Bugun...


Sibel Özbudun

facebook-paylas
FAŞİZM VE KADINLAR
Tarih: 05-01-2018 23:45:00 Güncelleme: 05-01-2018 00:03:00


FAŞİZM VE KADINLAR[1]

“Kadınların ne varoluşu vardır,
ne de özü. Onlar yoktur;
hiçliktirler.” [2]

 

AKP’li yazar Ömer Turan geçenlerde şöyle bir dizi tweet atmıştı:

“Türkler çocuk yapsın, yoksa 40 senede Anadolu’da azınlık olacaklar. Erdoğan’ın üç çocuk ısrarı boşuna değil. Erdoğan bu tehlikeyi gördü… Türk milliyetçisi kızlara, kadınlara sesleniyorum: slogan atmayın gidin bol çocuk yapın. Sonra da onları Müslüman Türk şuuruyla yetiştirin… Şu aşamada en büyük Türk milliyetçiliği bol çocuk yapmak. Aile başına en az 4 çocuk olmalı. Yoksa Anadolu’daki Türk varlığı tehlikede… Alttan deist, agnostik, Kürtçü, LGBTsever bir operasyon kuşağı geliyor. Devlet şimdiden hazırlık yapmazsa bu kuşak devletin anasını ağlatır”[3]

İkinci Dünya Savaşı Avrupa faşizmiyle ne muhteşem bir rezonans, değil mi?

Biraz Hitler, Mussolini ve hempalarını yad edelim mi?

 

20. Yüzyıl Faşizminin Doğurganlık Saplantısı

 

Adolf Hitler’in Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi’ndeki vekili Rudolf Hess Führer’in görüşlerini şöyle yankılandırıyordu: “Bir kadının toplumuna yapabileceği en büyük hizmet, ulusun hayatta kalmasını sağlayacak, ırksal açıdan sağlıklı çocukları dünyaya getirmektir.”[4]

Ve “Il Duce”, 1927 Ekim’inde kendisini ziyaret eden Faşist Parti kadın kolları üyelerine şöyle sesleniyordu: “Evlerinize dönün ve kadınlara doğuma ihtiyacım olduğunu söyleyin. Bol bol doğursunlar.”[5]

“Ulusun selameti adına bol ve ‘safkan’ çocuklar doğurma: 20. yüzyıl ortaları faşizmin “ulusun kadınları”na yönelik birincil beklentisi, buydu. Ve faşizm, yüzyıl ortalarında bu beklentiyi karşılayacak bir dizi politikayı harekete geçirdi.

İtalya’da doğurganlık-yanlısı vurgu, Mussolini’nin söylemine 1920’lerin ikinci yarısında dahil olur. Mussolini 1927’deki bir söylevinde İtalya’daki doğurganlık oranlarının 1886’da binde 39’dan, 1926’da 27’ye düştüğünden yakınmakta, “hedonizm ve ahlâksal korkaklık alt edilmedikçe”, bu düşüşün daha da devam edeceği konusunda uyarmaktadır. Bir Alman yazarı sözünü bizzat Duçe’nin yazdığı kitabında doğum oranlarındaki düşüşten kadınların özgürleşmesini sorumlu tutarken, 20. yüzyıl Avrupalı faşistlerinin ortak duygusuna tercüman olmaktadır adeta. İtalyan faşistleri Slav, Britanya ve Fransız İmparatorlukları, Rus, Çinli, hatta Alman nüfusunun İtalya’yı geride bırakmasından rahatsızdırlar.

Bu bağlamda, her türlü doğum kontrol aracının satışı, 1926’da “kamu ahlâkına aykırılık” gerekçesiyle yasaklanır. 1931’de bir adım daha atılarak birini doğumu önlemeye teşvik, İtalyan Ceza yasası kapsamında cezaya tabi bir suç sayılacaktır. Kürtaj yaptıran kadınların ise beş yıla kadar hapisle cezalandırılması öngörülmektedir.

1925’te kurulan Anne ve Bebek Ulusal Ajansı “aile bağlarını en yüksek ölçüde güçlendirme” hedefini güdüyordu: görevleri arasında doğum-öncesi ve sonrası bakımı iyileştirmek üzere annelik merkezlerini kurmak, bekâr anne adaylarına yardımcı olmak bulunuyordu. Ajans, her yıl, “Ana ve Çocuk Günü” ilan edilen Noel günlerinde yeni evlenenlere, çocuk sahibi olanlara ve çocuklarını sağlıklı yetiştirenlere parasal ödüller dağıtmaktaydı…

Yanısıra, faşizm öncesi dönemden devralınan analık sigortasının kapsamı genişletilirken, çocuklu çiftlere kamu konutlarında öncelik tanınması, devlet memurlarına (1929) ve işçilere aile desteği (1934) gibi teşvikler nüfus politikasını desteklemek üzere devreye sokuldu. 1928’de çok çocuklu ailelere vergi indirimleri getirilecek, ertesi yıl kamu personeli istihdamında evli ve çocuklu erkeklere öncelik tanınmaya başlanacaktı. 1936-37’de aile yardımlarının kapsamı genişletilirken, “İtalya ailelerinin kurulmasını teşvik” amacıyla kredi uygulamasına geçildi: Çiftler birinci çocukları doğduğunda kredinin yüzde 10’unu, ikinci çocuklarında yüzde 20’sini, üçüncüde yüzde 30’unu ve dördüncü ve daha fazla çocuk dünyaya getirdiklerinde yüzde 40’ını geri ödemekten muaf tutulacaklardı. (Durham, 1998: 10)

Nüfusunun önemli bir bölümünü besleyemeyen, kırsal kesimde yoğun bir toprak sıkıntısı hissedilen ve 1920’de uygulamaya sokulan kotaya dek ABD’ye önemli miktarda göç vermiş bir ülke için, ilginç bir nüfus politikası! Mussolini’nin nüfus takıntısı, 1926-27 ekonomik krizinde tek eğlencesi çocuk yapmak olan İtalyan kırsal yoksullarının dikkatini kriz ve (ABD kapıları göçe kapandıktan sonra kentlere yönelen kırsal nüfus) işsizliğ(in)e karşı bir oyalama taktiği olarak değerlendirilmektedir. (de Grazia, 1992: 41-42)

Yine onca teşvik, işe yaramamışa benziyor: 1931-35 arasında binde 24 olan doğum oranı, 1936-40 arasında binde 23.4’e düşecekti. (Durham, 1998: 10)

“Çok çocuk” takıntısı, Nazi Almanyası’nda ise, “ırkın saflığı”na ilişkin öjenik kaygılara eklemlenir.[6]

Nazilerin iktidara geçer geçmez uygulamaya koyuldukları ilk önlemlerden biri, evlenmeyi düşünen çiftlere destek için, kadının çalışmaktan vazgeçmesi koşuluyla (koca adayına) faizsiz kredi verilmesini öngören Haziran 1933 tarihli “İşsizliği Önleme Yasası”ydı. Kredilerin yüzde 1’lik dilimler hâlinde aylık olarak geri ödenmesi öngörülüyordu; ilk çocuk doğduğunda kredinin yüzde 25’lik dilimi geri ödemeden muaf hâle gelecek, izleyen doğumlarda aynı oranda bağışıklığa yol açacaktı. Ancak hemen belirtmeli: bu kredi “herkes” için değildi: rejim muhalifleri, kalıtsal hastalık ya da kusurları olanlar krediden yararlanamıyordu!

Evlilik kredilerinin yanısıra, rejim çocuklu aileler için vergi bağışıklığı, aile yardımları gibi malî teşvikler ile ana-çocuk sağlığı kliniklerinin sayısını arttırma gayreti içine girdi. 1939’un Anneler Günü’nde dört ya da daha çok çocuk sahibi Aryen annelere Alman Analık madalyaları dağıtılmaya başlandı; bu anneler aynı zamanda Hitler gençliği tarafından selamlanma hakkını elde etmişlerdi!

Bu teşvikler ve onur beratları nüfus artışında belirli bir hızlanma sağlamış olsa da (1933’te binde 59; 1938 ve 39’da binde 81) yine de üreme hızı, yüzyıl başındakinin bir hayli altında kalıyordu.

Rejim 1933 Mayıs’ında kürtaj karşıtı yasayı takviye ederken doğum kontrol araçlarının teminini güçleştirdi. Bu önlemler savaş yıllarında zirve yapacak, gebelik önleyici araçların üretim ve satışı tümüyle yasaklanırken, kürtaj yapmak ölümle cezalandırılan bir suç sayılacaktı.

Ancak doğum, bedensel ya da zihinsel kalıtımsal bir engeli olmayan Aryen anneler için bir “hak”tı; İçişleri bakanı Wilhelm Erick, Haziran 1933’de bir milyonun üzerinde Alman’ın çocuk sahibi olmaya uygun olmadığını ilan ederek, “Halkımızı genetik değerine göre derecelendirme cesaretine sahip olmalıyız,” diyordu. Ertesi ay, “yaşam değeri olmayan yaşamlara” son verilmesini öngören bir yasa kabul edildi. Ve izleyen 12 yıl içerisinde, 200 bin kadar kadın, “volk’un bedeninin tedrici arındırılması” adına zorla kısırlaştırıldı.

“Öjeni” burada durmadı. Eylül 1935’te Alman Kanı ve Alman Onuru’nu Koruma Yasası gereği Aryenlerle Yahudiler arasındaki evlilikler ve cinsel ilişki yasaklandı; ertesi yıl kabul edilen Evlilik Sağlığı Yasası ise evlenecek çiftlerin çocuklara geçecek bir hastalık taşımadıklarına dair bir sağlık raporuyla müracaat etmeleri koşulu getirildi. (Bu kısıtlama, doğumları teşvik adına savaşın hemen öncesinde kaldırılacaktır.)

Nüfusu arttırma takıntısı, boşanmaları da etkilemekteydi: Nazi Almanyası 1938’de resmî boşanmanın çiftlerin üç yıl boyunca ayrı yaşadıklarını kanıtlama zorunluluğuna bağladı.

Nüfus sorunu, “bekar anneler”i de sorunsal kılmaktaydı. Nazi Almanyası, propagandistlerince “Yahudi ahlâkı”ndan duçar, yozlaşmış Weimar Cumhuriyeti’nden bir kopuş ilan edilmekteydi; Nazi iktidarının ilk uygulamalarından biri, “müstehcen” yayın, resim ve performansların yasaklanması olmuştu. Ancak evlilik-dışı çocuklara karşı hükümet ikilemdeydi: savaş yaklaştıkça, konu daha geniş bir hoşgörü kapsamında değerlendirilecek ve Alman kadınların en önemli hizmeti, ulusa “hayatta kalmasını sağlayacak, ırksal açıdan sağlıklı çocuklar armağan etmek” (Rudolf Hess) olarak formüle edilecekti. (Durham, 1998: 16-18)

 

Faşizm ve Kadın İstihdamı

 

Hem faşist İtalya hem de Nazi Almanya kadınların çalışması konusunda bir hayli gönülsüzdür. Bu, kısmen faşizmin işsizlik oranlarını katlayan ekonomik krize bir yanıtıdır: kadınları olabildiğince evlerine göndererek erkek istihdamının önünü açmak.

Ancak bu, faşist yönetimlerle genelde sıkı bir ittifak içerisindeki sanayicileri ucuz işgücünden yoksun bırakmak anlamına gelmeyecektir. Faşizm İtalya’da sanayicilere desteği, devrimci sendikacılığı ezerek, patronlarla işçileri uyumlu bir organizma olarak kurgulayan korporatizmi ve sendikacılığın korporatist/faşist bir versiyonunu devreye sokarak, grev ve işçi eylemlerini yasaklayarak sağlar. Verili bir noktada erkeklerin ücretleri o denli düşecektir ki, kadınlar ucuz işgücü kaynağı olmaktan çıkacaktır - özellikle de sanayide. Bol ve ucuz işgücü, sanayide makineleşme itimini de yavaşlatmaktadır.

İtalya’da kadınların çalışmasına karşı faşist rejimin tutumu, birkaç düzlemde açığa çıkar. Öncelikle, korporatist örgütlenmenin kadınlara yönelik ayağında: Ocak 1938’de Faşist Parti tarafından kurulan Fabrika ve Ev İşçileri Seksiyonu (SOLD), kadın faşistler tarafından kurulmuş ve yönetilmekteydi.

SOLD yalnızca bir işçi örgütü olarak işlememekteydi; daha çok İtalyan kadınları esas işlevleri olarak görülen ev kadınlığı ve analık görevlerine hazırlama misyonunu üstlenmiş gözüküyordu. Yalnız çalışan kadınları değil, işçi ailelerini de bünyesinde toplayan örgüt, kadınların ev-içi ve ev dışı görevlerini bağdaştırmak, analık görevi ve ev işlerinde onlara destek olmak, sosyal yardım gibi konularda odaklaşmaktaydı, bağımsız bir varlık olarak kadın işçiyi genel kadınlık söylemi içerisinde yok etmeyi hedefliyordu.

SOLD’un yanısıra, kadın işçilere yönelik koruyucu tüzük ve yönetmelikler de kadın istihdamını sınırlandıracak tarzda işlemekteydi. Nihai biçimini 1934 yılında alan Koruyucu Yönetmeliğin iki amacı vardı: küçüklerin ve çalışan annelerin korunması. Yönetmelik kadınlara her türlü gece çalışmasını ve 12 yaş altı çocukların çalışmasını, 12-15 yaş arası gençlerin ise tehlikeli ve sağlıksız işlerde çalıştırılmasını yasaklıyordu.

Ancak yönetmelik en çok çalışan annelerin korunmasını hedeflemekteydi: gebeliğin son ayı ve doğumdan sonra bir ayı kapsamak üzere zorunlu ve ücretli iki aylık doğum izni, annelerin istemeleri durumunda gebeliğin altıncı ayından itibaren doğumdan sonra 6 hafta (büro işçileri için 3 ay) ücretsiz izin hakkı, doğumla ilgili hastalık durumunda ekstra bir ay daha izin hakkı; elliden fazla kadının çalıştığı işyerlerinde emzirme odası zorunluluğu, emzikli kadınlara çocuk bir yaşına gelene kadar emzirme izni; doğum başına 150 liretlik doğum yardımı ile 400 lireti bulan (ortalama iki aylık ücret) işsizlik yardımları… 1938’de iktidar bu yardımları tarım emekçilerini de kapsayacak şekilde genişletecekti.

Dönemin Avrupalı feministlerinin dahi takdirini kazanan kadın-dostu önlemler. Ancak faşist yönetimin antifeminist söylemler, özellikle de kadın işçileri yükselen işsizlik karşısında evlerine dönerek işlerini erkeklere terk etmelerine yönelik resmî çağrılar eşliğinde gerçekleştikleri ölçüde, “ayırımcı koruma” olarak nitelenmeyi hak ediyorlar. Nitekim, koruyucu önlemler kadın emekçilerin maliyetini arttırdıkça, patronlar işe alırken tercihlerini erkeklerden yana kullanmaya başlayacaklardı. Öte yandan, bu söylem ve önlemler doğum yapan kadınları işten ayrılma eğilimine yöneltirken, geriye dönmek istediklerinde, ancak her türlü sosyal güvenceden yoksun, kayıt-dışı işler bulabileceklerdi. (de Grazia, 1992: 174-178)

Böylelikle kadın işgücünün toplam işgücü içerisindeki oranı tarım sektöründe 1911-1936 arasında göreli sabit kalırken (1911: % 43.2; 1936: % 41.3) sanayide dramatik bir düşüş kaydedilmiştir (1911: % 43,9; 1921: % 39.0; 1931: % 34,4; 1936: % 33,1; 1951: % 28) Buna karşılık hizmet sektöründe kadın emekçilerin payı, faşizmin karşı propagandasına ve engelleyici önlemlere karşı tedricen de olsa büyümeye devam etmiştir: 1911’deki % 39,5’ten 1936’da % 42,8’e.

İtalyan faşizmi, Duçe’sinin çalışmanın kadınları birincil görevlerinden, annelikten alakoyduğu, kadın doğasına ters olduğu, kadın çalışanlarla rekabetin erkek çalışanların erilliğine zarar verdiği yolundaki tüm söylemlerine karşın, kadınları bütün bütüne istihdam alanından uzaklaştır(a)mamıştır. Buna karşılık, “eril” addedilen mesleklerden men edilmişlerdir: kamusal hukuk, politika, askerlik… 1920’de kadınların gemi kaptanı, ticari tekne sahibi, üst düzey memur, diplomat ya da konsolosluk ataşesi olması yasaklandı. Yasak kısa sürede kadınların orta dereceli okullarda yöneticilik yapması, tarih, felsefe, Grekçe, Latince, İtalyanca öğretmesi yasaklandı. 1928’de hükümet tüm üst düzey kamu yöneticilerine işe alma ve terfilerde erkek aile reislerini tercih etmelerini tavsiye edecekti. Büyük Kriz’de ise kadınların kamu görevlerine müracaatları sınırlandırıldı; Mart 1934’te üst düzey kamu görevlisi kadınların oranı yüzde 5, tüm kamu görevlileri arasında ise yüzde 20 ile sınırlandırıldı. Bu oran bankacılık sektöründe yüzde 12, sigortacılıkta ise yüzde 15 ile sınırlandırılacaktı. Ve nihayet, 5 Eylül 1938 tarihli yasa, tüm büyük ve orta boy kamu ve özel işletmelerde kadın istihdamı yüzde 10 ile sınırlandırıldı. 10’dan az sayıda personel çalıştıran işletmelerde ise kadınların oranı, bu yasayla sıfırlanacaktı.

Ancak İkinci Dünya Savaşı’nın eşiğinde bu yasa fazla uzun ömürlü olamayacaktı. Erkekler savaşa doğru çekildikçe tüm sektörler kadınlara ve gençlere açıldı.

Nazi Almanyası’nda da kadınların istihdamı konusu aynı ölçüde ikircimli gözükmektedir: Kadının esas görevinin ev işleri ve analık olduğu, rejimin temel düsturlarındandır ama ideoloji, I. Dünya Savaşı’nda milyonlarca erkeğin yaşamını yitirmesi sonrasında belki de hiç evlenemeyecek milyonlarca bekar ve dul kadın konusunda dilsiz kalmaktadır.

Hayatın katı koşulları, geçimini sağlamak için çalışmaktan başka çaresi olmayan milyonlarca savaş dulunun varlığı ve patronların ucuz, uysal kadın işgücüne talebi, Nazi “Kinder, Kuche, Kirsche” idealini aşındırıyordu; bunun yerine, rejim kadın işleriyle erkek işlerini birbirinden ayırma işine girişti. Kız öğrencilerin kadın öğretmenlerce yetiştirilmesi, kadın hastaların kadın doktorlara muayene olması bir yere kadar normal karşılanmalıydı; ancak bir ailede iki ekmek kazanıcısı olması fikri Nazileri yine de irkiltiyordu. Uygunu, kadının evlenir evlenmez işten ayrılmasıydı; bunu kimi memuriyet görevlerinin kadınlara kapanması, kadınların kimi ağır işlerde çalıştırılmasının yasaklanması gibi önlemlerle desteklemeye çabalıyorlardı. Hatta kadın işçiliğini patronların gözünde daha az çekici kılmak için “eşit işe eşit ücret” uygulaması bile denendi.

Böylelikle sınai istihdamda kadın işgücü 1933’de tüm işgücünün % 29.3’ü iken bu oran ertesi yılın sonunda % 25.5’e düşecekti. Ancak genel işsizlik oranlarındaki artış gözönünde bulundurulduğunda, kadın istihdamındaki bu düşüşü tümüyle Nazi ideolojisi ve uygulamalarına bağlamak zor. Durham (1998: 18) 1933 yılında 4,85 milyon olan sigortalı kadın sayısının, üç yıl sonra 5.63 milyona çıktığına dikkat çekiyor. 1934’de rejimin işçi örgütü Emek Cephesi’nin kadın seksiyonunun kurulması, kadın işçilerin geri dönüşsüz biçimde istihdam alanındaki varlığını doğrulamaktadır. Bu nedenle çabalar, kadınları işyerlerinden uzaklaştırmaktansa, çalışma ve aile yaşamlarını bağdaştıracak ve çalışmanın analık görevlerine zarar vermesini önleyecek önlemlere yönelecektir.

Kadın çalışmasının vaz geçilmezliği, İkinci Dünya Savaşı’nın erkek işgücünü çekip almasıyla daha da vurgu kazanırken, bir Nazi kadın subayın 1940’ta sarf ettiği şu sözler, ideolojinin hayata uyum sağlayabilmek için nasıl eğilip bükülebileceğini de gözler önüne sermekteydi: “Kadının yerinin evi olduğu, inancımızın temel taşlarından biridir. Ama bütün Almanya evimiz olduğuna göre, en iyi nerede hizmet veriyorsak orada olmamız gerekir.” (Durham, 1998:19)

 

İdeologların Misogyny’si

 

İdeolojiler köşeli, hayat akışkandır. Ancak ideolojiler yine de hayata yön verme gayreti içindedir.

O zaman sormalı: nedir Alman ve İtalyan faşistlerini kadınların yaşamına bu denli müdahaleye iten? Biraz namlı faşist ideologların kadınlar konusundaki fikirlerine bakalım mı? Önce faşistlerin Kutsal Kitabı Kavgam’dan başlayalım, dilerseniz.

Kavgam’da kadın algısı, ulus safkanlığının güvencesi, ulus sürdürücülüğü ve zaafları nedeniyle ulus için taşıdığı tehditten ibarettir.

Kadın, tehdittir; çünkü her an bir Yahudi onu baştan çıkartıp ulusun kanını bozabilir:

“Siyah saçlı pis Yahudi, saatlerce tehlikeden habersiz olan genç kızı gözetler. Sonunda bu genç kızı kendi adi kanı ile kirletir. Onu mensup olduğu ırktan çekip alır... Yahudi, hâkimiyetine almak istediği ırkın dayandığı bütün temelleri kökünden yıkmak ister. Kadın ve genç kızların ahlâklarını bozduğu gibi, kendi ırkı ile diğer ırklar arasında ‘kan’ın yaptığı seti yıkmak ve ortadan kaldırmak için her türlü çareye başvurur. Zenciyi Almanya’ya getirenler Yahudilerdi. Hep aynı gizli gaye ve açık hedef için hâlâ getirmektedirler. Nefret ettikleri beyaz ırkı melezleşmeden çıkacak piçleşme ile yok etmek, onu eriştiği medeniyet ve siyaset seviyesinden indirmek ve ona hâkim olmak istemektedirler.”

Sadece Yahudi’den kaçınmak değil; kadınlar dünyaya sağlıklı çocuklar getirmekle yükümlüdürler. Hastalıklı çocuk da ulusun geleceği için bir tehdittir:

“Irkçı devlet, bugün bu konuda yapılması ihmal edilmiş veya bilhassa yerine getirilmemiş olan şeylerin tamamını tamir etmelidir. Irkçı devlet, ırkı toplum hayatının merkezi durumuna getirmeli ve ırkın halis kalmasına nezaret etmelidir. Aynı zamanda, bir milletin en değerli malının ‘çocuk’ olduğunu kabul ve ilân etmelidir. Yalnız, sağlam olanların çocuk yetiştirmelerini sağlamalıdır. Irkçı devlet şunu söylemelidir: Bir hastalığa tutulmuş iken ve birtakım büyük eksiklikleri haiz iken, çocuk yapmak en ayıp bir harekettir. Bu durumda en şerefli hareketin çocuk yapmaktan vazgeçmenin olacağı anlatılmalıdır. Devletin bu müdahale hakkı vardır. Çünkü devlete, bir milletin binlerce senelik bir geleceği teslim edilmiştir. Bu durum karsısında ferdin arzulan bir hiçten ibarettir. Ferde boyun eğmekten başka yapacak bir iş düşmez. Devlet, fikrini aydınlatmak için modern tıp ilminden istifade etmelidir, irsi bir sakatlığı bulunan ve bu hâli zürriyetine intikal edecek olanlara nesil yetiştirmek hakkına sahip olmadıkları anlatılmalıdır. Aynı zamanda devlet, sağlam bir kadının çok evlât yetiştirmek gibi Tanrı’nın bir lütfu olan kabiliyetinin, hükümet sisteminin mali siyasetiyle tahdit edilmemesine dikkat etmekle görevlidir. Devlet, çok evlât yetiştiren ailelerin teşekkülüne imkân hazırlayacak sosyal şartlara karşı gösterilmekte olan tembel tutuma ve lâkaytlığa son vermelidir.

Devlet kendini, değeri takdir edilemeyecek kadar yüksek bir milletin en büyük koruyucusu bilmelidir.

Devletin dikkati orta yaşlılardan ziyade çocukların üstünde olmalıdır. Fizik ve ahlâkça sağlam olmayan bir kimse çocuklarının vücudunda kendi sakatlığını devam ettirmemelidir. Devletin terbiye yönünden yerine getireceği büyük bir görevi vardır. Irkçı devlet, millete terbiye yoluyla, hastalıklı ve zayıf olmanın utanılacak bir hâl olmadığını, aksine kaçınılacak bir felâket olduğunu ve bencillik sevkiyle bu felâketi, masum bir çocuğa intikal ettirmenin ise cinayet olduğunu öğretmelidir. Devlet bu ilkelere göre hareket etmek için gayesinin anlaşılıp anlaşılmadığını, uygun veya uygunsuz bulunduğunu tahkik ile vakit geçirmemelidir.”

Dünyaya Yahudi dölü olmayan sağlıklı çocuklar getirmek ise, kadınların devletin gözetim ve desteğinde gerçekleştirmeleri gereken aslî görevidir:

“Irkçı devlet, erkek çocuklarla olduğu gibi kızlarla da meşgul olacaktır. Kızların da eğitimleri aynı ilkeler dahilinde idare edilecektir. Kızlar için en önemli nokta fiziki eğitim olmalıdır. Karakterin eğitim daha sonra gelir. Nihayet fikri eğitimlerin gelişmesi meselesi ele alınır. Kız eğitiminin tek gayesinin, kızı, geleceğin annesi olarak hazırlamaktan ibaret olduğu hiçbir zaman unutulmamalıdır.”

“Irkçı devletin fert tipi mert, mağrur; enerji sahibi erkekler ve dünyaya gerçeği seven insanlar getirmeye kabiliyetli kadınlardır.”

Bu kadar… Kavgam’da kadınlar için tek öngörülen tek işlev, ırksal olarak saf, sağlıklı çocuklar doğurmaktan ibarettir. “Kadın” kavramının geçtiği diğer yerlerde ise, “subliminal” bir misogyny yükselir buram buram. Kadınlar zaaf yüklü, basit, alık, kolay kandırılabilir ve manipüle edilebilir varlıklardır… NOKTA.

“Halkın büyük bir çoğunluğu tıpkı bir kadın ruh hâli içindedir. Bunlar, fikir ve düşünceleri, fiil ve hareketlerden ziyade duyguların doğurduğu düşüncelerden çıkarırlar. Bu izlenimler karışık olmayıp, gayet basit ve sınırlıdır. Bunların arasında birtakım ince farklar yoktur, sadece sevgi veya kin, hak veya haksızlık, gerçek veya yalan, olumlu veya olumsuz konular vardır. Hiçbir zaman yarım hissiyata tesadüf edilmez, işte İngiltere’nin propagandasını idare edenler özellikle bu hususları gayet iyi anlamışlardır, İngiliz propagandasında şüphe doğuracak yarım tedbirlere rastlanmazdı.”

“Gerçekte ordu çağdaş devrin en çok ihtiyaç duyduğu şeyi yetiştiriyordu: İNSAN. Bir gevşeme hâlinden, yayılmakta olan bir kadınlaşma bataklığından, her yıl ordunun safları arasından 350.000 genç yetişiyordu ki, her birinden kuvvet fışkırıyordu.”

Kadınların konum ve işlevlerine ilişkin düşünceler Hitler’de doğrudan öjenik kaygılarla biçimlendirilmişse, Mussolini’de öjenik ilke görülmez; onun misojinisinde Katolisizm ve gelenekçiliğe belenmiş bir antifeminizm başattır:

“Kadın boyun eğmelidir… Onun devlet içindeki rolüne dair fikrim, her türlü feminizmle zıttır. Doğal olarak onun köle olmasını savunmuyorum, ama ona oy hakkı tanıyacak olsam, benimle alay edilir. Devletimizde onun herhangi bir konumu olmamalı…”

“Faşist İtalya’da İtalyan kadınlarının yapabileceği en faşist şey, çok sayıda çocuk yetiştirmektir.”

“Bir kadın çalışmakla düşüş hâlindeki bir aileyi, hatta kendini kurtarabilir; ancak genelde bakıldığında, çalışması siyasal ve ahlâksal bozulmanın kaynağıdır. Bir avuç kişinin kurtulması, büyük çoğunluğun kanı pahasına olur.” (de Grazia, 1992: 168)

“Kadından, bırakın bir tapınağı, bir kulübe inşa etmesini isteyin, beceremeyecektir.” (de Grazia, 1992:195)

Bunlar “sözler”. “Kuram” vb. değil. Ama faşist kuramcılar da var. Rejimlerinin hüküm sürdüğü ülkelerde kadınların “ne” olması, ne yapması gerektiğine ilişkin “doğrultuları” veren…

Bunlardan biri, İtalyan faşizminin en yetkin ideologlarından olan Giovanni Gentile’dir. 1922-24 yıllarında kamu eğitimi bakanlığı yapan Gentile, bakanlığı döneminde kadınlara karşı keskin bir ayırımcılığın başlangıcına işaret eden köklü bir eğitim reformunu başlattı.

Gentile’nin faşizme katkıları bakanlığıyla sınırlı kalmamıştır: 1923-29 arasında Büyük Faşist Konsey üyeliği yaptı; İtalyan Faşist Kültür Enstitüsü’nü kurup yönetti, 1920’li yıllarda faşist kültürün biçimlendirilip yayılması konusunda amiral gemisi rolünü üstlenen Giornale critico della filosofia italiana (Eleştirel İtalyan Felsefesi Dergisi)’nın yöneticiliğini yaptı; İtalyan Asiklopedisi’ni yayınladı. “Faşist Aydınlar Manifestosu”nu kaleme alan oydu (1925). Yaşamı boyunca Mussolini’ye sadık kalan Gentile’nin fikirleri, Duçe’yi fazlasıyla etkilemiştir. (Lucia Re)

Gentile’ye göre, feminizm, ne mutlu ki ölmüştü. Feminizm ölmüştü, çünkü üzerine temellendiği eşit haklar kavramının modası geçmişti. Eşit haklar hareketinin felsefî temelinin, yani kadın-erkek, tüm bireylerin bazı temel, doğal haklarla donanmış olduğu ve seçilmiş temsilcilerin görevinin de bu hakların korunması olduğu fikrinin bir yanılgı olduğu, kanıtlanmıştı. Dolayısıyla, kadınlar erkeklerden aşağıda varlıklar değildi; onlar erkeklerle eşitti: herhangi bir hakka sahip olmamakta eşit! Kadınlar ve erkeklerin hakları değil, ancak görevleri vardı, Devlet’e karşı görevler…

Ve Gentile’ye göre faşist devlet demokratik devletin bütün biçimlerinden üstündür ve olası tek modern devlet biçimidir. Gentile faşist ve modern terimlerini eşanlamlı olarak kullanmaktadır.

Devam edelim: Gentile feminizm ve eşit haklar hareketinin ölümünün modernitenin temel bir başarısı olduğunu iddia etmektedir; çünkü böylelikle feminizmin bulanıklaştırdığı erkek ile kadın arasındaki farklılık, kesin hatlarla tanımlanmıştır. Netlik, şeylerin zıtlıklar hâlinde kutuplaşması her zaman iyidir; muğlaklık, bulanıklık modern (= faşist) devleti, faşist değerler hiyerarşisini tehdit eden unsurlardır. Bir başka deyişle, sorun salt kadınların toplum içerisindeki yerine ilişkin ataerkil önyargıların kümelenişi değildir; faşizmin dizaynının tesisidir söz konusu olan. “Faşist ideolojik yapının bütününün cinsiyet farklılığı temeline yaslandığı söylenebilir.” (Lucia Re, s.83)

Ancak kadın ile erkek arasındaki farklılık biyolojik değil, kültürel bir inşadır: kadın cinsiyetinin sınırlarında yatar. Bu sınır, kadının erkeğe göre “öteki oluş hâli”dir; onu erkek nezdinde cazip kılan da bu “ötekilik”tir. Gentile’ye göre, “öteki” olarak kadın bedeni, ancak erkek tarafından arzulandığı zaman vardır. Kadın, bireyselliğini tam da onu elde ettiği an yitirir: çünkü kadın, ancak bir erkeğe ait olduğu ölçüde bireydir. Bireyselliği, bir erkeğin kadını olarak konumuna denk düşmektedir. Bütün sağlıklı ve düzenli toplumların temelinde aile ve din bulunmaktadır; ailenin etik ve kutsallığının güvencesi ise, kadındır.

Kadını insan ile Tanrı arasında özverili halka kılan kutsallık, analıktır. Analık kadına içkin, özgün ve özsel bir şeydir; öyle ki, her bakire, tanımı itibariyle anadır. Bakire Meryem tarafından temsil edilen “bakire analık”a saygı göstermeyenler, dünyadaki aşkı söndürmektedirler.” (Lucia Re, s.85)

Bir başka faşist ideolog, sosyolog Ferdinando Loffredo Politica della Famiglia’sının (1938) temel argümanı, kadınların özgürleşmesinin (eğitim görmeleri ve ev dışında çalışmaları) tüm modern toplumlar üzerindeki etkisi, yıkıcı olmuştur. Yalnızca doğum oranlarındaki dramatik düşüşler nedeniyle değil; aynı zamanda kadınların fiziksel ve ruhsal yabancılaşması, onların evlerine ve aile yaşamına yabancılaşmasını getirmiştir beraberinde. Loffredo’ya göre faşist İtalya da bu yıkımdan azade değildir; gerçi İtalya kadın özgürlüğü konusunda örneğin Fransa ve Sovyetler Birliği’ndeki kertede yıkıcı sonuçlarla karşılaşmak durumunda değildi; örneğin İtalyan bakanlarının kadın partililere seslenmek yükümlülüğü yoktu; ailenin hiyerarşik yapısı feminist örgütlerin tehdidi altında değildi; eşit haklar yasası gibi bir şey söz konusu olamazdı. Ama yine de, kadınlara tanınan sınırlı özgürlükler bile rejim için bir tehdit oluşturuyordu.

Loffredo’ya göre yılın dörtte üçü boyunca bedeninde bir bebeği büyüten, organizmasının salgısıyla onu besleyen, yeni yetmeliğe kadar çocuğu eğiten kadının erkekle aynı eğitimi alması, bir saçmalıktan ibaretti.

Loffredo kadının yerinin evi olması gerektiği konusunda o denli kararlıydı ki, daktilonun icadının aile yapısının çözülmesine yol açan en zararlı olaylardan biri olduğunu ileri sürmektedir. Ona kalırsa kadınlar aşırı beden düşkünlüğüne yol açan, üreme sistemine zarar veren, kadınların dikkatini çocuk bakımından başka yere yönelten ve kadını yuvadan dışarı çıkartan spor dahi zararlıydı.

Loffredo, bozulma ve yozlaşmanın önüne geçebilmek için faşist rejime bir dizi öneride bulunmaktadır: Kadın baba ya da koca, bir erkeğe mutlak tabiiyet içinde olmalıdır: manevî, kültürel ve iktisadî… Meslekî ve orta öğretim kapıları kadınlara kesin olarak kapanmalı, onları yetkin ev kadınları hâline getirecek özel eğitim programları dizayn edilmeliydi. Kadının evinin dışında çalışma hakkı, faşist devlet tarafından ev dışında çalışmama hakkı olarak revize edilmeli, kamuoyu, “zorunluluğu kanıtlanmış bir gerekçe olmadıkça, işe gitmek için evinden çıkan, erkeklerle rasgele ilişki içinde olan, sokaklarda dolaşan, tramvaya binen, fabrika ve bürolarda yaşayan kadınları lanetleyecek şekilde eğitilmelidir.” (Lucia Re, “Fascist Theories of ‘Woman’ and the Construction of Gender”, Robin Pickering-Iazzi (der.), Mothers of Invention, Women, Italian Fascism and Culture, University of Minnesota Press, 1995, ss.86-88)

Mussolini gibi Hitler de akıl hocalarından yoksun değildi. Örneğin devletin erkek savaşçılara dayandığını ve kadınların etkisinden uzak olması gerektiğini savunan Alfred Rosenberg; kendilerine en uygun görevler olan hizmetkarlığa dönebilmeleri için kadınların Yahudi eşitlik kavramından kurtarılması gerektiğini savunan Gottfried Feder; Hitler’in öjenik coşkusunu paylaşan Üçüncü Reich’ın köylü lideri ve tarım bakanı Walther Darré, “doğru” üremenin önemine dikkat çekerken, Alman kızların sağlıklı, safkan ve çok sayıda çocuk doğurmak üzere eğitilmesi gerektiğini söylüyor. (Durham, 1998: 13)

 

“Faşizm(ler)”de Kadın

 

20. yüzyıl ortası İtalyan ve Alman faşizmlerinin kadınların toplum içerisindeki yerine ilişkin görüş ve uygulamalarının genelde ataerkil mantığa boyun eğmekle birlikte, hem hayata geçiriliş tarzları dolayısıyla da sonuçları, hem de dayandıkları rasyoneller açısından nüanslarla ayırt edildiklerini gördük. Nazizm’in kadınlardan birincil beklentisi “ırk”ı saf tutmaları, Alman ulusu için sağlıklı ve bol çocuk doğurmaları iken, faşizmin kaygısı daha çok feminizmin “yıkıcı” etkilerinin izale edilmesi gibi gözükmekteydi.

Nazi Almanyası ve İtalyan faşizmiyle eşzamanlı olmakla birlikte daha “liberal” bir gelenek içerisinde boy veren Britanya faşizmi ise, çağdaşlarına göre çok daha “feminizan” vurgular içermektedir.

Öncelikle, Britanyalı faşistlerin ilk örgütü, British Fascisti (BF), Bolşevik Devrimi’nden ürken ve İşçi Partisi’nin yükselişe geçmesinden kaygılanan muhafazakâr sağ bünyesinde, savaş sırasında ambulans hemşiresi olarak çalışan bir kadın, Rotha Linton Orman tarafından kurulmuştur (1923).

Ancak iki savaş arası Britanyası’nda en etkili faşist örgütlenme, muhafazakârlıktan tümüyle kopamamış olan BF değil, İşçi Partili eski bir bakan olan Oswald Mosley tarafından kurulan Ekim 1932’de kurulan çok daha vurgulu bir anti-semit ve korporatist hatta örgütlenen Britanya Faşistler Birliği (BUF)’dir.

İngiltere’deki çok-partili sistemi lağvetme ve korunmacı ekonomi politikalara dayalı korporatist bir sistem kurma emellerini gizlemeyen, Yahudilerin ekonomik ve kültürel yaşamdaki etkilerini kırmaya yeminli, Alman Nazizmi ve İtalyan faşizmine hayranlığını her vesileyle dile getiren (ve her ikisinden de malî yardım alan) BUF kurucusu Mosley’in kadınlar konusundaki görüşleri ikircimlidir. 1932’de partisinin “erkek gibi erkekler, kadın gibi kadınlar” istediğini vurgularken, 10 yıl sonra, tutuklandığında BUF’un tam bir kadın-erkek eşitliğinden yana olduğunu açıklayacaktı. (Durham, 1998: 21)

Tutukluluk koşullarının zorlaması, ya da seçimlerin sürdüğü, üstelik de güçlü bir Süfrajet hareketine yataklık yapmış bir ülkede kadınları “ürkütmemek” adına bir takıyye… Belki. Ancak BUF’un kadınların toplumsal yaşama, hatta karar alma mekanizmalarına katılması, çalışması ya da çocuk yapması konusundaki fikirleri, Alman ve İtalyan hempalarından oldukça farklıdır. Örneğin, partinin ülkedeki meslek dallarının 23 korporasyon hâlinde örgütlenmesi ve bu korporasyonların kendilerini ilgilendiren konulardaki karar mekanizmalarına katılmalarını öngören programında, ev kadınlarının da korporasyonlardan birini oluşturması ve diğer korporasyonların kendilerini ilgilendiren kararlarında (örn. et, süt fiyatları) söz sahibi olması öngörülmektedir.

Öte yandan, BUF ideologları, partilerinin kadınları “kuluçka makineleri” olarak görmediklerini ısrarla vurgulamaktadır: Kadınlar diliyorlarsa çalışmalıdırlar; kuşkusuz, kendilerine uygun işlerde, hem de erkeklerle eşit ücretlerle… Sorun, onların geçim sıkıntısı yüzünden çalışmak zorunda kalmamalarıdır: Korporat devlet, erkeklere daha yüksek bir geliri güvence altına alarak çalışmayı kadınlar için bir zorunluluk olmaktan, bir seçim olmaya yöneltecektir. Korporat devlet, ev kadınlarına çalışan kadınlarla eşit bir statü verecek ve kendi korporat örgütleri aracılığıyla parlamento dahil farklı düzlemlerde temsil edilmelerini sağlayacaktır. Ev kadınları korporasyonu, kadınların temsil organı olmanın yanısıra, kadınlara “ev sanatları”, analık, sağlık ve hijyen gibi konularda eğitim verecektir.

Yanısıra, BUF kadınların yoğun olarak çalıştıkları pamuklu ve yünlü dokuma sektörlerinde temsil edilmeleri sağlanacak, evlenen kadınların işten çıkartılamayacağını, doğum sonrası en az dört aylık ücretli izinden yararlanabileceklerini öngören bir İş Yasası hazırlanacaktı.

1935 tarihli bir başka broşürde (Women and Fascism- Kadınlar ve Faşizm) BUF ev kadınlarının korporasyonları aracılığıyla temsilini bir kez daha vurguluyor, kadınların yetenekleri ve ulusal gereksinimlerin gerektirdiği işlerde çalışmasının desteklendiğini belirtiyordu. Dahası, faşizm, tıp, mimarlık, mühendislik, çocuk bakımı, hukuk ve ev idaresi gibi mesleklerde daha fazla kadına gereksinim duyulduğunu kabul ediyor, kentlerin ve evlerin tasarımında kadınların oynayacağı rolü önemsediğini vurguluyordu…

Özetle, Britanya faşizmi ailenin gelir düzeyini yükselterek kadınları ekmeği kazanmak için çalışma zorunluluğundan kurtarırken, ev kadınlarının haklarını da korporatif örgütlenmeleri sayesinde korumayı vaad ediyordu. Buna karşılık, çalışmayı tercih eden kadınlara karşı herhangi bir ayırımcılık söz konusu olmayacak; eşit ücret, kadın doğasıyla uyumlu işler, hamilelik sırasında korunmadan yararlanacaklardı. Yetenekli genç kadınlar yönetici olarak eğitileceklerdi.

BUF’un doğum kontrolü karşısındaki tutumu da Alman ve İtalyan hempalarınınkinden farklıydı. 1936’da yayınlanan 100 Soruda Faşizm başlıklı broşürlerinde, doğum kontrolüne ilişkin bilimsel bilginin arzu eden herkesin erişimine açık olması gerektiğini -öjenik ve (doğum kontrolünün Britanya aile yapısını çökertmeye yönelik bir ‘Yahudi icadı’ olduğu yönündeki ifadeler gibi) antisemit tınılara karşın- belirtiyorlar, başka yerlerde de “doğum kontrolünü tümüyle kişisel bir sorun olarak gördüklerini, faşist yönetimde devletin doğum oranlarını yükseltmekten yana olmakla birlikte, “aile mahremiyetine müdahale etmeyeceği”nin güvencesini veriyorlardı. BUF’un nüfusu arttırma politikası, çok çocuklu ailelere maddî teşvikler biçimini almaktaydı.

Görüldüğü üzere, Britanya faşizminin kadınlar karşısındaki tutumu, Alman ve İtalyan kafadarlarınınkinden bir hayli farklıydı: Mary Allen ve Norah Elam gibi 20. yüzyıl başlarındaki süfrajet mücadelesinin öncü isimlerini faşist hareket saflarına çekecek kadar farklı. Öyle bir farklılık ki, eski bir süfrajet sempatizanı Mary Richardson’a süfrajet önder Sylvia Pankhurst’e mektubunda, İtalyan faşizminin kadınlara yönelik tutumunun Britanya faşizmiyle kıyaslanamayacağını, çünkü “İtalya’da kadınların durumunun hiçbir zaman Britanyalı kadınlarınkine benzemediğini” yazdıracak kadar farklı. Faşist kadın yazar Anne Brock Griggs de benzer bir tonda, Nazilerin kadın öğretmenleri görevden aldığı yolundaki haberler karşısında kaygılarını dile getiren bir BUF üyesini “farklı bir ırksal geleneğin, kadınlara yönelik”, İtalyan ve Alman tutumlarının Britanya’yla karşılaştırılmasını olanaksız kıldığı sözleriyle teskin ediyordu. (Durham, 1998: 20-24).

 

“Geri Dönen” Faşizm ve Kadınlar: Avrupa’nın Faşizm Hâlleri

 

20. yüzyıl sonlarında Batı/Kuzey kapitalizmindeki neoliberal dönüşümlerle atbaşı muhafazakâr reaksiyon ile ırkçılığın yükselişe geçmesi ve bunun bir göstergesi olarak İkinci Dünya Savaşı Alman ve Hitler faşizmleriyle ünsiyetlerini gizlemeyen neo-faşist partilerin Avrupa’nın bağrında hızla yükselmesi, Avrupalı entelektüellere “Faşizm geri mi dönüyor?” sorusunu sordururken, Toplumsal Araştırmalar Yeni Okulu ve Eugene Lang College’da (New York) felsefe doçent doktoru Chiara Bottici bu soruya, “Aslında faşizm hiç gitmemişti ki…”, yanıtını veriyor:

“Faşizmden anladığımız, ideolojiye adını vermiş ve onu açıktan benimsemiş olan tarihi rejim ise, bundan, bu konseptin sadece İtalya’da 1922 ile 1943 arasında hüküm süren siyasi rejime uygulanabileceği sonucuna varmalıyız. Ancak bunu söylemek, laf kalabalığından ileri gitmez: ‘İtalyan faşist rejimi’ eşittir ‘İtalyan faşist rejimi.’ Yani ‘Tarih asla tekerrür etmez, dolayısıyla faşizm kategorisini bu bağlam dışında uygulamaya dönük her girişim başarısız olmaya yazgılıdır.’ Bunu söylemek, tarihçiler için yerinde bir uyarı olabilir ama ya toplum ve siyaset teorisyenleri için? Faşizm konsepti, farklı iktidar biçimleri üzerine düşünüp bunları karşılaştırmanın sezgisel bir aracı olabilir mi?

Eğer faşizmden anladığımız, 1922-43 arası İtalya krallığında cisimleşen ve görünür hâle gelen bir siyasi model ise, çok farklı bir sonuca ulaşırız. Bu iktidar biçimini karakterize eden özellikleri ele alalım: hiper milliyetçilik, ırkçılık, maçoluk, lider kültü, “çöküş ve yeni siyasal rejimde yeniden doğuş” miti, siyasi düşmanlara karşı şiddetin şu veya bu şekilde açıktan benimsenmesi ve devlet kültü. İşte o zaman bu iktidar biçiminin, 1943’te formel olarak ortadan kalkmasından sonra, farklı biçimlerde ve şekillerde, sadece Avrupa’da değil başka yerlerde de nasıl var olmaya devam ettiğini açık bir şekilde görebiliriz. Faşist partilerin nasıl varlığını sürdürdüğünü, faşist söylemlerin nasıl yayıldığını ve savaş sonrasında dünya çapında ortaya çıkan farklı rejimlerin, formel olarak faşizmi benimsemeksizin nasıl faşist özellikler sergilediğini görebiliriz.

yazının devamı için



Bu yazı 5785 defa okunmuştur.

FACEBOOK YORUM
Yorum

YAZARIN DİĞER YAZILARI

YAZARLAR
Bizi Takip Edin :
Facebook Twitter Google Youtube RSS
ÇOK OKUNAN HABERLER
  • BUGÜN
  • BU HAFTA
  • BU AY
HABER ARŞİVİ
SON YORUMLANANLAR
  • HABERLER
  • VİDEOLAR

Web sitemize nasıl ulaştınız?


nöbetçi eczaneler
HABER ARA
YUKARI