Bugun...


Temel Demirer

facebook-paylas
Güncelden Tarihsele İsçi Sınıfı/çocuk işçi(ler), kadın(lar) ve iş cinayet(ler)i
Tarih: 15-12-2017 03:11:00 Güncelleme: 12-12-2017 01:02:00


Güncelden Tarihsele İsçi Sınıfı(çocuk işçi(ler), kadın(lar) ve iş cinayet(ler)i)

II.1.1) ÇOCUK İŞÇİ(LER), KADIN(LAR) VE İŞ CİNAYET(LER)İ

 

Türkiye/ Anadolu işçi sınıfı bağlamında çocuk işçi(ler), kadın(lar) ve iş cinayet(ler)ine gelince karşımıza çıkan tablo kapkaradır!

Çocuk işçi(ler) mi?

Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) raporuna göre, 2014 Aralık itibariyle işçi çocuk sayısının 1 milyon civarında olurken, Türkiye’de 10 milyon yoksul çocuktan 3 milyonu yoksulluk ve açlık sınırı altında yaşıyordu.[72]

En yoksul çocuklar, Doğu, Güneydoğu Anadolu ve iç bölgelerde yaşıyor. Aynı sosyal ve ekonomik verilere göre, Türkiye’deki her 4 çocuktan biri hiçbir sosyal güvenceye sahip değil. Yoksulluk nedeniyle çalışmak zorunda kalan ya da çalıştırılan çocukların yüzde 54’ü sigara yüzde 6’sı içki içiyor.[73]

Ayrıca DİSK-AR’ın ‘Türkiye Çocuk İşçiliği Gerçeği’ başlıklı raporunda, 5-7 yaş arası istihdam ve ev işlerinde çalışan çocukların toplan sayısı 8 milyon 397 bin rakamını buluyor. TÜİK sonuçları daha farklı açıdan ele almakta, 6-17 yaş grubundaki çocuk sayısı, 2012 yılı ekim, kasım ve aralık aylarında uygulanan çocuk işgücü anket sonuçları; 15 milyon 247 bin kişi. Bu gruptaki çocukların yüzde 66.5’i kentsel, yüzde 33.5’i kırsal kesimde yer alıyor. 6-14 yaş grubundaki çocukların yüzde 97.2’si ve 15-17 yaş grubundaki çocukların ise yüzde 74.7’si okula devam etmiyor. Çalışan çocukların yüzde 49.8’i bir okula devam ederken, yüzde 50,2’si herhangi bir okula gitmiyor.[74]

Ve bir şey daha: Türkiye’de çoğunluğu çocuk 400 bin civarında Suriyeli kayıt dışı çalışıyor. Konfeksiyon atölyelerinde çalışan minik Suriyeliler Next, H&M gibi dünya devleri için ürün üretiyor. Resmi rakamlara göre şu anda Türkiye’de 2.5 milyon civarında Suriyeli mülteci var. Suriyelilerin yüzde 54’ü 18 yaşından küçük, sadece 3 bin 686’sı kayıtlı çalışıyor ve çoğunluğu çocuk 400 bin Suriyeli kayıtdışı, düşük ücretli ve sağlıksız koşullarda istihdam ediliyor.[75]

Örneğin ABD televizyonu İstanbul’da Suriyeli çocukların çalıştırıldığı onlarca tekstil atölyesini gizli kamerayla çekerek dünyaya duyurdu. İstanbul’da zorla çalıştırılan Suriyeli çocukları Amerikan televizyon kanalı CBS görüntüledi. Gizli kamerayla çekime çıkan CBS ekibi, Suriyeli küçücük çocuklarla dolu onlarca atölye bulduklarını, yaşları 10’a varabilen Suriyeli çocuk çalıştırmayan işyeri neredeyse bulunmadığını açıkladı. CBS’in girdiği bir bodrum katındaki harıl harıl çalışan tekstil atölyesinin tüm işçileri Suriyeli çocuklardan oluşuyor. Halep’ten geldiğini söyleyen erkek çocuğu, varil bombaları ve teröristlerden kurtulsa da, bu kez emek sömürüsünün eline düşmüş. Türkiye’ye kaçan 2 milyondan fazla Suriyelinin yoksulluk yüzünden çocuklarını çalıştırmak zorunda kaldığı belirtildi.[76]

Bir diğer örnek de şu: İngiltere’de faaliyet gösteren iki büyük giyim markası Next ve H&M, Türkiye’deki tedarikçilerinde Suriyeli çocukların çalıştırıldığını tespit etti. Bu iki firmada Suriyeli çocuk işçi çalıştırıldığının ortaya çıkmasının ardından, Türkiye’den mal alan diğer giyim markalarından da üretimde Suriyeli çocukların çalıştırılıp çalıştırılmadığını kontrol etmeleri istendi. ‘The Independent’ın haberine göre “Çin, Kamboçya ve Bangladeş’le birlikte Türkiye, İngiltere’de satılan tekstil ürünlerinin en büyük üreticilerinden. Topshop, Burberry, Marks&Spencer ve Asos gibi markalar da Türkiye’de üretim yaptırıyor. Türkiye ayrıca 2.5 milyondan fazla göçmen ile dünyada en fazla Suriyeli barındıran ülke.”[77]

Dr. Denizcan Kutlu’nun, “AKP çalışma yaşamını da kendi hayat görüşü doğrultusunda şekillendiriyor. Kadını aile içerisinde tanımlıyor, kadının işgücü piyasasına katılımını esnek çalışma gündeminin bir parçası olarak ele alıyor,”[78] notunu düştüğü kadın(lar) mı?

TÜİK’in kadın konulu araştırmasına göre çalışan kadınlar, aynı işi yapan erkeklere göre daha az ücret alıyor. Erkek çalışanların yıllık ücret geliri ortalama 20 bin lira iken kadın çalışanların yıllık ücret geliri ise 15 bin lirada kalıyor.

Kadınlara ilişkin olarak ilginç ekonomik ve sosyal göstergeleri ortaya koyan araştırmanın diğer sonuçları özetle şöyle: i) Kadın nüfus erkeklerden daha az. Nüfusun yüzde 49.8’i kadın… ii) Kadınlar erkeklerden 5 yıl fazla yaşıyor. Kadınların ortalama ömrü 80.7 yıl…[79]

İş cinayet(ler)i mi?[80]

İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği (İSİG) Meclisi’nin verilerine göre 2015’de en az 1730 işçi iş cinayetlerinde yaşamını yitirdi. Bu rakam Soma Katliamı dışarıda bırakıldığı zaman iş cinayetlerinin bir önceki 2014 senesine oranla (1886 iş cinayeti) arttığını gösteriyor.

İSİG verilerine göre, AKP’nin iktidara geldiği Kasım 2002’nin son iki ayında 146 işçi, 2003’te 811 işçi, 2004’te 843 işçi, 2005’te 1096 işçi, 2006’da 1601 işçi, 2007’de 1044 işçi yaşamını yitirirken;[81] AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılından 2016’ya hayatını kaybeden işçi sayısı en az 16 bin 471 oldu.[82]

İş cinayetlerinde Avrupa’da ilk sırada yer alan Türkiye’de günde 524 iş kazası yaşanırken 4 işçi hayatını kaybediyor.

Ortak Sağlık ve Güvenlik Birimi (OSGB), Türkiye’de yaklaşık 2 milyona yakın işyerinin iş sağlığı ve güvenliği ile ilgili hizmetleri almakla yükümlü olduğuna, ancak hiz013 döneminde açıklanan toplam işçi ölüm sayısı 11 bin 47 iken iş kazası ve meslek hastalığı sonucu gelir bağlanan dosya sayısı 20 bin 799’dur. Aradaki fark 9 bin 752’dir. Yıllık ortalama ölüm sayısı bir istatistikte 1227 iken diğerinde 2311’e ulaşıyor.[83]

 

II.2) KAPİTALİST DEVLET VE İŞÇİLER

 

Friedrich Wilhelm Nietzsche’nin, “Devlet, soğukkanlı canavarların en soğukkanlısıdır. Kılı kıpırdamadan yalan söyler ve ağzından düşürmediği yalan da şudur: ‘Ben, devletim, halkın kendisiyim’...”; V. İ. Lenin’in de, “Devlet işçi ölümleri yerine, işçi eylemlerine karşı tavırlar alır,” notunu düştüğü kapitalist devlet ve işçilerin Türkçesine gelince!

Öncelikle gündemdeki AKP patentli emek politikalarında iktidarın en önemli şiarı artık herkes tarafından biliniyor: “Piyasalaştırma” veya “metalaştırma”![84]

i) Türkiye, sendikal hak ve özgürlüklere ilişkin yasaklar nedeniyle özel listelere, dahası kara listeye bile alınmış, hesap vermek zorunda olan ülke konumuna düştü, yasakların kaldırılması yolunda sayısız kez uyarıldı. ILO’daki suçlu konumundan sıyrılmaya yönelik pek çok makyaj içerikli düzenlemelerle sendikal yasakları kaldırdığını savunsa da aklanamadı.[85]

ii) Sayıştay, işçilerin işsiz kaldıklarında yararlandıkları İşsizlik Sigortası Fonu alacaklarında usulsüzlük saptadı. İşçinin parasının nereye gittiği belli değil. İşten ayrılan işçilerin bir süre maaş aldıkları İşsizlik Sigortası Fonu hesabında toplam 81 milyar 393 milyon lira bulunuyor. Fonun hesaplarını denetleyen Sayıştay, SGK tarafından tahakkuku yapılıp tahsilatı yapılmayan işsizlik sigortası prim alacaklarıyla ilgili önemli tespitlerde bulundu. İşçilerin işsiz kaldıklarında yararlandıkları, hükümetin ise uzun süre GAP başta olmak üzere başka alanlara kaynak aktarmak için kullandığı İşsizlik Sigortası Fonu bir kez daha gündemde. Devletin denetim kurumu olan Sayıştay, fonun alacakları arasında yer alan 553 milyon liranın güncel tutarları yansıtmadığını saptadı. SGK’den gelen yanıtı da yeterli bulmayan Sayıştay, kanıt istedi. Sayıştay, ortada ne kayıt ne de belge olduğuna dikkat çekti![86]

iii) Asgari ücretin 1300 lira olarak planlandığı bu dönemde hükümetten işverenin yükünü azaltmaya yönelik ilk resmi adım geldi. İşsizlik fonunda biriken parayı hükümet, işverenin yükünü azaltmak için kullanacak![87]

iv) Asgari ücretten 63 lira vergi kesen devlet, Koç’un 3 otomotiv şirketine “teşvik” adı altında milyonlarca liralık vergi kıyağı yapıyor. Asgari ücretliden kesilen vergi seçim öncesi tartışmalara konu olmuştu. Ayrıca seçim sürecinde Koç Holdinge bağlı 3 otomotiv fabrikasındaki işçiler insanca yaşayacakları bir ücret talebiyle iş bırakmıştı. Metal işçilerinin taleplerine kulak tıkayan hükümet, Koç’a yaptığı vergi kıyaklarıyla kimin tarafında olduğunu bir kez daha gösterdi. Asgari ücretlilerin parası daha eline gelmeden gelirinden 63 lira eksilirken, Koç Holdingin 3 otomotiv firmasında “teşvik” adı altında vergi kıyağı uygulanıyor. Holding’in TOFAŞ firması 31 Mart 2015 itibariyle devrolmuş yatırım indirimi tutarı 2 milyon 231 bin 881 TL, yani ödeyeceği vergiden bu kadar indirim yaptırabilme hakkı var. Kurumlar vergisi için yararlanacağı indirim tutarı ise 279 bin 39 TL. Aynı tarih itibariyle TOFAŞ’ın ertelenmiş vergi varlığı net 160 bin 779 TL![88]

v) Hükümet, işsizliğe çare olacağını savunduğu, sendikaların “kölelik” olarak nitelendirdikleri “Özel İstihdam Büroları”na (ÖİB) geçici iş ilişkisi kurma yani “işçi kiralama” yetkisi veren düzenleme ile “uzaktan çalışmayı” düzenleyen tasarıyı Meclis’e sundu![89]

vi) “Şiddet”, kuşkusuz, sadece siyasi yaşam ile sınırlı değil; ekonomik şiddet de “yeni” Türkiye’nin bir parçası. Sözünü ettiğimiz şiddet, emeğin kazanımlarına ve örgütlenme haklarına yapılmış topyekûn bir saldırıyı içeriyor: 8 Şubat 2016 günü TBMM Başkanlığı’na sunulan “İş Kanunu ile Türkiye İş Kurumu Kanunu’nda Değişiklik Yapılmasına Dair” kanun tasarısı... Özetle, tasarıyla işsizler ÖİB elemanı olacak. Maaş ve sigortalarını da bu bürolar ödeyecek. İşveren dilediği koşul ve süreyle buralardan işçi kiralayacak. Çalışma hayatını baştan sona değiştirecek. Daha somut ifadeyle, istihdam büroları işsiz konumundaki başvuru sahiplerini sigortalı olarak işe alacaklar ve “kiralanacak işçinin” maaşı asgari ücret üzerinden yatırılmış olacak. İşletmeler ilgili istihdam bürosundan işçiyi kiralayacak ve “kiraladıkları” işçiye ait hiçbir yükümlülük üstlenmemiş olacaklar![90]

vii) Emek örgütlerinin ‘kölelik’ olarak nitelendirdiği kiralık işçilik tasarısı, çalışanlara sıfır güvence, patronlara ise sınırsız esneklik sunuyor.[91]

viii) DİSK’e göre, esnek çalışma kapsamında çalışan işçiler, işsizlik fonundan yararlanamayacakken; “İnsan ticareti, tarihteki en büyük insanlık suçlarından biridir,” vurgusu yaptığı özel istihdam bürolarıyla ilgili 20 maddede yaptığı tespitlerin bazıları şöyle: İş güvencesi, kıdem ve ihbar tazminatı ortadan kaldırılacak… 7 milyon işçi, yani istihdamın nerdeyse yarısı bu “kölelik büroları” aracılığı ile güvencesiz çalıştırılacak… Kural dışı, güvencesiz ve esnek çalışma biçimleri kural hâline gelecek… Sendikal örgütlenmeler çok ciddi kan kaybedecek… İşverenlerin işten çıkarma maliyetleri düşecek, işçiler istenildiği gibi kullanılıp kapı önüne konulacak… Gelir, emeklilik, yıllık izin ve sağlık ile ilgili haklar ortadan kalkacak… Kiralık işçilerin İşsizlik Fonu’ndan yararlanma olanakları olmayacak. İş-Kur işlevsiz hâle gelecek, kamu emek gücü piyasasındaki sorumluluklarını tamamen üstünden atmış olacak![92]

Toparlarsak: Kapitalist devlet ne zaman “kaos var”, “kardeş kanı akıyor” denilse, peşinden işçiler için baskı dönemleri geldi. Önce örgütlenme hakkı, ifade özgürlüğü sınırlandırıldı, o güne kadar işçilerin binbir bedelle elde ettiği hakları ellerinden alındı. Bir süre sonra, baskı dönemi sözüm ona sona erip kan durunca, örgütlenme hakkı yeniden verilmiş gibi yapıldı ama işçilerin elinden alınan haklar asla geri verilmedi.

1971’de “Kaos var” dediler, 12 Mart 1971 askeri darbesi gerçekleşti; önce işçi hakları “Sırası mı şimdi?” diye biçildi.

Çünkü 12 Mart’ta gelinen günlerde sendikalaşma hızla artıyor, kamu sektöründen özel sektöre yayılıyordu. İlk kez sosyalistler Meclise 15 milletvekili ile girmiş, Mecliste işçi hakları, sosyal güvenlik, sömürü konuşulur olmuştu. İşçiler, memurlar, haklarını grev yaparak, işyerlerini işgal ederek, miting düzenleyerek alıyordu.

Devrin Başbakanı Demirel, “Bu anayasa ile ülke yönetilemiyor, bize bol geldi”, devrin Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç, “Sosyal uyanış ekonomik gelişmeyi aştı” dediler. Darbe sonrası değiştirilen Anayasa maddeleri ile Anayasada var olan temel hak ve özgürlükler kısıtlandı, başka birçok hak gibi memurların sendikalaşma hakkı böylece ortadan kaldırıldı.

12 Eylül’e gelinen günlerde “Kaos var” dediler, “Kardeş kanı akıyor” dediler, yine darbe yapıldı. Önce grevler yasaklandı, toplu iş sözleşmeleri askıya alındı, sendikalar kapatıldı.

Oysa TÜSİAD, TİSK gibi işveren örgütleri kendi önerdikleri, iç talebi kısan, ücretleri düşüren, ihracata dayalı ekonomi modeli getirecek hükümet kararları için açık açık “12 Eylül darbesi olmasaydı 24 Ocak Kararları’nı uygulayamazdık” dediler.

Her iki darbeyi yapanlar da, dökülen kardeş kanından, Anayasanın bol gelmesinden, kurulamayan hükümetlerden, seçilmeyen cumhurbaşkanından söz ederek darbelerini meşrulaştırdılar.

12 Mart’ta da, 12 Eylül’de de darbe zemini, kan dökülerek hazırlandı. 11 Eylül 1980’de sokaklar kan gölüydü. Her gün kahve taramalar, ev baskınları, kurşunlamalarla insanlar öldürülüyordu. Toplum, akan kan dursun, can güvenliği sağlansın da ne olursa olsun kıvamına getirilmişti.

11 Eylül 1980’de akan kan, 12 Eylül 1980’de bıçakla kesilmiş gibi durdu. 11 Eylül’de akan kanı, 12 Eylül’de bıçakla keser gibi kesen otoritenin 11 Eylül’de akan kandaki payı sorgulanmadı. Siyasi partiler uzun yılları alan süreçte tekrar örgütlendiler, güçlendiler ama işçilerin elinden alınan örgütlenme hakkı alındığı hâliyle kaldı. İşçinin geliri bile eski hâline gelemedi.

1978’de işçinin yüz lira olan ücreti, 1983’e gelindiğinde 59.2 liraya düştü.

Darbe sonrasında sadece işçi, köylü ücretleri gerilemedi, genel olarak gelir dağılımı bozuldu, yoksulluk arttı.

1978 yılında nüfusun en yoksul yüzde 40’lık diliminin milli gelirden aldığı pay yüzde 10.1 iken, 1983’te bu oran yüzde 9.5’e geriledi. Aynı dönemde en zengin yüzde 20’lik kesimin milli gelirden aldığı pay yüzde 54.7’den, yüzde 56’ya yükseldi.[93]

Gelir dağılımında yaşanan fark artarak, bugün bir uçurum olarak karşımızda çıktı: 2013 yılında nüfusun en zengin yüzde 20’si gelirin yüzde 46.6’sını alırken, en fakir yüzde 20 toplam gelirin sadece yüzde 4.9’unu aldı.

2013 yılı itibarıyla en zengin ve en fakir yüzde 20’lik dilimler arasındaki fark, yüzde 40.5 oldu. Yani, en zengin yüzde 20’lik dilim içerisinde yer alan bireyler, en fakir yüzde 20’lik dilim içerisinde yer alanlara göre milli gelirden yüzde 40.5 daha fazla pay aldılar. Bu rakamlarla Türkiye OECD üyesi 34 ülke arasında, gelir dağılımı arasındaki farkın en yüksek olduğu 31. ülke konumuna geldi.[94]

7 Haziran 2015’te bu ülkede bir seçim yapıldı. Seçim sonuçları Cumhurbaşkanı tarafından istenilen siyasi sistemi kurmaya elverişli sonuçlar vermedi. Anayasa Hukuku Profesörü, AKP Milletvekili Burhan Kuzu, “Ya istikrar ya kaos dedim. Millet kaosu seçti” dedi.

“Kaos” dediği ise partisinin tek başına iktidara gelememesiydi. 8 Haziran’da kan yeniden akmaya başladı. Sağlık Bakanı Mehmet Müezzinoğlu altını çizdi, “2014 yılının 10 Ağustosu’nda Cumhurbaşkanı yerine başkan seçmiş olsaydık Türkiye bugün bu kaosu yaşamayacaktı” dedi.

Cumhurbaşkanı, Dağlıca baskınından sonra canlı yayında noktayı koydu: “Eğer 400 milletvekilini alabilecek veya bir Anayasayı inşa edecek sayıyı bir siyasi parti yakalamış olsaydı, durum bugün çok daha farklı olurdu… Her şeyden önce Yeni Türkiye adımını atmak için böyle bir şey çok çok iyi olurdu” dedi.

Yine “Kaos var” diyorlar. Yine kardeş kanı akıtılıyor.

Barış süreci, basın özgürlüğü, adil yargılanma vs. hak getire ama yaşadığımız yıllarda tanık olduğumuz ve değişmeyen gerçek yine karşımızda: İşçi hakları yine “Sırası mı şimdi?” listesinde... Konuşamıyoruz bile.

2015’te kanın tekrar akıtılmaya başlamasıyla birlikte, sendika seçme özgürlüğünü kullanmak isteyen metal işçilerini, direnişlerini ve sonrasında yüzlerce işçinin işten atılmasını konuşamaz olduk.

TÜİK’in 3 milyon olarak açıkladığı, DİSK’in 6 milyon dediği işsiz sayısını konuşamaz olduk.

Haftalık ortalama çalışma süresi 53 saate ulaştı. İş yasasının çalışma sürelerini sınırlandıran hükümleri, fiilen yürürlükten kaldırıldı. Konuşamıyoruz.

İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi rakamlarına göre bu yılın ilk sekiz ayında 1138 işçi iş cinayetlerinde öldü, konuşamıyoruz. 2012 yılının ağustos ayında iş kazası adı altında iş cinayetlerinde en az 71 işçi yaşamını yitirmişken, 2013 yılının ağustos ayında bu sayı en az 129 işçi, 2014 yılının ağustos ayında en az 160 işçi, 2015 yılının ağustos ayında ise bu rakam en az 158 oldu.[95] Konuşamıyoruz.

Bu durum devletin konuya dair hiçbir gerçekçi politikasının olmadığını göstermesine karşın, artık gündeme dahi gelmez oldu. Bizi can derdine düşürdükleri, bizi kurtarıcı bekler hâle getirdikleri her zaman, özgürlüklerimizi, haklarımızı ellerimizden aldılar. Yoksullaştırsalar da yaşıyor olmamıza şükreder bir hâle getirdiler.[96]

III. Büyük Bunalım’ın “Yeni Dünya Düzen(sizliğ)i”nda (“YDD”) aşılması gereken tam da burası yani “şükür” hâlidir!

 

II.3) “BİR ŞEY ÇIKMAZ, OLMAZ” DİYENLER İÇİN!

 

Verili hâliyle örgütsüz/ önderliksiz Türkiye/ Anadolu işçi sınıfı etkisiz ya da etkisizleştirilmiş bir sınıftır. Onun en büyük sorunu örgütsüzlük ve bundan dolayı içine düştüğü kapitalizmin sınıf karşıtı ideolojisine, reformizme uyum sağlama çabalarıdır. Kuramsal olarak gelişen kapitalist üretim ilişkilerinde işçiler hem niteliksel hem de niceliksel bağlamda gelişen koşullardan aynı oranda güç kazanırlar. Kapitalizmin hegemonyasındaki bir ülkede işçi sınıfının en az burjuva sınıfı kadar güçlü olması gerekir; yine kuramsal olarak.

Buradaki potansiyelin işçilerce fark edilmesi kanımca çok önemlidir. Emek süresince işçilerin “işin reddi ya da üretim sahasından çekilmesi” gibi daha çok otonom işçi hareketlerinden tutun da devrimci sendikalarda burjuva demokrasisinin kapitalist sisteme hizmet eden parlamentarizmini dışlayan toplumsal muhalefet pratiğine olası pek çok örgütlenme ve eylem biçimi, yazık ki gerçekleştirilememektedir. İşçi sınıfını güçsüzleştiren en önemli etken de budur.

İşçi sınıfının tekrar güç kazanması için öncelikle amip gibi bölünerek üreyen burjuva tandanslı işbirlikçi sendikalardan ve bürokratlardan kurtarılması gerekmektedir. Marksist ilkeleri kendisine temel edinmiş enternasyonalist[97] bir parti[98] ve devrimci sendika tarafından örgütlenmeye ihtiyaç duyan işçi sınıfının, burjuva partilerinin peşine takılıp akıntıya sürüklenmesinin sona erdirilmesi gerekiyor. Bunun için de Marksist teorinin din ve milliyetçiliğin sığ sularını deşifre etmesi kaçınılmaz oluyor.

Bilinç düzeyi son derece düşük olmakla birlikte fiilen memleketin yüzde 60’ını oluşturan Türkiye/ Anadolu işçi sınıfı için “İşçi sınıfı hiçbir şey yapmıyor, bu işçilerden adam olmaz!” türünden hezeyanlar sosyalistlerin, özellikle ağır yenilgi ve gerileme dönemlerinde sık karşılaştıkları sözlerdir. İşin gerçeği, bu sözler bir hakikâtin ifadesi olmaktan ziyade, bezgin ve isteksiz bir ruh hâlinin dışavurumudur. Bunu söyleyen kişi, aslında bir gerçeği ya da fikri dile getirmekten ziyade, kendi karamsarlığını ilân etmekte, kendisini moral açıdan yükümlülük altında bırakacak sonuçlarla yüzleşmek istemediğini dillendirmektedir. Bu ruh hâli özellikle mücadeleye paydos etmiş eski solcularda sıkça görülür.

Bu düşünceye kapılanlar esasen iki tür gözleme dayanıyorlar. İlk olarak, olağan yaşantının içindeki bireyler olarak gözlemledikleri işçilerin zaaf ve kusurları karşısında düş kırıklığına uğrayıp, “bunlar mı dünyayı değiştirecek!” diye öfkeleniyorlar. Oysa genel olarak olağan dönemlerde ya da gericilik dönemlerinde işçiler de burjuva toplumunun ortalama bireylerinden pek farklı değildirler. Bu dönemlerde onlardan olağanüstü davranışlar, yaldızlı kahramanlıklar beklemek ancak hayalcilik olurdu. İşçi sınıfının tarihsel devrimci potansiyeli işçilerin gündelik sıradan davranışları içinde değil, onların bir sınıf olarak örgütlü davranışında yatar. Zira işçilerin kitle hâlindeki, yani bir sınıf olarak davranışları ile birey olarak davranışları farklıdır. Bu tıpkı, bir su damlasının fiziksel davranışı ile bu damlalardan oluşan bir ırmağın fiziksel davranışının tümüyle farklı dinamiklere tâbi olmasına benzer.

İkinci olarak da, işçi sınıfı hareketinin durgun bir dönemindeki durumunu gözlemleyip “bu iş bitti!” diyorlar. Oysa, ırmak benzetmesini devam ettirecek olursak, ırmağın kuruduğu mevsim dönemlerindeki ya da durgun bir gölü andırdığı kısımlarındaki davranışı ile gerçekte onu bir ırmak yapan genel akış karakteri farklıdır.

İşçi sınıfı hareketinin gerilediği ve karşı-devrimin güç kazandığı her dönemde bu tür karamsar düşünceler yaygınlık kazanmış, ancak hiçbir zaman bu gerilemeler mutlak olmamıştır. Şimdiki gerilemenin de mutlak olması için inandırıcı hiçbir sebep bulunmamaktadır. Her gerileme döneminde bu düşüncelere kapılanlar “bu seferki farklı” demişlerdir, ama tarih her seferinde bunu boşa çıkarmıştır.

Ayrıca unutulmasın: İşçiler de tek tek bireyler olarak, kapitalist toplumun her bireyi gibi, birçok zayıf yön taşırlar. O nedenle bireyler olarak işçileri idealize edip yüceltmek son derece yersizdir. Birey olarak işçiler kafalarında sınıflı toplumlar tarihinin ve cehaletin birçok önyargılarını, gerici düşünce biçimlerini barındırırlar. Birey olarak aldığımızda bu önyargılar ancak devrimci bir eğitimle giderilebilir. Ancak işçiler kolektif örgütlülüklerinde ve eylemlerinde bireysel sınırlılıklarını aşıp, daha büyük bir organizmanın, işçi sınıfının bir parçası olarak hareket etmeye başlarlar. Örneğin, bir işçinin kafasındaki dinsel ya da milliyetçi önyargılar, kolektif eylem anında onun patrona karşı mücadele etme ihtiyacını ortadan kaldırmaz. Kaldırmadığı gibi, bu mücadelede yanındaki işçi yoldaşlarının din, milliyet, mezhep vb. farkları da anlamını yitirmek zorundadır. Çünkü patrona karşı birleşmek gerekmektedir. Birleşmek! Anahtar kelime budur. Çünkü mücadelede işçi sınıfının elinde tek bir silah vardır, o da birlik olma, yani örgütlenmedir. Uluslararası İşçi Birliği’nin Kuruluş Çağrısı’nda Karl Marx bunu özlü bir şekilde ifade eder: “[İşçiler] bir tek başarı öğesine sahipler: sayıları; ama sayı ancak güç birliğiyle birleştiğinde ve bilgi ile yönetildiğinde terazinin kefesinde bir ağırlık hâline gelir.” İşte bu temel ihtiyaç işçileri bireyler olarak değil, kolektif bir sınıf olarak hareket etmeye zorlar.

“Neden işçi sınıfı” sorusunun cevabı da bu noktadan itibaren başlar. Ancak, işçi sınıfını diğer sınıf ve katmanlardan farklı olarak tek tutarlı devrimci sınıf yapan nitelikleri ele almadan önce, birey olarak ele alınan işçiler ile ilgili tartışmada bir noktayı açıklığa kavuşturmamız gerekiyor.

‘Komünist Manifesto’da da açıklandığı gibi, işçi sınıfı sermayenin doğal ürünüdür. Kapitalist sınıfı bir kenara bırakacak olursak toplumdaki diğer hiçbir sınıf veya katman sermayenin has ürünü değildir. Bunun en belirgin örneği köylülüktür. Köylülük ezelden beri varolan, tabir caizse dinozor bir sınıftır ve kapitalizm geliştikçe yok olma eğilimindedir. Oysa işçi sınıfı kapitalizm geliştikçe büyür, gelişir. Tarihin akış yönügenel ve uzun vadeli bir eğilim olarak işçi sınıfı dışındaki tüm ara sınıf ve katmanları güçsüzleştirir. Bunun önemli bir nedeni diğer ara sınıfların temel varoluş koşulunun, bunların esas olarak küçük mülkiyet zeminine basıyor olmasıdır. Bu zemin sermaye tarafından gitgide daraltılır.

Diğer taraftan küçük mülkiyet zemininin yapısal bir zaafı vardır. Bu zemin kaçınılmaz olarak bölücü bir zemindir. Bu temelde güdülen çıkarlar, doğası gereği küçük mülkiyeti koruma ve geliştirmeyi ifade ettiği için, bir yandan küçük-burjuvazinin kolektif hareket yeteneğini doğuştan zedeler, diğer yandan da mücadelenin ufkunu sınırlandırır. O nedenle kapitalizmi ortadan kaldırma ve sınıfsız topluma giden yolu açma işini bu ara sınıf ve katmanların başarması mümkün değildir.

Buradan, işçi sınıfının gücü sorununa geliyoruz. İşçi sınıfı potansiyel olarak başka hiçbir sınıf ve katmanda olmayan büyük bir toplumsal güce sahiptir. Bu işçi sınıfının üretim sürecindeki konumundan gelen gücüdür.

Söz konusu özellikler işçi sınıfının kapitalizmi ortadan kaldırmaya ve sınıfsız topluma giden yolu açmaya hem doğası gereği itilen hem de buna muktedir yegâne devrimci sınıf olduğunu gösteriyor. Elbette bu, işçi sınıfının bunu gerçekleştireceğinin garanti edilmiş olduğu anlamına gelmiyor. Marksizmin açık ve örtülü düşmanları ona böylesi bir kaderci otomatizmi yüklemeye çok heves etmiş olsalar da, bunun gerçeklikle ilgisi yoktur. Marksizm yalnızca tarihsel eğilimi ortaya koyar ve mücadeleye bu temelde kılavuzluk eder. Gerisi mücadele eden güçler sorunudur. Marksizmin tespit ettiği tarihsel eğilim, yine Marksizm tarafından ortaya konan tarihsel olasılıkla tamamlanır: Ya sosyalizm ya barbarlık! Mücadeleden kaçanlar, isteyerek ya da istemeyerek, yalnızca barbarlık seçeneğine hizmet etmiş olurlar.

Nâzım Hikmet’in, “Türkiye işçi sınıfına selâm!/ selâm yaratana!/ tohumların tohumuna, serpilip gelişene selâm!/ bütün yemişler dallarınızdadır./ beklenen günler, güzel günlerimiz ellerinizdedir,/ haklı günler, büyük günler,/ gündüzlerinde sömürülmeyen, gecelerinde aç yatılmayan,/ ekmek, gül ve hürriyet günleri,” dizelerindeki vurgudan hareketle bir noktanın altını özenle, defalarca çizelim:

“İşçilerin adam olmayacağı” düşüncesine kapılanlar, işçi sınıfının sınırlı da olsa yaptıklarını dahi görmezden gelme, küçümseme eğilimine girerler. Temelsiz kanaatlerini yitirmektense, çıplak olguları yok saymayı tercih ederler. Bu durumda işçi sınıfının yeni bir yükselişine katkıda bulunma, baş gösteren dirilme çabalarını teşhis etme ve bunların sonuçsuz kalmaması için çaba harcama istekleri de kalmaz. Dolayısıyla işçi sınıfı hareketinin bir daha yükselip yükselmeyeceği sorunu salt bir nesnel gözlem sorunu olmaktan öte, bir mücadele tercihi sorunudur da. Düşüncelerin sonuçları vardır. “İşçilerin adam olmayacağını” düşünürseniz, onların “adam olması” için çaba da harcamazsınız. O nedenle gerçek işçi sınıfı devrimcilerine düşen, ne kadar çetin olursa olsun, çeşitli dönemlerde ve ülkelerde hareketin içine düştüğü gerileme sarmalından çıkması için yapılması gerekenlere yoğunlaşmaktır.[99]

Yani tekrarlarsak: III. Büyük Bunalım’ın “YDD”sindeki “şükür” hâlinin aşılmasıdırmetlerin yetersiz kaldığına dikkat çekti.

2003-2014 arasında iş kazası ve meslek hastalığı sonucu ölen işçi sayısı 14 bin 587.2005-2.

yazının devamı için



Bu yazı 4983 defa okunmuştur.

FACEBOOK YORUM
Yorum

YAZARIN DİĞER YAZILARI

YAZARLAR
Bizi Takip Edin :
Facebook Twitter Google Youtube RSS
ÇOK OKUNAN HABERLER
  • BUGÜN
  • BU HAFTA
  • BU AY
HABER ARŞİVİ
SON YORUMLANANLAR
  • HABERLER
  • VİDEOLAR

Web sitemize nasıl ulaştınız?


nöbetçi eczaneler
HABER ARA
YUKARI