Bugun...


Temel Demirer

facebook-paylas
ERMENİ SOYKIRIMI’NIN BELGESİ VAR (MI?)
Tarih: 15-06-2019 19:08:00 Güncelleme: 15-06-2019 19:13:00


 

ERMENİ SOYKIRIMI’NIN BELGESİ VAR (MI?)[*]

 

“Geçmiş asla ölü değildir;
geçmiş, geçmiş bile değildir.”[1]

 

1915, Ermeniler için “Medz Yeğern/ Büyük Felaket”, Süryanîler için “Seyfo/ Kılıç”, Rumlar için ise “Sfagi-Xerisomos/ Katliam” demektir; yani soykırımın kardeş dillerdeki telaffuzu budur; böyledir.

Ben de bunu telaffuz edip, yüksek sesle dillendirdiğim için TCK 301’den bir kaç kez yargılanıp; dönemin AKP’li Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin’in, “Ben devletime katil dedirtmem,”[2] kostaklanmasının muhatabı olmuştum…

Sonrası da geldi; Süleyman Demirel Üniversitesi’nden Erman Şahin “Soykırım” dediğim(iz) için[3] “Bilimsel Etik ve Yöntem”(!) dersi(?) veriyor şunları diyerek:

“Ermeni gazeteci Hrant Dink’in trajik bir suikast sonucu hayatını kaybetmesinin ardından, Temel Demirer ve Sibel Özbudun tarafından ‘1.500.001’inci Ahbarik’ başlığı altında Ermeni Meselesini ele alan bir makale kaleme alındı. Dink gibi önemli bir şahsiyetin öldürülmesine ahlâki olarak tepki göstermek anlaşılır ve gerekli ise de, yazarlar makalelerinde bunun çok ötesine gitmekte ve trajik 1915 olayları üzerine polemiğe girmektedirler. Ayrıca makalede kullanılan alıntılar ve atıfta bulunulan kaynaklarla ilgili olarak bazı etik sorunlar öne çıkmaktadır. Nitekim yazarların dipnotları dikkatle kontrol edildiğinde aslında yazarların referans verdikleri eserleri görmedikleri ancak bunlara atıfta bulunan başka yazarlardan (referans hatalarıyla birlikte) kopyaladıkları görülmektedir.”[4]

Resmi ideoloji “akademisyeni”nin “Belge yok”, “Palavra” demeye getirdiği, “Soykırım gibi ağır bir suçun üzerinde temellenen yapının tarihi”[5] başka türlü savunulabilir mi?

Yüzlerce kez tanık (ve taraf!) olduğumuz hâliyle, “Elbette Hayır”!

“Nasıl” mı?

Gayet “basit”: Hiçbir biçimde inkârı mümkün olmayan gerçek şudur: 1915 yılından önce coğrafyamızda her beş kişiden biri Ermeni iken, bugün bu sayı bin kişiden biri bile denemeyecek kadar azalmıştır!

“Neden” ve “Niçin” mi? Bunun yanıtı, elbette tarihtedir…

 

BİRAZ TARİH

 

“Tarih yalan söylemez, tarihçiler yalan söyler”ken; Türkiye’de egemen sınıfın resmi tarihi, onun kendi egemenliğini sürdürmesinin temel bir vasıtası, aracıdır.

Egemenler resmi tarihin belli başlı unsurları olan Ermeni-Rum-Kürt düşmanlığı yanında; komünist düşmanlığı vasıtasıyla daima hedef şaşırtarak işçileri ve diğer emekçi halk kitlelerini birbirine karşı kışkırtmış ve aralarında güvensizlik tohumları ekerek; iktidarını pekiştire gelmişlerdir.

Bu bağlamda tarih, “tarihçiler”e, resmi ideoloji “akademisyenleri”ne bırakılmayacak kadar ciddi politik bir meseledir.

Yine “Nasıl” mı?

“Yalan olduğu kuşkuya yer bırakmayacak” notunu düştüğü Ermeni Soykırımı hakkında Emekli Büyükelçi, Avrasya İncelemeleri Merkezi (AVİM) Başkanı Alev Kılıç’ın aktardığı üzere:

“Bu tarihi acıları Anadolu halkı olarak, Türk ve Ermeni birlikte yaşamıştır. Yerleşmiş bir tanım ile bu ‘mukatele’ karşılıklı yaralar açmıştır. Savaşın mağlubu olan Ermeni nesil, ‘kendim ettim-kendim buldum’ bilinci içinde, acılarını içine atmasını bilmiş, bunları anılarına dökmüş ve hikâyeleştirmiş ancak yeniden intikamcılık veya siyasi hesaplaşma içine girmemiştir. İkinci, üçüncü ve sonraki nesillerde ise farklı bir yaklaşım ortaya çıkmış, 1960’lı yıllardan itibaren yeniden bir siyasi hesaplaşmanın tohumları atılmaya başlanmıştır. Soykırım iddiası tarihi veya hukuki temeli bulunmayan, bütünüyle siyasi bir iddia, Türkiye ile yeniden hesaplaşma girişimi olarak ortaya çıkmış, bir anlamda Türkiye’ye dostunu ve düşmanını ayırt edebilme vesilesi yaratmıştır.”[6]

Dikkat: “Savaşın mağlubu olan Ermenilerin ‘kendim ettim-kendim buldum’cu mukatele yarası”ndan, “Ermeni propaganda söylemi”nden, “beyin yıkama süreci”nden, “siyasi hesaplaşma”sından söz edilip; tarihi gerçekler tanınmaz hâle sokuluveriyor! Kırımdan geçmiş Ermenilerin suskunluğu bir çeşit “suçluluk duygusu”, anne-babalarının, dedelerinin acılarını gündeme getiren ikinci-üçüncü kuşak ise “beyni yıkanmış” olarak tanımlanıp, soykırımı gerçekleştirenler “aklanıyor”!

Öncelikte Ermenilerin coğrafyamızın otokton ve kadim halkı olduğunun altını çizerek hatırlatalım: Ermeni halkının dört bin yıldan daha eskiye ulaşan tarihi içinde ulus bilincinin en yüksek seviyeye ulaşması XIX. yüzyılda gerçekleşti.

Milattan önce Karadeniz, Akdeniz ve Hazar Denizi arasında uzanan bir krallık oluşturduğu Dikran II dönemi, Ermeni milliyetçiliği için içi boş bir Turan ülküsüne benzetilebilir. M.S. 301 yılında Kral Dırtad’ın Hıristiyanlığı benimsemesi ile Ermenilerin tarihteki ilk Hıristiyan devlet olduğu da tartışmalı bir konu. Kralın Hıristiyan olması ile halkın da bir günden öbürüne dinini değiştirdiği savı temelsiz bir iddia. Tersine, toplumun birkaç yüzyıl boyunca pagan inancını koruyabilmek için ciddi direnç gösterdiği, Hıristiyan inancının kanlı baskılarla, kılıç zoruyla kabul ettirildiği Ermeni resmi tarih yazımının görmezden geldiği bir gerçekliktir.

451 yılında ise Sasani Krallığı’nın Zerdüşt inancını zorla dayatmasına karşı bir direniş olan Vartanlar Savaşı da ulusal birlik fikrinin en önemli temel taşını oluşturur.

Ancak modern anlamda ulus bilinci XIX. yüzyılda, Ermenilerin devletleri olmayan bir dönemde şekillendi. O yüzden de bu bilincin şekillenmesinde askeri güç birikimi veya devlet himayesinde gelişen bir sermaye birikimi değil, toplumun bütünüyle katıldığı aydınlanma süreci, okullaşma, devrimci ideolojiler, sanat ve edebiyatta kaydedilen sıçramalar belirleyici oldu.

1800’lü yılların ortalarına gelindiğinde, Ermenistan’da ve Ermeni nüfusun bulunduğu her yerde inanılmaz bir okullaşma yaşandı. Aynı dönemde Osmanlı İmparatorluğu’nun farklı şehirlerinde açılan misyoner okulları da bu aydınlanma seferberliğine büyük katkı sağladılar. Ancak bu önemli uyanış tarihin tuhaf bir çelişkisi olarak, gitgide dinsel bağnazlık temelinde yükselen karşıt bir milliyetçiliğin kucağında gerçekleşiyordu.

Nitekim bu karşı milliyetçilik akımı varlığını Türk-İslâm ittihadı ile, diğer bir deyişle yayılmacı Turan ülküsü ile şekillendirdiği için, 100 yıllık bir zaman diliminde hem Ermeniler hem de onlarla birlikte benzer bir aydınlanma süreci yaşayan halklar imha edildiler.[7]

Tarihsel süreci hatırlayın: Kıyıma uğramak Osmanlı döneminde, Müslüman olmayanlar tarafından bir çeşit kader olarak algılanırdı. Bir çeşit fırtına, bir çeşit deprem gibi… Tıpkı Yahudilerin pogromu bir çeşit kader olarak kabul etmeleri gibi… Giden gider, arkasından sağ kalanlar yaralarını sarar, yaşam şu ya da bu şekilde görece normalleşirdi.

Direnmek, daha fazla kıyıma uğramaya neden olur diye düşünülürdü. Her şeye karşın biat, onursuzca da olsa hayatta kalmanın tek yolu olarak düşünülürdü. Yahudi halkı bu nedenle sessizce boyun eğerek toplama kamplarına yürüdü. Tehcire çıkarılan Ermeniler de… Hatta, birçok Ermeni devrimci köylere gelip yaklaşan felaketten ve direnişten söz ettiklerinde, “Siz bizi kestireceksiniz” denilip tepki görmüşlerdi.[8]

Dar-ül İslâm barış içinde yaşamayı simgelerdi, her ne kadar ikici sınıf statüyü kabul etmek, yüksek vergiyi ödemek anlamına gelse de. Dar-ül İslâm’ın koşulu, koşulsuz biatti. Biatin bittiği noktada, artık Dar-ül Harb dönemi başlardı. Cihat yani Kutsal Savaş. Bütün güvencelerin, hoşgörü ve hakkın ortadan kalktığı durum. Arkasından yeniden biat edildiğinde, yeniden Dar ül İslâm’a, yani barış evine geçilirdi.

1839 yılında Tanzimat ilan edilip, tellallar “Artık gavura gavur denmeyecek” diye bağırarak dolanmaya başladıklarında, bunu ciddiye alan gayrimüslimler, fiili olarak yürürlükte olan şeriatın acımasız kıyımları ile yüz yüze kalacaklardı. 1914 Kasım’ında, I. Dünya Savaşı’nın bir parçası olarak Cihat ilan edildiğinde, kıyımın jenoside, tam temizliğe” dönüştüğü moment yaşanıyordu. Cihatın her şeye karşın bittiği bir nokta vardı. Jenosidin ise yok…[9]

O hâlde tarih olmuş bitmiş bir olgu olarak düşünülmemeli ve geçmişle gelecek arasında olan ilişki yukarıdan, devletler düzeyinde okunmamalıyken; “geçmiş”, geçmemiştir. Tam da bunun için akademik bir disiplin olarak tarih, genel kabulü ile insanlığın “geçmiş”ini irdeler.

Ne var ki bu genel kabulün önemli başvuru kaynağı büyük çoğunlukla muktedirlerin, egemenlerin siparişle yazdırdığı mersiyelerden oluşmaktadır. Bunlara vakanüvislerin, seyyahların kayda geçirdiği bilgileri de ekleyerek oluşturulan bilgi havuzunda insanlığın tarihini tanımlamak kolay olmuyor.

Tarih biliminin gelişiminde insanların düşünce yapılarındaki değişim belirleyici olmuştur. Günümüzde, arşiv kayıtlarındaki resmi mühürlü belgelerden başka kuş tanımayan tutucu anlayış lime lime dağılıyor. Hrant Dink’in katıldığı bir TV programında, adının önünde akademik sıfatlar olan bir tarihçinin durup durup “Hani bunun belgesi” diye sorgulamasına cevaben Dink, “Her Ermeni ailesi bir belgedir,” demişti.

Bütün bir halkın iliklerine kadar işlemiş tarihsel yaşanmışlığı belge noksanlığına dayanarak inkâr etmeye yeltenenlere verilebilecek en anlamlı yanıttı bu.

Günümüz tarihçiliği artık kralların, imparatorların savaş hikâyelerini konu aldığı zaman, sıradan bir neferin, orduda patates ayıklayan bir aşçı yamağının evine yazdığı mektubu çok daha değerli bir belge olarak değerlendiriyor. Bir anlamda madunların tarihi, yaldızlı ciltlere konu edinen anlatıların üzerinde bir değer, bir anlam ifade ediyor…

Bu yeni tarih anlayışında öne çıkan kavramlardan biri de ‘mikro tarih’ sözcüğü ile tanımlanıyor. Çok geniş coğrafi alanlarda yaşanan egemenlik mücadelesini toptancı bir anlatıyla ve bolca hamaset sosuyla tatlandıran anlayışın alternatifi tek bir kentin, kasabanın, hatta köyün yaşadıklarının incelenmesi oluşturuyor. Meseleleri bu ölçekte değerlendirmek çok daha somut ve insan odaklı bir tarih öğrenimine yol açıyor zira.[10]

Bunlar, göz önünde bulundurulduğunda “soykırım” meselesinde genelkurmay, padişah ya da bakanlık mührüyle “soykırım yapılsın” emrini tek geçerli “belge” kabul eden “tarihçi”lerin “tarih”i, bir resmi propaganda aracından öte bir anlam ifade etmektedir.

O hâlde not edilsin: “Ermeni Soykırımı, geçmiş veya bugün için değil, en çok gelecek için önemlidir.”[11]

 

“MAZERET”SİZ SOYKIRIM GERÇEĞİ

 

Bir insan topluluğunu ulusal, dinsel vb. nedenlerle yok etmeye denk düşen soykırım, “sistematik, örgütlü ve belli bir ırkçı felsefeye dayandırılan topyekûn yok etme faaliyeti”dir...

Ve 1915’de soykırıma maruz kalan Ermeniler için “dönüşü olmayan bir yersiz yurtsuzluk hikâyesi”dir.[12]

Ermeniler için bu öyle bir hikâyedir ki, soykırım şiddeti insanın tahayyülünün çok dışındadır.

Örneğin Ermeni Soykırımı’nda ateşli silahlar tasarruf bahanesiyle kullanılmazken; soykırım şiddetine katılanlar baltasıyla, bıçağıyla, pala ve dirgeniyle iştirak eder uygulanan vahşete…

Aslında kurbanların çoğu kurşunla derhâl ölmeye çoktan razıdır ve bu yüzden soykırım şiddetinin benzersizliği kurbanları bir kurşunla bile ölmeye hasret hâle getirecek kadar vahşidir.

Silahlı milisler kurbanları seyyar linç gruplarına servis ettiğinde soykırım şiddeti artık seyyar ve her yerdeyken; soykırım şiddetinin asli hedefi din adamları, kadınlar ve çocuklardı...

Din adamları öldürüldüğünde aşağılanmadan öldürülmezdi mesela. Ya eşeğe ters bindirilir, ya sakalları yolunur ya da tırnakları çekilirdi. Kadın ve çocuklar ise mal borsalarının değişmezleriydiler!

Pogromlardan farklı olarak Ermeniler tehcirle yerleşim yerinin dışına çıkarılarak katlediliyordu. Böylelikle gömme zahmetinden kurtulmak yanına; bulaşıcı hastalıklardan da muhafaza imkânı sağlanıyordu. Ayrıca şehir dışına çıkarmak, menkul malları alıkoymanın da yoluydu.

Söz konusu kesitte mağdura ilk vurulan şiddet eylemiyle, öldürücü son şiddet eylemi arasındaki mesafe alabildiğine uzatılarak mağdur ölüme hasret çeker hâle getiriliyordu.

Biliyorum, bunlar kimine “bilimsel” gelmeyecek; ama irrasyonelleşmiş soykırım gerçeği böyleydi.

Bunlar böyleyken; Çicero’nun, “Inter arma enim silent leges” deyişi, “Savaş zamanında kanunlar (hukuk) sessiz kalır,” diyen mazeretine sarılmak, -makul olmasa da!- Prof Dr. Hakkı Keskin kıvamındaki[13] resmi söylemin ya da BBP Genel Başkanı Mustafa Destici’nin, “Ermenistan’dan kaçak olarak ülkemize gelip karnını doyuran 100 bin Ermeni var. Ben diyorum ki bunları sınır dışı edelim!”[14] ifratının “olmazsa olmazı”dır!

Elbette bunlar boşuna değildir; çünkü…

Herkesin malumu olduğu üzere despot Osmanlı İmparatorluğu bir halklar hapishanesiydi. Anadolu’nun binlerce yıllık otokton halkı Ermeniler de, İslâmi esaslara dayalı Osmanlı’da gayrimüslim tebaaya yönelik özel baskılardan nasibini alıyordu.

“Zımmî” olarak adlandırılan ve mahkemelerde Müslümanlara karşı şahitlikleri bile kabul edilmeyen Hıristiyanlar, “Örneğin, ibadetlerini Müslümanları rahatsız etmeyecek şekilde yapmak zorundaydılar… Çan çalmaları, yeni kilise yapmaları yasaktı. Kilise tamiri için ise devletten izin almak zorundaydılar. Ayrıca ata binmeleri, silah taşımaları, bir Müslüman ile karşılaştıkları zaman kaldırımda yürümeleri yasaktı. Elbiselerinin ve ayakkabılarının rengi, kumaşlarının kalitesi değişik olmak zorundaydı…

XVI. yüzyılda bir fermanla, yakalı kaftan, kıymetli kumaştan özellikle ipekli elbise, ince tülbent, kürk ve sarık taşımaları yasaklanmıştı. Ayrıca… hangi renk elbise giyecekleri de bildiriliyordu. Örneğin, Ermenilerin şapka ve ayakkabıları kırmızı, Rumların siyah, Yahudilerin mavi idi. Evlerini de değişik renge boyamak zorundaydılar. Hamamlarda takunya giymeleri yasaktı, peştamallarına çıngırak takmaları gerekiyordu…

Müslümanların evlerinden daha yüksek ev yapmaları yasaktı… Evlerin, Müslüman mahallelere bakan taraflarına pencere yapmaları da yasaktı… Tüm bu yasaklara uymayanlar para ve hapis cezasına, hatta sert bir padişaha denk gelirlerse ölüm cezasına dahi çarptırılırlardı.”[15] (İşte “engin Osmanlı hoşgörü”sü…)

Osmanlı İmparatorluğu’nun bilhassa XVIII. ve XIX. yüzyıllarda yaşadığı büyük toprak kayıpları, Avrupa’dan yana esen milliyetçilik rüzgârlarının etkisiyle Balkanlarda oluşan devletlerin teker teker imparatorluktan kopmaları, “hâkim millet” konumunda olan Sünnî/ Müslümanların derin bir travma içine girmesine neden olmuştu. Osmanlı’nın doğu vilayetlerinde reformlar yapılmasını öngören 1878 Berlin Konferansı’yla birlikte yeni toprak kayıplarından korkan Sultan Abdülhamit, uygulamaya koyduğu “ümmete dönüş” politikasıyla birlikte Hıristiyan halklar üzerinde terör estirmeye başladı. 1894-1896 yılları arasında Van, Erzurum, Sason gibi Ermenilerin yoğun olarak yaşadığı vilayetlerde pogromlar yapıldı, yüz binin üzerinde Ermeni katledildi. 1909 Adana pogromunda Ermeni kanı sel gibi aktı.

Bu esnada Abdülhamit’e karşı Türk milliyetçiliği temelinde mücadele eden İttihat ve Terakki Cemiyeti (İTC) eşitlik, özgürlük ve kardeşlik vaatleriyle başta Ermeni ve Rumlar olmak üzere, çeşitli Hıristiyan halkların desteğini alarak iktidara geldi. Ancak vaatlerinin ne kadar boş olduğu kısa sürede ortaya çıktı. Zaten uygulamaya koyduğu ulus-devlet projesi çerçevesinde Anadolu’yu Türkleştirme faaliyetlerine Balkan savaşlarından sonra daha da hız verdi. Bu proje, Anadolu’nun kadim Hıristiyan halkları için felaket anlamına geliyordu.

1915 yılının 24 Nisan günü İstanbul’da Ermeni toplumunun ileri gelenleri teker teker tutuklanmaya başlandı. Aralarında milletvekillerinin, avukatların, doktorların da bulunduğu bu yaklaşık 700 Ermeni aydını Ankara’ya gönderilmek üzere yola çıkartıldı, ancak kendilerinden bir daha haber alınamadı. 27 Mayıs tarihinde ise tehcir kararı resmen uygulanmaya koyuldu. Bu karara göre, Ermenilerin nüfusu, yaşadıkları yerlerde yüzde 5 oranından fazla olmayacaktı.

Doğu vilayetlerindeki yüzbinlerce Ermeni’nin tehcir ve imhası ise Mayıs ayında başlar ve esas olarak Ağustos ayına kadar sürer. Kimi yerlerde sürgünden iki saat, kimi yerlerde 15 gün önceden haber verilmiş, ama genel olarak bu tarih beklenmeden sürgün başlatılmış, insanların hazırlık yapmasına fırsat verilmemeye çalışılmıştır. Kimi yerlerde insanların yanına eşya almalarına kısmen izin verilmiş, kimi yerlerde verilmemiştir. Bir emirle Müslümanlara da gözdağı verilerek, tek bir Ermeni’yi dahi korumaya kalkışacak olanın kendi evi önünde asılacağı ve evinin yakılacağı ilân edilmiştir. Yollarda sorumlu oldukları gruplara sınırlı da olsa yiyecek verenler olduğu gibi tamamen ölüme terk edenler de olmuştur. Bazı bölgelerde Ermeniler din değiştirmeye zorlanmış, Müslümanlığı kabul edenler sürgüne yollanmamıştır. Ancak daha sonra bunu katliamdan kurtuluş olarak gören Ermeni sayısının artmaya başlaması üzerine bu politikadan vazgeçilmiştir. Yine de katliamdan sağ kurtulup Suriye veya Lübnan’a varmayı başaranlar da tekrar Müslümanlığa zorlanmıştır.

Genellikle sürgün başlamadan önce bölge halkı erkek nüfustan arındırılmış, bunun yapılmadığı yerlerde ise tehcirin hemen başında veya yolda ilk iş olarak erkekler, kadın ve çocuklardan ayrılmış, ya kurşuna dizilmiş ya da değişik biçimlerde imha edilmişlerdir. Katliamlar esas olarak Teşkilât-ı Mahsusa ve jandarma birlikleri tarafından yapılmıştır. Müslüman halkın tutumu ise değişiklik göstermektedir. Kimi yerlerde Ermeniler korunmuş ve saklanmış, kimi yerlerde ise daha yola çıkmaları bile beklenmeden evleri yağmalanmış, konvoylara saldırılmış, katliamlar yapılmıştır. Yine de halkın Ermenileri koruma ve kurtarma girişimlerinin oldukça yaygın olduğuna dair birçok tanıklık ve rapor bulunmaktadır. Özellikle Dersim ve Mardin bölgelerinde 20-30 bin dolayında Ermeni’nin Kürtler tarafından kurtarıldığı tahmin edilmektedir. Ancak sivil halk içinde konvoylara saldırılara katılanlar da az değildir. Bu saldırılar ve öldürmeler sadece yağma amaçlı olmamış, genç kızlar ve kadınlar seçilerek kaçırılmış ya da jandarmadan satın alınmışlardır. Bazı yerlerde göçe çıkartılanların elleri de bağlanmıştır. Karadeniz bölgesinde ise Ermeniler kayıklara bindirilerek denize dökülmüştür.

Görgü tanıkları sürgün yolu boyunca belli imha yerleri olduğunu, ama buralara götürülürken bile, her yerleşim yeri civarında, konvoyların saldırıya, yağmaya uğradığını, konvoyun ilerlemesini engelleyecek kadar bitkin ve hasta olanların öldürüldüğünü anlatmaktadırlar.

Doğu vilayetlerinde Mayıs-Temmuz arasında tamamlanan tehcir eylemini, Batı Anadolu’dan ve Trakya’dan sürülenler izledi. Sürgünlerin ilk hedefi Halep idi. Buraya sağ ulaşanlar toplama kamplarına konuyorlardı. Bir ölüm kampı olan bu kamplardan sağ çıkmak mucizeydi. Sağlık, barınak, yiyecek konusunda hiçbir yardım yapılmıyor, hatta yabancı konsoloslukların yardım girişimleri de engelleniyordu. Buralarda insanların ölüme terk edildikleri, bazılarının, ölenlerin cesetlerini yiyerek yaşamaya çalıştıkları biliniyor. Buradan çıkanlar ise Suriye’nin güneyine ve Arabistan çöllerine ölmeye gönderiliyorlardı.

Diğer taraftan boşalan Ermeni köylerine göçmenler yerleştiriliyordu. Bu nokta önemlidir, çünkü “tehcir” edilenlerin bir daha asla geri dönmeyeceklerinin bilindiğini gösterir. Tüm tehcir eylemi boyunca ne kadar insanın öldürüldüğü kesin olarak bilinmemektedir. Ancak bu sayının 800 binden az olmadığı anlaşılıyor.

Osmanlı yöneticileri ne yaptıklarının bilincindeydiler ve bunu itiraf edenler de olmuştur. Sadece tartışma konusu rakamlara bakmak bile ortada ne büyük bir katliamın olduğunu açıkça göstermektedir. Her ne kadar bugünkü resmi ideoloji savunucuları ölen Ermeni sayısını genelde 300 bin olarak veriyorlarsa da, daha erken döneme ait çeşitli Türk kaynaklarda bile bu sayının 800 bin olduğu belirtilmektedir. Bu rakamı başka birçokları gibi Mustafa Kemal bile telaffuz etmiştir. Yine Türk kaynaklarına göre o zamanki Osmanlı Ermeni nüfusunun 1.3 milyon olarak verildiğini hatırladığımızda, şimdiki inkârcıların bile bir halkın yüzde 25’inin “tehcir” yoluyla ortadan kaldırılmış olduğunu kabul ettikleri, yine Türk kaynaklara göre verilen 800 bin sayısını esas aldığımızda ise bir halkın yüzde 60’ından fazlasının ortadan kaldırılmış olduğu görülmektedir. Ermeni kaynaklarına göre ise Ermeni nüfusu 2.1 milyon, katledilenlerin sayısı ise 1.3-1.5 milyondur. Buradan da yüzde 60-70 gibi bir oran çıkmaktadır ki, bu, Ermeni halkının bütün hukuki tartışmaları anlamsız kılacak ölçüde vahşi bir kıyıma uğratıldığını göstermektedir.

Gerçekten de hızla yola çıkartılan Ermeni kafilelerinin büyük çoğunluğu, gönderildikleri Suriye’nin Der Zor çölüne asla ulaşamadılar. Yerleşim yerlerinden bir miktar uzaklaştıkları andan itibaren, kendilerini korumakla görevli olan Teşkilât-ı Mahsusa katilleri, askerler ve yerel çeteler tarafından kitleler hâlinde öldürülmeye başlandılar. Erkekler ve çocuklar hemen öldürüldü, kadınlar ve kızlar kaçırılarak zorla Müslümanlaştırıldı, büyük kısmı köleleştirildi.

Kafilelerin bir kısmı perişan bir hâlde Der Zor’a ulaşabildi, ancak olağan şartlar altında bile insan yaşaması kolay olmayan bu çöl, binlerce insanın mezarı oldu. 1916 yılının sonuna gelindiğinde Anadolu’nun kadim halklarından olan Ermenileri neredeyse tümüyle ortadan kalkmış, koca şehirler, kasabalar ve köyler boşalmış, Anadolu’nun geniş kesimleri viraneye dönmüştü.

Osmanlı İmparatorluğu’nun Birinci Dünya Savaşı’ndan mağlup çıkmasıyla birlikte Ermeni olaylarını araştırması için İngiliz kuvvetleri tarafından kurulan mahkeme, katliamdan suçlu bulduğu bir kısım yöneticileri idama mahkûm etti, bir kısmını da Malta’ya sürgüne gönderdi.

Ancak savaştan sonra üst düzey yöneticilerinin yurt dışına kaçmasıyla dağılma sürecine giren İttihat ve Terakki kadroları Anadolu’da Mustafa Kemal etrafında toplanarak, ulus-devlet projesine kaldıkları yerden devam ettiler. Mustafa Kemal ilk iş olarak Ermeni soykırımını araştırmakla görevlendirilen özel yetkili mahkemelerin görevine son verdi, sonra da katliam suçlamasıyla yargılanan ne kadar kişi varsa hepsini beraat ettirdi. İdam edilen Urfa Mutasarrıfı Nusret Bey ve Boğazlayan Kaymakamı Kemal Bey “Milli Şehit” ilân edildiler. Sonraki yıllarda Bakanlar Kurulu kararı ile Kemal ve Nusret Beylerin ailelerine Ermenilerden kalan gayrimenkullerden bir kısmı verildi ve maaş bağlandı.

Ermenilerin geride bıraktığı malları kaydetmekle görevli “Emval-i Metruke”, yani “Terk Edilen Mallar” İdaresi’nin kayıtları hiçbir zaman açıklanmadı. Bu kayıtlar açıklanmış olsaydı, tehcir edilen Ermenilerin sayısı ve geride bıraktıkları servetin büyüklüğü daha belirgin bir şekilde ortaya çıkacaktı. Ancak bugüne kadar Emval-i Metruke İdaresi’nin yaklaşık 66 adet olması gereken defterinden bir teki bile ortaya çıkmış değil. Bu defterlerin akıbeti de bilinmiyor; belki imha edildiler, belki de devletin kozmik odalarının en diplerinde bir yerde duruyorlar.

Hâl böyle olunca, yani Ermenilerden gasp edilen gayrimenkuller Emval-i Metruke İdaresi tarafından önce hazineye, oradan da cumhuriyetin “mutat zevatına” aktarılınca, Ermeni meselesi hakkında kimse ağzını açmaz oldu. İnsanların ölülerinin ardından gözyaşı dökmesi bile yasaklandı.

Tam da bu tabloda “Ermeniler ihanet ettiler, bizi arkadan bıçakladılar” iddiasını yanıtlamadan önce bir noktaya dikkat çekmekte yarar var: Bu söylem dolaylı bir itiraftır! Çünkü bu, “Evet Ermeni kıyımı oldu, ama onlar da hak etmişlerdi!” anlamına gelmektedir.

Söz konusu iddiayı savunanlar yüzlerce yıllık esaret zincirini taşımış olan Ermeni halkının ulusal-demokratik taleplerini “ihanet” olarak görmektedirler. Ermeniler “ihanet” etmediler, ama “ihanet” etselerdi de bu onlar aleyhine bir sav olamazdı, çünkü esaret altındaki her halk gibi Ermeni halkının da kendi özgürlük ve bağımsızlığı için mücadele etme hakkı vardır. Gerçekte ihanet edenler başta İTC yönetimi olmak üzere, reform beklentilerini karşılamayarak Ermeni halkını oyalayıp aldatan Osmanlı egemen sınıfı olmuştur. Ermeniler Abdülhamit döneminde maruz kaldıkları onca katliama rağmen imparatorluktan ayrılma eğilimine girmemiş, beklentilerinin yerine getirileceği umuduyla 1908 devrimi içinde şevkle yer alarak İTC ile çalışmış, ona aktif destek vermişlerdir.

Ayrıca bir diğer önemli nokta da bu sözde arkadan bıçaklanan “biz”in kim olduğudur. Bu söylem işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin değil ancak kendini Osmanlı egemen sınıfıyla özdeşleştirenlerin söylemi olabilir. Zira egemenler tarafından kışkırtılıp hedef saptırılmadıkça emekçi halk kitlelerinin genel olarak birbiriyle alıp veremediği yoktur. Tüm dünya işçi sınıfı ve emekçi kitleleri için tek bir “biz” vardır, o da sınıf kardeşliğini ifade eden “biz”dir. Oysa egemenler halkı kendi çıkarları doğrultusunda seferber edebilmek için sanki sömüren/ ezen sınıfla, sömürülen/ezilen sınıf arasında ortak çıkarlar varmış gibi sınıflar arası bir “biz” söylemini kullanırlar. Yoktur böyle bir “biz”.

Meselenin bugün geldiği noktayı anlayabilmek için 1915-1917 yılları arasında yaşanan büyük felâketin sonrasına da bakmak gerekiyor. Bu yıllar arasında Ermeni halkının Anadolu’da yaşayan yaklaşık 1.5 milyonluk nüfusunun üçte ikisi kırılmıştır. Ermeniler kelimenin tam anlamıyla Anadolu’dan kazınmışlardır.

 

TAVIR ALMANIN ÖNEMİ

 

“İyi de bu konuda tavır almak neden çok önemli mi”?

Yine gayet basit: Batman’ın Kozluk ilçesinde askerliğini yaptığı sırada er Kıvanç Ağaoğlu’nun 24 Nisan’da açtığı ateşle Sevag Balıkçı’nın katledilmesi mesela…

Duruşması hâlâ süren davada, Sevag Balıkçı’nın babası Garabed Balıkçı, süreçle ilgili endişelerini ve kafasındaki soru işaretlerini şöyle dile getiriyor: “Adaletin olmaması bizi tedirgin ediyor. Örneğin bazı askerlerin verdikleri ilk ifadeler kabul edilmedi… Davanın bu kadar uzamasının ardından işin içinde bir bit yeniği görmeye başlıyorum. Burada sanki bir tiyatro sahnesinin içinde, ikinci bölüme çıkmış gibiyiz. Davanın sonunda olumlu bir karar çıkmasını bekliyoruz fakat pek çıkacağa benzemiyor… Artık Ermeni çocuklar askere gitmekten korkuyor. Hele bir de 24 Nisan’a rastlarsa, daha da korkuyor. Neden 25, 22 veya 28 Nisan değil de 24 Nisan’da vurdular Sevag’ı? Bu kadar mı tesadüftü? De ki o tarih tesadüf, e şahitler ortada...”

Anne Ani Balıkçı, Sevag’ın ölümünden sonra kendi geçmişini araştırmaya koyulmuş. O araştırma da, hayatını karartan 24 Nisan tarihine gelip dayanıyor: “Soyumu araştırmaya başlayınca bir kılıç artığı olduğumu öğrendim. Daha önce bunu bilmiyordum. Dedemin hayatı bir facia, yayamın hayatı başka bir facia. Anne tarafım Ankaralı, onların hikâyesi daha da facia. Beni bunlara siz yönlendirdiniz. 55 yaşımda soyumu araştırmaya başladım Sevag’la.”[16]

Sevag’ın katli hâlâ süren soykırıma (Hrant ardından) yeni bir artıdır. Veya “1.500.001’inci Ahbarik Hrant”a bir artının (+) yani Sevag’ın da eklenmesidir.

Durdurulması yani “Hayır” denmesi gereken budur.

Kimileri zannediyorlar ki, tarihte yaşananlar (olaylar), orada kaldı; her şey unutuldu; çöpe atıldı. Yok böyle bir şey… Tarih(imiz)e, “Ermeni Soykırımı yapılmıştır,” hûkmü düşülmüştür.

Kabullenip, -gereklerini yerine getirerek!- özür dilemekten başka bir yol yoktur.

Bilinir: “ismail’i, seferberlikte, yaşı on altı olduğu hâlde,/ tutup askere gönderdiler./ domuzuna yiğitti./ yozgat taraflarına jandarma gitti./ ve ermeniler kesilirken/ kana battı göbeğine kadar./ kaçtı, eşkıyalık etti./ seferberlik bitti,/ döndü köye,/ kemeri: küpe, bilezik ve gümüş mecidiye dolu” dizelerini kaleme alan Nâzım Hikmet Ran devamla ekler:

“mürettip refik’le sütçü yorgi’nin ortanca kızı/ çıkmışlar akşam piyasasına,/ parmakları birbirine dolanmış./ bakkal karabet’in ışıkları yanmış./ affetmedi bu ermeni vatandaş/ kürt dağlarında babasının kesilmesini./ fakat seviyor seni,/ çünkü sen de affetmedin/ bu karayı sürenleri türk halkının alnına.”

 

“İYİ DE BELGE, KANIT” MI?

 

Tekraren yineleyelim: “Her Ermeni ailesi bir belgedir”!

1915’den 100 yıl sonra 55 yaşındaki Gayane Gevorgyan’ın, atalarının yaşadığı topraklara geri dönüp,[17] “Dedelerimizin göçe zorlandığı tarihler ve Türkiye hakkında bize çok korkunç şeyler anlatılıyordu,”[18] demesi size ne anlatır?

Veya Nezahat-Kazım Gündoğan’ın, ‘Vank’ın Çocukları’ belgeselleri ile Dersim’in kayıp Ermeni kızları gerçeğini gözler önüne sererken; Aslıhan Kiremitçiyan’ın gerçek kimliğini, kızına ilk kez 2010 sonrasında söylüyor: “Babasının adı Agop’muş annesinin adı Havas’mış. Annesi Ermeni’ymiş”…[19] Onların yerinde olmak ister miydiniz?

Bu kadar değil!

“İstanbul’daki Ermeni cemaatinin önde gelenlerinin Çankırı ve Ayaş’a doğru yola çıkarıldığı 24 Nisan günü, Dahiliye Nazırı (İçişleri Bakanı) Talat Paşa, Cemal Paşa’ya bir yazı göndererek, Zeytunluların Konya’ya sevklerinin güvenlik gerekçeleri nedeniyle artık mümkün olmayacağını, belirtmiş, yeni kafilelerin Urfa ve Halep’e yönlendirilmesini istemişti. Çünkü İttihatçıların imparatorluğunun tüm Ermeni tebası için başka planları vardı.”[20]

Sonrasında… Yozgatlı soykırım tanığı Vernioka Berberyan (Doğum 1907) yaşadıklarını şöyle anlatıyor: “Akşama doğru bütün erkekleri Osmanlı ordusuna göndermek üzere toplamışlar; fakat orada Ermenileri diğerlerinden ayırmışlar… Ertesi gün (Değirmenci Artin Ağa) değirmenin yanında bir sürü insan kafası, ayak ve eller görmüş.”

Ayrıca Palulu soykırım tanığı Hazakhan Torosyan (Doğum 1902) aramaların nasıl yapıldığını şöyle anlatıyordu. “Şehirde aramalar başladı; sözde silah arıyorlardı; para bulduklarında kendilerinin oluyordu, soğan ayıklamak için kullanılan bıçağı bile topladılar. Silahlarını teslim etmeyenlerin tırnaklarını çekiyorlardı; dövüyor ya da silah satın almak için para istiyorlardı.”

Katliamın tanığı Van Narek Köyü’nden Simbat Davti Davityan’ın (Doğum 1905) anlattıkları tam bir vahşettir. “Köylere girdiler. Bizimkiler dağa çıktılar. Kadınlar ve biz çocuklar köyde kaldık. Onlar kilisenin kapısını kırarak içeri girdiler. Süt emen erkek çocukları dahi kesme emri vardı. 25 erkek çocuk öldürdüler. Kızları toplayıp götürdüler. Anneler çığlık atmaya başladı. Avlunun kapısı açık kalmıştı. Yaklaşık 20-30 erkek gördük; ayağı kesikler içinde olan dayım da onların arasındaydı. Onların hepsini manastırın ahırına doldurup üzerlerine gaz dökerek diri diri yaktılar.”

“Rus istihbaratı, 15 Mart ve 3 Nisan 1915 tarihli Türkiye raporlarında, bütün ülkede Ermenilere yönelik tutuklamalar yapıldığını, Erzurum, Dörtyol, Zeytun ve çevre bölgelerde sistematik katliamlar gerçekleştirildiğini, Van, Bitlis ve Muş’ta kanlı çarpışmaların cereyan ettiğini, Eğin’de (Kemaliye) ve bütün Ermenistan’da şiddet ve yağmalama olaylarıyla cinayetler olduğunu, iktisadi çöküntü yaşandığını ve genel bir kıyım gerçekleştirildiğini belirtmiştir.”[21]

Nihayet 1916 Şubat’ında Çankırı-Kayseri hattında yaklaşık 40 bin Ermeni’nin katledilmesinde rol oynamış Şükrü yüzbaşı nasıl düşündüklerini şöyle itiraf etmişti; “Zira, Ermenileri padişahın yaptığı gibi katlemek isteseydik biz de çok kayıp verirdik… Ermeniler kolay teslim olmazdı. Sokaklara ve taş evlerine barikatlar kurup silahlarıyla direnirlerdi. Mesela Şebinkârahisar ve Urfalı Ermeniler aylarca devleti uğraştırdı.”[22]

Tam da bu noktada Dêrik Ermenileri’ne ilişkin şu satırları anımsamak önemlidir: “Birçok kişi ‘Cennet’i onlar sayesinde garantilemişti. Kızlarını zorla alıp Müslümanlaştırma gururunu sadece biz taşıyorduk, onlar asla ne bir Müslüman kızı sevebilir ne evlenebilirlerdi…

Ermeni çocukları gelince etraflarını sarar ve zorla ‘Kelime-i şahadet’ getirmesini söylerdik, getirmeselerdi onları döverdik, yok getirselerdi bırakırdık ama kelime-i şahadeti getirenlerde menzilimizin dışına çıktığı vakit kaçarak tekrar bize döner ‘Em Filleh in, Em Filleh in/ Biz Ermeniyiz-Biz Ermeniyiz’ diyerek giderlerdi. Ölülerine hiç rahmet getirmezdik çünkü Allahın rahmeti sırf bize aitmiş gibi onlara bir parça rahmet vermezdik. Bize böyle belletmişlerdi.”[23]

Sanki milattan öncesinden bahsediliyor! Hâlâ kanıt falan yok deniyor!

Hadi “soykırım” olup olmadığı “tartışılsa” da; yaşananı inkâr etmek mümkün mü?

“Ermeniler bizi arkamızdan vurdu” demek yapılanları haklı göstermez!

“Sadece belirli bölgedeki Ermenilere tehcir uygulandı” mazeretinin yalan olduğunu herkesin malumu!

“Tehcirde Ermenilerin ihtiyacı karşılandı” mı? Hadi diyelim karşılandı (ki alâkâsı yok!); bu durum da bir şeyi değiştirmez!

Ermenileri sürgün ettin mi? Ettin!

Sürgün bir vahşete dönüştü mü? Evet!

O zaman?

Bu konuda, “Ermenilere her gün bir ekmek verildi” demek mi? Ne kadar da “büyük bir şey” bu!

Düşünebiliyor musunuz “Hak etmeseler de biz onlara her gün bir ekmek verdik” diyen bir zihniyettir soru(n) olan!

Bir de toplamda katledilen sayısı 1.5 milyon değilmiş; “Çok daha az”mış; tamam sizin “hatırınıza 100 bin yapalım”, anlaştık mı? Böyle olsa da bu neyi değiştir ki?

1915’te yaşananların bir özrü yoktur; olamaz da![24]

Ve bir şey daha: Amerika’daki yerli soykırımından söz edersem; çok kimse itiraz ve inkâr etmeyecektir. Yerlilerin katledildiği, sürüldüğü, vatanlarından edildikleri bir gerçektir. Tarih yerli katliamlarında kadın, çocuk, yaşlıların acıklı öyküleri ile bezelidir. Bu arada Amerikalılardan da mesela Cheyenne’lerin tecavüz uğrayan kadınların; kafa derisi Apaçilerler tarafından yüzülen erkeklerin hikâyelerini okumak, bunları duymak da mümkün iken; bu hâl bize “Eee yerliler de hak etmiş soykırımı” dedirtebilir mi?

 

HÂLÂ BELGE, KANIT MI?

 

Hâlâ “Belge, kanıt mı” diyorsunuz?

O hâlde, çevrenize bakın, sizin yaşadığınız kentte de benim, “Komşularım(ız)a, Kiropiler’e (Kiryopiler’e) Çorum’da ne oldu?”[25] sorumu telaffuz ettirecek bir gerçek karşınızdadır.

Çorum Ermeniler’inden Kiropiler benim komşularımdandı…

Yaşlıların “Gökgözlüler” diye bahsettiği Ermeni ailelerinden Kiropiler de, tehcirden önce büyük çoğunluğuyla ikamet ettiği -şimdi ki- Çöplü ve Çepni Mahalleleri yerindeki Puşiyan Mahallesi’nin önde gelen ailelerindendiler (Ki Puşiyan Mahallesi’nin bir kütüphanesinin de olduğundan bahsedilir.)

Tehcir sonrasında, himaye edilerek eşraf tarafından varlıklarına el konan Kiropiler, bir zamanlar Çorum’un en zengin ailelerinden biriydi. Kiropi ailesinin 3 bin dönüm kadar arazisi varmış ve bu arazide besledikleri çok sayıdaki sığırdan süt, yoğurt ve peynir üretir ve çevre illere satarlarmış.

Hayırseverliğiyle de ün salan aile eskiden sokaklarda “idare” denilen gaz yağı lambalarından eksilen gaz yağlarını gönüllü olarak tamamlarmış. Bu ailenin Çorum’un ilk apartmanını yaptırdığı da söylenir ve bu apartmanın 4 ya da 5 katlı olduğu rivayet edilir.

Günümüzde var olmayan bu apartman Çorum’un Çepni Mahallesi’nde Dr. Pertev Bey Sokağı üzerinde bulunuyordu. Dr. Pertev Bey Sokağı ile, Sandıkçılar Sokak’ın kesiştiği güney yönünde bulunan ve hâlâ ayakta olan 1830’larda yapılmış Ermeni kilisesinin de aynı aile tarafından yapıldığı rivayet edilmektedir. Kilisenin kapısında da Arapça harflerle “Allah” yazmaktadır. Bu yapının kilise olduğu birçok insan tarafından bilinmemektedir.[26]

Söz edilen kilisenin bulunduğu Ermeni Mahallesi, bugün İnkılâp okulunun bulunduğu sahalardı. Bu gün böyle bir mahalle kalmamıştır Yok edilmiştir (Ama Taşhan’ın bir kısmı yerli yerindedir.)

Çorum Kapalı Cezaevinin bulunduğu yer eskiden Hıristiyan mezarlığıymış. Yıkarak cezaevi yapmışlar.

Çorum merkezinde iki kilise olduğu söylenir. Birincisi, İnkılap İlkokulu yapılmış. 1980 sonrasında da yıkılarak yerine emniyet müdürlüğü inşa edildi. İkinci kilise Şehir merkezinde Saat Kulesi’nin 100-150 metre yakınında Saat Kulesine çıkan bir sokak üzerinde bulunmaktadır. Bu kilise (Aziz Surp Gevorg Kilisesi[27]) sarı kesme taştan yapılmıştır ve hâlen ayaktadır.[28]

Burada sözü Orta Doğu Teknik Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü’nden Prof. Dr. Ömer Turan’a bırakıyorum:

“Çorum şeriyye sicillerinde, 1860’lı, 1870’li ve 1880’li yıllarda çok sayıda Ermeni’nin şehirde ev, dükkân, arsa, tarla ve bağ aldıklarını görmekteyiz.[29] Çorum Ermenilerinden Vahram Dadrian, ‘To the Desert’ isimli hatıralarında, 1915 yılı itibariyle Çorum’u, Ankara vilayetine bağlı bir ticaret şehri olarak tanımlar; şehrin Ermeni cemaatinin 60-70 yıllık olduğunu, dolayısıyla 1845-1855 yıllarında Çorum’a geldiğini belirtir[30]

1874 yılında Çorum Ermenileri adına Ankara valiliğine yapılan bir başvuruda, Çorum’da 600’e yakın Ermeni’nin yaşadığı iddia edilirken, yapılan inceleme sonucunda üç mahallede 21 hanede 60 kişilik bir Ermeni nüfusun bulunduğu bildirilmiştir.[31] Ankara salnamelerinde, 1881 ve 1882 yıllarında Çorum’da 80 Ermeni görülmektedir. Yine salnamelere göre, 1893 yılında 513 olan şehrin Ermeni nüfusu, 1900’de 608’e, 1902’de ise 657’ye yükselmiştir. Dadrian 1915 yılı itibariyle şehirde 150 Ermeni aile bulunduğunu bildirmektedir.[32] Bir hane beş kişi şeklinde düşünülürse (bu döneme ilişkin nüfus hesaplamaları bu şekilde yapılır), 1915 yılı itibariyle Çorum’da 750 civarında Ermeni yaşadığı söylenebilir. Kevorkian, Ermeni Patrikhanesi kayıtlarına dayanarak, savaş öncesi Çorum Ermenilerinin sayısını 1.020 olarak vermektedir. Kemal Karpat’ın Osmanlı sayım kayıtlarına ve yıllıklarına dayanarak verdiği rakam ise 1.231’dir. Karpat ayrıca Sungurlu’da 1.863, Mecitözü’nde 318, Osmancık’ta 68 ve İskilip’te 43 Ermeni göstermektedir... Ermenilerden sonra Çorum’da ikinci büyük Müslüman olmayan topluluk Rumlardır (555).[33] …

On dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında Ermeniler Çorum’un muhtelif mahallelerine yayılmışlardır. Çorum şeriyye sicili kayıtlarında Pazar, Kubbeli, Sancaktar, Hacı Yusuf, Şeyh Eyüp, Atcı Ali Evveli, Acel-i Ula, Atcı Ali Ula, Sofular, Çakır, Umid Halife, Çakıryan, Gülabibey ve Emin Halife mahallelerinde Ermenilerin ev sahibi oldukları ve ikamet ettikleri görülmektedir.[34] Mamafih Çorum’da Ermeniler en çok Çömlekçi mahallesinde oturmaktadırlar. Burası Ermeni mahallesi olarak da anılmaktadır.[35] Başka yerlerden ve münferiden gelmiş olmaları itibariyle Çorum Ermenileri şehirde yaşamaktadırlar. Şeriyye sicillerinde demirci, kalaycı, bakırcı, terzi, attar, kazaz, kasap, marangoz, eczacı, dava vekili ve en çok da tüccar Ermenilere rastlanmıştır…[36] Vaham Dadrian’ın babası hakkında verdiği bilgiler, Çorum’un varlıklı ve nüfuzlu bir Ermeni ailesinin ekonomik ve sosyal konumunu ve ilişkilerini de ortaya koymaktadır… Çorum Ermenilerinin büyük çoğunluğu Gregoryan Ortodoks olmakla beraber içlerinde çok az sayıda Katolik ve Protestan da vardır.[37]

Vital Cuinet 1892 yılında basılan La Turquie d’Asie isimli meşhur eserinde, Çorum’da Ermenilerin bir kilisesi olduğunu kaydetmektedir.[38] İmparatorluğun başka yerlerinde olduğu gibi, Çorum’da da Ermenilerin dini hayatı, kilisenin etrafında, ruhani bir meclis tarafından yürütülmüştür. Bunun yanı sıra Ermeni cemaatin dünyevi meseleleri ile ilgilenmek üzere bir Cismani Meclis vardır…

On dokuzuncu yüzyılın sonlarında ve yirminci yüzyılın başlarında Çorum İdare Meclisi’nde bazen bir bazen iki Ermeni bulunmuştur.[39] II. Meşrutiyet döneminde Armenag Dadrian İdare Meclisi üyeliğine seçilmiştir.[40] 1900 ve 1907 yıllarına ait Ankara salnamelerinde, Çorum Belediye Meclisi’nin altı üyesinden bir tanesinin Ermeni olduğu görülmektedir.[41] Osmanlı’nın son döneminde Çorum’da Kirkor Efendi Mahkeme Azası, Sine Kerim Efendi Sandık Emini, Serkiz Efendi İdare Azası, Serope Efendi Sandık Emini, Kapril Efendi Mahkeme-i Bidayet Azası, Andreas Keşişyan Efendi Aşı Memuru olarak çalışmaktadır. Benzer şekilde Sungurlu’da İstepan Efendi Düyun-ı Umumiye Memuru, Kirkor Efendi Mahkeme Azası, Onnik Ağa İdare Azası, Kirkor Efendi Mahkeme-i Bidayet Azası, Nursez Ağa Ziraat Bankası Şube Azası, Rupen Efendi Banka Kâtibi, Karabet Ağa Belediye Azası, Avadis Efendi Belediye Azası, Viçen Efendi Düyun-ı Umumiye Kâtibi olarak çalışmışlardır.[42]

Cuinet, 1892 yılında basılan eserinde, Çorum merkezinde 30 erkek öğrencisi bulunan bir Ermeni okulundan bahseder.[43] 1902 Ankara Salnamesi de Çorum’da bir Ermeni okulu bulunduğunu kaydetmektedir. Dadrian ise 1915 yılı itibariyle Çorum’da biri kızlara diğeri erkeklere ait olmak üzere iki Ermeni okulunun bulunduğunu yazmaktadır.[44] …

Cuinet, Sungurlu’da 150 erkek öğrencili iki Rum, 100 erkek öğrencili bir Ermeni ve 50 öğrencili bir Protestan okulu bulunduğunu bildirmektedir. Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Modernleşme Sürecinde Eğitim İstatistikleri’nde, Çorum’da, 1905 yılında Protestanların erkek ve kız karışık bir okullarının bulunduğu yer almaktadır.[45] …

1915 baharında imparatorluğun her tarafında olduğu gibi Orta Anadolu’da da sıkıntılı günler yaşanmaktadır… 1915 yılında 15 yaşında bir çocuk olan Vaham Dadrian da, Birinci Dünya Savaşı’nın başlaması, seferberlik ilanı ve diğer olayların Çorum’da, en azından kendi çevrelerinde, yansımalarını ve algılanışını şu şekilde anlatır: 1915 Mayısı sonlarında yeni yaptırdıkları bağ evinde yazı geçirirlerken babası akşam her zamankinden farklı bir atla eve döner. Seferberlik ilan edildiğini ve aynı gün atının alındığını, asker kaçakları vs... sebebiyle bağda kalmalarının doğru olmayacağını, şehre dönmeleri gerektiğini söyler. Ertesi gün şehre dönerler. Şehirde hayat her zamankinden farklıdır. Davullar çalmakta, tellallar 21-45 yaş arasındaki bütün erkeklerin askere alınacaklarını duyurmaktadırlar. Daha sonra Çorum’dan asker sevkiyatı dolayısıyla Kışlada ve Ulu Cami’de yapılan toplantılara babası ile birlikte katılır.[46]

Takip eden günlerde Çorum’da Ermeni ayrılıkçı hareketi ile ilişkisi olduğundan şüphelenilen insanların tutuklanmasına başlanır. Vaham, bir Pazar günü babasının ve Parsegh Tabibian isimli bir memurun tutuklandıklarını öğrenir. Hapishaneye giderek babasını ziyaret eder. Bir komitecinin evinde yapılan aramada ele geçirilen listede babasının adı da geçtiği ve geçen yıl Avrupa’ya Bogos Nubar Paşa ile görüşmeye gittiği şüphesiyle tutuklanmıştır.[47] …

Temmuz ortalarında, Çorum Ermenileri, tehcirin sınırlarının genişletilmesi ve diğer yerlerdeki olaylarla ilgili gelen abartılı haberlerden dolayı kaygı içerisindedirler…

7 Ağustos (25 Temmuz) günü Çorum’un ileri gelen Ermenilerinin tutuklanmasına başlanır. Mutasarrıf Galip Bey kendisi ile görüşen Ermenilere Ankara’dan gelen telgrafı göstererek erkekleri tutuklamaya mecbur olduğunu ancak gücü yettiği müddetçe hiçbir Ermeni’nin acı çekmemesi için elinden geleni yapacağına bildirir. Vaham’ın babası da tutuklanmıştır. Mobilyalarını 10 liraya satarlar. Yataklarını sattıkları için o gece yerde yatarlar. Ertesi gün erkeklerin aileleri ile birlikte tehcir edileceklerini öğrenirler. Aynı gün yani 10 Ağustos (28 Temmuz) 1915 tarihinde yola çıkacaklardır. Hükümet eşyalarını satmalarına izin verir. Öğleden sonra eşyalarını almaya kapılarının önünde 600 kişi birikir. Dokuz oda dolusu eşyayı 20 liraya satarlar. Armenag Dadrian, bir Türk arkadaşından 100 lira ödünç almıştır. Kendi arabaları Samsun’da olduğu için yanlarında çalışan Türk yardımcı üç kapalı araba kiralar. Kalabalık aile beraberlerinde götürecekleri eşyaları ile birlikte arabalara yerleşirler. Kışlanın önüne vardıklarında yüzlerce arabanın beklediğini görürler. Yarım saat içerisinde hazırlıklar tamamlanır ve hareket ederler.[48] …

Bir listede Çorum’dan 1.202, Sungurlu’dan 1856, Osmancık’tan 66, İskilip’ten 43 ve Mecitözü’nden 317 Ermeni’nin, yani Osmanlı resmi kayıtlarına göre, savaş başlangıcında adı geçen yerlerde bulunan bütün Ermenilerin, sevk ve tebidlerinin kararlaştırıldığı görülmektedir.[49] Şu aşamada Çorum’dan Ermeni tehcirinin nasıl gerçekleştirildiği konusunda elimizdeki iki kaynaktan birisi Dadrian’ın, diğeri ise Merzifon’daki Amerikan misyoneri Bertha B. Mosley’in hatıralarıdır. Mosley Çorum’dan Ermeni tehcirini bizzat görmemiştir. Ancak 10 Ağustos günü Çorum’dan Ermenilerin tehcir edilişlerini gören Miss. Gage, Mr. Getchell ve Mr. Compton, 11 Ağustos günü akşamı Merzifon’a gelerek Amerikan Koleji’nde Mosley’i ziyaret etmişler ve gördüklerini anlatmışlardır… Kafilenin büyük çoğunluğunun dört tekerlekli, yaylı tabir edilen arabalarla Çorum’dan ayrıldıklarını nakletmişlerdir.[50]

Kevorkian Çorum’dan Ermeni tehcirinin bir defada değil birkaç seferde gerçekleştirildiğini, birinci grubun Temmuz başlarında Boğazlıyan ve Pozantı yoluyla Suriye’ye gönderildiğini, diğerlerinin ise Kaymakam Nureddin Beyin maiyetindeki Ankara’dan gelen çeteler marifetiyle ortadan kaldırıldıklarını iddia etmektedir… Kevorkian ayrıca Sungurlu kazasının merkezinde (1000) ve civarında yaşayan toplam 1936 Ermeni’nin tamamının Haziran 1915’te tasfiye ve imha edildiklerini iddia etmektedir.[51]

Hatıraları Gomidas Enstitüsü’nce yayınlayan Dadrian, Çorum Ermenileri kafilesi 13 Ağustos (31 Temmuz)’ta Yozgat’a ulaştığında, kesin bir ifade ile ‘Yozgat Ermenilerinin hepsi şehir dışında öldürüldü’ der…

1915’TE KATLEDİLEN 7 ERMENİ MİLLETVEKİLİ

Krikor Zohrab (İstanbul milletvekili, 1908-1915)

2 Haziran 1915 günü İstanbul Taksim Gümüşsuyu’nda bulunan evinden alındı. Ertesi gün Diyarbakır’da askeri mahkemede yargılanmak üzere, Erzurum milletvekili Vartkes ile birlikte yola çıkarıldı. Yolda uğradıkları şehirlerde bir tutuklu gibi değil, birer konuk gibi karşılandılar ve ağırlandılar. 47 gün süren bu yolculuk boyunca, yaptıkları bütün müracaat ve çabalar sonuç vermedi. Nihayet, Urfa-Diyarbakır yolunda, Teşkilât-ı Mahsusa’nın denetimi altındaki çetelerden, Çerkez Ahmet çetesi tarafından 19 Temmuz 1915’te katledildi.

Hovhannes Serengülyan (Vartkes) (Erzurum milletvekili, 1908-1915)

Krikor Zohrab ile birlikte tutuklandı ve aynı yolculuk sonucunda, Çerkez Ahmet çetesi tarafından 19 Temmuz 1915’te katledildi.

Hampartsum Boyacıyan (Murad) (Kozan milletvekili, 1908-1912)

24 Nisan 1915’te İstanbul’da tutuklandı, Ayaş Hapishanesine gönderildi. Buradan 11 Mayıs’ta alınıp gönderildiği, Kayseri’de gördüğü ağır işkencelerden ve askeri mahkemede yargılandıktan sonra, 24 Temmuz 1915’te sekiz kişi ile birlikte kalenin önünde idam edildi.

Dr. Nazaret Dağavaryan (Sivas milletvekili, 1908- 1912)

24 Nisan 1915’te İstanbul’da tutuklandı. 4 Haziran 1915’te Ayaş Hapishanesinden birlikte yola çıkarılan 6 kişilik grubun içinde, Haziran ayının son günlerinde, Urfa-Diyarbakır yolu üzerinde Şeytan Deresi mevkiinde, Hacı Onbaşı lakaplı Hacı Tellal Hekimoğlu çetesinin saldırısı sonunda öldürüldü.

Dr. Garabet Paşayan (Sivas milletvekili, 1912)

24 Nisan 1915’te İstanbul’da tutuklandı, Götürüldüğü Ayaş Hapishanesinden 30 kişilik Ermeni aydın grubuyla Ankara’ya gönderildi. Temmuz ayının sonuna doğru Ankaralı Ermenilerle birlikte çıkarıldığı tehcir yolunda, Ankara’ya birkaç saat mesafedeki Elmadağ vadisinde Teşkilâtı Mahsusa’ya bağlı çeteler ve çapulcuların saldırısında katledildi.

Isdepan Çıracıyan (Ergani/ Maden, 1914-1915)

21 Nisan 1915 günü Diyarbakır’da tutuklandı. Merkez hapishanesinde büyük işkencelere maruz kaldı. Diyarbakır’dan sürgün edilen 636 Ermeni ile birlikte 9 Haziran’dan sonra Kürt Ferikhanoğlu aşireti mensupları tarafından Çalikan köyü yakınında Rezvani geçidinde, Vali Dr. Reşid’in adamı Çerkez Şakir’in gözetiminde katledildi.

Arşag Vramyan (Onnik Tertsakyan) (Van, 1912- 1915)

17 Nisan 1915’te, Enver Paşa’nın kayınbiraderi Van Valisi Cevdet Paşa’nın görüşme talebi üzerine yanına gittiğinde, tutuklandı. Bitlis-Diyarbakır sınırında Botan Çayı Köprüsünde katledildi.

Ermenilerin tehcir edilmelerinden sonra 1916 yılında Doğu’daki… muhacirler metruk Ermeni okullarına yerleştirilmişler, Çorum dahil bazı Orta Anadolu şehirlerindeki muhacirlerin iskanlarını düzenlemek için Erzurum Valisi görevlendirilmiş, Yozgat, Kırşehir ve Çorum bölgelerine gelen muhacirlere harcanmak üzere para çıkarılmıştır. Muhacirlerin acil ihtiyaçları için Ermenilerin bıraktıkları okul binaları ve mallar değerlendirilmiştir. Buna ilişkin Dâhiliye Nezareti’nin Çorum ve Yozgat mutasarrıflıklarına gönderdiği 15 Kasım 1916 tarihli bir emirde, mültecilerin giyecek ihtiyaçları için evvela emval-i metrukeye bakılması, burada bulunamadığı takdirde çarşıdan pazardan iştira olunarak elbise imali istenmektedir.[52]…”[53]

Burada durup, bir Çorumlu olarak soruyorum: Ermeni komşularıma ne oldu?

Biliyoruz! Yaşar Kemal’in deyişiyle “O iyi insanlar, o güzel atlara binip gittiler”…

 

ÇÖZÜM (MÜ?)

 

Öncelikle ve kesinlikle unutulmamalı: 104 yıl önce, 24 Nisan 1915 gecesi, İstanbul’da yüzlerce Ermeni aydını tutuklandı. Osmanlı devletinin tutukladığı bu aydınlar sürgün edildiler. Ve hemen hepsi süreç içinde katledildiler. Osmanlı-Türk basınında bu tutuklamalar “Yılanın başı ezildi” başlıkları ile kutlandı.

Osmanlı devletinin son on yıllarında Müslüman olmayan nüfusa, en başta da Ermenilere karşı birçok katliamlar gerçekleştirilmişti. Fakat 24 Nisan 1915 tutuklamaları ile başlayan yeni süreç başka bir nitelik taşıyordu. 24 Nisan 1915, sonucunda bir buçuk milyon Ermeni’nin kıyıma uğratıldığı soykırımın “nihai” işaret fişeği olmuştu…

Yazının devamı için

 

 



Bu yazı 13560 defa okunmuştur.

FACEBOOK YORUM
Yorum

YAZARIN DİĞER YAZILARI

YAZARLAR
Bizi Takip Edin :
Facebook Twitter Google Youtube RSS
ÇOK OKUNAN HABERLER
  • BUGÜN
  • BU HAFTA
  • BU AY
HABER ARŞİVİ
SON YORUMLANANLAR
  • HABERLER
  • VİDEOLAR

Web sitemize nasıl ulaştınız?


nöbetçi eczaneler
HABER ARA
YUKARI