Bugun...


Sibel Özbudun

facebook-paylas
Kültürel Çürüme Ve Faşizm
Tarih: 17-03-2021 02:40:00 Güncelleme: 17-03-2021 02:45:00


Kültürel Çürüme Ve Faşizm[*]

“XXI. yüzyıl insanın yanılgısı,
faşizmin tekrar Nazi üniformasıyla
geleceğini sanmasıdır.”[1]

 

6 Ocak 2021 günü, yakın tarihin en şaşırtıcı olaylarından biri yaşandı. ABD bir “sivil darbe” tehlikesiyle karşı karşıya kaldı. On binlerce Trump yandaşı gösterici, Washington’da Kongre binasını kuşattı. ABD bayrağına sarınmış, ellerinde faşist-faşizan örgütlerin flamalarını taşıyan, yüzleri gözleri boyalı göstericiler Capitol’un duvarlarına tırmanıyor, güvenlik görevlileriyle itişip kakışıyor, ellerindeki borularla onları darp ediyor, sloganlar atıyor, ilahiler söylüyor, “Mike Pence’i asın!”, “Nancy Pelosi nerede!” diye bağrışıyorlardı. Kongre binası dışında kurulmuş darağaçları, simgesel de olsa, niyetlerinin protestodan öte olduğunu göstermekteydi. İçlerinden bazıları oldukça zayıf olan güvenlik önlemlerini aşarak Kongre binasına girmeyi, Demokrat Kongre üyelerinin odalarını yağmalamayı başardı.

Göstericilerin seçim yenilgisini kabullenmeyi reddeden, koltuğu her ne pahasına olursa olsun terk etmemeye kararlı eski başkan Donald Trump ve yandaşları tarafından kışkırtıldığı artık biliniyor - Senato’da partisinin oylarıyla aklanmış olsa da… Gösteriler devam ederken eski başkan, twitter hesabından olayların bir videosunu paylaşmış, göstericilerin “çok özel kişiler olduğu”nu, onları “çok sevdiği”ni belirtmeden geçememişti. Daha önce yandaşlarına yaptığı çağrıda “Cehennemine dövüşün!” diye coşturuyordu. “Seçimin sonucunu kavga belirlesin!” diye ona destek çıkıyordu seçim sonuçlarını iptal ettirme yolundaki tüm çabaları yargı duvarına çarpan avukatı Rudy Giuliani. Ve Alabama Cumhuriyetçi temsilcisi Mo Brooks yangına körükle gidiyordu: “Artık isimleri kaydedip kıçları tekmeleme zamanı geldi…”

Trump’ın giderayak affederek salıverilmesini sağladığı Roger Stone ve Michael Flynn gibi mahkûmlar, güruhun başını çekiyor, kalabalıkları “Bu iyi ile kötü arasındaki savaştır!” vaazlarıyla kışkırtıyorlardı. Ve Missouri Cumhuriyetçi senatörü Josh Hawley, Capitol Hill baskınını yumruğu havada selamlıyordu.[2]

Faşistlerin Kongre baskını geride biri güvenlik görevlisi beş ölü ve bir sürü tuhaf görüntü bıraktı: Ellerinde haçlar taşıyan siyah kukuletalı adamlar, konfederal sancaklar, Kongre’nin duvarlarına tırmanan yüzleri-gözleri boyalı, vücutları dövmeli, yarı çıplak erkekler, (insanın aklına “Kabataş fantezisi” düşmüyor değil!), üzerinde “Auschwitz kampı” ve “Çalışmak özgürleştirir” yazıları seçilebilen bir svetşört bulunan bir neo-Nazi, ABD bayrağına sarınmış, polis barikatlarını zorlayanlar,[3] ve en “popüler”i: Kongre binasına girmeyi başaranlar arasında başında boynuzlu bir Çelik Blek başlığı, Amerikan bayrağı renklerine boyanmış yüzüyle dikkati çeken, ve “QAnon şamanı” olarak adlandırılan Jake Angeli Chansley…

“QAnon ne” mi dediniz?

QAnon, gizli bir şeytana tapan, yamyam, pedofil (sübyancı)’ler örgütünün varlığına, bu örgütün seks amaçlı küresel bir çocuk kaçakçılığı şebekesi oluşturduğuna ve ABD (eski) başkanı Donald Trump’a görevi sırasında darbe yapmayı planladığına ilişkin bir komplo teorisi. ABD yargısı tarafından bir “kült” olarak nitelenen QAnon’cular “Fırtına” adı verilen bir hesaplaşma gününe ve o gün Başkan Trump’ın bu “gizli örgüt”ün (Papa’dan başlamak üzere!) binlerce üyesini tutuklatacağına inanıyorlar ve özellikle sosyal medyada aktifler…

İnsan bunları okudukça-izledikçe, kafasında tencere, elinde balta, ya da oturma odasına soktuğu atın sırtında “Ertuğrul” dizisini seyredenler, protesto için İtalyan domatesleri üzerinde tepinenler, Çin’in Doğu Türkistan siyasetini protesto için Koreli turistleri Çinli sanıp saldıranlar, Türkiye’nin topraklarındaki bor ve petrol yataklarını işletmesinin Lozan Anlaşması’nın “gizli” maddeleriyle yasaklandığı, Gezi Direnişi’ni “Soros’çular”ın örgütlediği, TL’nin değer kaybının uluslararası “Siyonist-Masonik-FETÖ’cü-PKK (şimdilerde buna bir de LGBTİ+ eklendi!) lobisi’”nin eseri olduğu… vb. yolundaki “komplo teorileri”ni anımsamadan edemiyor!

Kabul etmeli, “aşırı sağ”, daha doğrusu neo-faşizmin yükselişi küresel ölçekli bir “kültürel çürüme”den besleniyor ve bu çürümeyi derinleştiriyor.

Öncelikle çürüme “alâmetler”i; Türkiye’den ve dünyadan:

 

I) Mahşerin Dört Atlısı

 

I.1) Irkçılık / milliyetçilik

 

Irkçılık özellikle Kuzey ülkelerinde tırmanışta. İşte yakın zamanda basından derlenmiş birkaç rastgele örnek:

● “328 milyon 200 bin nüfuslu ABD’de halkın yüzde 72.4’ünü beyazlar, yüzde 12.6’sını siyahîler ve geri kalanını da diğer etnik gruplar oluşturmaktadır. Washington Post gazetesinin verilerine göre, 1 Ocak 2015 tarihinden bu yana ABD’de 4 bin 728 kişi polis tarafından öldürülmüştür. Bunlardan 2 bin 385’i beyaz, bin 252’si siyahî, 877’si Hispanik/Latin’dir. Polis tarafından öldürülenler arasında siyahîlerin oranı yüzde 30’u bulmaktadır. Yani toplam nüfustaki siyahî nüfus oranının iki mislinden fazla.”[4]

● “ABD’de siyahîlere ırkçılık, günlük hayatın yanı sıra cansız bedenlerine yönelik de yapılıyor. Siyahî polis şefi yardımcısının cenazesi Oaklin Spring Mezarlığı'na kabul edilmeyince, yönetmelik değişti. Oaklin Spring kasabasında bir mezarlık yönetmeliğinde yer alan “Sadece beyazların cenazelerinin gömülmesine izin verilir” maddesini gerekçe gösteren kasaba yöneticileri, Polis Şefi Yardımcısı Darrell Semien'in cenazesinin mezarlığa gömülmesine izin vermedi.”[5]

● “Almanya’nın Aşağı Saksonya eyaletinde bulunan Wolfenbüttel beldesindeki bir anaokulunun duvarlarına Müslüman ve yabancılara yönelik hakaret içeren ırkçı ifadeler yazıldı. Nazi sembollerinin çizildiği yazılarda, “Yabancılar defolun” şeklinde ifadeler de yer aldı.”[6]

● “Irkçılık hadiseleri İngiltere başta olmak üzere İspanya, İtalya, Hollanda, Almanya ve Ukrayna gibi futbolun milyonlarca kişi tarafından izlendiği birçok ülkede görülmektedir. Örneğin, Birleşik Krallık polis verilerine göre yalnızca 2019 senesinde 150 futbol maçında ırkçılık içeren olaylar meydana geldi. Aynı şekilde Birleşik Krallık’ta ırkçılık olayları 2018’e göre yüzde 50 arttığı gibi, üç sene öncesine göre de iki katına çıktı. Rakamlardan da anlaşılacağı gibi ırkçılık olayları ada futbolunda ciddi anlamda artmış durumda.”[7]

● “Almanya Ayrımcılıkla Mücadele Dairesi dün Berlin’de 2019 yılına ait raporları açıkladı. Rapora göre Almanya’da iş hayatında, günlük hayatta ayrımcılığa uğradığı başvurusunda bulunanların sayısı her yıl artıyor. 2019 yılında 3 bin 580 kişi ten rengi, milliyeti, dini, cinsiyeti veya dış görünüşü nedeniyle ‘ayrımcılığa uğradım’ diye başvuruda bulundu ve yardım istedi. 2018’e kıyasla yüzde 3.6, 2015’ten beri ise iki kat bir artış var.

Çok uzağa gitmeye gerek yok. NSU cinayetlerini araştırma komisyonları, polis tarafından aranan teröristlerin yakalanamamasında yargı, emniyet ve istihbaratın zafiyetleri olduğu sonucuna vardı.

Polis teşkilâtında, orduda neonazilerin örgütlenmeye çalıştığı biliniyor. Özellikle Hessen polis teşkilâtı en çok şüphe altında. NSU mağdurları avukatlarından Seda Başay Yıldız’a gelen NSU 2.0 imzalı ölüm tehdidi mektuplarının izi Frankfurt polis teşkilâtına uzanıyor. Mektupların izini süren polis, aralarında bir internet chat grubu kuran, Hitler fotoğraflarını ve nazi sembollerini paylaşan paylaşan bir polis grubunu ortaya çıkardı. 5 polis memuru gözaltına alındı.

Almanya’da kurumsal ırkçılığın yanında bilinçli ya da bilinçsiz yapısal ırkçılık da yaygın. (…) Geçen yıl Friedrich Ebert Vakfı 175 çiftin ev kiralama başvurusunu araştırdı. Sonuç: Alman çiftlerin yüzde 46’sı, Müslüman ya da Yahudi kökenli olduğu belli olan diğer çiftlerin yüzde 25’i olumlu yanıt aldı.”[8]

● “(Fransa’da) Avrupa Konseyi’nin Afrika ve Arap kökenli 5 000 genç erkek arasında yaptığı araştırma, Fransız polisi tarafından sokakta durdurularak kimlik kontrolünden geçme olasılıklarının, diğer Fransızlara göre 20 kat fazla olduğunu ortaya koydu.”[9]

● “Macaristan’ın iki ana sınır kapısı Röszke ve Tompa’da kurulan iki geçiş bölgesi, ülkede 2015’de patlak veren mülteci krizine tepki olarak oluşturulmuştu. Bu yapılar yüksek güvenlikli cezaevlerini andıran konteynır barakalardan ibaret. Tel örgülerle çevrili bu mekânlar, hâl-i hazırda Macaristan’da mültecilerin iltica için başvurabilecekleri tek adres.

Her gün en çok 10 kişi başvuru formlarını doldurmak için demir kapılardan içeri kabul ediliyor. Ancak büyük çoğunluk, hızlı bir duruşmanın ardından reddediliyor; bu durumda geçiş bölgesini derhâl terk etmek zorundalar. Ancak yetkililerin göçmenlerin daha dinlenmeden başvurudan vazgeçmeleri için insanlık dışı yöntemler uyguladığına dair haberler geliyor.

Gelen haberlere göre, iltica başvurucularına geçiş bölgesinde bulundukları süre içinde yiyecek verilmiyor. Başvuruları işlem görürken parmaklıkların ardında tutuluyorlar ve yiyeceğe erişimleri engelleniyor. Bu uygulamanın gerisindeki hedef, öyle görünüyor ki, iltica başvurucularını açlık nedeniyle geçiş bölgesinden ayrılmaya zorlamak.

Macar yasalarına göre geçiş bölgesinden ayrılmak, iltica başvurusunun otomatik olarak reddedilmesine ve kişinin bir daha başvuruda bulunamamasına yol açıyor…”[10]

● “(Bulgaristan’da) Roman cemaati 7 milyonluk nüfusuyla ülke nüfusunun yüzde 5’ini oluşturuyor.

Başbakan Boyko Borissov’un hükümeti “Birleşik Yurtseverler” adıyla bilinen üç küçük sağcı popülist parti tarafından destekleniyor: Bulgaristan’ın Selameti için Birleşik Cephe, Bulgaristan Milli Hareketi ve Hücum Partisi.

RIDVAN İŞLER

2013’te İstanbul’da servis aracında Kürtçe konuştuğu için Rıdvan İşler bir grup ırkçının saldırısına uğradı. İşler, kaldırıldığı Köroğlu Devlet Hastanesi’nde tedavi altına alındı. İşler ve akrabaları uzun süre tehdit altında yaşamıştı.

SEDAT AKBAŞ

İstanbul Kağıthane’de 2015 Eylül ayında durakta otobüs beklerken telefondan Kürtçe konuşan 21 yaşındaki Sedat Akbaş, 6 ırkçı ülkücünün bıçaklı saldırısına uğradı ve hayatını kaybetti. AKP’li belediye Akbaş için cenaze aracı vermeyince Akbaş’ın cenazesi Batman’a otobüsle gönderildi.

FİKRET AYDEMİR

10 Kasım 2018’de bir Kürt asker ırkçıların saldırısına uğradı. Ağrı’da askerlik yapan Fikret Aydemir, Kürtçe konuştuğu için bazı ırkçı askerler tarafından uzun süre taciz edildi ve “sana tezkere aldırmayacağız” denilerek tehdit edildi. Göz göre göre saldırıya uğrayan Aydemir, uzun süre hastanede tedavi görmek zorunda kaldı.

YÜKSEKOVALI ASKER TELEFONUNDA DEMİRTAŞ FOTOĞRAFI VAR DİYE LİNÇ EDİLDİ

HDP’li eski milletvekili Lezgin Botan, Gaziantep’te askerlik yapan Yüksekovali bir gencin telefonunda Demirtaş fotoğrafı olduğu ve Kürtçe şarkı söyleyip halay çektikleri için linç edildiğini açıkladı. “Daha önce Antep’te de Yüksekovalı bir askerin telefonunda Demirtaş fotoğrafı var diye linç edildi. Kürtçe halay çektikleri için önce linç edilen, bir kısmı tutuklanıp, bir kısmı adli kontrol şartıyla serbest bırakılan askerler var. Zaten bu insanlar asker, adli kontrol ne demek. Bunlar çarşı iznine gidemeyecek, sakıncalı piyadeler gibi muamele görecekler. Bu çocukların da can güvenliği yok. Askerde şaibeli ölümler çok sık yaşandığı bir ülkedeyiz” şeklinde konuştu.

74 YAŞINDAKİ EKREM YAŞLI

2019 Kasım ayında bu defa ırkçılığın adresi 71 yaşındaki bir Kürt oldu. Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Araştırma ve Uygulama Hastanesi’nde göz ameliyatı olan 71 yaşındaki eşiyle Kürtçe konuşan 74 yaşındaki Ekrem Yaşlı, bir hasta refakatçısı tarafından darp edildi. Bu olay kamuoyunda büyük tepki topladı.

BABA VE OĞLU IRKÇI SALDIRIYA UĞRADI

16 Aralık’ta da Sakarya’da ırkçı saldırıya maruz kalan 43 yaşındaki Kadir Sakçı yaşamını yitirirken 16 yaşındaki oğlu B. S. de aynı saldırıda ağır yaralandı. İddiaya göre Kürtçe konuşan baba ve oğula “Kürt müsünüz, Suriyeli mi?” diye soran H. U., baba ve oğlun “Evet, Kürt’üz” demesi üzerine “Zaten sizi sevmiyorum” diyerek belindeki tabancayı çıkarıp ateş etti. Baba Kadir Sakçı yaşamını yitirdi. Aynı saldırıda yaralanan oğlu B. S. hayati tehlikesini atlatsa da tedavisi uzun süre devam etti.

ŞİRİN TOSUN

23 Ağustos 2019’da Sakarya’da tarım işçiliği yapan Şirin Tosun, ırkçı 6 kişinin saldırısına uğradı. Sakarya’nın Adapazarı ilçesinde Kürtçe konuştuğu için önce 6 kişi tarafından linç edilen ve sonra başından silahla vurulan 19 yaşındaki Şirin Tosun, 54 günlük yaşam mücadelesini kaybetti. Öz Diyarbakır firmasında muavinlik yapan ve ailesiyle birlikte fındık toplamak için mevsimlik işçilik için Adapazarı’na fındık toplamaya giden Şirin Tosun, 54 gündür tedavi gördüğü Adapazarı Devlet Hastanesi Yoğun bakım ünitesinde verdiği yaşam mücadelesini kaybetti.”[12]

Bulgaristan Milli Hareketi lideri Krasimir Karakachanov’un üç portföyü var: -başbakan yardımcısı, savunma bakanı ve kamu düzeni ve güvenlik bakanı. “Romanların entegrasyon stratejisi” ya da formel adıyla “sosyalleşmemiş Çingene (Roman) etnisitesinin entegrasyonu kavramı” yakında Bulgar parlamentosuna sunulacak ve olasılıkla yasalaşacak.

Tasarıda Romanlar, Nazilerin kullandığı terimle, “asosyal Çingeneler” olarak tanımlanıyor ve Roman kadınların doğuracağı çocuk sayısının sınırlandırılması, Roman çocuklar için “zorunlu çalışma eğitimi okulları” açılması ve cemaatin bazı kesimleri için angarya öngörülüyor. Romanlar ayrıca, Osmanlı artığı “yerli-olmayan Avrupalılar” olarak tanımlanıyor.

Partisinin manifestosunda ise, Romanlar için Yerli Amerikalılar ve Avustralya Aborijinlerinkine benzer “rezervasyonlar”ın oluşturulması öneriliyor, bunların “turist çekeceği” belirtiliyor.

Bu yılın başlarında Bulgar Romanlarla Roman-olmayanlar arasındaki şiddet olaylarının ardından Karakachanov şöyle diyecekti: “Gerçek şu ki, Çingene sorununun çözümü için eksiksiz bir program uygulamalıyız.” (…)

Aşırı sağcı üç partinin Bulgar hükümetinde anahtar pozisyonda ele geçirdiği 2017 seçimlerinin ardından, Romanlara karşı nefret suçları ve söyleminin yoğunlaştığı iddia ediliyor. Olaylar arasında Roman-karşıtı saldırgan gösteriler, “yasadışı” sayılan Roman konutlarının tahrip edilmesi, polis baskınları ve gözaltında ölümler, kırsal kesimde cemaat mensuplarının odun toplarken öldürülmesi bulunuyor.”[11]

Kuzey’den Güney’e doğru geçildikçe ırkçılık, “milliyetçilik” ve “etnik şiddet” görünümünü alıyor. Kendini bir “uygarlık çevrimi”ndense (günümüzde ırkçılığın temel tezahürü bu); bir “millet”in mensubu olarak tanımlayıp, hem iç azınlıkları hem de diğer milletleri düşman olarak görme eğilimi…

Örnekleriyle gündelik yaşamımızda bolca karşılaşıyoruz: Kürtlere, Yunanlılara, Ermenilere, Suriyeli göçmenlere, Yahudilere… yönelik “nefret söylemine tanıklık etmek için sosyal medyada küçük bir tur yetecek de artacaktır. Buyurun Ekşi Sözlük’ten “Suriyeliler” başlığı altında birkaç “entry”. Sansürleyerek:

 ● ”bunlar bu ülkeye yükten başka bir şey değil. savaş olabilir, mülteci olabilirsin ama o ülkenin kurallarını, kültürlerini dikkate almadan istediğin gibi yaşayamazsın. sorun anne-babalarında. iş güç yok, devlet para veriyor, boktan arap kültürünü her yere taşıyorlar.”

● “savaşıp ülkelerini korumalarını geçtim, doğum kontrolünden de haberleri yok. dünyada en mal ırklardan birisi bu suri ler. ben savaş yüzünden ülkemi terk etmek zorunda kalsam s..im kalkmaz. utançtan karıma el süremem. adamlar arsızca çoğalıyorlar.”

● “ya kardeşim ben vergimle bu o… çocuğu, kendi ülkesine ihanet eden anasını s….lerime bakmak zorunda mıyım?? kime sorup doldurdunuz bunları ?? hem bitti savaş s..tir edin artık şunları. yetti lan her yerde böcek gibi türemiş avradını s..tiklerim.”

Yalnız Suriyeliler mi? “Kürt linçleri” son dönemlerde fazlasıyla yaygınlaştı:

● “20 yaşındaki Barış Çakan’ın Kürtçe müzik dinlediği için öldürülmesinden sonra bir kez daha ırkçı saldırılar kamuoyunun gündemine geldi. Son 7 yılda sadece medyaya yansıyan haberlerde en az 10 ırkçı saldırı oldu. Bu saldırılar nedeniyle en az 4 kişi hayatını kaybetti 10’dan fazla kişi yaralandı.

Mezopotamya Ajansı’nın haberine göre, Ankara Etimesgut ilçesi Alsancak Mahallesi’nde Ağrı Patnos’lu yirmi yaşındaki Barış Çakan adlı genç dün akşam saat 22.30’da Kürtçe müzik dinlediği gerekçesiyle kalbinden bıçaklanarak öldürüldü.

Kürtçe şarkı söylediği için ya da dinlediği için öldürülen ilk kişi Barış Çakan değil. Buna benzer nefret cinayetleri Türkiye’de çokça yaşandı. Kamuoyuna yansımayanların yanısıra kamuoyuna yansıyan buna benzer bazı cinayetler ve saldırılar şu şekilde oldu:

 

 

I.2) Köktendincilik

 

Irkçılık/milliyetçilik ve/ile etnik şiddet günümüzde giderek köktendincilikle kaynaşmakta; yeryüzünün büyük bölümünde ırkçı/milliyetçi/etnik şiddet artan ölçülerde dinsel iddia ve motiflerle belenmekte.

Örneğin ABD’deki kongre baskını, ABD medyası tarafından giderek “Hıristiyan milliyetçiliği”nin bir saldırısı olarak adlandırılmakta: ABD’yi “Hıristiyan bir ulus” olarak (yeniden) inşa etme girişimi. Bu konuda “dumanı üzerinde” bir kitap yayınlayan Whitehead ve Perry “Hıristiyan milliyetçilik”i şöyle tanımlıyor:

“Yerlilik, beyaz üstünlüğü, ataerki ve heteronormativite konusunda varsayımların yanısıra, otoriter denetim ve militarizme ilişkin ilahi yaptırımları da varsayar. Dinsel olduğu kadar, etnik ve siyasaldır da. Bu bakışla anlaşıldığında, Hıristiyan milliyetçiliği Amerika’nın her zaman-öz-kimliğinde, kendi tarihine ilişkin yorumlarında, kutsal simgelerinde, değerlerinde ve kamusal politikalarında- tepeden tırnağa ‘Hıristiyan’ olageldiğini ve öyle de kalması gerektiğini öne sürer. Niyeti tam da bu durumu sürdürmektir.”[13]

Ancak “milliyetçilikler”in köktendincilikle karıldığı tek ülke ABD değil. Günümüzde “milliyetçilik”ler artan ölçüde dinsel bir tonla yükleniyor. Örneğin Polonya:

“(…) Bugünlerde aşırı sağcı gruplar din ile milliyetçilik arasındaki tarihsel bağlantıyı istismar ederek kürtaja ve eşcinsel evliliğe muhalefet gibi ortak davalara yedekliyorlar. Bütün Polonya Gençliği (gençlik arasında etkin faşist bir örgütlenme), “Büyük Katolik Polonya” sloganı altında harekete geçiyor ve bu sloganın cazibesi, anaakımda giderek güç kazanıyor. ‘Katolisizm tek hakiki din ve Polonyalıların diğer uluslara üstün olduğuna dair saf milliyetçi mesaj, yüzeysel insancıl sloganların ardından sırıtıyor. Bu kimlik arayışındaki ve bir gruba kabul edilmek isteyen yeniyetmeleri manipüle etmek için mükemmel bir strateji,’ diyor Polonya Demokratik Cumhuriyeti adlı sivil örgütün lideri Jolanta Urbánska. (…) Irkçılık karşıtı Never Again (Bir Daha Asla) Derneği kurucularından Rafael Pankowsky, milliyetçilerin yurttaşların yüzde 94’ünün kiliseye bağlılıklarını ifade ettiği Polonya’da dinin statüsünden yararlandıklarını söylüyor: ‘Bugün tanık olduğumuz şey, otoritenin içe doğru patlaması,’ diyor. ‘Kilisenin sertlik yanlısı sağ kanadı kontroldan çıktı ve onu durdurabilecek ya da durdurmak isteyen kimse yok. Hiyerarşi çöktü. Bugün sıradan bir rahip, Peder Tadeusz Rydzyk[14], piskoposlar dâhil bütün Kilise görevlilerinden daha güçlü ve kimse Papa Francis’e kulak asmıyor.’”[15]

Köktendincilik ile milliyetçiliğin kaynaşması, göreli “seküler” yönelimli Macaristan’ı dahi etkisi altına almış durumda:

“(Orban’ın liderliğindeki iktidar partisi) Fidesz 1980’lerin sonları, 90’ların başlarında anti-klerikalizmden dine karşı açıkça pozitif bir tutuma doğru kaydı (…) 2011’de benimsenen yeni Temel Yasa, hükümetin, hiçbir şekilde ulusal uzlaşıyı yansıtmayan tek yanlı girişiminin sonucuydu. Yalnızca Fidesz’in milletvekillerince oylanan bu yasa, Macaristan’ı Hıristiyan değerlere dayalı bir ulus olarak tanımlıyor. Metin, din, gelenekler ve ‘ulusal değerler’in rolünü arttırıyor. 1989 Anayasası’nın aksine, 2011 Temel Yasası sekülerleştirilmiş ulusal bir inanç sisteminin ifadesi işlevini görüyor: Hıristiyanlığın evrenselci ruhunun bir çeşit paganlaştırılmış, tikelci bir kavrayışı. Cumhurbaşkanı Temel Yasa’yı Fidesz’in seçim zaferinin birinci yıldönümü olan ve Paskalya Pazartesi’sine denk düşen 25 Nisan 2011 günü imzalarken, İsa’nın dirilişi ile yeni Fidesz Anayasası’nın kabul edilmesi arasında irkiltici bir paralellik kuruyordu.”[16]

Din (Sünnî İslâm) ile milliyetçiliğin kesişiminin her gün binlerce örneğini yaşadığımız Türkiye’yi bu fasılda zikretmeksizin, fundamentalist milliyetçiliğin uç örneklerinden Hindistan’a çevirelim bakışımızı:

“(…) BJP’nin[17] parlamentoda çoğunluğu sağlayıp Modi başkanlığında hükümeti kurduğu 2014’ten sonra, dünya dinsel kimliğe dayalı toptan ‘radikal milliyetçi bir hareket’in biçimlenişine tanık oldu. Seçimden sonra Hindutva (“Hinduculuk”: Hindistan’ın kültürünü Hindu değerleri üzerinden tanımlayan ideoloji) ideolojisi devlet desteğiyle yayılmaya başladı. Dinsel azınlıklar, özellikle Müslümanlara karşı şiddet eylemleri arttı. Devlet destekli şiddet eylemleri tüm Hindistan’da tırmanışa geçti. Uzun Hindu radikalleşme süreci, şiddetli bir aşırıcılığa dönüştü. Örneğin hükümet Müslümanları açıkça tehdit ediyor ve onlara karşı yasalar yapıyor. Ülkenin bir çok bölgesinde Hindular Müslüman azınlığa karşı açık şiddet uyguluyorlar. Müslümanlar Hindistan’da güvende değil; mülkleri tehdit altında. (…)

BJP hükümeti Müslümanlara karşı adımlar attı. Aralarından en tartışmalı olanı, Yurttaşlık Yasası’nda öngörülen değişiklik. (…) Bugünlerde 11 Aralık 2019’da onaylanan bu yasaya karşı, Müslümanları yurttaşlıktan dışlaması nedeniyle yükselen ölümüne protestolara dair haberler okuyoruz. (…)

Hindistan Müslümanları BJP hükümeti yönetiminde güvende değiller. Dinsel ayinlerini yerine getiremiyorlar, mülkleri, evleri tehdit altında. Ülkenin pek çok bölgesinde Müslümanlara karşı şiddet olayları gerçekleşiyor. Müslüman kızlar sözlü ve cinsel tacize uğruyor. Bazen dana eti yedikleri için, bazen de başka nedenlerle bütün bir ailenin Hindularca darp edildiğine dair haberler alıyoruz. 2015 Mayıs’ı ile Aralık 2018 arasında inek koruma grupları, sığır boğazladıkları, naklettikleri ya da tükettikleri gerekçesiyle -çoğu Müslüman- en az 44 kişiyi öldürdüler. 2002’de Gujarat’ta meydana gelen hadiseler[18] Hindistan’da Müslüman azınlığın durumuna dair iyi fikir verir: Olayların sırasında gençlerden oluşan güruh ellerinde kılıçlar, gaz bombaları, tabancalar, sopalarla sloganlar atarak Müslüman mahallelere daldı, erkeklerle kadınları ayırıp kadınlara ailelerinin gözü önünde tecavüz etti, çocukları kılıçtan geçirdi, Müslümanların evlerini, camileri talan etti, kaçışanları yangına doğru sürdü…”[19]

 

I.3) Machismo

 

Yükselen ırkçılık, milliyetçilik ve köktendinciliğin vazgeçilmez yoldaşı, “eril şövenizm” olarak da tanımlanabilecek, machismo ya da “eril-merkezcilik”tir ve neredeyse istisnasız, ırkçılık/milliyetçilik ve köktendinciliğin yükselişine eşlik etmektedir.

“Machismo”nun resmi tezahürü, sağcı-neofaşist partilerin iktidarda olduğu ya da iktidarlar üzerinde basınç uyguladığı hemen her ülkede kürtajı yasaklamaya ya da sınırlandırmaya yönelik yasal düzenlemelerin gündemde olmasıdır. Günümüzde kürtaj altısı Latin Amerika’da olmak üzere on dokuz ülkede tümüyle (annenin yaşamı risk altında olsa da) yasak: El Salvador, Dominik Cumhuriyeti, Haiti, Jamaika, Porto Riko, Honduras, Nikaragua, Surinam, Malta, Vatikan, Moritanya, Senegal, Sierra Leone, Kongo, Mısır, Madagaskar, Irak, Laos, Filipinler. Ancak Trump ABD’si[20], Bolsonaro Brezilya’sı, Orban Macaristan’ı, Tayyip Erdoğan Türkiye’si gibi faşizan yönetimlerin iktidarda olduğu ülkelerde kürtajın yasaklanması ya da sınırlandırılması konusu sıkça gündeme getirilmekte. Kürtajın çeşitli koşullarda (tecavüz gebelikleri, anne için hayati tehlike, isteğe bağlı kürtaj vb.) serbest olduğu ülkelerde, dinci söylemlerden beslenen kürtaj karşıtı hareketler de giderek güç kazanıyor.

Ancak yükselen machism’in tek göstergesi kürtaj tartışmaları değil. Kadına yönelik şiddet, kadın cinayetleri ve cinsel suçlar da küresel ölçekte tırmanışta gözüküyor. Dünya Sağlık Örgütü’nün “küresel bir kamu sağlığı sorunu” ilan ettiği kadar var. DSÖ’nün istatistiklerine göre dünyada kadınların yüzde 35’i partnerlerinin ya da partneri olmayan erkeklerin cinsel ya da fiziksel şiddetine maruz kalmış: yani her 3 kadından biri… Pandemiyle birlikte bu oranın daha da yükseldiği vurgulanıyor. DSÖ’nün bildirdiğine göre ev-içi şiddetin zaten yüksek oranlarda seyrettiği Doğu Akdeniz bölgesinde (fiziksel ya da cinsel şiddete uğrama oranı yüzde 37) yüzde 50-60’lık bir artış söz konusu.[21] Kadın cinayetlerinde de öyle.

Fem(in)icide Watch’ın 2019 tarihli rapora göre, yalnızca 2017 yılında dünyada toplam 50 bini (yüzde 58) partneri ya da aile bireylerinden biri tarafından olmak üzere, 87 000 kadın öldürüldü. Bu günde 137, saatte ise altı kadının bir yakını tarafından öldürüldüğü anlamına geliyor! İşin ürkütücü yanı, bu oran 2012 verileriyle karşılaştırıldığında, partner ya da aile bireyi tarafından öldürülen kadınların oranının yükseldiği görülüyor: 2012 yılında bu sayı 48 000 idi: tüm kadın cinayetlerinin yüzde 47’si…[22]

Türkiye kadına yönelik şiddet[23] ve kadın cinayetlerinde, başa güreşen ülkelerden biri. “Kadın Cinayetlerini Durduracağız” Platformunun verilerine göre 2020 yılında öldürülen kadın sayısı 404. Bu sayı katlanarak artıyor: 2008’de 66, 2009’da 125, 2011’de 128, 2015’te 293, 2017’de 349[24]… Ve takım elbise giyip kravat takan, hâkimin karşısında 30 derece eğik duran kadın katilleri, “hafifletici nedenler” ya da “iyi hâl”den indirimli cezalarla ödüllendiriliyor!

Daha vahimi, kadına yönelik şiddet ve kadın cinayetleri kamuoyunda dile getirilip protesto edildiğinde, “milliyetçi-maneviyatçı” kitlelerde “hak etmeyen kadın dayak yemez/öldürülmez” tutumunun giderek daha yaygın biçimde dile getirilmesi. Örneğin genellikle komando resimleri paylaşan, Reis’e övgüler düzen, HDP, LGBTI+, öğrenci direnişleri ve feministlere küfürler yağdıran sosyal medya hesaplarına göz attığınızda kadın cinayetlerine alkış tutulduğunu görürsünüz. “O polisi alnından öpmek lazım,” diye twit atıyor, polis olan eşini kendisinden ayrılmak istediği için öldüren bir erkek polis için, biri. “Kadına şiddet makyajı ile Lutîlikleri meşrulaştıramayacaklar,” diye ekliyor öbürü. “Kadına şiddet yaygarasıyla faministlere (!) esir oldunuz bir baba çocuğuna çıt dese aile içi şiddet diye evden uzaklaştırıyorsunuz tabiki kabeye saldıran züppeler yetişir. Bunda sizinde payınız vardır sizi Allah’a havale adiyorum (!) zalimler,” diye çemkiriyor beriki de Aile bakanlığına…

Dizginden boşanan erilliğin en önemli göstergelerinden biri ise, çocuklara yönelik cinsel suçlar… Türkiye’de her üç çocuktan birinin cinsel istismar mağduru olduğunu bildirilen Nirengi Derneği raporunda cinsel istismar vakalarının sadece yüzde 10-15’inin adliyeye intikal ettiği aktarılıyor.[25] Türkiye’nin dünyada 3. Sıraya yerleştiği çocuk istismarı suçlarına ilişkin rakamlar, tüyler ürpertici. CHP Ankara Milletvekili Tekin Bingöl tarafından hazırlanan bir raporda son 10 yılda 482 bin 908 kız çocuğunun evlendirildiğine dikkat çekilip Türkiye’nin, çocuklara yönelik cinsel istismar, taciz ve tecavüz olaylarında dünyada 3. sırada yer aldığı vurgulanıyor. Aktarayım:

“Yılda ortalama 8 bin çocuk istismara uğruyor. Son 10 yılda çocuk istismar davaları ise yüzde 700 arttı. Adalet Bakanlığı verilerine göre ceza mahkemelerinde karara bağlanan davalarda ‘çocuğa cinsel istismar’ ile ‘reşit olmayanla cinsel ilişki’ suçlarının sayısı son 10 yılda 4 kat arttı. Türkiye’deki cinsel suçların yüzde 46’sı çocuklara karşı isleniyor. 15 yaşın altında cinsel istismara uğrayarak doğum yapan çocuk sayısı ise 15 bin 937 olarak kayıtlara geçti.”

Meclis’te çocuk adalet sisteminin araştırılması yönünde önerge veren CHP Antalya Milletvekili Aydın Özer’in paylaştığı Adalet Bakanlığı verilerinden, ceza mahkemelerinde TCK uyarınca karara bağlanan davalardaki çocuğa cinsel istismar suçu ile reşit olmayanla cinsel ilişki suçu sayılarının toplamda 153 bini son on yıllık değişimi gözlemlemek mümkün:

 

2007

3 bin 718

2008

4 bin 261

2009

6 bin 415

2010

10 bin 900

2011

14 bin 066

2012

17 bin 457

2013

19 bin 754

2014

22 bin 865

2015

21 bin 175

2016

16 bin 487

2017

16 bin 041[26]

 

Evet, dünyada kadın cinayetleri de katlanıyor, çocuklara yönelik cinsel suçlar da… bu coğrafyada Türkiye bu “trend”i yakından izliyor, bu alanlarda başa güreşiyor!

 

I.4) Anti-entelektüalizm

 

“Çürüme alâmetleri”nin bir diğeri de son dönemin gözdelerinden, anti-entelektüalizm. Dikkat, “cahillik” değil: olayları bilgi birikimine dayalı mantıksal düşünce ile anlama, analiz etme, nedensellikler ve olasılıklar üzerine kafa yorma, vargılarını sınama, nüansları kavrama çabası ve bu çabayı gösterenlere karşı bilinçli, kasıtlı düşmanlık. “Loş ve yanlış yönlendirilmiş yeis ve hüsranlarla, gizem ve komplolara ilişkin sanrılarla yüklü, günah tekesi arayışındaki hoşnutsuz kitlelerin” [27] devası… Kimi zaman Masonları, bazen Siyonistleri, göçmenleri, yerine göre gayrımüslimleri veya Müslümanları, siyahîleri, etnik-dini azınlıkları, komünistleri, Bilderbergcileri, faiz lobisini, Yahudileri… dünyadaki tüm kötülüklerin müsebbibi olarak görüp hedef tahtasına yerleştiren kestirmecilik… Educational Philosophy and Theory dergisi yazı kurulu, “Anti-entellektüalizm”e ayırdığı özel sayının girişinde bu görüngünün üç tipini şöyle ayırt ediyor:

1) Dinsel antirasyonalizm: Duyguların sıcak (yani iyi), aklınsa soğuk (yani kötü) olduğu görüşü. Genellikle mutlak bir inanç sistemiyle tamamlanır;

2) Popülist anti-elitizm: Önceleri “monşer politikacılar” ve köklü zenginler patrisyen sınıfı karşısındaki kamusal kuşkuculuk, sonralarıysa ilerici politikalara duyulan kamusal düşmanlık.

3) Düşüncesiz araçsalcılık: Dolayımsız ve doğrudan maddi kazanç sağlamıyorsa bilginin değersiz olduğu yönündeki inanç ve davranışlar.[28]

Anti-entellektüalizmin gövdesi neo-faşizan politikacıların kızıştırarak harekete geçirdiği “cehaletinden hoşnut” güruhlar ise eğer, dölyatağı, kısa vadeli “kâr, daha çok kâr” için dünyayı tutuşturmaya hazır neoliberal kapitalizmdir. Rönesans-Reformasyon-Aydınlanma’nın son kırıntılarını, burjuvazinin insanlığa armağan ettiği tüm kültürel değerleri zücaciyeci dükkânındaki fil misali yıkıp döküp yok eden neoliberal kapitalizm… “Bu sıralar Yeni Zelanda, tıpkı Avustralya ve Kanada gibi, kültürü hiç önemsemeyen neoliberal, kâr takıntılı, kof, paragöz politikacıların yönetiminde. Yalnızca kısa vadeli kazançlara bakıyorlar. İstedikleri yaşamı elde edebilmek için gezegeni yok etmekte bir an olsun tereddüt etmezler. Hükümetime karşı çok öfkeliyim…” diye haykırıyor Yeni Zelandalı romancı Eleanor Catton.[29]

Küresel ve sınır tanımayan kapitalizmin her şeyi yerinden ettiği, büyük kitleleri açlığa, yoksulluğa, kırılganlığa mahkûm ettiği vahşi dünyasında ayaklarının altındaki zemin durmaksızın kayan, prefabrik kalıplarla düşünmeye şartlandırılmış insan(cık)lar, internetin tüm “uzmanlıkları” yerle bir ettiği, bütün sırların faş olduğu, bu “mış gibiler” çağında, öfkelerini ömürlerini kütüphanelerde tüketmiş, kürsülerde dirsek çürütmüşlere yöneltebiliyor: “okudun da başımıza bir b.k mu kesildin?” Hülya Avşar’ın ikide bir profesörlere çatması, mafya şeflerinin durup durup akademisyenlere ayar çekmeleri, cumhurbaşkanının “mankurt aydınlar”a ilenmesi nafile değil.

Yeni sağ ile yükselişe geçen komplo teorileri, anti-entelektüel için çok elverişli bir ikame sağlıyor. Uzun uzun araştırmadan, okumadan, düşünmeden erişilmiş, herkesin bilmediği/bilemeyeceği sanısına bürünmüş “özel” bilgilere sahip olmak, gerçekten de bir ayrıcalık, bir üstünlük duygusu veriyor kişiye…

“2018 yılında yapılan bir araştırmada insanların %16’sının, küresel ısınmanın bir düzmece olduğuna inandığı ortaya çıkmış. Benzer şekilde insanların %37’si, aslında kanserin ilacının bulunduğuna ancak ilaç firmalarının baskısıyla bu gerçeğin örtbas edildiğine inanıyor. Yaklaşık %20’si, aya hiç gidilmediği görüşünde. İnsanların %5’i Yahudi soykırımı diye bir şeyin var olmadığını düşünüyor, %2’si dünyanın düz olduğunu düşünüyor, %4’ü ise dünyanın, insan görünümlü uzaylı sürüngenler tarafından yönetildiğine inanıyor.

Bazı insanlar uçakların arkalarında bıraktığı kimyasal izlerin zihin kontrolü ya da kimi grupları hadım etmek amaçlı olduğuna, bazıları aşıların ilaç şirketlerinin art niyetiyle fayda yerine zarar getirdiğine, bazıları hükümetlerin uzaylılarla yardımlaştığına, bazıları dünyanın İllüminati denilen bir örgüt tarafından yönetildiğine inanıyor.”[30]

Türkiye, malûm, komplo teorileri açısından velût bir ülke.

“Oxford Üniversitesi ve Reuters Enstitüsünün 2018 yılında yaptığı, dünyanın farklı bölgelerinden 37 ülkeyi içeren geniş kapsamlı araştırmaya göre, Türkiye bu 37 ülke arasında habercilerin en fazla haber ‘ürettiği’ ülkedir. Mustafa Akyol, Türkiye’de ‘Tüm dış güçlerin Türkiye aleyhine oyunlar oynadığı, Türkiye üzerine büyük komplolar döndüğü’ gibi bir inancın çok yaygın olduğunu belirtir. Türkiye’deki insanların yaklaşık yarısı, ülkenin ekonomik olarak içinde bulunduğu kötü koşulların ‘bir takım güçlerin ülkesine karşı ekonomik bir savaş açmasının sonucu’ olduğuna inanmaktadır. Türkiye’deki insanların siyasal ve küresel olaylara bakış açısını inceleyen Julian de Medeiros komplo teorilerinin ülkede çok yaygınlaştığını, politikanın ‘paranoyaklaştığını’ belirtir…”[31]

yazının devamı



Bu yazı 15240 defa okunmuştur.

FACEBOOK YORUM
Yorum

YAZARIN DİĞER YAZILARI

YAZARLAR
Bizi Takip Edin :
Facebook Twitter Google Youtube RSS
ÇOK OKUNAN HABERLER
  • BUGÜN
  • BU HAFTA
  • BU AY
HABER ARŞİVİ
SON YORUMLANANLAR
  • HABERLER
  • VİDEOLAR

Web sitemize nasıl ulaştınız?


nöbetçi eczaneler
HABER ARA
YUKARI