununun çözümüne yönelik girişimleri, ifade ve örgütlenme özgürlüğüne yönelik (çoğunluğu gerçekleşmeyen ve fakat “nedense” Batı dünyası tarafından da sorunsallaştırılmayan) taahhütleri vb. gerekçelerle AKP iktidarını “güvenilir bir ortak” olarak gören Batı dünyası için “Gezi Direnişi” olarak kodlanan kitlesel kalkışma, bir kırılma momenti oldu.

Hiç kuşku yok ki, sembolik bir “kırılma momenti”ydi bu; yoksa Erdoğan hükümetinin Batı ülkeleriyle “balayı” çoktan sona ermiş, hükümetin özellikle “Arap Baharı” sürecinde Ortadoğu/Arap dünyasının radikal Sünni güçlerine verdiği aşikâr destek başta olmak üzere bir dizi gelişme, ABD ve Batı Avrupa devletlerini “ılımlı İslâm” modeli konusundaki kanılarının ne denli isabetli olduğu yolunda kendilerini sorgulamaya başlamasına yol açmıştı.

Ancak güvenlik güçlerinin Batı medyası tarafından genellikle “barışçıl” olarak değerlendirilen Haziran Kalkışması’nı bastırışındaki özgül şiddet, bir bakıma Batılı güçlerin Erdoğan hükümetine karşı biriktirdikleri kuşku ve kaygıların da açığa çıkmasını sağlayan bir moment oldu. Türkiye, direnişçileriyle birden küresel bir ilgi odağı hâline gelmişti. AKP ise Batı medyasında bir “nefret odağı”na dönüştü. Çok değil, bir-iki yıl öncesine dek “ekonomi istikrar”ı sağlamadaki başarısı, “demokrasinin standartlarını yükseltmedeki” performansı ve küresel finansın iştahını kabartan parlak imar projeleriyle alkışlanan iktidar partisi ve lideri “otokratlık, otoriterlik, giderek totaliterlik” eleştirilerinin hedefi hâline gelecekti.

Sorun dışarıdaki bu prestij ve güven kaybıyla da sınırlı değildi. Haziran 2013 kalkışması, içerideki politik gerilimi büyük ölçüde tırmandıracak, parlamento içi ve dışı muhalefetin yükselmesine yol açacaktı. 2013 sonbaharı, siyasal belirsizliklere eklemlenen adı konulmamış bir iktisadî krizle geldi.

Ancak iktidar partisine en ağır darbe, “gizli” koalisyon ortağı Fethullah Gülen cemaatinden gelecekti. ABD’de yaşayan pragmatik-milliyetçi Nurcu dinî lider Fethullah Gülen çevresinde toplanan iş adamları ve bürokratlardan oluşan bu masonik cemaat, AKP iktidarı boyunca hem ticarî hem de siyasal nüfuzunu büyük bir hızla genişletmiş, özellikle medya, eğitim, emniyet ve yargı sektörlerinde kök salmıştı.

Bu verimli ortaklık, görünüşte AKP’nin iktidara geldiği 2002’den bu yana hemen hemen pürüzsüz bir biçimde süregiderken, “iktidar bloku”nun çelişkilerden arî olmadığı, AKP hükümetinin Kasım 2013’de aldığı “dershanelerin kapatılması” kararıyla iyice açığa çıktı. Bu karar, öğrencileri hemen her düzeydeki eğitim kurumlarına hazırlayan dershaneler sektörünün en güçlü eli Gülen cemaatine açık bir savaş ilanıydı. Gülen cemaati, bu adıma, hükümet üyeleri ve üst düzey bürokratları yolsuzlukla suçlayan bir dizi yargı hamlesiyle karşılık verdi, hükümetin buna tepkisi ise, devletin çeşitli kademelerindeki Gülencileri tasfiyesi yolunda radikal bir operasyonun düğmesine basmak oldu.

Dış dünyada hızlı itibar yitimi, içeride güven aşınması, finansal krize eklemlenen siyasal kriz… Özetle, Haziran 2013 kalkışması AKP için “sonun başlangıcı” olmuştur, diyebiliriz.

Haziran 2013 kalkışması, pek çok açıdan irdelendi; “Gezi” literatürü şimdiden kitaplık raflarını doldurdu.

Ben, bu yazıda yıllar boyu iktidar partisine verdikleri destekle maruf yazarların, Haziran 2013 kalkışması karşısındaki tutumlarını irdeleyeceğim. Bu yolla, AKP’nin “organik aydınları”nın zihin haritalarını kısmen de olsa açığa çıkartabilmeyi umuyorum.

 

AKP’nin “organik aydınlar”ı

 

AKP iktidarı döneminde medyada köklü dönüşümler yaşanacaktır. İktidar partisi, kitle iletişim araçlarını hem malî hem de siyasal açıdan denetim altında tutmanın öneminin bilincinde olduğunu gösterecek tarzda davranmıştır.

 Medyadaki dönüşüm, iki tarzdan gerçekleşmiş gözükmektedir. Bir yandan o güne dek “marjinal” sayılan radikal İslâmî yönelimli medya organları anaakım niteliğini kazanacaktır (Yeni Şafak, Zaman, Türkiye). Yanı sıra, AKP’nin temsilciliğini üstlendiği muhafazakâr Anadolu sermaye grupları, TMSF eliyle anaakım medya organlarını (gazeteler ve TV kanalları) satın alarak o güne dek sınırlı olarak temsil edildikleri görsel ve yazılı medyada hatırı sayılır bir ağırlık kazanacaklardır. Böylelikle, örneğin Uzan ve Ciner gruplarının elindeki medya organları AKP ile organik ilişki içindeki sermaye gruplarına geçecektir.[3] İktidar, bunun yanı sıra, “finansal terbiye” yöntemleriyle doğrudan kontrolü altında olmayan medya organlarını da hizada tutma konusunda çaba gösterecektir.

 

Tablo 1. İktidar yandaşı/muhafazakâr basın:

 

GAZETE ADI

2013 TİRAJI

Zaman

1 045 497

Vatan

 140 873

Sabah

 312 105

Habertürk

 191 091

Akşam

 186 647

Star

 140 873 (2011 rakamı)

Takvim

 181 406

 

Bu yayın organlarından bazıları, doğrudan AKP ile ya da Fethullah Gülen cemaatiyle bağlantılı sermaye gruplarının elindedir. Örneğin Sabah ve Yeni Asır gazeteleri ile ATV kanalı Çalık Grubunun (Türkuaz Medya);[4] Yeni Şafak gazetesi ile TVNet Albayrak grubunun, Türkiye gazetesi ile TGRT Haber TV ve TGRT Belgesel TV, Bugün TV ve Bugün gazetesi İhlas Grubunun, Zaman Gazetesi ile Samanyolu TV, Samanyolu Haber TV, Mehtap TV Fethullah Gülen eğilimli Feza Gazetecilik ve Samanyolu Yayın Grubu’nun, Kanaltürk, Fethullah Gülen eğilimli Koza-İpek Medya Grubunun, TV Star gazetesi ile Kanal 24 Star Medya grubunun, 24 Mayıs 2013 tarihinde TMSF tarafından el konulan Çukurova Holding Medya Grubu ise AKP’li eski bir bakanın yönetimi altındadır ve Akşam, Tercüman ve Güneş gazeteleri ile Sky Türk TV’nin sahibidir.

 Diğerleri ise, iktidar partisi ile iyi geçinmeyi çıkarlarına uygun bulan “seküler” yönelimli sermaye gruplarının elindedir: Örneğin, Habertürk gazetesi ile aynı isimli kanalı ve Show TV’yi bünyesinde barındıran Ciner Medya grubu; iktidar partisiyle ilişkileri yakın tutma gayretindeki, NTV, CNBC-e, Star ve e2 TV kanallarının sahibi Doğuş Medya Grubu.

Bu koşullar altında “yandaş medya” büyük bir yaygınlık kazanacak ve Türkiye’deki “anaakım”, 2002’den sonra hızlı bir şekilde dönüşüm geçirerek neo-liberal-İslâmî-muhafazakâr bir hatta yerleşecektir. En çok satan 10 gazete arasında “yandaş” olanların sayısı 2002 yılında 4 iken, bu sayının 2013’te 7’ye çıkmış olması,[5] ideolojik alanda yaşanmakta olan dönüşüme değgin ipuçları vermektedir.

Bu sürece, AKP iktidarına karşı eleştirel tutum izleyen yazar-yorumcuların gazetelerdeki köşelerinden ve TV’deki programlarından uzaklaştırılması eşlik etmiştir. Böylelikle örneğin yalnızca Haziran Kalkışması sonrasında 81 medya mensubu, görevlerinden istifa etmiş ya da uzaklaştırılmşlardır.[6]

Medyadaki bu dönüşüm, daha önce genel kamuoyunca hemen hiç tanınmayan “kamuoyu oluşturucu aktörleri” ortaya çıkarmış, daha doğrusu, “marj”lardan anaakıma taşımıştır: AKP’nin organik aydınları.

Bu “organik aydınlar”ın entelektüel geçmişi, kabaca üç ideolojik-siyasal soykütüğüne doğru izlenebilir:

1. Türkiye’de özellikle İran İslâm devriminin ardından görünür hâle gelen ve 1980-90’lı yıllarda AKP’nin selefi olan (Milli Görüş) MSP-RP-FP-SP hattı çevresinde toplanan siyasal İslâmcılar. Bu aydınlardan bir kısmı, 2000’li yılların başlarında “Batı değerlerine bağlılıkları”nı ilan ederek Milli Görüş’ten kopan Abdullah Gül/Recep Tayyip Erdoğan’ı izleyerek “liberal” bir hatta yerleşmişlerdir.

2. Varlıklarını özellikle Turgut Özal iktidarında hissettirmeye başlayan ve Kemalizm’le bağlantılı olarak değerlendirdikleri askerî vesayet rejiminin tasfiyesine, Türkiye’nin AB’ye girmesine öncelik veren seküler liberaller.

3. Geçmişte MHP ve/veya AP/DYP’yi destekleyip, 1980’lerin sonlarından itibaren neo-liberalizmin savunuculuğuna soyunan seküler-muhafazakâr-milliyetçiler.

Bu bileşim, aslında AKP’yi biçimlendiren “koalisyon”un fikrî-ideolojik bileşenleri konusunda da bir fikir vermektedir. Bir başka deyişle, AKP’nin zihinsel arkaplanı ve birikimi budur. Bu nedenle, iktidar partisi açısından kritik bir nokta, giderek bir “dönüm noktası” oluşturan Haziran 2013 kalkışması karşısında bu bileşenlerin tutumlarını izlemek, ilginç olacaktır. Örnekler ağırlıklı olarak, Fethullah Gülen Cemaatine yakın bir yayın çizgisi izleyen Zaman, ateşli bir AKP savunucusu olan Yeni Şafak ve hükümete destek olmakla birlikte radikal İslâmcı tonu ön plana çıkan Akit gazetelerinden derlenmiş, ancak yeri geldikçe diğer iktidar yanlısı yayın organlarındaki yazarlara da yer verilmiştir.

 

“Darbe girişimi”

 

Hemen belirteyim, “organik aydınlar”ın hemen tümü -bazıları ikircimli bir tonla, örneğin başlangıçta olaylara damgasını vuran ekolojik vurguyu destekleyerek de olsa- Haziran kalkışmasının karşısında yer aldılar. Ancak, nedenlerine ilişkin tahlilleri farklıydı. İktidar partisini destekleyen yazarların büyük bölümü, protesto gösterilerinin yerel boyuttan çıkıp ülke çapına yayılma eğilimi gösterdiği andan itibaren olayları, bir “darbe girişimi” olarak okumayı yeğledi. Ancak “darbe”nin failinin kim olduğu konusunda fikirler, net değildi; öyle ya, darbe denildiğinde ilk akla gelen askerler, spektaküler davalarla sindirilmiş, TSK büyük ölçüde iktidarın denetimi altına alınmıştı. O hâlde kimdi “darbe” teşebbüsçüleri? Olayları bir darbe girişimi olarak tanımlayan kimse, bunun adını koyamıyordu; ancak ana muhalefet partisi CHP’ye, kim(ler) olduklarını tam olarak tayin edemedikleri “Kemalistler”e,[7] neo-liberal politikalarından büyük ölçüde nemalanmakla ve son on yılda kârlılıklarını katlamakla birlikte iktidar partisi ile “yaşam tarzı” algısı bir hayli farklı olan (Batıcı/seküler) Marmara sermayesine ve kimlerden oluştuğu asla açıklanmayan “faiz lobisi”ne işaret ediliyordu. Birkaç örnek vereyim:

 

1- Taksim olayları masumane bir niyetle ortaya çıkmış olsa bile gelinen noktada bu masumiyetten çıktığını ve bir iktidar savaşına dönüştüğünü görmekteyiz. Bunu kemalizmin muhtemel tasfiyesine karşı geliştirilen bir direnç ve kemalizmin mevzi kazanma manevrası olarak okumak da mümkün…

Kürtlerle 30 yıla varan çatışmada bırakınız üslubu, işkenceleri, asimilasyon politikalarını, inkârları vs sorun olarak görmeyen bir kesim nasıl olduysa Gezi Parkı projesi başta olmak üzere 3.Köprü adı, alkol, üç çocuk vs. gibi birtakım düzenlemelerde başbakanın üslubunu ülkenin en ciddi sorunu olarak kamuoyuna takdim etmekte ve onu diktatör ilan etmektedir.[8]

 

2- “Başbakan Erdoğan, İstanbul’da topladığı AKP MKYK’da Gezi eylemlerini kurmaylarıyla masaya yatırdı: Faiz lobisi ve dış destekçileri hükümete karşı sokakları savaş alanına çevirerek sivil darbe yapmak istedi. Girişim önlendi. Organizatörlerin üzerine gidilecek. Hesabı sorulacak.

Gezi Parkı eylemleri AKP Merkez Karar ve Yönetim Kurulu’nda (MKYK) 5 saat görüşüldü. Toplantıda, Başbakan Erdoğan ve MKYK üyeleri, 12 gündür devam eden ve sokakları savaş alanına çeviren eylemlerin dış destekli sivil bir darbe teşebbüsü olduğunu dile getirdi.”[9]

 

3- “29-30 Mayıs günleri başlayan Taksim Gezi Parkı eylemleri, başta 3-5 ağacın kesilmesine muhalefet eden 50-60 entel-dantelin eylemi idi. Milletvekili Sırrı Süreyya Önder’in eylem alanına gitmesiyle, olay genişlemeye başladı. Cuma gecesine kadar, her salataya maydanoz olan fantezist entel-dantellerin eğlenceli bir gösterisi olan eylem, Ulusal TV, Halk TV ve Oda TV’nin ajitasyonu ile yön değiştirdi ve “iktidarı devirme” boyutu kazandı. Eyleme yön değiştirtenler İşçi Partililer oldu. Zaten birikmiş olan muhalefet potansiyeli, kendini bu eylemlerle ifade etme imkânına kavuştu. (…)

Amaç belli idi. 27 Mayıs 1960 darbesi öncesinde yaşanan asparagas haberlerle kitle kışkırtılacak ve sokaklara dökülen halk ile darbeye zemin hazırlanacaktı. (…)

Bu kuru kalabalıkta kimler vardı?

Fitili ateşleyen İşçi Partililerdi ama sokaklara ve meydanlara dökülenlerin büyük bir kısmı CHP’liler idi. PKK, TKP, TİKKO, TKPML, DHKP-C gibi marjinal sol gruplar da büyük destek verdi. Pek çok yerde, kontrolsüz MHP’liler de eylemlere katıldı.

(…) Eylemcilerin amacı, o gece orduyu darbeye zorlamaktı. Ama darbecilerin Silivri ve Sincan’da olduklarını unutmuşlardı. Şayet bu darbeciler görevleri başında olsalardı, Cuma gecesi darbe yaparlardı. Darbeciler içerde olunca, sevinçleri kursaklarında kaldı. (…)

Pekiiii!... Olay sadece 3-5 ağaç veya iktidarı devirmek mi idi? Hayır!...

Eylemlerin iki amacı vardı. Biri gelecek yıl yapılacak belediye başkanlığı seçimleri; diğeri de “Taksim’e câmi” projesinin ön yoklaması idi.”[10]

 

4- “(…) İlk barikatların Nişantaşı’nda kurulmasından anlayabileceğimiz gibi, mevcut durumda hareket geçen kesimler Beşiktaş, Etiler, Nişantaşı, Osmanbey ve Kadıköy gibi orta/üst sınıf Beyaz Türklerin yoğunlukta olduğu yerlerden geliyor. Sultanbeyli, Gaziosmanpaşa, Fikirtepe gibi semtler o yüzden sakin…

Sandıkta asla başarıya ulaşamayacağını gören CHP’nin mezkûr kalkışmaya mihmandarlığına İstanbul sermaye çevrelerini de yazdığımızda, polis müdahalesi bahanesiyle başlayan hareketliliğinin nihai amacının özgürlük idealinin tam tersi istikamete hizmet ettiğini, ülkeyi yönetilemez bir mecraya sürükleyerek demokrasiyi askıya alma girişimi olduğunu teslim etmeliyiz.

Çözüm sürecine ve yeni anayasaya karşı kitleler, özellikle İstanbul çapında ve Ankara-İzmir gibi büyük şehirlerde alanlara koşuyor; bir iç savaş provası sahneleniyor. (…)

Sermaye çevreleri ve medya grupları el ele vermiş, ‘devrimci’leri destekleyip Erdoğan’a diktatör muamelesi çekiyor.”[11]

 

Bu örneklerden yüzlercesine, AKP yandaşı yayın organlarının arşivlerinde rastlamak mümkün. İşin ilginç yanı, Haziran protestolarının darbeyi hedeflediği söylemleri ayyuka çıkmış olmasına karşın, açılan “Gezi davaları”ndan hiç birinde sanıklara darbecilik suçlaması getirilmiş olmamasıdır.[12]

Her ne ise… “Komplo teorisyenleri”ne göre, “darbe”nin hedefinde, AKP iktidarından çok Recep Tayyip Erdoğan bulunuyordu. Yeni Akit’in liberal yazarı Atilla Yayla’ya göre, “ ‘devrimci’ holdinglerin, faşist finans sermayesi çevrelerinin, şiddete tapan proleter devrimcilerin ve Atatürkçü kitlelerin içinde yer aldığı bir koalisyon”, Gezi olaylarında Başbakan’ı istifaya zorlamayı denemişti; bu yolla, lidersiz kalan AKP’yi denetimleri altına almayı umuyor, ülkeyi şiddet eylemleriyle yönetilmez hâle getirip iktidarı devirmeyi hedefliyorlardı.[13]

“Darbe” kaygısının, Türkiye’deki gösterilerin Mısır ordusunun Müslüman Kardeşler mensubu Cumhurbaşkanı Mursi’ye karşı düzenlediği darbeyle çakışmasıyla bir ilintisi vardır, kuşkusuz. Ancak burada çarpıcı olan, muhayyel “darbe”nin faillerinin günün siyasal havasına göre değişmesidir. Gezi olayları üzerinden aylar geçtikten ve Kasım 2013 itibariyle AKP iktidarı ile Fethullah Gülen Hareketi arasındaki mesafe açıldıkça, “Cemaat” de olası darbe failleri arasında yer alacaktı:

 

“Hocaefendi, Gezi provokasyonu esnasında tam 11 açıklama yaparak, Gezi eylemcilerine hak veren ifadeler kullanmıştı...

Dershane tartışmasının başlamasıyla birlikte de, Gezi eylemlerinde rol alanların çoğu, Gülen Grubu’na destek vermeye başladı... Dün; Hocaefendi Gezi’cilere destek veriyordu, bugün ise Gezi’ciler, Hocaefendi’ye destek veriyorlar.

Ortaya; Gezi’ciler ve Hocaefendi el ele gibi bir görüntü çıktı... Gerçekten Gezi’ciler ile Cemaat el ele mi?” İnsanlar merak ediyor; “Dershane tartışması” acaba “Gezi kalkışması’nın bir ‘devamı’ mı?”[14]

 

AKP “intelligentsiya”sında bu algının zamanla kök saldığını görmek, ilginç olacaktır. İktidarın “amiral gemisi” Yeni Şafak, AKP iktidarına karşı, itimini Gülen çevresinden alan malî-hukukî operasyon derinleştikçe, malî skandalları “komplo” söylemi için gömmeye yönelik hücumlarını arttıracaktı. Bu söyleme göre ortada “köprü, kanal, havaalanı” gibi iddialı projelerin sahibi AKP iktidarına karşı bir komplo vardı ve “komplo” çevreleri, Gezi olaylarında başaramadıklarını, Gülen operasyonu ile tamamlamayı denemişlerdi:

 

Başbakan’a yönelik operasyon sonrasında onlarca iş adamına yapılması planlanan gözaltına almaların ana amacı, Taksim Platformu’nun başaramadığını başarmaktı. Gezi’de akim kalan engelleme böylece yerine getirilecekti. (…)

Bu projelerin büyüklüğü ve etkisi, bu yatırımların ekonomik olduğu kadar, siyasi sonuçları olmasını da gerektirir. Bu nedenle bazı insanların, ülkenin kaderini etkileyecek olaylar pahasına bu projeleri engellemeye kalkışmalarını anlamak zor değil. Zor olan, bu tarz operasyonlara destek veren içimizdeki kişilerin kim olduğunun izahı.[15]

 

“Dış Mihraklar”

 

Gezi protestolarının darbe girişimi olduğu konusunda bir konsensüse ulaşmış görünen AKP “intelligentsia”sı, bu girişimin dış güçler tarafından desteklendiği, hatta tetiklendiği konusunda da büyük ölçüde uzlaşmıştı. Maksat, kimilerine göre “Batı’ya ‘hayır’ demeye başlayan İslâm medeniyetine boyun eğdirmek”,[16] kimine göre AKP iktidarına yönelik bir operasyon gerçekleştirmekti:

 

(…) Oyun gayet açıktı. Bu bir isyan ve Ergenekon ayaklanması.. Ve senaristleri Reyhanlı senaristleri ile aynı. Sandıktan umudunu kesen, 28 Şubat davası ile köşeye sıkışan Ergenekonun avukatlığından Ergenekonun Gladiatörlüğüne soyunan siyasi bir kadro.. Amerikan büyükelçisi de var işin içinde, Le Monde gazetesi de.. Almanya’da var.. Ve tabii onların içerideki uzantıları.. (…) Erdoğan’ın durdurulması gerek. Yoksa barış olacak. Ülke ekonomisi böyle giderse, Türkiye’yi kimse durduramayacak yoksa. Onun için AK Parti’nin bölünmesi gerek. (…) Erdoğan’a karşı, onun şahsında başlatılan topyekûn savaş, Türkiye’ye karşı uluslararası sistem ve yerli işbirlikçilerinin operasyonudur. Bu operasyon Reyhanlının devamıdır. Bu operasyon Ergenekon operasyonudur.”[17]

 

Ancak AKP destekçisi yazarların kafası, “Gezi Konspirasyonu’nu örgütleyen “dış mihraklar”ın kimliği konusunda pek net değildi. (“Eylem taktikleri Gene Sharp’tan, Yönlendirme ise, Otpor’dan!..Paralar da NED Vakfı’ndan!..Tabiî, bunlara Amerikan CNN televizyonunu, İngiliz BBC televizyonunu, Reuters ajansını ve Almanya’yı da eklemek gerekir.(…)Bu mücadelenin bir tarafında Türkiye vardır, karşı tarafında ise “Faiz lobisi” vardır, ‘Doğalgaz lobisi’ vardır, ‘Alkol lobisi’ ve ‘Yahudi lobisi’ vardır!.. Ve tabiî, ‘iç düşman’lar vardır!..” diyor Akit yazarı Hasan Karakaya![18]) Bir kısım yazar, olayların gerisinde Alman vakıflarının etkinliğini ararken,[19] kimileri ihaleyi Richard Perle’e,[20] George Soros’a çıkarma peşindeydi.[21] “Ermeni lobisi”ne işaret edenler de eksik değildi![22]

Ancak hiç kuşku yok ki en gözde “karanlık güç” Yahudi/İsrail lobisi’ydi. Örneğin, Akit gazetesi yazarı Mehtap Yılmaz’a göre “Gezi olayları, ta Şubat ayında, Washington’daki en etkin İsrail kuruluşu olan American Enterpise Institue’nin ABD’nin ‘NeoCon’larınca kurgulan”mıştı. Bu neocon’lar, Donald Rumsfeld, Paul Wolfowitz, Douglas Feith, William Kristol, Bernard Lewis, Eliot Abrams, Richard Perle, John Bolton’du. Üstelik, “bu karanlık güçler”in yerli destekçileri de vardı; Şubat ayında “Gezi İsyanı”nın planlandığı toplantıya, aralarında Koç ailesinin fertlerinin de bulunduğu altı Türk katılmıştı![23]

 

Hedef “Büyük Türkiye” miydi?

 

Peki neydi “faiz lobisi”ni, neoconları, İsrail/Yahudi hatta Ermeni lobisini, bir kesim büyük sermayeyi, George Soros’u, CNN’i, Le Monde’u, Alman vakıflarını, Kemalistleri, Marksistleri, Alevîleri, çevrecileri… eşsiz bir koalisyon hâlinde Başbakan’ı ve AKP hükümetini devirmek için eşi benzerine rastlaması zor bir konspirasyon içine sokan? Yanıtın işareti başbakandan geldi: Gezi Parkı eylemleri “umutların büyüdüğü, Türkiye’nin başarılarına başarılar eklediği, rekorların kırıldığı bir dönemde başlatıl”mış, “samimi vatandaşlarımızın dışında kalan eylemciler, Türkiye’nin en parlak ayını yaşadığı bir dönemde, maalesef çok büyük bir tertibin, çok büyük bir senaryonun parçası ol”muş ve kendi ülkelerini hedef alan saldırıda, bilerek ya da bilmeyerek aktör olarak kullanıl”mışlardı.[24]

Bu “tez”, MÜSİAD tarafından da benimsenip tekrarlanacaktı: Müstakil İşadamları Derneği (MÜSİAD) Muğla Şubesi yönetim kurulu başkanı Sayim Akdeniz, Gezi eylemlerinin Türkiye’nin itibarı kadar gelecek vizyonlarını da olumsuz etkilediğini belirtip ekleyecekti:

 

Çözüm Süreci, Türkiye’yi, yatırım yapılabilir ülke seviyesine taşıdı. Nükleer Santral, 3. Havalimanı ve 3. Köprü projeleri sevindirici yatırımlar. Tüp Geçit yakında açılıyor. Sırada Kanal İstanbul gibi projeler var. Türkiye, tarihinde ilk defa, kısa vadeli borçlanabilen ülke durumundan, uzun vadeli büyük yatırımlar alan bir cazibe ve güven merkezi durumuna geçiyor. Küresel krizden en az etkilenen ülke olan Türkiye, şimdi dünya piyasaları toparlanmaya çalışırken bu avantajlı pozisyonunu kaybederse, birkaç basamak birden çıkabilecekken, tökezleme riskiyle karşı karşıya kalır. İtibar dediğimiz, gelecek vizyonu dediğimiz budur ve bunu riske atmaya kimsenin hakkı yoktur.[25]

 

Meclis Anayasa Komisyonu başkanı Burhan Kuzu, topa girmekte gecikmedi: “Bakın şimdi İstanbul’a bir havaalanı yapıyoruz. Bir tanesini söyleyeceğim. Bu dünyanın 3 havaalanından bir tanesi olacak büyüklükte. Almanya’nın Frankfurt şehrindeki havaalanı ikinci üçüncü plana gidiyor. Öyle olunca da bu son Gezi olaylarında, mesela Almanya’nın çok büyük parmağı ve payı var, ajanlarla beraber. Dolayısıyla de bunu söylemekten çekinmiyorum. Piyasada bilgiler bunu doğruluyor. Başka ülkelerde de keza aynı şekilde devam ediyorlar. Kalkınan bir Türkiye istemiyorlar bölgede.[26]

Hâl böyle olunca, yazarlar “korosu”, bu teze dört elle sarıldı:

 

“Bu Türkiye çok olmuştu, İslâm dünyasında Arap baharıyla birlikte itibarı artmıştı, zenginleşiyordu. IMF’ye posta koymuş, İsrail’i tarihinde ilk defa diz çöktürmüştü. Tam sırasıydı, ağzının payı verilmeliydi. Hazır, Batılı yaşam tarzlarına hayran olanların kalkışması da varken! Tam sırasıydı…”[27]

 

 Abdurrahman Dilipak, ise, “çevrecileri kalkan olarak kullanan” “çapulcular”, yani, “İşçi sınıfının arkasındaki ‘beyaz Türkler’.. Bankacılar, Sermaye grubları.. Marksist grublar, Ergenekoncular, PKK”nin Erdoğan’a neden kızgın olduğunu kendince açıklayacaktı:

 

“(…) Sen misin ey Erdoğan, terörü bitirmek ve faili meçhullerin hesabını sormak isteyen,

Sen misin uyuşturucu mafiasının işine çomak sokan,

Sen misin IMF’ye borcunu kapatıp, borç verdik diye övünen,

Sen misin İstanbul’a 3. Havaalanı hayali kuran,

Sen misin, Montreux’u by-pass ederek yeni bir boğaz açmaya kalkan,

Sen misin nükleer santral kurmaya kalkan,

Sen misin yeni rafineriler kurmaya kalkan,

Sen misin faiz lobisine, petrol kaçakçılarına, borsa spekülatörlerine meydan okuyan!

Taksim’de birileri bunun hesabını soruyor aslında..

Sen misin anayasa değişikliği yapmak isteyen,

Sen misin İslâm ülkelerini bir araya toplamaya çalışan,

Kelle istiyorlar kelle!

Taksim’de derinlerdeki biri, bu olayları kullanarak bunun hesabını sormak istiyor.

Bu kervana bizim aramızdan katılanlar da var.. İşin en acı tarafı da bu. Bu olaylarda sponsor olan finans, gıda ve servis sağlayan karanlık, örtülü KİT hükmündeki derin sermaye de, bizim arkadaşlarımızla kol kola girmiyor mu? Birtakım tarikatlarla da daha önceden sıcak temas sağlanmış anlaşılan..

İktidara karşı asimetrik bir savaş sürdürülüyor.. Hedef aslında Türkiye!

Sol, Marksist, sosyalist örgütlerin arkasında derin bir yapı var. Bu yapı görünenin tam tersi. Bu yapı AK Parti ile paralel örgütlenme içindeki bir yapı ve finans kapitalin Türkiye’deki merkez üssü..”[28]

 

Yoksa “Barış süreci” mi?

 

Ancak sorun salt IMF’ye borcun kapatılması, uyuşturucu mafyasına çomak sokulması, havaalanı, kanal gibi iddialı projeler, nükleer santraller vb.nden ibaret olmamalıydı. “Organik aydınlar”, şer koalisyonunun hedefinin AKP’nin bu kalkınma hamlelerini akamete uğratmaktan ibaret olmadığını sezinlemekte gecikmediler. Hedefte aynı zamanda iktidarın Kürt hareketiyle sürdürdüğü gelgiti bol “diyalog süreci” de vardı!

 

“Çünkü bunlar iki yüzlü, riyakâr; çünkü bunlar sahtekâr mahlûklardır. Bunlar faiz lobisinin, Neo-Conların, vesayetçi İstanbul sermayesinin işbirlikçisidirler. (…)

Evet, tekrar ediyorum: PKK’yı dağda tutmaya çalıştılar. Olmadı. Taksim Dayanışması’nı Taksim’de tutmak için korkunç bir mahalle baskısı uyguladılar. Olan bitenin özeti bundan ibarettir. Barış sürecini öldürene kadar da durmayacaklar. Bunların demokrasi, barış, özgürlük sözleri yalandır. Çünkü bunlar halkı iç savaşa çağıran kahpe yalancılardır.”[29]

 

Evet, iktidarın medyasına göre Gezi isyanının gerisindeki karanlık güçler, belirli bir momentte Kürtler’i de ayaklanmaya katmak için çaba göstermeye koyulmuşlardı. Bunun için, Gezi olayları sırasında Lice’de karakol yapılmasını protesto eden Kürtler üzerine askerler tarafından ateş açılmasını ve bir Kürt gencinin yaşamını yitirmesini fırsat bildiler. Daha doğrusu, AKP yandaşı yazarlar, ülke çapında protesto gösterilerine katılanların Medeni Yıldırım’ı sahiplenmesini böyle okuyacaktı:

 

“(…) tek başına Gezi kalkışması dahi bize çözüm sürecinin ne denli hayati olduğunu gösterdi.

Cumhuriyet tarihi boyunca Kürtlere zulmeden, Şeyh Said’i asıp, Seyit Rıza’yı ipe çeken, Dersim katliamının mimarı, faili meçhullerin müsebbibi olan zihniyet, Lice’deki olaylar sırasında birden bire Kürtlerin hamisi kesilmeye kalkıştı.

‘Türk, bu ülkenin yegâne efendisi, yegâne sahibidir. Saf Türk soyundan olmayanların bu memlekette tek hakları vardır; hizmetçi olma hakkı, köle olma hakkı’ diyen Mahmut Esat Bozkurt zihniyetinin takipçileri, 27 Mayıs’ta Ankara sokaklarına, ‘Kürdüm diyenin yüzüne tükürün!’ pankartları astıran Cemal Gürsel’in alkışçıları, ellerinde Dersim’de katledilen 13 bin 806 sivilin kanı bulunan zihniyetin kalbinde, Lice ateşi yandı.

Onların sevdiği ne Kürtler, ne de Lice.

Onların derdi, Lice’den Gezi çıkarma.”[30]

 

Neyse ki Kürt siyaseti bu konuda “sağduyulu” davranmış, “darbeciler”in tahriklerine kapılmamıştı;

 

“(…) eğer AKP’yi devirmek istiyorsanız daha fazlasını yapmak durumundasınız. ‘Daha fazla yapmanın’ en basit yolu ise muhakkak ki yanınıza Kürt siyasetini almaktan geçiyor. Çünkü bugün hükümeti ‘demokratik’ ve ‘meşru’ kılan en önemli özelliği aldığı yüzde ellilik oydan ziyade, Kürt meselesini barışçı yolla çözme iradesini ortaya koyması. Ne var ki Kürt siyaseti Gezi’den neşet eden ve başkalaşan harekete haklı olarak daha baştan çekinceli baktı. Bu olayların çözüm sürecine karşı olmasa bile, onun aleyhine olduğu kanaati çok yaygındı.”[31]

 

Bu nedenle de, protestoları hükümete karşı “pozisyonlarını” güçlendirmek için kullanmaları ihtiyatla karşılansa da[32] “takdir”i hak ediyordu:

 

(…) Kürtler tehlikenin farkındalar.Gezi olayları karşısında sergiledikleri sağduyulu tavır, Lice konusunda ortaya koydukları ihtiyatlı tutum bunu ortaya koyuyor. Lice’den bir Gezi çıkarma hevesine kapılanlara karşı Kürt halkının sağduyulu tavrı, BDP Eş Başkanları Selahattin Demirtaş ile Gültan Kışanak’ın, yaptıkları ‘İhtiyat’ çağrıları her türlü takdirin üzerinde.[33]

 

Kalkışmanın Aktörleri: Alevîler

 

Kürtler, daha doğrusu Kürt siyaseti “takdiri hak ediyordu”, ama AKP’nin “organik aydınları” Alevîlere karşı aynı ölçüde “yüce gönüllü” ve mültefit değildi. Çünkü darbeci büyük komplo, Kürtleri “sinsi plan”larına dahil edememişse de, Alevîler üzerinde başarılı olmuştu. Ya da en azından AKP “intelligentsiya”sı bunu böyle okuyordu. Aslında Rotterdam İslâm Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. (?) Ahmet Akgündüz’ün, “Gezi dinsizlerin, sarhoşların, Alevîlerin, Ermenilerin işidir,”[34] hükmü, belki de geniş bir çevrenin yüksek sesle telaffuz etmekten çekindiği bir bilinçaltını açığa çıkarıyordu. Sütçü İmam Üniversitesi’nden bir başka “Prof. Dr.”, Ahmet Eyicil Haziran 2013 olaylarını 1978 hareketlerine benzettiği söyleşisinde bu “bilinçaltı”nı konuşturuyordu:

 

(…) 78 olaylarının içinde yer alan sol grubun içinde Alevî de var, Ermeni de var, diğer gruplar da var. Şimdiki Gezi olayları içinde de bunlar var. Yani nerede devletin istikrarına olumlu veya olumsuz etki eden bir musibet varsa hemen bunların içinde yer alıyorlar. Ama unutmamak gerekir ki sermayesiz bu olaylar olmaz. Mutlaka bu olayların arkasında sermaye vardır, bürokrasi vardır, idari mekanizma vardır. Terör içten ve dıştan beslenmezse ayakta duramaz. Her iki dönemde yaşanan olayların nedeni aynıdır. (…). Sünniler kendilerini ev sahibi, Alevîleri de kendileri ile yaşayan kardeşleri olarak görüyorlar. Fakat kardeşlik anlaşmasını bozan maalesef ki Alevîler.[35]

 

Ama herkesin bu denli vulger olması mümkün değil. Direnişin Alevîlerin yoğun olarak yaşadığı mahallelerde yankı bulması, Haziran protestoları sırasında ölen gençlerin hepsinin Alevî olması, bir yandan “darbeciler”in kışkırtmaları, bir yandan da AKP iktidarının Suriye’deki Nusayrî rejime karşı savaşlarında Sünnilere verdiği desteğin Türkiye Alevîlerinde yarattığı huzursuzluğa bağlanarak, “siyaseten uygun”laştırılacaktı. Bir liberal yazar, Etyen Mahcupyan bir başka liberal yazar, Gürbüz Özaltınlı’dan aktarıyor:

 

 “Kürtlerden umut kesilince sokağın kitlesel gücü için elde kalan tek ciddiye alınacak sosyoloji Alevîler çünkü… Her türlü örgütlenmeye, her türlü ‘siyasi talimata’ soğuk bakan ‘gezi gençliğiyle’ bir yere kadar gidilir. O bir ‘imaj maker’ işlevi gördü. Fakat hükümet devirmek, bir liderliği tasfiye etmek çocuk oyuncağı değil. Sağlam öfkelerle yüklü, özgün bir mağduriyet kimliği çevresinde toplanmış inatçı bir sosyolojiye ihtiyaç var. Buna aday iki büyük toplumsal güç vardı bu ülkede: Kürtler ve Alevîler. Kürtlerle dansın muhalefet açısından çok zorlaştığı bir döneme girildi. Alevîler de ayağa kalkmazsa uyduruk ‘sol’ örgütlenmelerle, bin tane pankartın arkasında her telden çalan yüz binde bir marjinallikle sokağı yönetilemez hâle getiremezsiniz.”

Toplumsal zeminin genelini elinden kaçırmakta olan muhalefet acilci bir psikoloji içinde bir toplumsal kırılma arıyor. Asıl kırılmanın laik kesim içinde yaşanması ise tek kelimeyle moral bozucu ve yaklaşan hezimetin habercisi. Son fırsat, iktidarı olabildiğince Sünniliğe sıkıştırmak ve oradan bir Alevî kırılması yaratmak… Üstelik ortada Esed- Nusayrilik- Hatay-Alevîlik türünden, üzerinde ‘çalışılabilecek’ bir zincir de var. Muhalefetin tek umudu AKP’nin bu tuzağa düşmesi… Onlar yem hazırlayıp oltayı salacak, hükümetin de zokayı yutması beklenecek. Ama ya iktidar bu projenin farkındaysa ve gereğini yaparsa? Elimizde yozlaşmış ve yozlaşmayı siyasete dönüştürmüş pespaye bir muhalefet kalacak.[36]

 

Bir “İslâmcı” yazar, liberal meslektaşlarına arka çıkıyor:

 

(…) Gelinen noktada, sonbahar sıcağını ateşlemek isteyenlerin, ülkeyi cehennem yerine döndürmek pahasına Ak Parti’den kurtulma hayalleri kuranların ne yazık ki Alevîler üzerinden bir manevra alanı açmak istediği anlaşılıyor.

Gezi eylemleri boyunca en çok ölüm veren bir il, hatta bir mahalle var. Hatay’ın Armutlu mahallesi, son dört ayda üç gencini toprağa verdi: Abdullah Can Cömert, Ali İsmail Korkmaz ve Ahmet Atakan.

(…)Ayrıca Türkiye’nin Suriye politikasına karşı, aralarında büyük ayrılıklar olan Alevî ve Nuseyri inançları söylemsel olarak özdeşleştirilip, mezhepçilik üzerinden bir siyasal aktivizm hattı inşa ediliyor. Ak Parti, Sünni Mübarek, Abidin bin Ali ve Kaddafi’ye yönelik tavrının aynısını Nusayri Esed’e gösterse de mezhepçi bir imaj çalışmasına açık hâle getiriliyor. Alevî meselesini resmî alanda görünür kılan tek iktidar olmasına rağmen, somut adım atmadığı için, Alevîlik zemininin provokasyona açık bir hâle gelmesini önleyemiyor.[37]

 

Yazarlarımız, Alevîliği “provokasyona açık konuma getiren” koşullar arasında AKP’nin “Alevî açılımı”nı ağırdan almasının payının olduğunu teslim etmektedir etmesine; ama yine de, Alevîlerin kendilerini onca yıldır “öteleyen” resmî ideoloji”den kopamayışları ve her seferinde Kemalist “darbeci”lerin oyunlarına gelmeleri, onları eleştirilerin hedefine yerleştirmektedir:

 

On yılı aşkın iktidar döneminde birçok alanda çok önemli mesafeler alındı. (…) Ancak, bir kısım âciliyet kesbeden konuların, başlıkların çözüm üretilmedikçe kronikleşen bir yöne evrildiğini görmemek mümkün değil. (…) Son olaylar, ülkemizde Alevîlik sorununun, Alevî-Bektaşi vatandaşlarımızın sorunlarının çözümünde somut adımların yeterince atılmamış olmasının mahzurlarını gün yüzüne çıkardı.

(…) 677 Sayılı Tekke Ve Zaviyelerin Kapatılmasına yönelik kanunun varlığı, yıllardır bu kanunun kaldırılamamış olması, Alevîlerin bir kısmını neredeyse ‘ayrı bir din’ arayışına iten en önemli nedenler arasındadır. Türkiye’de Alevî-Bektâşî kesimin örgütlü yapıları kentleşme sürecinde kendileri için statü arayışındadırlar. Bir yandan resmi ideolojinin temelleri olan inkılap kanunlarının getirdiği engelle karşılaşıp, Devrim kanunu duvarına toslamaları, diğer yandan resmi ideolojiye, cumhuriyet devrimlerine gösterdikleri sadakat birbiriyle çelişir bir durum arz etmektedir.[38]

 

Alevîlere “buğz” ederken siyasal uygunluk gözetmek, ifadeleri özenle seçmek, allayıp pullamak, “siyaseten doğruluğun” bir gereğidir, kuşkusuz; ama Haziran 2013 kalkışması kahramanları arasında öyle bir grup vardır ki, kimse onlardan söz ederken siyasal nezaket kurallarını gözetmeyi, uslûbuna özen göstermeyi çabaya değer bulmamaktadır. AKP basınından “marjinal sol” damgasını yiyen devrimci militanlar.

 

Ve “Marjinal sol gruplar”… ve “Vandalizm”!

 

Kendi deyişleriyle “marjinal sol gruplar”, Başbakan’dan Emniyet teşkilâtına, savcılardan gazete sütunlarına, TV ekranlarından kahvehane sohbetlerine, ılımlı/entelektüelinden eli sopalı fanatiğine, tüm bir iktidar mekanizmasının Haziran kalkışmasının esas faili olarak boy hedefi hâline getirildi. Örneğin C. Savcısı Muammer Akkaş’ın, Gezi Parkı eylemleri sırasında terör propagandası yaptıkları ileri sürülen 36 kişi hakkında hazırladığı iddianamede, şu iddialara yer veriliyordu:

 

“Başta DHKP-C ve MLKP olmak üzere sol terör örgütleri hem kendilerine ait hem de kendileriyle aynı ideolojideki partilerin internet siteleri aracılığıyla halkı Gezi eylemlerine çekti. İddianamede, örgüt üyelerinin aldıkları karara göre Taksim Dayanışması’nın AK Parti hükümetinin istifasını isteyeceği ve bu isteklerin gerçekleşmemesi durumunda şiddet eylemlerini sürdürecekleri bilgisi yer aldı. Bu kararlarla bağlantılı olarak liselerde faaliyette bulunan terör örgütü Dev-Lis mensuplarının, öğrencileri derse girmeyerek boykot etmesi ve eylemlere bu şekilde destek vermesi çağrısı yaptığı belirtildi.(…)

Gezi olaylarında sopa, taş, sapan, havai fişek ve molotof bombasıyla yapılan saldırılar sonucunda 280 işyeri, 103 polis otosu, 259 özel araç, 1 konut, 1 polis merkezi, 5 kamu binası zarar görürken 915 vatandaş ve 514 güvenlik görevlisi yaralandı.”[39]

 

“Antikomünizm”, Türk sağının en kadîm ve en işlevsel silahlarından biridir. İktidarların başı ne zaman sıkışsa, genellikle etnik/dinsel/mahallî ya da malî her türlü destekten ya da “pazarlık” temelinden yoksun devrimcileri, radikalleri, sosyalistleri yerleştiregelmişlerdir hedef tahtasına. Bu kural Haziran kalkışmasında da bozulmadı. Aşağıdaki betimlemenin, kadîm antikomünizmi, Türk(iye) neo-muhafazakârlığının antipati duyduğu bilinen tonlarla bezeyiş tarzı, dikkate değer:

 

 “Gezi Parkı eyleminde 13. güne girildi. Parkta sol fraksiyonlar; İşçi Partisi, ESP, TKP, EMEP, Halk Cephesi, DHKP-C gibi reaksiyoner parti, sendika ve örgütler tam manası ile bir propaganda alanı bulmuş. Parktaki panayır havasının aksine barikatlı sokak aralarında bir işgal görüntüsü var.

Örneğin sadece Gümüşsuyu yokuşunda 13 barikat kurulmuş tuğlalar ve demirlerle. Camı, vitrini sprey yazıyla boyanmamış dükkân ve duvar yok gibi. Bu civarda AK Parti ve polis aleyhine ağır küfürler yazılmış. Bir bankanın karşısına seyyar tezgâhı kuran gencin saldırgan üslubu ile susup kalıyor güvenlik görevlisi. ‘Herkesin tezgâh açtığı yerde beni engelleyemezsin’ diyor seyyar satıcı. Maske, sprey boya, düdük satıyor ne de olsa. Güvenlik görevlisinin bile çekineceği bir özgürlük (!) kullanıyor. Kimse restleşmeye gidecek tartışmaya girmiyor bu yüzden. (…)

Esnafta tedirginlik hâkim. Bir taksici Otel rezervasyonları iptal oldu, ilk zaman masumdu belki ama eylemin tadı kaçtı’ diyor. Gezi Parkı’nda muhaliflerin panayırı var sanki. (…) Sol fraksiyonların yanı sıra BDP ve CHP tabanından daha çok Kürt ve Alevî kökenli vatandaşların varlığı göze çarpıyor parkta. Bir de çok sayıda yabancı gazeteci ve turist. Parkın girişi BDP ve PKK sempatizanlarının halay mekânı olmuş. Bayrak direklerindeki Öcalan posteri yüzünden defalarca kavgadan dönülmüş. (…)

Alkol, tepkinin simgelerinden biri ve çokça tüketiliyor, yaş sınırı yok. Çadırlar arasında ağır bir koku var. Sağa sola tuvaletini yapanlar yüzünden duvar dipleri kireçlenmiş. Tuvalet ve geceleri yaşanan hırsızlıklar parkın geçici sakinlerinin en büyük problemi.

Daha çok Cumhuriyet mitinglerinde görmeye alıştığımız kalpaklı Atatürk fotoğrafları basılmış; bayrak ve tişörtler, düdükler 5 ile 15 lira arasında satılıyor. (…)Çoğu aşırı uç örgüt, sendika ve kimi çevrecilerin içinde olduğu muhalifler koalisyonuna dönmüş Taksim.[40]

 

Canavarlaştırma/ kriminalizasyonun bundan daha veciz bir örneğini bulmak zor: ESP, TKP, EMEP, DHKP-C gibi halkın bilinçaltında yer ettiği varsayılan ürkütücü harfleri birbiri ardına sıralarsınız, bunları “barikat, işgal, saldırganlık, küfür, tedirgin esnaf, iptal olan rezervasyonlar (yani zarar uğrayan milli ekonomi) Kürtler, Alevîler, Öcalan, alkol tüketimi, sidik, hırsızlık ve yeni muhafazakâr sınıfın yeni korku ikonu, ‘kalpaklı Atatürk fotoğrafı’...” sosuna bular, servis yaparsınız. Teslim etmeli ki başarılı bir dehşet salatası! “Seks niye eksik?” diye sorası geliyor insanın!

AKP medyasının Haziran 2013 kalkışmasını değerlendirişindeki en popüler kavramın “Vandalizm” olduğunu söyleyebiliriz. “Vandalizm” Türk sağının geleneksel antikomünist literatürüne bu vesileyle eklenmiş oldu: “Emniyetin göstericilere sert müdahalesini -b.n.) fırsat bilen illegal örgütler ve seçimle kazanamadıkları iktidarı şiddet yoluyla elde etmek isteyen gayrimemnunlar, şehri ve tabiatı koruma şuuruyla başlayan bir hareketi, bir Vandallık histerisine çevirmişlerdir. Çok yazık!”[41] ya da,”Birincisi, illegal örgütlerin ve marjinal grupların eylem ve söylemleri, tırmandırılan şiddet ve vandalizm, halkın gözünü korkuttu. (…) Öldüresiye polise saldıran illegal örgütler, esnafa ve kamu malına zarar veren vandallar, yol kesip taşkınlık yapan partililer, halkın zihnindeki başka hatıraları canlandırdı ve bir tepki oluşturdu,”[42] tarzı söylemlerde olduğu gibi…

İşin ilginç yanı, bu “antikomünizm, Vandallık” söylemlerinin, bugün birbiriyle öldüresiye çatışma içindeki iki tarafça, yani hem AKP hem de Gülen çevresince şevkle benimsenmesi:

 

 “Beri tarafta da birileri… Niye vuruyorlar? Niye öldürüyorlar? Niye zayiata sebebiyet veriyorlar? Ne günahı var o masum insanların ki camlarını kırıyorlar; molotof kokteyli atıyorlar yurtlara, pansiyonlara, evlere, okullara, üniversitelere, hatta banka şubelerine!.. Öyle bir mantıksızlık, gayr-i insanîlik alıp gidiyor. (…)

Fakat, bir yönüyle bizim bir zayıf yanımızı, bazı masum insanların belki zayıf yanları sanılan masum isteklerini istismar etmek isteyen dışta ve içte bir sürü, böyle kulaklarıyla genel havayı almaya çalışanlar da var. (…) Şimdi dünyada bütün medya Türkiye’nin aleyhinde; burada da öyle, başka yerde de öyle, Avrupa’da da öyle.

(…) İşte bir taraftan o masum istekler.. o masum isteklerin içte bazı kimseler tarafından istismar edilmesi, belli ideolojilere kurban edilmesi o masum isteklerin.. başkalarının da bu meseleyi kendi hesaplarına derinlemesine değerlendirmeleri..

(…) Terbiye sistemlerimizi gözden geçirmemiz lazım. Kimler o çocuklar? Kimin çocukları o sokaklarda mantıksızca hareket edenler? Hak davası değil o!”[43]

 

diyor örneğin, Fethullah Gülen “Hocaefendi”!

 

 

Yaşam Tarzı[44]

 

AKP medyasının Haziran 2013 olayları konusundaki değerlendirmelerin, bağrına yerleştiği geleneksel Türk(iye) sağı söylemlerinden ayrıştığı bir önemli nokta da, olayların ülkenin AKP iktidarıyla birlikte dümen kırdığı “muhafazakâr-dindar” yaşam tarzı ve değerlerine yönelik bir tehdit olarak algılanmasıydı. İslâmcı yazarların çoğuna göre olaylar, dış mihraklar, faiz lobisi, Kemalist darbeciler vb. tarafından tasarlanmış, çevrecilerin kullanıldığı, ‘marjinal sol gruplar’ın ise tetikçiliğini üstlendiği bir komploydu ve Başbakan, AKP iktidarının yanı sıra, ya da bunlarla birlikte, İslâmî kesimi ve onların yaşam tarzını hedef alıyordu. Bir başka deyişle, “Gezi olayları” dindarlara, giderek dine/(Sünni) İslâm’a karşı bir girişimdi.

 

“Türkiye’de birilerinin meselesi, her ne kadar ‘diktatör’ gibi kimsenin savunmak adına birlikte gözükmek istemeyeceği bir kavramla sarmalandıysa da, Başbakan’ın dindarlığıydı. Ama toplumun baskın bölümü dindar olduğu ve yöneticinin dindarlığına yönelik her itirazın yönetilenin dindarlığına da değeceği düşünüldüğü için, samimi olmak yerine dolaşımı daha kolay, itiraz edilemez sözcükler devreye sokuldu. Bu çatışma değildi yani, çok iyi bildiğimiz bir savaşın ‘barışçıl gösteri’ görünümlü yeni model tezahürüydü… Üstelik topluma karşı samimi de değillerdi, ellerinde patladı.”[45]

 

Abdurrahman Dilipak ise, bu iddiayı görüyor ve arttırıyordu!

 

Menderesin mezarı başındaki konuşmamda söyledim. Sirkeci Tren istisyonun yanındaki cami Anadolu pavyonu idi. Yıllarca mihrabında dansöz oynatıldı.. Özal rahmetli onu aslına çevirdi. Orası 2. Viyana kuşatmasını yapan Merzifonlu Kara Mustafa Paşanın kendi adına yaptırdığı cami idi. 500 yıllık bir geçmişi var, ABD tarihi kadar eski bir mabedden söz ediyoruz.. Sen misin Merzifonlu Viyanayı kuşatan, senin camini pavyon yaparız dedi herhâlde biri. Özal bu camiyi açınca da sen misin bu camiyi açan, onun akibetini de biliyorsunuz.. (…) Camiler meyhane çevrildi haberinde yer alan ilanlar önemli. Tekel “Şarap sıhhat ve kuvvet verir” diye reklam yapıyor. Birileri böyle bir toplum hayal ediyordu. Hayalleri çöktü. Sanırım öfkeleri biraz da ondan kaynaklanıyor.. Bu gün birileri taksime cami istemiyor. Fransız konsolosluğu yanındaki teneke minareli camiden de utanmıyorlar herhâlde.. Topçu kışlasını da içinde bir mescid var diye istemiyor olabilirler.. [46]

 

Haziran Kalkışması’nın “Yaşam tarzı” alanında açığa çıkarttığı bu “fay hattı”, bir bakıma, Başbakan’ın her vesilede tekrar ettiği, “kimsenin yaşam tarzına karışmayacağız” söyleminin boşa düşmesiydi. Başörtülüyle başörtüsüzün, içki içenle içmeyenin, dindar ile sekülerin yan yana, barış içinde yaşayıp gideceğine dair “ılımlı İslâmî” ütopya, herkesin kendi saflarına çekildiği ve savaş pozisyonu aldığı[47] bir iklime dönüşecekti:

 

“Gezi sürecinde park sosyologları müthiş bir kaynaşmadan bahsederken, park dışındaki hayatta ilk kez bu kadar aleni olarak farklılıklarımızın bir nefret aracı hâline geldiğinin, parktaki buluşmayı idealleştirdikçe dışarıdaki dünyada derinleşen bu uçurumu göremediklerinin, asıl buna bakmak gerektiğinin altını çizdim birçok yazımda. Buluşma ve yüz yüze gelip tanış olma dönemimizde ‘melezleşerek’ birbirimizi dönüştürmüş, belli bir aşamaya gelmiştik. Şimdiye dek bizi kaynaştıran, şimdi bizi çatıştırıyordu. O hâlde yeniden herkesin kendi yaşam biçimine geri dönme ısrarının yeni bir dönemece tekabül ettiğini anlamamız gerekiyordu.”[48]

 

Bu tartışma hattının en gözde temalarından biri, tahmin edileceği üzere, kadın bedeni oldu. Yazarlar, 28 Şubat sürecine, kamu kurumlarında kadınların başlarını örtmesine yönelik yasaklara sık sık göndermede bulunuyordu.

 

“Elimde İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi diploması olmasına rağmen yıllardır okulumun kapısından girip diplomamı alamamam kimsenin umurunda olmadı da, bir kadeh içkiyi nereden, hangi saatte satın alıp alamayacakları düzenlendi diye parklara fırladılar. Diplomamı kullanarak hiçbir kamu kuruluşunda, üniversitede, özel sektörde görev alamamam kimseyi ilgilendirmedi de özel hayatımıza müdahale ediliyor diye tencere tava çaldılar.”[49]

 

ya da, Akit yazarı Ali Karahasanoğlu’nun sözleriyle:

 

“Başörtü yasağı, bu ülkenin tamamına şamil bir sorun idi. Bugün dahi kısmen de olsa sorun olarak duruyor..
Taksim Gezi Parkı ise, en fazla 500-600 kişinin, zevke bağlı sorunu..(…)

Taksim Gezi Parkı’nın tamamına, karşısındaki otel türü bir bina dikilse bile, hiç kimsenin temel hak ve özgürlükleri kısıtlanmış olmaz.. Başörtü yasağındaki gibi, bütün ülkenin çocuklarının büyük mağduriyetler yaşayacağı bir zulüm gerçekleşmiş olmaz..”[50]

 

Özellikle gösteriler sırasında “başörtülü kadınların darp edildiği, tacize uğradığına ilişkin söylentiler, TV ekranlarına olduğu kadar, köşe yazılarına da bolca malzeme oldu:

 

“Şimdi bakıyorum, güzelim ağaçlar kesilerek kondurulmuş karşıdaki görkemli sitenin sakinleri, akşamları tencere tava çalıyor. Şımarıkça, acımasızca… Birileri haydutça yolları kesip başörtülü bir kadını aracından indirip darp ediyor. Birileri o korkunç heyula arabalarının kornalarına basarak eyleme geçiyor akşamları. Bayağı, ikiyüzlü, sahte… (…)Azgın duygular, birikmiş hınçlar, köpürmüş nefretler konuşuyor. İçlerinde ‘aydınlar’, ‘sanatçı’lar, okumuş ‘cici çocuklar’ varmış; yazık! Oysa başka diller gerektirirdi isyan bile. Biraz vicdan isterdi, unutmuşlar…”[51]

 

Taksim/Gezi’de başlayan “çevre” orijinli tartışma, artık ağaç sökümü ve AVM eleştirisi olmaktan çıktı. Fatma Barbarosoğlu, Nihal Bengisu, Cihan Aktaş, Yıldız Ramazanoğlu, Emine Uçak gibi benim de içinde bulunduğum kadın yazarların; “betonlaşmaya” ve “tüketim çılgınlığına” muhalif tavrımızı, yıllardır okuyorsunuz, yeni bir şey değil. Ama işin, ağaç işi olmadığını kısa sürede hepimiz anladık. (…)

“Taksim’de AVM’ye Hayır” diyen çok renkli kent koalisyonunun yerini, yolda çevirdikleri örtülü kadınları “Türkiye Laiktir Laik Kalacak” nidasıyla pataklayan vandallar aldı. 28 Şubat dejavusu gibi her şey. İzmir’de başörtülü kızlar otobüslerden indirildi, Kadıköy’de lokantalardan, pastanelerden atıldı. Genç ve uzun boylu bir adam dün marketten dönerken, yavaş yürüdüğüm gerekçesiyle omzumdan iteledi; “yolu kapama be, soyları da kurumuyor bunların” dedi, içinde “Tayyip” ve “darağacı” geçen galiz cümleleriyse buraya yazmıyorum...

Haysiyet kırıcı çok feci başka şeylere de maruz kaldı başörtülü kadınlar, yazmaya utanıyorum içlerinde hastanelik olanları var. Bu yaşananlar dehşet verici... Hâlen Taksim’de putları devirmekten bahseden İslâmcı arkadaşlarımız bunlara ne diyor acaba?

(…) Taksim/ Gezi eylemlerinin son minvalde aldığı ulusalcı refleks virajı, barış sürecini zora koşacak bir şekle dönüşmeden aklımızı başımıza devşirmenin zamanıdır.[52]

 

“Tacize uğrayan, üzerine işenen Müslüman bacılar”, “saldırıya uğrayan bebeler” “camilere ayakkabıyla girip içki-sigara içen, kutsal mekânı kirletenler”… Muhafazakâr yazarlardan bazıları, ölçüyü gerçekten kaçırmışlardı:

 

İlk günlerde, Taksim Gezi Parkı’nda başlayan eylemin “ağaç duyarlılığı” olduğunu zannetmiş ve bu “masum eylem”e destek vermiştim...

Ne zaman ki; bu eylem “illegal örgütler” tarafından “elegeçirildi” eylem ruhu “rehin” alındı ve Taksim onlar tarafından “işgal” edildi, işte o zaman dedim ki; bunlar “ağaç”tan, “darağacı” çıkarmaya çalışıyor!..

Öyle ya; “Yakıp-yıkma”nın, “vurup-kırma”nın, “kırıp-dökme”nin, “demokrasi ve özgürlük talebi” ile ne ilgisi olabilir?..

Bu, bir “kalkışma”dır!.. Hem de, “Hükümet’e karşı” değil, “devlete karşı bir kalkışma”dır!..

Hatta; “Cami”lere karşı bir kalkışmadır, “başörtülü” hanımlara karşı bir kalkışmadır!

Öyle bir “kin ve nefret” dolular ki, “başörtülü genç bir kadın”ı hakaretler ve küfürler ederek yerlerde sürüklemişler, çok affedersiniz üzerine işemişler, “6 aylık bebeğin arabası”nı parçalamışlar, bebeği de “düşman” olarak görmüşler, onu da yaralamışlardı!..

Bunların, “kapısını kırarak” içeri girip “işgal” ettikleri Bezm-i Alem Valide Sultan Camii’nde “içki” ve “sigara” içtiklerini, “kirlettikleri cami”nin 2 günde zor temizlendiğini biliyor ve o yüzden de bunlara “iki ayaklı hayvanlar” diyordum.[53]

 

Ama alkol, uyuşturucu vb. “kıyamet alametleri”, muhafazakâr zihniyet için gerçekten de kolay vazgeçilemeyecek, bulunmaz malzemelerdi. Kimi yazarlar, Haziran kalkışmasından İslâmî “dindar nesil” projesinin isabetliliğine işaret etmek üzere yararlandı:

 

“Alkol uyuşturucu ile Şeytan’a bağımlı hâle getirilen zalim, kapitalist rejimin kurbanları mazlum zavallı gençlere acıyorum. Toplumda itibarsız hâle getirilen, hayattan ve mutluluktan koparılan, neden ve niçin bağırdıklarının farkında olamayan sokağın ve eylemin gençlerine acıyorum. (…)

“Dindar, ahlâklı ve hayâlı bir Nesil” Projesini vakit geçmeden hemen hayata geçirilmesi ve bu uğurda hizmet eden Vakıf, Dernek, Sendika ve diğer sivil toplum örgütlerine daha çok destek verilmesi gerçeğini gösteren Gezi Park’a teşekkür ediyoruz.

Ve Gezi Park’a bu görevi veren, eylemleri bizlere ders kılan, şerri hayra çeviren ve ahtapotların diğer planlarına karşı bu yolla uyanmamızı ve birleşmemizi sağlayan Allah (c.c)’a sonsuz hamd ediyoruz.”[54]

 

Kimi ise olayların “müminler için bir sınav” olduğunu ileri sürdü: “Suriye meselesi ya da Gezi parkı, ya da maişet sorunları, hepsi aynı külli kurallar çerçevesinde bir imtihan vesilesidir..”[55]

 

“Gezi’ciler” üzerine tahliller

 

Öyle gözüküyor ki yandaş medya kalemlerinden bir kısmı, işi “komplo teorileri”, “dış mihrakların kışkırtmalar”ı, “marjinal sol grupların vandalizmi”, “İslâmî hayat tarzına karşı bir saldırı” vb. terimlerle geçiştirmeyi içine sindiremiyor, daha derinlemesine, daha “bilimsel”, daha “sosyolojik” ve/veya “psikolojik” tahlil denemelerine girişiyordu. Ne ki, bu tahlillerin pek azı, “tuzu kuru burjuva ailelerin, yokluk yüzü görmemiş, bulmuş da bunayan çocukları” saptamasından bir adım daha derine inebilmekteydi. (“anarşistler, Hedonistler, Marksistler, Sendikalar”dan söz ediyor örneğin, Abdurrahman Dilipak.[56])

Ve yine örneğin Akit yazarı Prof. Dr. Namık Açıkgöz’e (Muğla Üniversitesi), olayların nedeni “doyumsuzluk”tu:

 

(…) Mesela bu kuşak bir eve sabit telefon bağlamanın yıllarca sürdüğünü bilmeyen bir kuşaktır. Telefon ihtiyacı olduğunda tak diye parayı basıp (Tabii, çoğu baba parası) alan bir kuşaktır bu kuşak. Hafızası boş bir genç kuşaktır. Bunlar buzdolabının evlerde lüks olduğunu bilmezler. Bu kuşak her şeyi hazır bulmuş ve hazır bulmanın ötesinde bir tatminsizlik yaşayan bir kuşaktır. Bunlar, otobanda 5. vitesle gitmenin lüksünü yaşayan bir kuşaktır. Ama o yolda hiç viraj görmediler; o yolda hiç yokuş görmediler. Ondan önceki kuşaklar bu yollardaki virajları, yokuşları bilen, yani hayatın zorluklarını bilen kuşaklardı. Şimdiki kuşaklar ise bunları görmediğ



Bu yazı 1545 defa okunmuştur.

FACEBOOK YORUM
Yorum

YAZARIN DİĞER YAZILARI

YAZARLAR
Bizi Takip Edin :
Facebook Twitter Google Youtube RSS
ÇOK OKUNAN HABERLER
  • BUGÜN
  • BU HAFTA
  • BU AY
HABER ARŞİVİ
SON YORUMLANANLAR
  • HABERLER
  • VİDEOLAR

Web sitemize nasıl ulaştınız?


nöbetçi eczaneler
HABER ARA
YUKARI