Bugun...


Temel Demirer

facebook-paylas
Güncelden Tarihsele İsçi Sınıfı(Büyük Bunalımın “YDD”si”)
Tarih: 15-12-2017 01:46:00 Güncelleme: 12-12-2017 01:07:00


III) III. BÜYÜK BUNALIM’IN “YDD”Sİ

 

Karl Marx’ın, “Özel mülkiyet bizi öylesine aptal ve tek yanlı hâle getirdi ki, bir nesnenin, ancak bizim için bir sermaye olarak varolduğunda, ya da ona doğrudan sahip olduğumuzda, yediğimizde, içtiğimizde, giydiğimizde, içinde yaşadığımızda vs. kısaca onu kullandığımızda onun bizim olduğunu düşünürüz,” diye tanımladığı yabancılaşmanın kollarında yaşanılan III. Büyük Bunalım’ın birçok kesim gibi, işçi sınıfı tarafından da anlamlandırılamadığı bir “sır” değildir.

“Toplam sermayenin kendi kendini genişletme oranı ya da kâr oranı (tıpkı sermayenin tek amacının kendi kendini genişletmek olması gibi) kapitalist üretimin dürtüsü olduğu için, kâr oranındaki düşme, yeni bağımsız sermayelerin oluşumunu yavaşlatır ve bundan ötürü kapitalist üretim sürecinin gelişmesine bir tehdit olarak görünür. Kâr oranının düşmesi aşırı üretimi, spekülasyonu, krizleri ve artı-nüfusla birlikte artı-sermayeyi besleyip büyütür. Bu durumdan ötürü, kapitalist üretim tarzına mutlak gözüyle bakan Ricardo gibi ekonomistler, kapitalist üretim tarzının bu noktada kendine bir engel yarattığını hissederler ve bu engeli üretime değil de (toprak rantı teorisindeki gibi) doğaya bağlarlar. Ama kâr oranının düşmesi karşısında kapıldıkları dehşetin asıl nedeni, kapitalist üretimin kendi üretici güçlerini geliştirmekte, sırf zenginlik anlamına zenginlik üretimi ile hiçbir alâkâsı olmayan bir engelle karşılaştığını hissetmeleridir. Bu kendine özgü engel, kapitalist üretim tarzının sınırlılığını, tamamen tarihsel ve geçici olan karakterini açığa vurur. Bu kendine özgü engel, kapitalist üretim tarzının zenginlik üretiminin mutlak biçimi olmadığını, üstelik belli bir aşamada kendi gelişmesiyle çatışmaya girdiğini kanıtlar,”[100] çerçevesinde ele alınması gerekiyor.

Dünya kapitalizmi tarihinin üçüncü en büyük krizini yaşamaya başladığı 2008-2009’dan bu yana bir türlü doğrulmak bilmiyor. Bir tarafını düzeltse öteki tarafı dağılıyor. Ters dönmüş kaplumbağaya benziyor. Birilerinin yardımıyla ayaklarının üstüne dönmeyi bekler hâli var.[101]

Kriz devam ediyor. Sorunlar da birikmeye devam ettiğinden mali piyasalarda yeni, büyük olasılıklar daha sert sarsıntılar beklemek yanlış olmaz.[102]

Mali krizden bu yana tartışmalar giderek bir taraftan “uzun durgunluk”, diğer taraftan mali piyasalar üzerine yoğunlaşıyor. Her iki alanda da bir gelişme olmadığından yeni bir ekonomik sarsıntı, mali kırılma olasılığı Demokles’in kılıcı gibi dünya ekonomisinin başının üzerinde sallanıyor.

Aslında “durgunluk”, mali piyasaların etkileri gibi konular, krizin nedenlerini dış etkenlerde değil de, kapitalizmin yapısal özelliklerinde, iç dinamiklerinde arayanlar açısından yaklaşık 150 yıldır oldukça açıktı.[103]

Gelişmiş ülke ekonomileri çok uzun sürecek bir duraklama dönemi mi yaşıyor? Birkaç yıldan beri yazılarında bu görüşü savunan Amerikalı iktisatçı Robert Gordon, Ocak 2016’da yayımlanan 700 sayfalık hacimli kitabında, ABD ekonomisinin 1870’lerden bugüne kadar geçirdiği değişimi ve ortalama yaşam seviyesindeki artışı inceliyor. ‘Amerikan Büyümesinin Yükselişi ve Düşüşü’[104] başlıklı kitabının son iki bölümünde 2040’a kadarki büyüme öngörüleri yer alıyor. Gordon’a göre, önümüzdeki 25 yılda toplam faktör verimliliği çok yavaş artacak. Bu da uzun vadeli büyümenin çok yavaş olması demek. Gordon’un öngörüsü, Lawrence Summers’in 2014’te söylediği “yüzyılda bir olan durgunluk” iddiasını destekliyor.[105]

“Önlem alınmazsa dünya yeni bir finansal krize girebilir,” diyen Uluslararası Para Fonu (IMF), küresel büyümenin yüzde 2’nin altına düşmesi hâlinde “küresel resesyon” olacağını belirtirken; IMF Başkanı Christine Lagarde da, “Çok hızla değişmekte olan, belirsizliklerle dolu” bir dünyada yaşamakta olduğumuzu vurguluyor.[106]

Görünen odur ki yıllardır, devam eden krizden “Ha çıktık ha çıkıyoruz,” söylemleri adeta bir yılan hikâyesine döndü. Dünya ekonomisi bir türlü toparlanamıyor.[107] “Büyük Depresyon” (1930) yıllarından bu yana “en şiddetli” olarak tanımlanan bir mali kriz yaşanıyor.[108]

Yani “küreselleşme”yle oluşan ekonomik “düzen” (kriz yönetme modeli) 2007 mali krizinde sürdürülebilirliğini kaybetti. Bu küresel düzen “uzun durgunluk” içinde çökmeye başladı.

‘The Guardian’ yazarlarından Will Hutton, İngiltere Merkez Bankası Baş Ekonomisi Anday Haldane’in, artık krizin üçüncü, en tehlikeli ve hiçbir çıkış umudu vermeyen aşamasına gelindiğine ilişkin saptamalarını aktarıyor.

Haldane’e göre krizin I. aşaması 2007-2008 arasında öncelikle ABD ve İngiltere’de yaşandı. Bir önceki on yılın, kredi balonunun desteklediği “sahte refah” bankaların bu kredileri geri alamayacaklarını fark ettikleri noktada bitti. Para hızla banka sisteminden çıkmaya başladı. Yalnızca İngiltere’de banka sistemini ayakta tutabilmek için 1 trilyon sterlinden fazla devlet yardımı devreye sokuldu.

Krizin II. aşaması 2010-12 arasında Avrupa’da yaşandı. Avrupa’da kredilerin gerçeklikle uyumlu olmayan varsayımlarla bol keseden dağıtıldığı, ülkelerin riskleri arasında büyük farklar olduğu ortaya çıkınca, yine para banka sisteminden kaçmaya başladı. Banka sisteminin çöküşü Avrupa Merkez Bankası’nın olağanüstü müdahaleleriyle önlenebildi. Yükün büyük kısmı Portekiz, Yunanistan ve İrlanda’nın üzerine yıkıldı.

Haldane, şimdi krizin III. aşamasının, bu tür önlemler almaya uygun kurumsal ve mali güçten yoksun, banka sistemi çok kırılgan Türkiye, Brezilya, Malezya, Çin gibi yükselen piyasalar ekonomilerinde yaşanmaya başladığını söylüyor.

Krizin ilk iki aşamasında merkez ülkelerden kaçan sermaye özellikle 2010-2013 arasında yükselen piyasalara doluştu. Buralarda gerçekte altı boş, kredi balonuna, inşaat sektörü balonuna dayalı bir ekonomik büyüme yaşandı. Şimdi bu büyümenin sonuna gelindi. Hızla düşen emtia fiyatları, ABD faizlerinin artma olasılığı, Çin ekonomisinin resmen açıklanandan daha düşük büyümekte olmasına ilişkin kaygılar, sermayenin, yeniden merkeze dönmeye başlamasına yol açtı. Şimdi bu altı boş olan büyüme gerçeğiyle yüz yüzeyiz. Yeni bir mali kriz ve resesyon olasılığı gündeme oturuyor. Kapitalizm, büyük bir çöküş yaşamadan bu krizden çıkacak gibi görünmüyor.[109]

Çünkü “bu kapitalizm” 1970’lerde “yapısal” (kâr oranları düşme eğiliminin karşıt eğilimlerini düzenleyen sermaye birikimi rejimine ilişkin) bir krize girmişti. Bu krizin dışavurumu olan aşırı birikim (kapasite fazlası) sorunu 1980’lerde devreye giren neo-liberal küreselleşme -finansallaşma- içinde birbirini izleyen kredi balonlarıyla yönetildi. Son balon da 2007’de patladı, neo-liberal kriz yönetim modeli iflas etti. Böylece “uzun durgunluk”, depresyon kavramları ekonomi tartışmalarına girdi. Ekonomik veriler, tartışmalar hâlâ “bu kapitalizmin” ve onun krizinin içinde olduğumuzu gösteriyor. ‘The Financial Times’ın küresel ekonomi editörü Martin Wolf’ın, altını çizdiği gibi “depresyon, depresyondur başarıyla yönetiliyor olsa bile”... “Bu kapitalizm” bu krizi 1980’den bu yana yönetmeye çalışıyor; 2008’den bu yana da artık yönetemiyor...[110]

Denilebilir ki tarihin en uzun ekonomik durgunluğu, bir çıkış olanağı sunmadan ama her an yeni bir mali kırılma, depresyon riskiyle kalıcılaştı… Yeni bir mali krizin ilacı yok…

Bu tabloda kapitalist uygarlığın potansiyellerini kaybettiği, çürüdükçe canavarlaştığını, yeni bir küresel paylaşım savaşının, bu savaşa eşlik edecek faşist rejimlerin ama şiddete dayalı devrimlerin de artık düşünülemez olmaktan çıktığı sonucuna ulaşabiliriz.[111]

Burada, herkes gibi işçi sınıfını da doğrudan etkileyip, ilgilendiren “kriz” kavramı konusunda bir parantez açmadan geçmeyelim: “Kriz” kelimesi, Yunanca’da değerlendirme, görüş, karar verme anlamına gelen “krisis” kökenlidir. Sorunlu, bir dönüm noktasıyla bağlantılı olan karar verme durumunu tanımlamaktadır. Bu açıdan bakıldığına, kriz mutlak olarak olumsuz bir anlam taşımamaktadır, çünkü içerisinde yenilenme ve değişim potansiyellerini taşır. Özünde kriz çoklu kritik durumların oluştuğu, zor kontrol edilebilen, sübjektif güvensizlik, ivedilik ve tehdit duygularına yol açan ve genel olarak geleceği belirleyecek gelişmelere gebe olan bir süreç olarak nitelendirilebilir.

Kriz, tarihin her döneminde egemen sınıflarca var olanı tehdit eden, verili koşulları tehlikeye sokan kritik bir durum olarak değerlendirilmiştir. Bu nedenle burjuva medyası kriz dönemlerinde egemen sınıfların güvencesizlik ve tehdit duygularını toplumun geneline yayma, oluşan korku ve hiddet atmosferinde kamuoyu görüşünü manipüle etme, krizi köklü değişim olmadan aşmanın ve eski durumun restorasyonunu sağlayacak koşulların oluşmasını destekleme yönünde yayın yapar; “hepimiz aynı gemideyiz” veya “ulusal mutabakat sağlanmalı” propagandasıyla, egemen iktidar ve mülkiyet ilişkilerinin korunarak, krizin aşılabileceği algısını yayar.

Kapitalist gelişme sürecinin tarihine baktığımızda, kriz dalgaları yasallığının kapitalizmin yapısal özelliği olduğunu ve kapitalist üretim biçiminin her defasında krizleri kendisinin ürettiğini görebiliriz. Egemen sınıf olarak burjuvazi ise krizi aşmak için her defasında aynı araçlara başvurur: radikal görünen, ama özünde sistemin sürdürülebilirliğini sağlayan restorasyon tedbirleri, “istikrar” yöntemleri, bunlara karşı oluşabilecek toplumsal direnci yumuşatacak siyasi ve iktisadi tavizler, olmadı askeri darbeler, açık faşizm ve sıcak savaş![112]

Süreç bu yönde biçimlenirken; bu kriz aslında, II. Dünya Savaşı’ndan sonra oluşan Avrupa Birliği sürecinin, Kuzey Afrika ve Ortadoğu jeopolitik/güvenlik “mimarisinin” dağılmaya başlamasının, ABD ve AB’nin, birinci dereceden sorumlu oldukları bu dağılmaya bir düzen getirmedeki iktidarsızlığının ürünü oluyor…

Yerlici (nativist) eğilimler milliyetçi, faşizan, AB karşıtı siyasi biçimler ürettikçe, AB’nin liberal-neo-liberal eliti korkuyor, yerlici baskılara teslim olarak ayrıcalıklarını korumaya çalışıyor. “1930’lar geri dönüyor” saptaması çoğalırken; bu kriz, kapitalist uygarlığın genel krizinin bir parçası olarak dikiliyor karşımıza...[113]

Konuya ilişkin olarak, Avrupa Konseyi Başkanı Donald Tusk’ın, “Radikalizme karşı etkili olmalıyız. Bir tarihçi olarak tarihteki çok tehlikeli anlardan birine benzetiyorum... I. Dünya Savaşı’ndan önceki günler gibi” sözleri çok anlamlı. 

Ayrıca ABD istihbarat kompleksinin (CIA, FBI, NSA, DIA) en üst düzey görevlisi James Clapper’in, 9 Şubat 2016’da, Senato İstihbarat Komisyonu’da yaptığı sunuşta vurguladığı üzere, bir “öngörülemez istikrarsızlık” durumu söz konusu.

 ‘The Washington Post’da Samuelson da, ‘The Crash of 2016?’ başlıklı yorumunda, “ABD’nin ve dünya ekonomilerinin ne kadar kırılgan olduğunu, yükselen piyasa ekonomilerindeki çöküşü kavramadan anlayamazsınız” diyor.

Muhafazakâr ‘The Daily Telegraph’ın ekonomi yorumcusu Allister Heath de, “Dünya bir mali krize daha dayanamaz. Bizim bildiğimiz kapitalizm yıkılır. Yeni ekonomik kriz, İngiltere, ABD ve Avrupa’da hepimizi yoksulluğa sürükleyecek bir siyasi tepkiye yol açar” diye ekliyor.[114]

Sahada durum böyle; inmeye heveslileri “kan ve çelik”, savaşlar ve diktatörlükler, terör belki de devrimler bekliyor...[115]

Özetle “Katı olan her şey eriyor” dağılıyor. Bir farkla ki bu kez, yeni bir toplumsal güç, kapitalist sınıf, eskiyi parçalayarak, yıkarak yerine, yeniyi kendine göre, kendi ekonomik modelini, değerlerini, düşüncelerini, sanatını, bilimini geliştirerek inşa etmiyor. Yalnızca var olan dağılıyor; kapitalist sınıfın kurduğu dünya çürüyor, çürüdükçe, canavarlaşıyor.

Sonuç, ekonomik kriz, gıda-su güvenliği sorunları, iklim krizi, savaşlar, terörizm pornografisi, köle pazarları, nihilizm, ırkçılık… Ve yüz binlerce ceset, 60+ milyon yarısı çocuk yersiz yurtsuz göçmen ve sığınmacı. Ve Birleşmiş Milletler Sığınmacılar Yüksek Konseyi’ne (UNHCR) göre bu sayıya günde ortalama 40.000 kişi daha eklenmeye devam ediyor.

Bu insanlar, sözde güvenlikli bölgelere gelmeye çalışırken geldikleri yerde adeta “yerlilerin” yaşamına musallat olmuş çekirge sürüleri gibi görülüyorlar.[116]

Yani “büyük resmin” parçaları giderek yerine oturuyor; göründüğü kadarıyla da resim, XIX. yüzyılın sonuna benzemeye başlıyor.

XIX. yüzyılın ikinci yarısında başlayan son çeyreğinde hızlanan bir küreselleşme XX. yüzyılın başında, iki büyük savaşla, faşizmle, devrimlerle çökmüştü. Bu çöküşün nedenleri arasında iki eğilim özellikle dikkat çekiyor. Birincisi ülkelerin içinde gelir dağılımının bozulmasında hızlanma; ikincisi, ülkeler arasındaki gelir dağılımı dengesinin yeni yükselenlerin etkileriyle değişmeye başlaması.

Birinci eğilimin iki boyutu var. Ülke içinde sınıf çelişkileri derinleştikçe hükümetler, işsizlikteki artışı sınırlamak, dış rekabetten zarar gören sanayileri korumak, gelir dağılımının daha da bozulmasını, halkın sıkıntılarını ifade eden muhalefetin yıkıcı düzeylere ulaşmasını önlemek için ekonomilerini koruma altına almaya başlıyorlar. Yerli kapitalizmi beslemek, sermaye/ mal fazlasını göndermek için yabancı pazarlara ve kaynaklara ulaşmak önem kazanıyor. Bunu silahlanma yarışı, milliyetçi, yabancı düşmanı ideolojilerin yükselişi izliyor.

 

İkinci eğilim de, yeni yükselen güçlerin kendi ekonomilerinin genişleme gereksinimlerine paralel olarak, küresel bölüşüm ilişkilerini, güç dengelerini sorgulamaya başlamasıyla ilgili.

“Büyük resmin”, şimdilik yerine oturmaya başlayan parçaları kısaca şöyle: ABD hegemonyası gerilerken Çin yükseliyor; ABD ve Avrupa işçilerinin gelirleri düşerken Çin işçilerinin gelirleri artıyor. Çin kapitalizmi Batı merkezli dünya ekonomisi içinde, “çevrede” olduğu kadar merkez ülkelerde de kendine yeni değerlenme alanları açmaya başlıyor. Rusya kapitalizmi SSCB’nin dağılmasının ardından kaybettiği coğrafyaları geri almaya başlıyor.

2008 mali krizi, ticarette küreselleşmeye büyük bir darbe vurdu; mali sermaye çevre ülkelerden merkeze dönmeye başlarken bir mali “de-globalizasyon” (küreselleşmeden geri dönüş) yaratmaya başladı.

Geçmişte olduğu gibi bu kez de gelir dağılımındaki bozulma dayanılmaz boyutlara ulaşırken sağ popülist hareketler, şoven milliyetçilik, ırkçılık da yükselmeye başladı.[119]

Kriz büyük bir gürültüyle ülkelerin üstüne çöküyor; yükü, acıyı çekecek olanlar yine gelir dağılımında neo-liberal dönemde daha da alt sıralara itilmiş kesimler, çalışanlar olacaktır. İflas etmiş politikaların ömrünü uzatabilmek için küresel çapta önlemler almaya başlayan emperyalistler, Korkut Boratav Hoca’nın anlattığı gibi uluslararası ölçekte bir zorbalığı da gündeme sokuyorlar.[120]

Çünkü “YDD” zorbalığı artık egemen terörsüz sürdürülemeyecek kadar adaletsiz bir çılgınlığa dönüşmüştür

 

III.1) “YDD” ÇILGINLIĞI

 

Kolay mı? Bir otobüs dolusu zenginin serveti, 3.6 milyar insanın servetine eşit olduğu bir çılgınlıktır sözünü ettiğim!

‘Oxfam’ raporunda, sadece 5 yılda dünyanın en zengin 62 kişisinin servetinin 3 kattan fazla oranda arttığını,[121] dünya nüfusunun en yoksul yarısının servetinin ise yüzde 41 oranında azaldığını belgeledi.

2010-2015 yılları arasında servet dağılımındaki değişime yer veren rapor, bu kadar kısa bir zaman içerisinde zenginlerin servetinin daha da arttığını yoksulların sayıca artmasına karşın, daha da yoksullaştığını ortaya koyuyor.

62 “süper zenginin” toplam serveti, dünya nüfusunun yarısını oluşturan en fakir 3.5 milyar insanın servetinden daha fazla. Sadece bir yıl önce dünya nüfusunun en fakir olan yarısının serveti 80 “süper zenginin” servetine denk geliyordu. 2010 yılında ise en zengin 388 kişinin servetine denk geliyordu. 5 yıl içerisinde, zenginlerle yoksullar arasındaki makasın bu kadar açılmış olması, kapitalistlerin doymak bilmez kâr iştahının dünyanın geri kalanını her geçen daha da fazla yoksulluğa mahkûm ettiğini gösteriyor.

62 “süper zenginin” toplam serveti, dünya nüfusunun yarısını oluşturan en fakir 3.5 milyar insanın servetinden daha fazla.

2010 ile 2015 arasında en yoksulların nüfusu 400 milyon kişi arttı. Buna rağmen toplam servetleri yüzde 41 oranında yani 1 trilyon dolar azaldı. En zengin 62 kişinin 542 milyarlık (yarım trilyondan fazla) serveti bu 5 yıl içinde 3 kattan fazla artarak 1.76 trilyon dolara yükseldi.

Dünya nüfusunun aşırı yoksulluk sınırında yaşayan yüzde 20’si günlük 1.90 dolar ile geçiniyor. Bu rakam 1988 ile 2011 yılları arasında neredeyse hiç değişmedi.[122]

Hem de Dünya Bankası’nın 2015 verilerine göre, 1.44 milyar kişi hâlen aşırı yoksullukla mücadele ediyor, günlük kazançları ise 1.25 doların altında… Aşırı yoksulluk ile mücadele eden kişilerin yüzde 85’i kırsal alanda yaşarken, yüzde 29’u Sahra altı Afrika’da bulunduğu tabloda.[123]

Karl Marx servetin gitgide daha az sayıda elde toplanacağını söylüyordu. Bırakalım genel tarihsel eğilimi, bakın sadece beş yılda ne olmuş: Toplam servetleri dünya nüfusunun yarısının toplam zenginliğine eşit olan en zengin kişilerin sayısı her yıl istikrarlı biçimde azalarak 388’den 62’ye inmiş! 2010’da 388 kişi, 2011’de 177 kişi, 2012’de 159 kişi, 2013’te 92 kişi, 2014’te 80 kişi ve nihayet 2015’te 62 kişi! Bu süreç sonucunda şu anda dünyanın en zengin yüzde 1’i, dünyanın geri kalanından, yani yüzde 99’dan daha fazla servete ulaşmış durumda.[124]

Bu öyle bir eşitsizlik ki, tüm dünya hane halkının servetinin yüzde 85’i hane halkı nüfusunun yüzde 8.6’sının elinde. Bunların içindeki 35 ABD milyarderi, tüm dünya hane halkı servetinin yüzde 44’üne sahip. Bu verileri ülkeler bazında dağıtınca da toplam servetin yüzde 67’sinin, dünya nüfusunun yüzde 8’ini oluşturan, ABD ve Avrupa’da olduğu anlaşılıyor.

Söz konusu zenginlerin servetleriyle ne yaptıklarına ilişkin bir izlenimi sanat piyasasından edinebiliriz. Mayıs 2015’de New York Christie’s’de yapılan bir açık artırmada Picasso’nun “Cezayirli Kadınlar” tablosu, adı açıklanmayan bir alıcıya 179.4 milyon dolara satıldı. Aynı seansta 34 modern tablo toplam 706 milyon dolara satıldı.

Bu kesimin tüketim tarzı üzerine daha ayrıntılı bilgiler de sıradan insanların seyrettiği ekranlara da yansımaya başladı. ‘The Financial Times’ın aktardığına göre Londra, dünyada en çok sayıda milyarder barındıran kentmiş. Londra’da yaşayan 80 sterlin milyarderinin toplam serveti 2014 yılında 301 milyar sterlinden 2015’te 325 milyar sterline yükselmiş. Financial Times, ülkedeki 1000 sterlin milyonerinin servetini 2009’dan bu yana, mali kriz içinde iki kattan daha fazla artırdığını vurgulayarak, soruyor: “Kriz mi demiştiniz?”

Bu tiplerin de doğal olarak kendilerine özgün tüketim alışkanlıkları var. Kilosu 13.000 sterlin olan Beluga havyarı bu alışkanlıkların başında geliyor.

Endonezya’da Luvak kedisinin sıçtığı kahve tanelerinden yapılan Kopi Luvak’ın bir fincanının (yaklaşık bir kaşık kahve) fiyatı 325 sterline kadar çıkabiliyor.

60 milyon sterlinlik özel uçaklarla seyahat edenlere hizmet veren bir şirketin şefi, içine iki damla Kopi Luvak katılmış, altın ve gümüş tozuyla süslenmiş tatlının tabağına 900 sterlin alıyor. Bu tatlıyı hazırlayan şef, “Yedikleri yoğurdun sütünün geldiği ineğin adını bilmek isteyen bu insanlar bazen, son derecede acılı bir Curry yaptırıp onu şişesi 1000 sterlinlik Mouton Rotschilde şampanyası ile içiyorlar. Ne anlıyorlar bilmem ama para onların” diyor...

Londra Playboy Kulüp’te, 1812 tarihli bir konyağın yarım dublesini içmek için 5000 sterlin ödemek gerekiyor. Bir Rus gayrimenkul spekülatörü, hiç tereddüt etmeden bu parayı veriyor. Tüm bunlar bana, 1789 Fransız Devrimi öncesi Paris’i, ardından gelen şarkının “Ça ira... Ça ira... Ça ira...” sözlerini düşündürüyor…[125]

Bu kadar da değil!

‘2014 Küresel Açlık Endeksi’ verilerine göre dünyadaki 805 milyon insan sağlıklı, aktif bir yaşam sürmek için yeterli yiyeceğe sahip değil yani 9 kişiden biri açlık içinde. Yılda 8 milyon insan gıda eksikliğinden yaşamını kaybediyor. Açlığın en yoğun olduğu bölgeler Sahra altı Afrika ile Doğu ve Orta Asya ülkeleridir. Bunun yanında yetersiz/kötü beslenenler olduğu gibi aşırı beslenen ve aldığı yiyecekleri tüketmeden çöpe atan insanlar var. Evet, her yıl üretilen 4 milyar ton gıdanın 1,3 milyar tonu kayıp ya da savurganlığa yol açıyor yani sonuçta çöpe gidiyor. Bir başka deyişle her saniye çöpe atılan gıda miktarı 41.200 kilo. Bunun parasal anlamı da yaklaşık 990 milyar doların çöpe gitmesidir. Bu da 2011-2012 yılında yapılan gelişmekte olan ülkelere yapılan kalkınma yardımlarının (135 milyar dolar) yaklaşık 7 katıdır. Çöpe atılan gıdayla 870 milyon kişi beslenebilir. İnsanların yüzde 90’ı çöpe attıkları gıdanın farkında olmadıkları gibi bu gıdaların üretimi için nelerin harcandığının (enerji, su, toprak, emek) da farkında değil. Çöpe giden gıda için harcanan su miktarının 550 milyar km3 olduğunu belirtelim.

‘Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü’ne (FAO) göre, gelişmiş ülkelerde üretilen gıdanın yüzde 30-40’ı, az gelişmiş ülkelerde ise gıdanın yüzde 10-60’ı (ürüne göre değişiklik gösterir) kayıp ve savurganlıkla kaybedilmektedir. Kişi başına ortalama sayılara bakarsak üretimden dağıtım aşamasına kadar Avrupa-ABD-Kanada’da kişi/yıl başına kayıp/israf 280-300 kg. iken bu sayı Afrika, Güney Asya ve Güney-Doğu Asya’da 120-170 kg.’dır. Tüketim aşamasında ise Avrupa-ABD’de 95-115 kg. (yıl/kişi) arasında gıda çöpe giderken bu sayı Az gelişmiş ülkelerde 6-11kg.’dır. Avrupa’da (27 ülke) 89 milyon ton gıda çöpe gidiyor yani kişi başı yaklaşık 180 kg/yıl. 2020 yılında bu sayının 126 milyon ton olacağı hesap ediliyor. Bu sayı ABD’de kişi başı 108, İtalya’da 108, Fransa’da 90, Almanya’da 82, İsveç’te 72 ve İspanya’da 64 kg/yıl’dır. Avrupa’da çöpe giden 89 milyon ton gıdanın yüzde 42’i evlerde, yüzde 39’u gıda sanayinde, yüzde 5’i bakkal/marketlerde, yüzde 14’ü restoranlarda savurganlığa gidiyor ya da kaybediliyor.

İnsanlar aldıkları gıdanın yüzde 20’sini tüketmeden atıyor ve bunun yüzde 50’i sebze ve meyveler oluşturuyor. Ekmekte büyük ölçüde tüketilmeden çöpe gitmektedir. Gelişmiş ülkelerde gıda savurganlığı 222 milyon ton iken Afrika’nın gıda üretimi 230 milyon tondur. Çöpe giden gıdalarla demek koca Afrika kıtası beslenebilir! Tüketicilerin çöpe attıkları gıdanın yüzde 39’u Kuzey Amerika ve Avustralya’da, yüzde 34’ü Avrupa’da, yüzde 21’i Asya’da (sanayileşmiş bölge) ve yüzde 16’ı Afrika, Batı ve Orta Asya’da gerçekleşmektedir. Bir ekmeği çöpe atmak arabayla 2.24 km. yol yapmaya, 60 watlık bir lambayı 32 saat yakmaya, bulaşık makinesini 2 kere kullanmaya eşittir. Bir bifteği yemeyip attığınızda bu sayılar sırayla 4.89 km., 70 saat ve 4, 2 kullanım olur. Ambalajı açılmadan çöpe giden gıdaların miktarı yüzde 30’dur. Bir ton gıda savurganlığı 4.5 ton karbondioksit salımına neden olur. Kayıp ve savurganlığın önemli ölçüde önüne geçilirse üretimi ve üretkenliği artırmadan arzı artırmak olanaklı olabilir ama piyasa sisteminin buna izin verip vermemesini de dikkate almamız gerekir.

Balıkta aşırı avlanma, normlara uymama ya da kotayı aşma savurganlık nedenidir. 2005 yılında 7.5 milyon ton balık çöpe atılmıştır. Gelişmiş ülkelerde süt tüketiminde kayıp ve savurganlık yüzde 40-65 arasında, üretimde ise yüzde 3-4 arasındadır. Gelişmiş ülkelerde hayvan ölümü yani kayıp az iken kayıp/savurganlık üretim/dağıtım aşamasındadır.

Çöpe giden tüm bu gıdalar çöp miktarının artmasına ve dolayısıyla çöp toplama maliyetlerinin de yükselmesine neden olmaktadır. Örneğin Fransa’da 1.200, 200 ton çöp bu gıdalardan oluşmaktadır ve Fransa’da ki en büyük çöp yakma biriminin (İvry sur Seine) kullandığı çöp miktarının iki katına eşittir.[126]

ABD merkezli tıp dergisi ‘American Journal of Preventive Medicine’ndeki bir araştırmada, gelir düzeyi düşük semtlere taşınan kişilerin obez olma riskiyle karşı karşıya olduğuna dikkat çekildi.[127]

Ve zenginlik!

Mesela Facebook, 2015 yılının dördüncü çeyreğinde 5.84 milyar dolar gelir elde ettiğini duyurdu. Aynı dönemde 1.56 milyar dolar net kâr yakalayarak, şirket tarihinde ilk kez bir çeyrekte net kârını 1 milyar doların üzerine çıkardı. 2014 yılının dördüncü çeyreğinde şirketin net kârı 701 milyon dolardı. Geliri ve net kârı beklentileri aştı. Yıllık verilere de yer verilen finansal raporda, şirketin 2015 toplam gelirinin 17.93 milyar dolara, net kârının da 3.69 milyar dolara ulaştığı kaydedildi. Facebook’un 2015 geliri 2014 yılına göre yüzde 44, net kârı da bir önceki yıla göre yüzde 25 arttı.[128]

Ayrıca ‘Approved Index’ isimli araştırma şirketine göre, i) Carlos Slim Helu’nun 77.1 milyar dolar (Meksika); ii) Charles Koch’un 42.9 milyar dolar (ABD); iii) David Koch’un 42.9 milyar dolar (ABD); iv) Bernard Arnault’un 37.2 milyar dolar (Fransa); v) Michael Bloomberg’un 35.5 milyar dolar (ABD) serveti var.[129]

Bunlarla birlikte ‘Hurun Küresel Zenginler Listesi 2016’ya göre özellikle Çin’in başkenti Pekin’deki zengin sayısının, New York’u solladığı belirtilirken, Türkiye’deki milyarder sayısının da arttığı vurgulandı.

5 yıldır yayınladığı zenginler listesiyle bilinen Hurun Report, 2016 yılında da listeyi yeniledi. Çin’in başkenti Pekin, 2016’da listeye 32 milyarder birden eklerken, kentteki milyarder sayısının 100’e ulaştığını bildirdi. 2016 yılı listesine Çin’den toplam 90 milyarder eklenirken, Çin, 568 kişiyle ülkeler sıralamasında ilk sırada bulunuyor.

Hurun Report’un listesinde, Türkiye’den de 34 milyarder bulunuyor. Listede, bu 34 kişinin 28’inin İstanbul’da yaşadığı belirtilirken, bir kişinin listeden çıkmış olması da dikkat çekiyor. Türkiye, en çok milyarderin yaşadığı 13. ülke, İstanbul ise 11. kent olarak görünüyor. Türkiye, milyarder sayısında Güney Kore, Avustralya, Tayland gibi ülkelerin de üzerinde yer alıyor.

2016 yılında 68 ülkeden 2188 milyarderin yer aldığı listenin genişlediğine dikkat çeken Hurun Report, 99 kişinin daha eklendiğini ve zenginler sayısında yine rekora ulaşıldığının altını çizdi. Listede yer alan milyarderlerin toplam servetinin yüzde 9’luk artışla 7.3 triyon dolara çıktığı belirtilirken, bunun, Almanya ve İngiltere’nin Gayrisafi Yurtiçi Hasılası toplamı kadar olduğu da ifade edildi.[130]

Ve bir şey daha: Türev piyasaları dünyanın gerçek GSMH’sinin 11 katını alıp satıyor. 1998’de tarımsal türev piyasalarda katılımcıların yüzde 77’i gerçekten tarımsal emtia alıp satan insanlardı. yüzde 16’sı ise spekülasyon amaçlı alım-satım yapardı. Yüzde 7’lik bir kesim vardı, vampir derdik onlara. Bu adamlar -hiçbir kadın böyle bir rezilliğe tenezzül etmez- piyasa endeksi alıp satardı. Bugün bütün tarımsal türev piyasaların yüzde 31’ini tarım ürünü alıcı ve satıcıları, yüzde 28’ini eski tip spekülatörler, yüzde 41’ini ise endeks spekülatörleri oluşturuyor![131]

Bu adaletsizlik derinleştikçe; kapitalizmin neden olduğu gelir ve servet adaletsizliği o denli aşikâr hâle geldi ki, artık bu gerçek dolar milyarderleri tarafından bile dile getiriliyor.

Adeta şeytan taşlarcasına, ultra zenginlerin kapitalizme veryansın etmeleri moda oldu. Spekülatör George Soros, kendi sınıfına ihanet etmekle böbürleniyor. Unilever’in CEO’su Paul Polman, “kapitalizme karşı kapitalist tehdit” ten söz ediyor.[132]

Bill Gates “Kapitalizm bizi iklim değişikliğinden koruyamaz” diyerek çevre dostu enerji kaynaklarına dönük arayışın sermayenin kâr kaygısının gölgesinde kaldığını vurguluyor. Sonrasında Türkiye sermayesi açısından önemli bir isim, Ali Koç G 20 zirvesi öncesinde yaptığı konuşmada, “Gelir eşitsizliğinin giderilmesi için kapitalizmin ortadan kalkması gerektiğini” belirtiyor.

Kuşkusuz sermaye kesiminden kapitalizme dönük eleştiriler yükselmesi yeni bir olgu değil. Yakın geçmişte Soros da kapitalizmi açık topluma dönük yeni tehdit olarak tanımlamış, Bufett ise sekreterinden daha düşük oranda vergi verdiğini vurgulayarak eşitsizliğe dikkat çekmişti.

Bu itiraflar elbette mevcut sistemden en fazla nemalanan kesimler tarafından dile getirilmesi açısından önemlidir. Ama pratikte bir karşılığı yoktur. O kürsüden indiğinde Koç yine işçisine elinden geldiğince düşük ücret ödemeye, Buffet ise her türlü muhasebe hilesine sığınarak düşük vergi vermeye devam edecektir. Bu amansız kâr arayışı ve rekabet ortamında duraklayanın, sendeleyenin yerini yenisi alacaktır. Kısacası kapitalizm bir vicdan meselesi değildir.[133]

Oysa Ali Koç’un zırvalarını heyecanla alkışlayan liberaller bunu unutmuş gözüküyor!

Hatırlanacağı üzere Koç Yönetim Kurulu üyesi, B-20 İstihdam Görev Gücü Başkanı Ali Koç’un G-20 Zirvesi’ndeki “eşitsizliğin ortadan kalkması için kapitalizmin ortadan kalkması gerektiği” sözleri epey gürültü kopardı.

Eşitsizlik her boyutuyla (gelir, cinsiyet vesaire) günümüzün en sıcak konularından biri.

Columbia Üniversitesi Earth İnstitute Direktörü Profesör Jeffrey Sachs yıllardır bu mesele üzerinde çalışıyor. Aynı şekilde “Kapital”in yazarı Fransız ekonomist Thomas Picketty, Nobel ödüllü Joseph Stiglitz, Nobel’i yeni kazanan Angus Deaton gibi isimlerde her fırsatta “eşitsizliğe” vurgu yapan isimler.

Kapitalizmin günümüz sorunlarına çare olmadığı 2012 yılında Davos’taki Dünya Ekonomik Forumu’nda (DEF) etraflıca ele alınmıştı. Öte yandan, Harvard’dan hocası olan Profesör Michael Porter, şirketlerin sadece kâr odaklı olmalarına karşı çıkan, toplumsal fayda sağlayacak iş modellerine geçmeleri gerektiğini savunan bir isimdi.[134]

Şimdi de “bizim” kapitalistlerin bir bölümü, Ali Koç, Bülent Eczacıbaşı, Zeynep Bodur, birdenbire kapitalizmden yakınmaya başladılar![135]

Siz bakmayın Koç Holding Yönetim Kurulu üyesi Ali Koç’un, “Eşitsizliğin ortadan kalkması için kapitalizmin ortadan kalkması gerekir. Ben en azından eşitsizliğin minimum seviyeye indirilmesi gerektiğini düşünüyorum. Gerçek sorun kapitalizmdir,”[136] demesine!

Koç Holding Yönetim Kurulu Başkanı Mustafa Koç’un, “Devletle kavga etmeyiz 90 yıllık itibarımızı çiğnetmeyiz… Devletimizle kavga etmek bize yakışmaz,”[137] sözlerinin altını çizerek hatırlatalım: Gezi direnişinde “demokrat” kesilen Koç Grubu’nun, metal direnişi karşısında hiç de demokrat olmadığını gördük.

Onun demokrasisin sınırı bu kadar. Kapıştığı hükümete karşı hareketi desteklemek, kendi çıkarlarına aykırı olanı darbelemektir![138]

Nasıl unuturuz/ unuttururuz?

Sendikalı oldukları için işten atılan Divan AŞ işçileri Taksim Divan Oteli önünde oturma eylemi yaptıkları sırada polis saldırısına maruz kaldılar. 2013’de Erdoğan hükümetiyle arası pekiyi olmayan Koç Grubu şimdi işçilerin dövüldüğü otelin kapılarını Gezi direnişçilerine açmıştı. Direniş dönemleri burjuva sınıfın içindeki rekabetin biriktirdiği çatlaklar açığa çıkar, çelişkiler derinleşir, onların siyasal iktidara karşı pozisyonları ortaya çıkan halk hareketini kendi çıkarları için araçsallaştırabileceklerini düşündükleri ölçüde değişir. Gezi direnişinin de böyle bir yan ürünü olmuştu sonuçta. Direniş sönümlendikten sonra ise Erdoğan Hükümeti ile Koç Grubu yeniden el sıkıştılar![139]

O hâlde III. Büyük Bunalım koşullarındaki “YDD” çılgınlığı tablosunda “demokrat sömürücüler”, “burjuva demokrasisi” yalanına prim vermeden; koşulların işçi sınıfı ve emekçileri tarihin sahnesine davet ettiği ve “kendisi için” işçi sınıfının bu koordinatlarda isyan(lar)la örgütleneceğini asla unutmamak gerekiyor.

Yazının devamı için



Bu yazı 3470 defa okunmuştur.

FACEBOOK YORUM
Yorum

YAZARIN DİĞER YAZILARI

YAZARLAR
Bizi Takip Edin :
Facebook Twitter Google Youtube RSS
ÇOK OKUNAN HABERLER
  • BUGÜN
  • BU HAFTA
  • BU AY
HABER ARŞİVİ
SON YORUMLANANLAR
  • HABERLER
  • VİDEOLAR

Web sitemize nasıl ulaştınız?


nöbetçi eczaneler
HABER ARA
YUKARI