Bugun...


Sibel Özbudun

facebook-paylas
FAŞİZM VE KADINLAR/Sonuç Olarak…
Tarih: 04-01-2018 23:34:00 Güncelleme: 04-02-2018 23:59:00


Günümüze gelirsek, Trumpç’ılığın, temsili demokrasinin formel özelliklerine saygı, serbest piyasa ideolojisi ile popülist söylemin bir birleşimi ve bir yandan devletin aygıtlarına yoğun şekilde başvururken diğer yandan devleti eleştirme paradoksu gibi belirli hususiyetler ile birlikte, bir ideoloji olarak faşizmin neoliberal bir biçimini nasıl temsil ettiğini görebiliriz. Ancak aynı zamanda aşırı milliyetçilik, sistematik ırkçılık, maço-popülizm ve şiddetin örtük şekilde meşrulaştırılması gibi, faşizme mahsus özellikler de sergilemektedir. Toplamda, faşizmi, modern iktidarın bir eğilimi ve onun devlet egemenliği mantığını ise, Karstik bir nehir gibi, formel kurumların altından akan ama ne zaman bir açıklık bulsa daima en yıkıcı formunda patlak veren bir eğilim olarak değerlendirmeliyiz.”[7]

Sosyalist blokun 20. yüzyıl sonlarına doğru çözülüşü, sermaye hareketlerinin “küreselleşme” olarak vaftiz edilen dizginsizleşmesinden çok daha fazlasına yol açtı: sosyalizmin kendisine dayattığı sınırlardan bu yolla kurtulan kapitalizm, neoliberal formunda emeğe ve emeğin kazanımlarına karşı pervasız bir saldırı başlatırken, aynı zamanda bilinen “burjuva demokrasisi”nin de sonunu ilan ediyordu. Seçimler (en “demokratik” denilen ülkelerde dahi) Berlusconi, Sarkozy, Trump gibi arrivistlerin at koşturduğu bir “show business”a dönüşürken, “parlamenter demokrasi”nin kendini savunacağı ilkeler giderek aşınıyordu. Günümüz “sağ”ında popülizm, muhafazakârlık, aşırı sağ ve faşizm gibi kavramlar arasındaki sınırlar iyice muğlaklaşırken sağ politik zemin iyiden iyiye kayganlaşmıştır.

Ilımlıdan aşırıya, “demokrat”tan faşiste tüm sağı kaygan bir eğik düzlem içine çeken bu siyasal görüngü, tarihçi, arkeolog ve siyasal düşünür Neil Faulkner’a “1930’ların bu filminin ağır çekimde yeniden gösterimde olduğu da doğru görünüyor. Ekonomik durgunluk, artan toplumsal çürüme, uluslararası düzende bir kırılma, artan silahlanma ve savaş harcamaları ve eli kulağında bir iklim felaketi ile, belki de 1930’larınkinden daha zorlu bir dünya kapitalist krizi ile yüz yüzeyiz,” dedirten zeminde gerçekleşmektedir:

“Emek hareketleri -sendikalar ve kitlesel sosyalist partiler- 35 yıllık neoliberalizm sürecinde zayıfladılar. Krizin sillesini yiyen çoğu çalışan insan, kolektif mücadeleyle direnebilmelerini sağlayacak etkili mekanizmaların yokluğunu çekiyor. Toplumsal yaşam atomizasyon, yabancılaşma ve ümitsizlik ile karakterize oluyor. Bu, milliyetçilik, ırkçılık, faşizm ve savaş için verimli bir zemin yaratıyor.

Sağın hiçbir çözümü, önerecek hiçbir şeyi yok. Siyasetlerinin özü bu nedenle işçi sınıfını birbirine düşürmekten, kadınları, yoksulları, engellileri, etnik azınlıkları, Müslümanları, LGBT bireyleri, göçmenleri, mültecileri vb. günah keçisi yapmaktan ibaret. Farklı yerlerde farklı biçimler alıyorlar. ABD’de Trump. İngiltere’de Brexit. Fransa’da Le Pen. Almanya’da AfD. Ama mesajın özü aynı. Ve silahlı çetelerin sendikaları, solu ve azınlıkları bastırmaya dönük şiddeti ve baskısı ile bunun topyekûn faşizme dönme potansiyeli var.”[8]

Evet, günümüz faşizmi, sosyalist sistemin çöküşü ile birlikte kapitalist sistemin “tarihin sonu”nu ve kendisinin ebedîliğini ilan edişinden kısa bir süre sonra içine sürüklendiği ve neredeyse 10 yıldır debelendiği krize bir tepkidir: “Küresel kapitalizm 2008 Büyük Resesyonu ile derin bir yapısal krize girdi, 1930’dan beri en kötü kriz. ABD’de Trump’çılık, İngiltere’de Brexit, Avrupa çapında ve dünya genelinde (İsrail, Türkiye, Filipinler, Hindistan ve diğer yerler gibi) neo-faşist ve otoriter partilerin ve hareketlerin artan etkisi, küresel kapitalizmin krizine aşırı sağ bir yanıt arz ediyor,” diyor California Üniversitesi’nde Sosyoloji, Küresel Çalışmalar ve Latin Amerika Çalışmaları profesörü William I. Robinson. Kriz nedeniyle konumlarını yitirme, işsiz kalma, aşağı doğru mobilite tehdidiyle karşı karşıya kalan Kuzey’li emekçiler ve orta sınıflar, inandırıcı bir sol alternatifin yokluğunda[9], güvenliği neo-faşizan yabancı-düşmanı, İslâmofobik, muhafazakâr ve izolasyonist görüşlerinde aramaktadırlar: “Faşizm, akut kapitalist kriz döneminde, kitlesel korku ve endişeyi ABD ve Avrupa’da-göçmen işçiler, Müslümanlar ve mülteciler gibi-günah keçisi hâline getirilen topluluklara yönlendiren psikososyal mekanizmalara dayanıyor. Aşırı sağ güçler bunu, yabancı düşmanlığına dayanan bir söylem repertuvarı, ırk/kültür üstünlüğü içeren gizemli ideolojiler, idealize ve uydurma bir tarih anlatısı, binyılcılık, ve savaşı, toplumsal şiddeti ve tahakkümü adeta kutsayan militarist ve erkekçi bir kültür üzerinden yapıyor.”[10]

Göçmen karşıtı söylemlerin Fransa, Almanya, Belçika ve Hollanda’da neo-faşist partilerin seçmen tabanını genişletmesi, 1990’lardan itibaren yabancı (göçmen) düşmanlığının Avrupa’da (ve çok geçmeden ABD’nde de) neofaşizmin temel gündem maddesi hâline gelmesini sağladı. Milletvekilleri aracılığıyla Avrupa ülkelerinin parlamentolarında -ve Avrupa Parlamentosu’nda- özellikle Müslüman ülkelerden gelen göçe karşı daha sert önlemler talep eden sesler yükselirken -ve ırkçı partiler koalisyon ortakları olarak iktidarlara katıldıkları ölçüde bu önlemler devreye sokulurken- bu tutumun sokaklardaki yansımaları da kısa sürede kendini hissettirmeye başlayacaktı: Yalnızca Almanya’da, 1991’de Hoyerswerda’daki sığınmacı hostelinin kundaklanması; Ağustos 1992’de Rostock’da göçmen mahallesinde çıkartılan yangın; Mayıs 1993’te Solingen’de beş Türk’ün ölümüyle sonuçlanan kundaklamayı hatırlamak yeterlidir.

Neo-faşist şiddet, kısa sürede tüm Avrupa’yı sararken (ABD ve Rusya bundan muaf değildir, faşizan gençlik örgütleri hem yoksullaşan “beyaz” mahallelerden hem de sosyal medya üzerinden hızla büyürken, faşist partilere de ilgi artmaktadır.

Ancak 90’lı yıllardaki anket ve araştırmalar, aşırı sağa ilginin cinsiyet-temelli olarak farklılık gösterdiğini gözler önüne sermektedir:Örneğin, 1989 Berlin eyalet seçimlerinde eski bir SS askeri tarafından kurulan Republicaner (REP / Cumhuriyetçi) Parti, erkeklerin yüzde 10.8’inin, buna karşılık kadınların yüzde 5.9’unun oylarını alabilmişti. Fransa’da 1986 parlamento seçimlerinde erkeklerin yüzde 12’si Le Pen’in Ulusal Cephe’sini desteklerken bu oran kadınlarda yüzde 7’de seyrediyordu. Baba Le Pen seçmen tabanını genişletirken dahi, kadın oylarıyla erkek oyları arasındaki farklılık süregidiyordu: 1988 başkanlık seçimlerinde Le Pen erkek oylarının yüzde 13’ünü alırken, kadınlardan alabildiği oyun oranı yüzde 6’da kaldı. Ulusal Cephe Le Pen yönetiminde olduğu sürece, kadın oylarıyla erkeklerinkiler arasındaki bu açığı kapatamayacaktı. (Durham, 1998: 55-56)

İki olgu, bu durumu tersine çevirecektir: İlki, neo-nazi, neofaşist partilerin kadınlara yönelik söylemlerini gözden geçirerek kadın taleplerine daha duyarlı kılma yönünde çaba sarf etmeleri ve buna koşut olarak yönetimlerinde kadınların ağırlığının artması; ikincisi ise, 21. yüzyıl başlarından itibaren radikal İslâmcı şiddetin Batı dünyasında kendini yoğun bir biçimde hissettirmeye başlamasıyla birlikte, Müslüman ülkelerden gelen göçmenlere yönelik tepkinin İslâmofobi biçimini alması.

Önce ilkine bakalım: İkinci Dünya Savaşı sonrasında, yani faşist rejimlerin yenilgiye uğratılmasından sonra çeşitli Avrupa ülkelerinde yeniden boy gösteren neo-nazi, neo-faşist yönelimli parti ve hareketlerin kadınlar konusunda başlangıçta seleflerinin misojinizminden öteye geçebildikleri söylenemez. Örneğin aşırı sağcı Alman Reich Partisi (DRP)’nin 1958 programında kadınların ancak acil durumlarda evleri dışında çalışabilecekleri kaydediliyor, parti gençleri Amerikan etkisine karşı uyarırken, genç erkekleri “cesur”, genç kızları ise “saf” olmaya çağırıyordu. Medyanın “ahlâksız” yayınlardan arındırılması, Alman neo-nazilerinde bir takıntı hâlindeydi; kürtaj karşıtı tutumları bir “ata mirası” olarak süregidiyordu; ta ki, Republikaner partili kadınlar parti programında 1990’daki “Kadınlarla erkekler eşit haklara sahiptir. Kendini gerçekleştirme hakkı hem kadınlar hem de erkekler için geçerlidir. Bu, özellikle meslek hayatı için geçerlidir,” yolundaki değişikliği dayatana dek.

Alman (neo-)Nazilerinin geleneksel (ve fakat kendi saflarındaki kadınlar tarafından kimi itirazlarla karşılanan) misojinist tutumları (kürtaj karşıtlığı, antifeminizm, kadınların analık rollerine vurgu, ev kadınlığı ve anneliğin devlet teşvikleri aracılığıyla desteklenmesi…) Avrupalı diğer hempalar tarafından da paylaşılıyordu[11].

Ancak 2000’li yıllara gelindiğinde, bu alanda kimi önemli değişiklikler yaşandı. Avrupa’nın faşizan/faşist partilerinde kadınlar öne çıkmaya başladılar. Fransız Ulusal Cephe’yi babası Jean-Marie Le Pen’den devralan ve Fransa’daki 2017 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ikinci turunda oyların yüzde 35’ini alan Marine Le Pen, belki de bu kadınlar arasında en yaygın bilineni. Marine Le Pen’in, babası döneminde Ulusal Cephe’nin oldukça düşük olan kadın desteğini yükselttiği ve aradaki farkı kapattığı biliniyor. Böylelikle, babası kadınların ancak yüzde 5-6’sının oyunu alabilirken, Marine Le Pen kadınlar arasındaki oy oranını yüzde 26’ya çıkarttı; üstelik kadın ve erkek oyları arasındaki farkı da kapattı. Marine Le Pen’in bunu “kadın hakları” ajandasını göçmen/İslâm karşıtlığıyla bağdaştırmasındaki başarıya bağlıyor çoğu yorumcu. 8 Mart’ta (2017) RTL’e verdiği röportajda İslâmcı köktenciliğin kontroluna karşı kadınların hakkını savunuyorum,” diyordu örneğin. “Kadınlar diledikleri gibi giyinebilmeli, etek ya da şort..”[12]

 Üstelik Marine Le Pen tek değil. Ne Fransa’da ne de Avrupa’da. Yeğeni Marionne Maréchal-Le Pen, üçüncü kuşak Le Pen olarak 2012’de 23 yaşında iken seçildiği Fransız Parlamentosu’nda politik misyonunu sürdürürken, partisi Ulusal Cephe’de teyzesinin “fazla ılımlı” bulduğu politikalarına eleştirilerini dile getirmeye başladı.

Almanya’da Eylül 2017 seçimlerinde büyük başarı kazanıp üçüncü büyük parti olarak parlamentoya giren AfD (Almanya İçin Alternatif Partisi) eski eşbaşkanı Frauke Petry, seçimin hemen ardından partisinden istifa etmiş olsa da, eski eşbaşkan, LGBTI kimliğini gizlemeyen Alice Weidal ile birlikte, partinin seçmen tabanını, özellikle de kadın seçmenlerin sayısını dikkate değer ölçüde arttırabildi.

Irkçı vurgularıyla öne çıkan Norveç İlerici Parti’nın lideri, bir dönemin maliye bakanı Siv Jensen de, kendisini Thatcher tarzı bir serbest piyasa muhafazakârı, partisini “klasik liberal, hatta çok demokrat” olarak tanımlasa da, “sinsi” İslâmileşme karşısında yurttaşları uyarmayı bir parti politikası olarak benimsemesi ve İsrail’e verdiği ateşli destekle “anaakım sağ”dan yolunu ayırıyor.

Danimarka Halk Partisi lideri Pia Kjaersgaard da muadilleri gibi sıkı anti-göçmen politikalarıyla temayüz ediyor, 2000 yılında Danimarka’nın euro’yu para birimi olarak benimsemesine karşı yürüttüğü başarılı kampanyayla anımsanıyor.[13]

Britanya’nın faşist partisi Britain First’ün kadın lideri Jayda Fransen ise tavizsiz ırkçı ve İslâm karşıtı görüşleriyle tanınıyor.

Faşizmin “kadın yüzü”, hiç kuşku yok ki “aşırı sağın şiddete eğilimli, eril yüzü”nden rahatsız olan kadın seçmenleri[14] aşırı sağa ikna etmeye yöneliktir.[15] Ve aşırı sağa destek veren kadın oylarındaki yükselme trendi, bu tip parti ve hareketlerin saçaklardan merkeze doğru taşınmasında etken oluyor.

Bu nedenle de bu hareketler, açık ayırımcı, kadın düşmanı söylemleri geri çekmekte, kadınların aktif siyasete girmeleri desteklenmekte, çalışma, çocuk sahibi olma gibi konularda “tercih” vurgusu ön plana çıkmakta, hatta LGBTI hakları gündeme getirilmektedir. 2015 seçimlerinde 4 milyon oy alan Brexit yanlısı ırkçı UKIP bünyesinde örneğin, bir LGBT grubu bulunuyor. Hem partilileri LGBT’ye ilişkin konularda eğitmek, hem de dışa karşı partinin “homofobik” olmadığını kanıtlamak için.[16]

Kadınların son yıllarda ırkçı, faşist partilere ilgisinin artmasının ikinci etkeni ise, hiç kuşkusuz, giderek yaygınlaşan İslâmofobi. Ya da “yabancı/göçmen düşmanlığı”, ırkçılık gibi ayırımcılık biçimlerinin Avrupa ülkelerindeki “Müslüman öteki”ne yönelmesi. İşin ilginç yanı, örneğin Fransız ya da Alman, İngiliz vb. erkeklerin kadınlara yönelik şiddet ve cinsel saldırıları karşısında genellikle sessiz kalan faşistlerin[17], saldırgan Müslüman ülke kökenli biri olduğunda, feminist kesilmeleri. 2015 yılbaşı gecesi Köln’de yaşanan toplu tacizi bahane ederek göç konusunda bir referandum çağrısı yapan Marine Le Pen, “Korkarım ki göçmen krizi kadın haklarında sonun başlangıcını işaret ediyor,”[18] diyor örneğin Opinion dergisine verdiği röportajda. Bu konuda yalnız değil; “Avrupa sağı uzun süredir hicab’ı ataerki simgesi olarak görüyor. Daha yakın zamanlarda ise Müslümanların mahallelerinde eşcinsel ve kadınlara yönelik saldırıların Avrupa değerleri açısından bir tehdit teşkil ettiğini vurgulamaya başladı.”[19]

 

Peki ya ABD?

 

Avrupa sağı üzerinde bu kadar durup da Trump’ın ABD’sinden söz etmemek olmaz.

Neoliberalizm 1980’lerde Reaga-Thatcher ikilisi eliyle kesin zaferini ilan ettiğinde, emekçilerin, yoksulların ve kadınların ellerinden tüm kazanımlarını geri almaya yönelik bir toplumsal-kültürel dalganın yükselişine de tanık olduk. Kendilerini “yeni-muhafazakâr” (neo-con) olarak tanımlayan yeni tip ideologlar, serbest piyasaya tam iman etmişken, ateizm, feminizm ve aşırı liberalizm elinde fazlasıyla aşındığını düşündükleri ahlâksal değerlere dönüş çağrısı yapıyorlardı topluma: kürtaj karşıtlığı, evlilik ve aile bağlarının kutsanması, genç kızların evliliğe kadar bekaretlerini muhafaza etmeleri, çok çocuklu ailelere dönüş, kiliseye dönüş, LGBTI düşmanlığı, göçmen karşıtlığı…

İşin ilginç yanı, kadınların bu hareketler içinde başat bir yer tutmalarıydı. “İlginç”, lafın gelişi. Yoksa ABD’nde kadınlar öteden beri sağcı taban örgütlerinde başat rol oynayagelmişlerdir: ABD feminizminin köklerinde kısmen orta sınıf kadın örgütlerinin alkolün yasaklanması, fuhşun önlenmesi vb. konusundaki eylemlerini kapsayan “Ahlâkî Diriliş” hareketinin yattığı göz önünde bulundurulduğunda, bunda şaşılacak bir şey yoktur.

“Kadınlar en azından McCarthy döneminden bu yana sağ kanat hareketlerde başat olageldiler,” diyor Michelle Goldberg. Ve sosyalbilimci Abby Scher’den aktarıyor: “1950’lerin başları boyunca taban antikomünist aktivistlerin büyük bölümü, kadınlardı.” 1980-90’larda hareketin sürmesini olanaklı kılan yerel eylemcilerin çoğunluğunu da kadınlar oluşturmaktaydı.[20] “Kartal Forumu”yla Eşit Haklar Yasası’na (ERA) karşı amansız bir haçlı seferi başlatan Phyllis Schlaffly, kadınlara evlerine dönüp yuvalarının uysal melekleri, müşfik anaları olma işini yeniden öğretme misyonunu üstlenen Ruth Carter Stapleton, Anita Bryant, Marabel Morgan sağcı kadınların “antifeminist” cihadının 1980-90’lı yıllardaki başkomutanlarıydı.[21] Bu kez “ABD Başkanları’nın en cinsiyetçisi” ödülünü hak eden Donald Trump’a yedeklenen ABD’li neo-con kadınlar muhafazakâr vaazları ile “feministçe” yaşam tarzları arasında keskin bir çelişki sergileseler de[22], ana argümanlarını feminizm karşıtlığı üzerinde temellendirmektedirler. Phyllis Schlaffly, örneğin, 1970’lerin sonları, 80’lerin başlarında Eşit Haklar Yasası’na karşı savaşım yürütürken, yasanın kadınlara zorunlu askerlik getireceği ve kocaları eşleri ve çocuklarına olan malî yükümlülükten kurtararak kadınlara zarar vereceği tezlerini işlemekteydi. İzinden giden neo-con kadınlar da argümanlarını feminist taleplerin kadınlara zararlı olduğu savına dayandırıyorlar:

 • Kürtajın kadınlara zarar verdiği: Amerika’nın Kaygı Duyan Kadınları örgütü, örneğin, kürtajın depresyon, kaygı ve meme kanserine yol açtığı, serbest bırakılmasının bu semptomların yaygınlaşmasına yol açtığını ileri sürüyor.

• Silahları sınırlandırmaya yönelik yasanın kadınlara zararlı olacağı: Bağımsız Kadınlar Forumu sözcüsü, Ocak 2013’te silah bulundurmayı sınırlandırmaya yönelik yasanın cinsiyetler arasındaki kuvvet dengesini, silahlı bir kadının saldırganlara karşı daha avantajlı olduğunu ileri sürmüştü.

• Genç üniversiteli kadınların feministlere karşı çıkma ve kadın araştırmaları müfredatını sorgulamaya teşvik edilmesi: ClareBooth Luce Politika Enstitüsü, örneğin, muhafazakâr kadın öğrencileri eğitiyor ve feminist Vajina Monologları’nın sahnelenmesinin engellenmesi konusunda teşvik ediyor. Feminist yaklaşımın kadınları “cinsel organlarına indirgerken”, kadınları gerçekten güçlendirmenin yolunun “yürekte ve akılda” yattığını öne sürüyorlar.

• Kadınlara Karşı Şiddet Yasası’nın eleştirisi: Bağımsız Kadınlar Forumu, kuruluşundan bu yana, “aile-içi şiddetin temel nedeninin cinsiyetçilik olduğu varsayımıyla bağdaşmadıkları için, uyuşturucu kullanımı, psikolojik bozukluklar ve evlilik sorunları gibi kanıtlanmış şiddet nedenlerine çok az fon ayrılmasını öngören” bu yasaya karşı çıkıyor.[23]

 

Sonuç Olarak…

 

Görüldüğü üzere yeni-muhafazakârlık, ahlâkçılık, din, milliyetçilik, ırkçılık, yabancı düşmanlığı, İslâmofobi gibi girdilerden beslenen neo-faşist hareketlerin kadınlarla ilişkisi oldukça karmaşık. Bizatihî kadınları, üstelik de neredeyse iki yüzyıllık bir “kadın mücadeleleri” tarihinin kazanımlarının meyvalarını devşirmiş kadınları içermeyi arzuladıkları ölçüde, geleneksel misojin karakterlerini zaman zaman bir hayli esnetmek, eğip bükmek zorunda kalıyorlar. Öte yandan, orta-alt sınıf kadınların neoliberal dönüşümlerin yıkıcı sonuçlarından kaynaklanan kaygılarını, hoşnutsuzluklarını (çeperlerden merkeze yönelik göç dalgası, işsizlik, yoğunlaşan geçim sıkıntısı, kadın ticareti, uyuşturucu kullanımı, sokak şiddeti ve suç oranlarındaki artış…) manipüle ederken, kadınların mobilizasyonundan da büyük ölçüde yararlanmazlık edemiyorlar. Faşizmin gövdesi, böylelikle kadınlaşıyor. Kadınlaşırken de kadınlara itici gelmeyecek söylemleri benimsiyor… Ya da benimser gözüküyor.

Çünkü faşizm pragmatik, akışkan ve demagojik bir görüngüdür. Umberto Eco, onun “düş kırıklığı ve çaresizlik duygusu içindeki bir ‘orta sınıfa’, ekonomik bunalımdan ya da politik aşağılanmadan mustarip ve alt toplumsal katmanların baskısından korkan bir sınıfa çağrıda bulunduğunu vurgularken ana karakteristiklerini “gelenek kültü, issasyonalite, eylem-merkezcilik, anti-entelektüalizm, farklılık korkusu, milliyetçilik, aşağılanmışlık duygusu, savaş ruhu, popülist seçkincilik, machismo, parlamentoya inançsızlık, basitleştirici bir yeni söylem” [24] olarak sıralar. Öyle gözüküyor ki faşizm, bu karakteristikleri, içinde boyverdiği dönemin koşullarına göre serbest nazım yeniden ve yeniden dizayn edebilmektedir. Nitekim, ortalama insanın en yontulmamış hissiyatına seslenen demagojik (ve irrasyonel) özelliği, kendisini çelişkilerini açıklamak ya da özeleştiriye tabi tutmak gibi çapraşık işlemlerden azade kılmaktadır.

Nitekim, akademik, feminizan, LGBTI-duyarlı, hatta çevreci vurgularla yola koyulan ve başlangıçta “profesörler partisi” olarak adlandırılan Alman neo-faşist AfD, sığınmacılar krizinin patlak vermesiyle birlikte, toplumsal tabanını değiştirerek yeni bir söyleme yönelecekti: Yıldızoğlu’nun deyişiyle, parti, “geleneksel faşist partilerin kültürlerine çok benzeyen eklektik, ırkçı, yabancı düşmanı, giderek daha çok ataerkil (LGBT evliliklerine karşı) bir kültür ve rakip siyasi liderlere hakaret etmeyi doğal sayan, şiddet öğeleri içeren, 1930’lardan bu yana duyulmamış bir dili birleştiriyor. Nazi, SA kadrolarının taşıdığı hançerinin kabzasına kazılı “Her şey Almanya için” sloganı, AfD toplantılarında da duyuluyor.”[25]

“AB’ye tam üyelik” perspektifiyle Türkiye’yi “vesayet rejimi”nden kurtararak demokratikleştirmek ve özgürleştirmek, Kürt sorununu çözüme kavuşturmak söylemleriyle yola çıkan bir partinin nelere dönüşebileceğine birinci elden tanık olan bizler için bu dönüşümü anlayabilmek, hiç de zor değil!

 

29 Aralık 2017 16:55:01, İstanbul.

 

N O T L A R

[1] Newroz, Ocak 2018… İstanbul Özgür Üniversite’de 13 Ocak 2018’de yapılan konuşma…

[2] Otto Weininger

[3] Sol Haber Portalı, “AKP’li Yazar: Bu Kuşak Devletin Anasını Ağlatır”, 10 Eylül 2017… http://haber.sol.org.tr/toplum/akpli-yazar-bu-kusak-devletin-anasini-aglatir-209058

[4] Aktaran: Martin Durham, Women and Fascism, Londra-New York, Routledge, 1998: 18.

[5] Aktaran: Victoria de Grazia, How Fascism Ruled Women, Italy 1922-1945. University of California Press, 1992: 41.

[6] Hitler, Kavgam’da “ırk”ı bozan tehditlerden biri olarak gördüğü fuhuş ve cinsel aşırılıklara karşı mücadele için gençlerin olabildiğince erken evlendirilmesini va’zeder. Evliliğin amacı, türü ve ırkı korumaktır. Ancak tek başına evlilik yeterli değildir; aynı zamanda cinselliğin erken uyanmasını önlemek için eğitim de gereklidir. Ve hiç kuşkusuz, yozlaşmış, müstehcen kültüre karşı mücadele… “Tiyatro, sanat, edebiyat, sinema, basın, afişler ve vitrinler çürüyen dünyamızın bütün tezahürlerinden arındırılmalı ve ahlaksal, siyasal ve kültürel fikirlerimizin hizmetine sokulmalıdır. (…) Kişisel özgürlük hakkı, ırkı koruma görevinin önünde geriler.” (Mein Kampf, 1969: 234) Ahlaksal çürümenin sorumlusu ise, tabii ki Yahudilerdir: “Modern Almanya’da yüzbinlerce kişi, şeytani bir neşeyle, kanıyla kirleterek halkından çalacağı saf kızlar için pusuya yatmış Yahudiler tarafından baştan çıkartılıyor.” Hitler’e göre tek bir kutsal hak vardı: kanı en saf hâliyle koruma hakkı.” Köşe başlarında satılan doğum kontrol hapları, en sağlıklı Almanların çoğalma haklarını ellerinden almaktaydı. Ve geleceğin devleti, ırkı merkeze yerleştirerek yalnızca sağlıklı olanların çocuk sahibi olmasını sağlayacak, sağlıksızların dünyaya çocuk getirmesi, sağlıklıların ise getirmemesi bir onursuzluk addedilecekti. (Mein Kampf, 1969: 365-7)

[7] Cihan Aksan-Jon Bailes, “Faşizm Geri mi Dönüyor?”, 15 Aralık 2017… http://yenidenatilim.com/fasizm-geri-mi-donuyor-cihan-aksan-ve-jon-bailes/3251/

[8] a.y.

[9] “Demokrat/sol/sosyal demokrat/sosyalist yaftalı partilerin Kuzey Amerika ve Avrupa’da neoliberal politikaların şampiyonluğunu yaptığı unutulmamalı.

[10] a.y.

[11] Kürtaj karşıtlığı sık sık, göçmenlerin hızlı üremesi korkusu karşısında “ulusal kimliği koruma” tınısıyla yüklenir. Jean-Marie Le Pen, 1986’da Daily Mail’e verdiği röportajda: “Çok daha fazla Fransız annenin Fransız bebekler doğurup ülkeyi Fransızlarla doldurmasını istiyoruz ve evlerinde oturup gururlu, sağlıklı insanlar yetiştirmeleri için onlara para ödeyeceğiz,” diyordu. (Durham, 1998:66)

[12] Aamna Mohdin, “Marine Le Pen’s plan to lure French women to the far right is working”, Quartz, 8 Mart 2017… https://qz.com/926336/le-pen-is-slowly-destroying-the-consensus-that-soft-hearted-women-vote-left/

[13] “Women of the Far Right”, Vogue,10 Nisan 2017… http://www.vogue.co.uk/gallery/women-of-the-far-right-politics-europe.

[14] İsveç ve Hollandalı toplumbilimcilerin 17 Avrupa ülkesinde yürüttüğü ve 2015 sonlarında Patterns of Prejudice dergisinde yayınlanan bir araştırma, kadınların aşırı sağa oy vermedeki gönülsüzlüklerinin, başka etkenlerin yanı sıra, bu partilerin tarihsel olarak şiddete yatkınlıklarından kaynaklandığını ortaya koymuştu. (Somini Sengupta, “On Europe’s Far Right, Female Leaders Look to Female Voters”, The New York Times, 2 Mart 2017… https://www.nytimes.com/2017/03/02/world/europe/political-strategy-for-europes-far-right-female-leaders-wooing-female-voters.html.)

[15] Yine de bütün kadınların “şiddetten arınmış” bir görüntüyü arzuladıklarını söylemek olanaksız. Alman neo-nazileri arasında 1991’de kurulan Alman Dazlak Kızlar Cephesi (SFD) mensubu kadınlar, ırkçı saldırılarda aktif rol almakta, örneğin. (Durham, 1998: 63)

[16] “Far-right Millennials: What Drives Young Women To Extreme Politics?” Marie-Claire… http://www.marieclaire.co.uk/reports/far-right-millennials-507601.

[17] Britain First liderlerinden Jayda Fransen’in parti lideri Paul Golding’in adının karıştığı bir cinsel taciz vakasını örtbas etmeye çalıştığı yakın zaman önce medyaya yansımıştı. (“Britain First’s Jayda Fransen ‘tried to halt sex assault complaint’, The Guardian, 2 Aralık 2017. )

[18] Somini Sengupta, “On Europe’s Far Right, Female Leaders Look to Female Voters”, The New York Times, 2 Mart 2017… https://www.nytimes.com/2017/03/02/world/europe/political-strategy-for-europes-far-right-female-leaders-wooing-female-voters.html.)

[19] a.y.

[20] Michelle Goldberg, “Women in Conservative Politics: The Original Mama Grizzlies”… https://www.thedailybeast.com/women-in-conservative-politics-the-original-mama-grizzlies

[21] 20. yüzyıl sonlarına doğru “Neo-con” Amerikan sağının antifeminist “cihad”ı konusunda bkz: Andrea Dworkin, Right Wing Women, Perigee Books, 1982.

[22] Yeni neo-con “star”lardan Christine O’Donnell örneğin… Şöyle tanımlanıyor: “Yalnızca lezbiyen bir kız kardeşi olan LGBTI-karşıtı bir eylemci değil. Aynı zamanda bekar, çocuksuz ve Hıristiyan rock şarkıcısı David Hust’la aynı evi paylaşan bir aile değerleri şampiyonu. Hükümetin toplumsal cinsiyet eşitliğini sağlama yönündeki girişimlerinin önünü kesmek için çabalayan bir örgüt için canla başla çalışıp, kadınların “zarafetle kocalarına teslim olmaları”nı va’zediyor. Ancak Intercollegiate İncelemeler Enstitüsü’nde (ISI) işe girip cinsiyeti nedeniyle ayırımcılığa uğradığı hissine kapılınca Medenî Kanun’un XII. maddesi gereği 6.9 milyon dolarlık bir tazminat davası açmakta duraksamadı. Avukatı dava dilekçesinde şöyle yazıyordu: “ISI’nin toplumsal cinsiyet rollerine ilişkin belirli bir yorumu benimseyen muhafazakâr inançlarına göre, Bayan O’Donnell’in kurumda çalıştığı sırada ISI kadınların bir erkeğin gözetimi altında çalışması ve bir erkeğin yönetim ya da yetkesi altında olmaksızın yetke sahibi kılınmaması gerektiğine ilişkin kurumsal inancını ifade etmiştir.” (Michelle Goldberg, a.y.)

[23] Ronnie Schreiber, “How Conservative Women’s Organizations Challenge Feminists in U. S. Politics”… www.scholarsstrategynetwork.org

[24] Umberto Eco, “Ur-Faşizm ya da Sonsuz Faşizm”, B. Brecht, U. Eco, I. Ehrenburg, Faşizm Yazıları, Ütopya Yay., 2001, ss.47-53.

[25] Ergin Yıldızoğlu, “… ‘Zamanın Ruhu’ Olarak Almanya”, Cumhuriyet, 28 Eylül 2017.

 



Bu yazı 6067 defa okunmuştur.

FACEBOOK YORUM
Yorum

YAZARIN DİĞER YAZILARI

YAZARLAR
Bizi Takip Edin :
Facebook Twitter Google Youtube RSS
ÇOK OKUNAN HABERLER
  • BUGÜN
  • BU HAFTA
  • BU AY
HABER ARŞİVİ
SON YORUMLANANLAR
  • HABERLER
  • VİDEOLAR

Web sitemize nasıl ulaştınız?


nöbetçi eczaneler
HABER ARA
YUKARI