Bugun...


Temel Demirer

facebook-paylas
15-16 Haziran İşçi Sınıfındır; Öğretmen Tarihimizdir-devamı
Tarih: 05-08-2020 03:57:00 Güncelleme: 05-08-2020 03:57:00


 

 

15-16 HAZİRAN HAKİKÂTİ

 

“15-16 Haziran 1970, Cumhuriyet tarihinin o güne kadarki en büyük işçi eylemi. Eylemi önemi kılan sadece hacmi, çapı, çok sayıda insanın katılmış olması değil elbette. Bu da eylemin önemini ortaya koyan bir gösterge. Ama esas olarak eylemin önemi, işçi sınıfının varlığını, gücünü, kimliğini ortaya koymasından, haklarını savunma iradesini ve becerisini göstermesinden geliyor. Eylemle işçi sınıfı, son derece gür ve tok bir tonda ‘Ben buradayım! Beni hesaba katmadan adım atmak mümkün değil!’ dedi. Eylemle birlikte ortaya çıkan pek çok gelişme, devletin, sermayenin, siyasetin, sendikal hareketin derinden etkilenmesi de teyit etmektedir ki 15-16 Haziran işçilerin protesto hareketi olmasının ötesinde anlam kazanmış, sosyal ve siyasal tarihte iz bırakarak bu günlere gelmiştir.”[25]

O, işçi sınıfımızın başyapıtıydı…[26]

1970 yazına gelirken İstanbul 2 milyon 849 bin nüfusuyla 35 milyon nüfuslu Türkiye’nin en büyük kentiydi. Ülkede üretilen toplam toplumsal sermayenin yüzde 50’si, büyük ölçekli sanayi işletmelerinin yüzde 43’ü, sanayi işçilerinin yüzde 35’i İstanbul’da yoğunlaşmıştı. Madeni eşya, kimya, konfeksiyon ve elektrikli aletler sanayinin de yüzde 50’den fazlası İstanbul’daydı. DİSK’in kaçınılmazca İstanbul’daki işçi hareketinin merkezinde yer alacağı örgütlenmesinin ilk üç yılında belli olmuştu.

1970 yazında 20’den fazla işçi istihdam eden 700 büyük işletmede 116 bin 605 işçi çalışıyordu. 4 büyük işletmede 3’er bin, 26 büyük işletmede 3 bin dolayında işçi istihdam ediliyor; 250 kadar işletmedeyse 100 ile 500 arasında işçi çalışıyordu. İstanbul’daki merkezileşmiş ve yoğunlaşmış büyük ölçekli modern sanayi işletmeleri bu yapılarıyla Türkiye’nin modern sanayi işçilerinin ve onların sınıf mücadelelerinin döl yatağıydılar.

Özetle işçi hareketinin ve sendikal mücadelenin zemini DİSK’in üzerinde yeşerdiği 27 Mayıs sonrası koşullarda -1963 ile 1971 arasında- sanayide çalışmaya başlayan ve sendikalara katılan işçi sayısındaki büyük sıçramalarla birlikte genişlemişti: 1963’te 2 milyon 745 bin olan işçi sayısı 1971’de 4 milyon 55 bine yükselmişti. 1963’te 296 bin olan sendikalı işçi sayısı ise 1971’de 1 milyon 200 bindi. Aynı dönemde sendikalaşma oranı üç kat artışla yüzde 10.8’den yüzde 29.6’ya yükseldi. 1963’de imalat sanayiinde ücretlilerin büyük bir kesimi 10 kişiden az işçi çalıştıran işyerlerinde çalışıyordu. Toplam 354 bin işçi 158 bin işyerine dağılmıştı; 1968’deyse 100’den fazla işçi istihdam eden işyerlerinde çalışan işçilerin sayısı 1963’e göre yüzde 50 artarak 252 binden 360 bine çıktı.

Sermayenin üretim maliyetlerini yükselttiğinden sürekli olarak yakındığı ücretlerin maliyet içindeki oranı yalnızca yüzde 10.53’tü. Aynı dönemde iş kazalarıyla kaybolan işgünü sayısı grev ve direnişlerin yol açtığı kayıpların 8 katıydı. Resmi sayılara göre 1963’te 7 olan grev sayısı 1969’da 82’ye 1970’de 111’e yükselirken, greve katılan işçi sayısı 1963’te 1374 iken 1970’de 27 bine yükseldi.[27]

1960’lı yıllarda yükselişte olan işçi hareketi, sendika kanalıyla iş yerlerinde örgütlenebiliyor, hakları için mücadele ederek önemli kazanımlar elde ediyordu. 1960’tan 1970’e, pek çok grev ve direniş gerçekleşti. Mücadele etmesi gerektiğinin bilincine varan işçiler, devlet güdümündeki TÜRK-İŞ’ ten sıyrılarak, o günlerde sendikal mücadelenin odağı hâline gelen DİSK’i kurdu…

DİSK, kurulduğu 1967’den 1970’e kadar güçlenerek ve bilinçlenerek yoluna devam etti. Birçok işyerinde örgütlenerek yetkiyi alıyor ve Türk-İş’e göre çok daha iyi toplu sözleşmelere imza atıyordu. İmzaladığı toplu sözleşmelerin etkisiyle de işçi sınıfı içinde gitgide bir çekim merkezi olmaya başlıyordu.

DİSK’in işçi sınıfı içinde kuvvetlenmesi, patronların çıkarlarını tehdit ediyor, Türk-İş’in ise işbirlikçi yönünü gittikçe ortaya çıkarıyordu. İktidardaki Adalet Partisi bu “tehlikeyi” önlemek için harekete geçiyor, sendikal özgürlükleri ve grev hakkını kısıtlayan bir yasa tasarısı hazırlıyordu. Erzurum’da toplanan Türk-İş Genel Kurulu’nda konuşma yapan dönemin Çalışma Bakanı Turgut Toker, yeni yasa tasarısıyla DİSK’in çanına ot tıkayacaklarını hiç çekinmeden ifade ediyordu.

CHP’nin de desteğiyle meclisten hızlıca geçirilen yasanın anayasaya aykırı olduğunu ilan eden DİSK, örgütlü olduğu tüm işyerlerinde Anayasal Direniş Komiteleri kurulmasına karar verdi. Yasaya karşı aldığı bir dizi kararı tartışmak üzere yüzünü kendi tabanına dönen DİSK, tüm işyeri temsilcilerinin katıldığı bir toplantı organize ediyordu. DİSK’in olmadığı zamanlarda çalışma koşullarının ne kadar zorlu olduğunun bilincinde olan işçiler, sendikanın gökten zembille inmediğini, onu kendilerinin var ettiğini ve gözbebekleri gibi koruyacaklarını, grevse grev, mitingse miting, ne gerekiyorsa yapacaklarını hep bir ağızdan söylediler.

TİP Milletvekili Rıza Kuas,[28] Meclis’te CHP’li ve AP’li sendikacıların yasa değişikliği tasarısını engellemek için komisyonlarda tek başına mücadele etti[29] ve 15-16 Haziran’dan 12 gün önce yani 3 Haziran 1970’te, İstanbul’daki DİSK Genel Merkezinde olağanüstü bir toplantıda 274 ve 275 sayılı yasalar konusunda bir “Uyarı Heyeti” kuruldu.

Heyette yer alan DİSK Genel Sekreteri Kemal Sülker, Cumhurbaşkanı, CHP Genel Sekreteri ve Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği’ne gönderilecek mektuplarla ilgili görevlendirildi. Genel Başkan Kemal Türkler de Başbakan’a yazılacak mektubu kaleme aldı.

İşte 9 Haziran 1070’de postaya verilen o mektuptan kısa bir bölüm:

“Sayın Süleyman Demirel, Başbakan/ Ankara...

Hükümetinizin yanlış ve Anayasa’ya aykırı bir tasarıyı Büyük Millet Meclisi’ne götürmüş olması iktidarınızın bitaraf yönetim anlayışına sahip olmamasından ve partizanca bir tutumdan ileri gelmektedir. Çünkü hükümetiniz, işçi sınıfı ve çalışma hayatı ile ilgili bir tasarı hazırlarken işçi teşkilâtlarının görüşünü almayı düşünebilmiş olmasına rağmen bu kesimde sadece Türk-iş’in görüşünü almış ve yeterli görmüştür. Böylece antidemokratik bir çizgiye düşmüştür...

Onun için hükümetinizin bitaraf bir görüş açısından hareketle bu tasarıları Büyük Millet Meclisi’nden geri almasını ve bilahare DİSK’in de diğer kuruluşlarla aynı seviyede ve ölçüde görüşü alındıktan sonra yeniden hazırlanarak Büyük Millet Meclisi’ne verilmesini talep ediyoruz. Aksi taktirde Anayasadaki direnme haklarımızı kullanacağımızı şimdiden belirtiriz.

Keyfiyet arz olunur... Saygılarımızla… Genel Başkan/ Kemal Türkler.”[30]

DİSK’in Süleyman Demirel’e yazdığı mektup yaklaşan fırtınanın habercisiydi. Peki, Başbakan Demirel’in işçilere yanıtı ne olmuştu? Büyük işçi direnişinden bir gün sonra, 17 Haziran 1970’de işçilerin İstanbul sokaklarına dökülmesinden sonra Süleyman Demirel TBMM’de şöyle diyordu:

“Muhterem üyeler; Bu tasarı Millet Meclisi’nde görüşülmüş ve Millet Meclisi tarafından kabul edilmiş. Şimdi bunun üzerine DİSK diye bir teşekkül çıkmış diyor ki; (Bu tasarıyı kanunlaştırmayacağız), (Fabrika tahrip edeceğiz. Sokak savaşı açacağız. Ama parlamentonun iradesini istediği gibi kullanmasına engel olacağız). (Bu kanunlarla ilgili tasarılar gerçekleştiği taktirde işyerlerinde kan gövdeyi götürecektir) (İçinizden bir kişi dahi tutulsa ve bu arkadaş nereye götürülürse götürülsün orayı topluca basacağız ve arkadaşlarımızı alacağız)... Nitekim bunları yaptılar. Yani dünkü hareketlerin içinde bunlar var. (Kanun falan dinlemeyeceğiz) dediler, dinlemediler. (Fabrikaların tahrip edilmesi ve dinamitlenmesi de eylem sırasında düşünülecektir) dediler, bunu da yaptılar.”[31]

Başbakan Demirel’in ardından söz alan İçişleri Bakanı Haldun Menteşoğlu da tehditleriyle çerçeveyi tamamlıyor. Kısacası, eylemlerden işçiler ve DİSK yönetimi sorumlu tutarken Başbakan Demirel ve ekibi sermayeye ve emek düşmanlarına kalkan oluyordu...[32]

İşçi sınıfının birleşik mücadeleyi, başkaldırıyı gerçekleştirebildiğinin kanıtı olarak tarihe geçen 15-16 Haziran bulutsuz gökyüzünde çakan bir şimşek değildir. 1960’lı yıllarda gelişen, serpilen ve militanlaşan hareketinin zirvesidir.

Saraçhane Mitingi ile boy veren, Kavel greviyle yasakları aşan, Paşabahçe, Zonguldak, Derby, Sungurlar gibi direnişlerle önündeki her türlü barikatı yıkıp geçen işçi hareketinin tüm bu süreç içerisindeki toplam birikiminin sonucu, aynı zamanda onun ileri bir sıçramasıdır.

İşte birkaç çarpıcı örnek…

i) 2.500 kişinin çalıştığı Arçelik fabrikasının baştemsilcisinin konuşmasından: “Arkadaşlar, 1970 senesi Türk işçisinin bilinçlenme uyanma senesidir. Arkadaşlar, icap ederse o Türk-İş’i ortadan kaldıracağız, iktidarı ortadan kaldıracağız, bizler bir kahve içmeye paramız olmaz iken alın terimizi sömüren işverenle işbirlikçi o çoban sülü denen kişi bu akşam Hilton’larda Boğaz’larda eğlenmektedir. Arkadaşlar, onlar orda Viski içerken biz 15 kuruşluk bir Terkoz suyunu dahi bulamıyoruz. 2.500 kişi olarak yarın sabahtan itibaren savaşa hazırız arkadaşlar. Bugün alınan bu Türk İşçisinin Kurtuluş savaşı için alınan kararı sabırsızlıkla bekleyen Arçelik işçisine ilk müjdeyi vermeye hazır ve yarından itibaren ölümse ölüm, direnme ise direnme, yürüyüş ise yürüyüş, hükümet basma ise hükümeti basma, Türk-İş’i ortadan kaldırmaksa… hazırız arkadaşlar.”

ii) Lastik-İş’in Vinylex fabrikasından bir temsilci konuşmasında şöyle diyordu: “Türkiye İşçi Sendikaları Konfederasyonu [Türk-İş] uzun zamandan beri patrondan yana çalışmaktadır, patronla elele vermiştir. Devlet de bir patrondur, devletle beraber sırt sırta vermiş vaziyettedir.”

iii) Bir öğretmen Vilayet’e doğru ilerleyen yürüyüş kolunda Beyazıt dolaylarında olanları anlatıyor: “Tankın üstünde askerler! Ellerinde silah! Parmaklar tetikte! Kara önlüklü bir işçi kadın attı kendini tankın önüne: ‘Çiğne beni, çiğne!’ Bir an duraksıyor tank. İşçiler uçtu mu, sıçradı mı, şahlandı mı? Tankı aştı işçiler! Tank selin ortasında kalan karataş gibi zavallı! Geri geri gitmeye başlıyor. Önümüzdeki tanktan duvar yıkılıyor. Kara önlüklü genç işçi kadını yerden kaldırıyorlar.”

iv) Bir işçi temsilcisi Kadıköy’deki en büyük çatışmayı anlatıyor: “Söğütlüçeşme’ye geldiğimizde, Fenerbahçe Stadı çevresinde kalabalık işçi grupları ile polislerin çatıştığını gördük. Daha açık bir deyimle polisler kaçışıyor, işçiler kovalıyorlardı. Kadıköy istikametinden gelen bizim grup da polisin önünü kesince, polis sıkıştı, o semtlerde erişebildiği evlerin kapılarını zorlayarak korunmak amacıyla içeri girmeye çalıştı. Ancak çok evler kapılarını açmadı. Birçok polis önce başlarındaki beyaz miğferleri attı. Olmadı, üzerlerindeki resmi üniformaları çıkarıp attılar, polis olarak tanınmamak için… kendilerini Kurbağalıdere’ye atıp denize doğru yüzmeye çalışıyorlardı. Bu Kurbağalıdere’nin başka adla da bilindiği hatırlanınca herhalde kimse bunu istemezdi.”

v) Bir fabrikanın baş temsilcisi anlatıyor: “17 Haziran’da sıkıyönetime rağmen direniş bazı işyerlerinde devam etti. Benim çalıştığım Rabak Fabrikası’nın yanı sıra Demirdöküm, Elektrometal ve Sungurlar’da da direniş sürüyordu. 18 Haziran’da fabrikaya garnizon komutanı geldi, yanında yüksek rütbeli subaylar ve emniyet görevlileri vardı. Beni çağırıp işbaşı yaptırmamı istediler. Ben de kendisine ‘Buyurun siz söyleyin de çalışsınlar’ diye cevap verdim. İstanbul Garnizon Komutanı Sadettin Canberk ‘Neden çalışmıyorsunuz’ diye sorunca işçiler ‘Kanun değişsin, yöneticilerimiz serbest bırakılsın’ diye cevap verdiler.

vi) Sıkıyönetim ilanından sonra polis DİSK’in en büyük sendikası Maden-İş’e arama için gelmiştir. Sendikanın ve DİSK’in başkanı olan Kemal Türkler kendisinden, kilitli kapıları açmasını isteyen polislere, bu işlerle görevli insanların o anda sendika binasında olmadığını anlatarak kapıları açma talebine karşı direnmiştir. Gerisini bir Maden-İş üyesi işçinin ağzından dinleyelim:

“Sonra uzun süren bir tartışma oldu. Kemal Türkler çok sinirlendi ve polise nispet yaparcasına ‘Kapı öyle açılmaz böyle açılır’ diyerek gerildikten sonra tek bir tekme ile koca kapıyı aşağı indirdi. Polisler içeri girip arama yaptılar ama bir şey bulamadılar. Bu arada [Maden-İş Yönetim Kurulu Üyesi] Şinasi Kaya ‘Siz silah bulacağınızı sanıyordunuz. Maden-İş’te böyle bir şey bulamazsınız’ dedi ve orada bulunan işçileri gösterdi: ‘İşte bizim silahımız bunlar’…”[33]

Ya “Sonra” mı?

Çatışmalar son bulduğunda üç işçi, Yaşar Yıldırım, Mustafa Bayram ve Mehmet Gıdak, bir toplum polisi Yusuf Kahraman ve Kadıköy’de olayları izleyen esnaf Abdurrahman Bozkurt hayatlarını kaybetmiş, 200’ü aşkın işçi, polis ve asker yaralanmış; 162 işçi ve sendikacı tutuklanarak sıkıyönetim mahkemelerine sevk edilmiş ilk elde 422 işçi işlerinden çıkarılmıştı.

16 Haziran’da, işçilerin sokakta direndiği ve üç şehit verdiği bu görkemli günde, valilikte yapılan toplantıda yaşanan ihaneti, dönemin DİSK Genel Sekreteri (Kemal Sülker) şöyle dile getiriyordu: “Girişilen tahripkâr eylemle bir ilgimiz olmadığını İçişleri Bakanına söyledik. Ve kesinlikle de bu tahripkâr olayları tasvip etmediğimizi bildirdik. Ayrıca da işçilere de radyoda bir uyarma yaparak kötü cereyanlara alet olmamalarını istedik.”

Radyo konuşmasını DİSK Genel Başkanı Kemal Türkler yaptı. Görkemli işçi direnişini karaladı; sokakta işçilere kurşun sıkan sermayenin kanlı ordusunu, “Gözbebeğimiz şerefli Türk Ordusu” ilan etti; Anayasa’ya bağlılığını bildirdi.

Sendika bürokratlarının ihanetine ve sıkıyönetime rağmen işçiler hemen teslim olmadılar. Türk Demir-Döküm, Sungurlar, Derby, Otosan, Rabak gibi büyük işyerlerinde işi durdurarak ya da yavaşlatarak günlerce direndiler.

DİSK yöneticilerinin ikinci büyük ihaneti, direniş sonrasındaki toplu tensikat sırasında yaşandı. Binlerce işçinin (toplam 6000) işten çıkarılmasına sessiz kaldılar. Dahası, bu militan işçi kuşağının fabrikalardan, dolayısıyla da sendikalardan temizlenmesine memnun bile oldular. ‘60’lı yılları kapsayan mücadelenin eğittiği, öne çıkardığı bu işçiler, 15-16 Haziran Direnişi’ni de sürüklemiş ve yönetmişlerdi. Direnişin verdiği korkuyla yasal değişiklik konusunda gerileyen burjuvazi, sonradan intikamını bu öncü işçilerden almıştı.

15-16 Haziran burjuvazinin yüreğine korku ve kini iç içe işlemişti. Militan bir işçi kuşağının fabrikalardan temizlenmesi onu yatıştıramadı. Bu korku ve kini yıllarca yüreğinde taşıdı. 15-16 Haziran’ı her vesileyle suçladı; “Solun ihtilal provası” diye niteleyerek, hıncını burjuvazide hep canlı tuttu.

Siyasal bir önderlikten yoksun, kendiliğinden bir patlama olan 15-16 Haziran, işçi sınıfının birleşik mücadeleyi gerçekleştirebildiğini hepimize gösterirken; nasıl kazanacağımızı işçi sınıfına gösteren, öğreten bir örnek olarak; “1) 15-16 Haziran’dan çıkan ilk ders ‘mücadele’dir... 2.) 15-16 Haziran’dan çıkan ikinci ders ‘birlik’tir… 3) 15-16 Haziran’dan çıkan üçüncü ders ‘dayanışma’dır…”[34]

 

50 YIL SONRA…

 

Yerkürenin yüzde 1’i dünyanın yüzde 85’inin gelirine sahipken; kapitalist üretim ilişkileri cehenneminde her 15 saniyede bir işçi, yılda 2.78 milyon işçi iş kazası ve işten kaynaklı hastalıklardan öl(dürül)üyor.

Milyonlarca işsiz gösterilse de aslına milyarlarca işsiz, örneğin gelişmiş denilen Almanya’da ayda 25 saat çalışan işsiz sayılmıyor. Fransa’da ayda 76 saat çalışan işsiz sayılmıyor.

Yine FAO’nun raporuna göre, dünyada 250 milyon insan açlıktan ötürü ölüm sınırında.

BM’ye göre, her gün 25 bin insan açlıktan ölüyor.

815 milyon insan yetersiz besleniyor; 3.1 milyon çocuk yetersiz beslenmeden ölüyor.

Birkaç milyar insan temiz su içemiyor.[35]

‘Oxfam’, dünyanın en zengin 2.153 kişisinin elinde bulunan servetin, 4.6 milyar kişinin toplam servetinden fazla olduğunu açıkladığı raporda, “Eğer herkes 100 dolarlık banknotlardan oluşan servetlerinin üzerinde otursaydı, dünyanın büyük kısmı yerde oturuyor olurdu. Gelişmiş bir ülkede yaşayan orta halli bir kişi bir sandalye yüksekliğinde otururken, en zengin iki kişi uzayda olurdu,” dedi.

Dünyanın en zengin kişisi olan Amazon’un kurucusu Jeff Bezos’un toplam serveti 116.4 milyar dolar seviyesinde. En zengin ikinci kişi olan Fransız patron Bernard Arnault ise 116 milyar dolarlık servete sahip.

Raporda yer alan bir diğer benzetmede ise bundan 5.000 yıl önce inşa edilmiş piramitlerin yapıldığı dönemde günde 10.000 dolar biriktiren bir kişinin toplam servetinin dahi servetinin en zengin beş kişinin servetinden yüzde 80 düşük olacağı vurgulandı.[36]

Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO)’nun tahminlerine göre dünyada 3.3 milyar kişi Covid-19 salgınından, doğrudan ya da dolaylı olarak etkilenmiş durumda ve küresel iş gücünün yaklaşık yarısını oluşturan kayıt dışı ekonomideki 1.6 milyar işçi, geçim kaynaklarını kaybetme tehlikesiyle yüz yüzeyken; ILO, dünyadaki toplam işsiz sayısının 565 milyona çıktığını açıkladı.[37]

Bu kadar da değil! Salgın hastalık, başta kayıtdışı olmak üzere emekçide yüzde 60’a varan bir yoksulluğa neden olacakken; özellikle kayıtdışı emekçi hastalık ya da açlık ikilemi ile karşı karşıya.[38]

Ayrıca pandemi döneminde işçi hakları ihlâlleri artarken; emeğin üstünde baskı da yoğunlaştı…

Covid-19 salgınının dünya genelinde ekonomik ve sosyal tahribatları beraberinde getireceğinden hiç şüphe yok. Zira virüsün neden olacağı ekonomik krizin şimdiden 1929 Ekonomik Buhranı’ndan çok daha fazla yıkıcı etkilere neden olacağı sıklıkla dile getiriliyor.[39]

Coronavirüsün dünya ekonomisine, özellikle de çalışma yaşamına ilişkin olumsuz etkileri giderek belirginleşiyorken; IMF’nin 2020’ye ilişkin öngörüleri dünya ekonomisinin yüzde 3.7 (ABD ve AB’nin yüzde 5; Türkiye’nin yüzde 5.1) daralacağını öne sürdü.

Uluslararası Çalışma Örgütü’nün (ILO) yayımladığı ‘Corona ve Küresel Çalışma Yaşamı’ başlıklı rapora, küresel çalışılan saatler 2020’nin ilk çeyreğinde, 2019’un son çeyreğine görece yüzde 4.5 oranında azalmış olduğuna ve 48 saatlik haftalık çalışma esasına göre, bu rakamında 130 milyon kişilik iş kaybı anlamına gelmekte olduğuna dikkat çekti. Dolayısıyla coronavirüs salgını krizinin dünya ortalama açık işsiz sayısını üç misli artıracak (işsizlik oranını yüzde 5’ten, yüzde 15’e fırlatacak) bir yıkım söz konusudur.[40]

Coğrafyamızda bu gidişatın bir parçasıyken; işgücü sayısı, 2020 Şubat’ında 2019’un aynı ayına göre 1 milyon 102 bin kişi azalarak 30 milyon 982 bine düştü. İstihdam edilenlerin sayısı 602 bin kişi geriledi. İşsiz sayısı ise 4.2 milyon oldu[41] ve Mart 2020’de, “iş bulma ümidi olmayanların” sayısı Mart 2019’a göre yüzde 108.5 artarak 1 milyon 174 bin kişiye ulaştı.[42]

Ayrıca Covid-19 yerküresinde tüm olumsuzluklar işçi sınıfına ciro edilirken;[43] coronavirüs salgınının etkisiyle 2020 Şubat’ından Mart’a istihdam 620 bin azalırken, bunun 423 bini kayıt dışı istihdamdan kaynaklandığı[44] coğrafyamızda nüfusun yüzde 40’ı yoksulluk sınırının altında.

Açlık sınırının AKP’li yıllarda 5.25 kat arttığı[45] coğrafyamızda ‘Birleşik Metal İş Sendikası’nın Mayıs 2020 raporuna göre açlık sınırı 2.394 TL, yoksulluk sınırı ise 8.282 TL olarak belirlendi.[46] Asgari ücretin 3.5 katı!

Türkiye’de gelir dağılımı dünyanın en adaletsizlerinden. 36 OECD ülkesi arasında en diplerde. Nüfusumuzun yüzde 1’i, 800 bin elit insan, ulusal gelirimizin yüzde 54’üne el koyuyor. Resmi işsizlik 4,5 milyonu, geniş kapsamlı işsizlik 7 milyonu aşıyor.

DİSK-AR’ın 24 Nisan 2020 tarihli verilerine göre, Türkiye’de 15 milyon 799 bin işçinin 14 milyon 104 bini sendikal korumaya sahip değilken;[47] egemenler işçi sınıfının kıdem tazminatına el atmayı planlıyorlar.

1936 İş Yasası ile kabul edilen kıdem tazminatı, yasanın işçiyi koruyucu en önemli düzenlemesiyken; AKP iktidarı, istihdam kalkanı adı altında işçi sınıfının haklarına yeni bir saldırı paketi hazırlıyor. Hedefte yine kıdem tazminatı var. İşçilerin işten çıkartmalara karşı ellerindeki tek iş güvencesi olan kıdem tazminatı hakkının kaldırılması ya da tırpanlanması söz konusu!

Bunu durdurmanın tek yolu Rıza Kuas’lı yeni(lenmiş) 15-16 Haziran’lardır; tıpkı DİSK’e bağlı Genel-İş Sendikası Başkanı Remzi Çalışkan’ın, “İşçilerin kıdem tazminatı hakkı elinden alınırsa bu ülkedeki işçiler, 15-16 Haziran’da yaptıkları gibi, buna sessiz kalmayacak, emeklerine sahip çıkacaktır,”[48] deyişindeki üzere…[49]

Son bir şey daha: ILO Genel Direktörü Guy Ryder’in, “Covid -19’un bu zorlu günlerinde, çoğumuz için en büyük sorun, ‘kendimi ve ailemi virüsten nasıl korurum, işimi nasıl kaybetmem’ düşüncesidir. Politika belirleyiciler açısından bunun anlamı, ekonomiye onarılamaz hasar vermeden küresel salgının alt edilmesidir,”[50] türünden defansif konumuna rağmen; iflaslar ve işsizleşen kitleler, küresel düzeyde işçi sınıfının potansiyel olarak büyümesine neden olarak; kapitalizmin kendine içkin toplumsal kutuplaşmasının, nesnel olarak büyüyen işçi sınıfıyla yeni bir sürece girmesine yol açacak. Bu nedenle Covid-19 melanetinin küresel düzeyde sonuçlarından biri, daha fazla işçileşen bir dünyada, insanlığın sermaye ile olan sosyal mesafesinin daha da belirginleşmesi olacaktır.[51]

 

16 Haziran 2020 14:01:24, İstanbul.

 

N O T L A R

[*] Kaldıraç, No:228, Temmuz 2020…

[1] Aşık İhsani.

[2] Karl Marx-Friedrich Engels, Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi, çev: Barışta Erdost, Sol Yay., 2002.

[3] “Grev yasası yoktu; ama Kavel direnişi, işçileri ‘yasal (mı), değil (mi?)’ tartışmalarını bir kenara bırakarak, haklı ve meşru talepleri üzerinden yürüyecekti. Verilmeyen işçi ikramiyelerinin verilmesiydi talepleri. Kavel işçilerinin direnişi kazanacaktı. İşçi direnişi, grev yasasının ne zaman çıkacağı belirsizliğine son verecek, 1963 yılı Temmuz ayında grev yasalaşacaktı.” (Celalettin Can, “15-16 Haziran 1970 Büyük İşçi Direnişi; Haklıların Kazandığı Direniş!.. (2)”, 16 Haziran 2020… https://indyturk.com/node/196496/)

[4] Che Guevara, “Devrimci Tıp Üzerine”, Che Guevara’nın 19 Ağustos 1960’ta Kübalı milislere hitaben yaptığı konuşma, Monthly Review, Ocak 2005.

[5] “Daimi ordu her yerde gericiliğin aleti, emeğe karşı mücadelede sermayenin hizmetçisi, halkın özgürlüğünün celladı hâline gelmiştir.” (V. İ. Lenin, Seçme Eserler, Cilt: 3-1905/1907 Devrimi, Çev: İsmail Yarkın, İnter Yay., 1994, s.322.)

[6] Şükran Soner, “Sıkıyönetim Yetmedi, İşverenlerin ‘Kara Liste’lerle, Açlıkla Sindirmeleri Bitmedi,”, Cumhuriyet, 13 Haziran 2020, s.11.

[7] “Para sayesinde benim için olan şey, ödeyebildiğim yani paranın satın alabildiği şey, ben kendimim, para sahibi olan ben. Paranın gücü ne kadar büyükse, benim gücüm de o kadar büyüktür. Paranın nitelikleri benim niteliklerim ve özsel güçlerimdir; onun sahibi olan benim. Ne olduğum ve ne olabileceğim demek ki hiç de benim bireyselliğim tarafından belirlenmemiştir. Ben çirkinim, ama en güzel kadını satın alabilirim. Demek ki ben çirkin değilim, çünkü çirkinliğin etkisi, itici gücü, para tarafından yok edilmiştir. Bireyselliğim bakımından ben kötürümüm, ama para bana yirmi dört ayak sağlar; öyleyse kötürüm değilim; ben kötü, namussuz, vicdansız, kafasız bir insanım, ama para saygındır, öyleyse sahibi de; para en yüksek iyiliktir, öyleyse sahibi de iyidir, para beni ayrıca namussuz olma güçlüğünden de kurtarır; bunun sonucu beni dürüst sayarlar; ben kafasızım ama para her şeyin gerçek tinidir, nasıl olur da sahibi kafasız olabilir? Üstelik para tinsel erk sahibi insanları satın alabilir ve kafa adamları üzerinde erklik sahibi olan kişi, kafa adamından daha tinsel erk sahibi değil midir? Para aracıyla bir insan yüreğinin özlediği her şeyi yapabilen ben, tüm insanal güçlere sahip değil miyim? Öyleyse benim param benim tüm yeteneksizliklerimi kendi karşıtlarına dönüştürmüyor mu?” (Karl Marx, 1844 El Yazmaları: Ekonomi Politik ve Felsefe, çev: Kenan Somer, Sol Yay., 1993, s.206.)

[8] Karl Marx, 1844 El Yazmaları: Ekonomi Politik ve Felsefe, çev: Kenan Somer, Sol Yay., 1993.

[9] Karl Marx, Kapital, Sermayenin Üretim Süreci, Cilt: I, çev: Alaattin Bilgi, Sol Yay., 1965, s.210-464.

[10] Edward Palmer Thompson, İngiliz İşçi Sınıfının Oluşumu, çev: Uygur Kocabaşoğlu, Birikim Yay., 2004.

[11] “Tutanağın altında atölye sahibi ustaların, kalfa ve çırakların imzası yok, tüm imzalar devlet ricaline ait. Oysa toplu iş sözleşmesi taraflar olmaksızın olmaz. Toplu iş sözleşmesinin olmazsa olmaz özeliği, tarafların serbest pazarlığına dayanması ve çalışan tarafın örgütlü veya toplu temsilidir. Ortada işçi yok, toplu temsil yok, toplu pazarlık yok, sendika veya benzeri bir kurum yok, ama toplu iş sözleşmesi var! Türk usulü toplu sözleşme bu olsa gerek!

Kaldı ki tarihte ücretlerle ilgili mücadeleler çok eskiye dayanıyor. Ancak bunları toplu iş sözleşmesi olarak adlandıramayız. Toplu pazarlık, ücretli emeğin, ‘özgür’ işgücünün, kapitalizmin ortaya çıkmasıyla mümkün oldu. Siyasal zora dayalı çalışma düzeninde ‘sözleşme’ olmaz. Eski Mısır’da piramitlerin yapımında duvarcıların iş bıraktıkları ve ücret artışı istedikleri biliniyor. Benzer ücret mücadelelerine Ortaçağ’da da rastlanıyor. Ancak tarihte toplu pazarlığa dayalı ilk toplu iş sözleşmelerinin 1700’lerin başlarında İngiltere’de yapıldığı biliniyor. Bunun için Sidney ve Beatrice Webb’in The History of Trade Unionism-Sendikacılık Tarihi kitabına göz atmak kâfi.” (Aziz Çelik, “Tarihte İlk Toplu İş Sözleşmesi Efsanesi!”, Birgün, 8 Mayıs 2017, s.10.)

Özetle Kütahya belgesi dünyanın ilk toplu iş sözleşmesi değildir. Öncelikle, bu metin bir toplu iş sözleşmesi değildir. Kütahya belgesi fincancı esnafının bir lütfudur. Toplusözleşme lütuf değil, karşılıklı pazarlıkla yapılır. İşte bu yüzden ilk toplusözleşmenin 1817 yılında İngiltere’de imzalandığı tezi hâlen devam ediyor. (Kemal Özcan, “1766’da İmzalanan İlk Toplusözleşme: Kütahya Belgesi”, Evrensel, 27 Temmuz 2019, s.4.)

[12] Osman Bahadır, “Genç Cumhuriyetin İşçi Politikası”, Cumhuriyet, 10 Şubat 2013, s.9.

[13] Aziz Çelik, “Yel Kayadan Ne Koparır!”, Birgün, 4 Şubat 2016, s.4.

[14] “İşçim Dedi, 164 Grevi Yasakladı”, Cumhuriyet, 18 Haziran 2015, s.9.

[15] Aydın Akyüz, “Kavel Direnişi ve Grev Hakkı Mücadelesi”, Atılım, Yıl:6, No:361, 25 Ocak 2019, s.18

[16] Evrim Erdoğdu, “Alpagut Direnişi”, Kızıl Bayrak, No:2017/23, 16 Haziran 2017, s.12-14.

[17] O hep sendikal hareketin içinde olmuştu. ODTÜ inşaatlarının örgütlenmesinde çalışmış, sonra YİS Genel Başkanı seçilmiş ve Aliağa’ya gitmişti. Sendikal harekette en genç genel başkanlardan biri olmuştu, öldürüldüğünde yirmi altı yaşındaydı ve sendikacılık tecrübesi sadece üç yıldı. Çok fazla şey sığmıştı bu üç yıla. Bingöl Erdumlu, “Necmettin yükselen hareketin temposunu aşan bir devrimciydi,” der.

Necmettin Giritlioğlu, makam, mevki, ayrıcalık peşinde koşmadan, fikir ve idealleri için sendikacılık yapan bir devrimciydi. Politik bilincini, gençlik heyecanıyla, devrimci coşkusuyla harmanlayarak şantiyelere koşan, sömürüye, sarı sendikaların ayak oyunlarına karşı mücadeleler örgütleyen bir devrimciydi. Necmettin Giritlioğlu, 1970 yılının yaz aylarında, Türkiye Petrolleri’ne ait Aliağa Rafinerisinin inşaatında çalışan işçileri örgütlemek üzere Aliağa’ya gitti. İşi yürüten taşeron, Kozanoğlu-Çavuşoğlu şantiyesinde işçilerin greve çıktığı sabah, işverenin yönlendirdiği bir grev kırıcının tabancasından çıkan kurşunlarla yaşama veda etti

Onu, ‘Necmettin - Bir Devrimcinin Hatırası’ adıyla kitaplaştıran Can Şafak’a göre, “Necmettin Giritlioğlu’nun hikâyesinin geri planında dev şantiyeler, devasa sanayi fabrikaları var, sanayide çok büyük bir kamu sektörü var ve tabii irili ufaklı binlerce fabrika… O yıllarda sendikalar, kendi doğal ya da organik gelişimi içinde büyük işkolu sendikaları kadar federasyonlar, işyeri sendikaları da yaratmışlardı. Necmettin’in sendikası da tek tek işyerlerinde örgütlenen küçük ama çok hareketli, tabana çok yakın hatta tabanla iç içe olan, manevra kabiliyeti çok fazla ve etkili bir sendikaydı.” (Zafer Aydın, ‘Necmettin Giritlioğlu Kitabı’, Birgün Pazar, Yıl:16, No:657, 13 Ekim 2019, s.6.)

[18] Erinç Yeldan, “Derinden Gelen Kökler...”, Cumhuriyet, 6 Eylül 2017, s.9.

[19] Abdullah Baştürk, 12 Eylül öncesinde Türkiye’- de ve uluslararası sendikal harekette bilinen bir kişilikti. Ama onu asıl “büyük” kılan, 12 Eylül hücrelerindeki, hapishanelerindeki, mahkemelerindeki tavrı oldu. Mahkemede yalnızca kendi dönemine değil, alınmasından sorumlu olmadığı kararlara da, kaleme alınmalarından haberli olmadığı yayınlara da sahip çıktı. Korkarak yurtdışına kaçan sendikacılara hiçbir gönderme yapmadan DİSK’in tüm geçmişinden sorumluymuş gibi DİSK’i sahiplenerek, DİSK’e ait ne varsa tek tek savundu. (Faruk Pekin, “İşçilerin İşçi Başkanı: Abdullah Baştürk”, Cumhuriyet, 21 Aralık 2016, s.13.)

[20] Kemal Türkler katledildiğinde takvim yaprakları 22 Temmuz 1980’i gösteriyordu. Onu kim katletti sorusunu, Türkiye Maden-İş Sendikası tarafından cinayetin işlendiği gün, sıcağı sıcağına şöyle yanıtlandı: “27 yıldır sendikamızın başkanı olan, 11 yıl DİSK Genel Başkanlığı yapan Kemal Türkler’in katilleri, eli kanlı Türkeş’ler, Demirel’ler, MESS patronları olan Özal’lardır”…

12 Eylül’deki darbenin şartları Kemal Türkler cinayetiyle olgunlaşmıştı. Cinayetten hemen sonra, o zamanlar sayısı 67 olan vilayetlerimizin 34 tanesinde üretim tamamen, diğer vilayetlerde ise kısmen durmuştu… Kemal Türkler’e sıkılan kurşun işçi sınıfına sıkılan kurşundu. (Galip Uyar, “İşçilere Sıkılan Kurşun”, Cumhuriyet, 22 Temmuz 2015, s.16.)

[21] Erol Soğancı, “Pandemili Günlerde 1 Mayıs”, 3 Mayıs 2020… http://www.sosyalistgundem.com/pandemili-gunlerde-1-mayis-erol-soganci/

[22] Volkan Yaraşır, “Geçmişten Geleceğe Yürüyenler: 15-16 Haziran 1970”, 14 Haziran 2020… https://www.avrupademokrat.com/gecmisten-gelecege-yuruyenler-15-16-haziran-1970-volkan-yarasir/

[23] Karl Marx-Friedrich Engels, Alman İdeolojisi, [Feuerbach], Çev: Sevim Belli, Sol Yay., 1976.

[24] Karl Marx- Friedrich Engels, Kutsal Aile ya da Eleştirel Eleştirinin Eleştirisi, çev: Kenan Somer, Sol Yay., 1976, s.183.

[25] Olcay Büyüktaş, “Zafer Aydın: ‘Hayır’ Diyenlerin İsyanı”, Cumhuriyet, 11 Haziran 2020, s.10.

[26] 15-16 Haziran, 12 Mart darbesinin nedenleri arasındaydı. İşçiler fazla uyanmıştı! 12 Mart’a giden yolda gençlik eylemleri daha önde göründü. Gençliğin, sendikaları desteklemesi, eylemlerine katılması “uyanış tehlikesini” daha da büyütüyordu. 1970 Haziranı’nda Deniz Gezmiş İstanbul Sağmalcılar Cezaevi’nde tutukluydu. Hapiste bile olsa İstanbul’da bulunması tehlikeli görüldü. Bursa Cezaevi’ne nakledildi. (Mustafa Balbay, “15-16 Haziran 1970, 15-16 Haziran 2020”, Cumhuriyet, 16 Haziran 2020, s.9.)

[27] Ertuğrul Kürkçü, “50. Yılında 15-16 Haziran”, 15 Haziran 2020… https://avrupaforum1.org/50-yilinda-15-16-haziran-ertugrul-kurkcu/

[28] Günümüzde eksikliğini hissettiğimiz mücadeleci ve inançlı bir sendikal anlayışının sembolüydü Rıza Kuas. (Aziz Çelik, “DİSK Tarihinden Ölümsüz Bir Portre: Rıza Kuas”, Birgün, 17 Şubat 2020, s.10.)

1926’da Adapazarı Hendek’te doğan Kuas’ın dünyası, İstanbul’un yoksul işçi semtlerinde biçimlendi. 1939-1940 yıllarında Cibali Tekel Fabrikası’nda çırak olarak işçilik hayatına atıldı. 1949’da Gislaved Lastik Fabrikası’na girdi. Aynı yıl İstanbul Lastik ve Kauçuk Sanayi İşçileri Sendikası’nı kurdu.

1951 yılında sendikalı olduğu için işten atıldı. 1952’de Kazlıçeşme’de Derby Lastik Fabrikası’na girdi. 1952’de İstanbul Lastik-İş Sendikası Genel Başkanı seçildi. Çıkardığı toplulukla iş ihtilaflarına tahammül edemeyen işverenler, 1960’da Kuas’ı Derby Lastik Fabrikası’ndan da attı. Kemal Türkler de sendikal mücadelesi nedeniyle işten atılan bir sendikacıdır. DİSK’i kuran sendikacılar özel sektörde dişe diş bir mücadeleden gelen sendikacılardır.

Rıza Kuas, 13 Şubat 1961 yılında, Kemal Türkler ve 12 arkadaşı ile birlikte Türkiye İşçi Partisi’ni kurdu. 1965’te TİP’ten Ankara, 1969’da ise İstanbul milletvekili olarak TBMM’ye girdi. Kuas, 1970’de AP iktidarının sendikal yasalarda yapmak istediği değişikliklere karşı Meclis’te kararlı bir muhalefet yürüttü.

DİSK’in beş kurucusundan biri oldu. 1968 yılında Rıza Kuas önderliğindeki Lastik-İş, Derby Lastik Fabrikası’nda, Türkiye’de ilk kez işyeri işgali gerçekleştirdi.

Kuas, 15-16 Haziran’ı örgütleyen DİSK yöneticileri arasındadır. 15-16 Haziran sonrasında DİSK yöneticilerinin önemli bir bölümü tutuklandığında, milletvekili olması sebebiyle dokunulamayan Kuas, DİSK’in o zor günleri aşmasında büyük rol oynadı.

1993’te Lastik-İş’in yayımladığı, Fahri Aral’ın kaleme aldığı Rıza Kuas-Bir İşçi Liderinin Hikâyesi isimli kitapçıkta Kuas’ın son yolculuğu şöyle anlatılıyor: “Ve ölüm… Sonunda Rıza Kuas’ı da geldi, buldu. İşçi sınıfının ve tüm lastik emekçilerinin dostu olan bu yiğit insanın emanet olan tek böbreği, 12 Eylül faşizminin karanlığına dayanamadı, işlevini yitirdi. Başka koşullar altında yüz binlerce işçinin ve emekçinin uğurlayacağı bu cesur, davasına inanmış işçi lideri 29 Ekim 1981 günü dostlarının, işçi arkadaşlarının, ailesinin ve tutuklu olduğu Davutpaşa Cezaevi’nden elleri kelepçeli olarak getirilen kardeşi, mücadele arkadaşı Niyazi Kuas’ın gözyaşları arasında uğurlandı.”

Kuas, bitmeyen bir kavgaya inanmıştı. 1972’de grevdeki Good-Year işçilerine şöyle sesleniyordu: “Yeryüzü meleği postuna bürünecek bazı adamların doğru yol önerilerini duymayacak, onlara kapınızı kapayacak, ‘greve devam’ diye haykıracaksınız. İşsizlik ve aç bırakma tehditlerine pabuç bırakmayacak, ‘greve devam’ diye kükreyecekseniz. Herkes şunu iyi bilmelidir ki, bu mücadelenin adı bitmeyen kavgadır ve işçi hakları verilinceye kadar devem edecektir.” (DİSK Tarihi, 1. Cilt, Kuruluş, Direniş, Varoluş, DİSK Yay., 2020.)

[29] Celalettin Can , “DİSK Hedefine Ulaşacak, Halk Kazanacak! (3)”, 18 Haziran 2020… https://indyturk.com/node/197751

[30] Kemal Sülker Türkiye’yi Sarsan İki Uzun Gün, Yazko Yay., 1980.

[31] Turgan Arınır-Sırrı Öztürk, İşçi Sınıfı, Sendikalar ve 15-16 Haziran, Sorun Yay., 1976.

[32] Ercüment Akdeniz, “Demirel’in Yakasını Bırakmayan Slogan”, Evrensel Pazar, 21 Haziran 2015, s.4.

[33] Sırrı Öztürk, İşçi Sınıfı ve Sendikalar 15/16 Haziran, Sorun Yay., 2001... ile Maden-İş Tarihi Çalışma Grubu, Derinden Gelen Kökler, Cilt:I, 2017…

[34] Arzu Çerkezoğlu, “Mücadele ve Dayanışma”, Cumhuriyet, 16 Haziran 2017, s.13.

[35] Fevzi Kartal, “1 Mayıs’ın Güncel Anlamı Üzerine Bir Tartışma!”, 12 Mayıs 2020… http://rojnameyanewroz2.com/1-mayisin-guncel-anlami-uzerine-bir-tartisma-15479.html

[36] “Oxfam: Dünyanın En Zengin 2.153 Kişisinin Serveti 4.6 Milyar Kişinin Servetinden Fazla”, 20 Ocak 2020… http://direnisteyiz27.org/oxfam-dunyanin-en-zengin-2-153-kisisinin-serveti-46-milyar-kisinin-servetinden-fazla/

[37] Dünya Genelinde Pahalılık Geliyor”, 8 Mayıs 2020… https://marksist.org/icerik/Dunya/13960/Dunya-genelinde-pahalilik-geliyor

[38] Olcay Büyüktaş, “Yoksulluk Hep Bana mı Düşer Usta!”, Cumhuriyet, 14 Mayıs 2020, s.10.

[39] Bülent Bulduk, “Covid-19 ve Askıya Alınan İş Hukuku”, Cumhuriyet, 1 Haziran 2020, s.2.

[40] Erinç Yeldan, “Küresel Çalışma Yaşamının Korunması İçin”, Cumhuriyet, 6 Mayıs 2020, s.11.

[41] “İşgücünde Büyük Düşüş”, Cumhuriyet, 12 Mayıs 2020, s.12.

[42] “Ümitsiz ‘İşsizler’ Zirvede”, Cumhuriyet, 11 Haziran 2020, s.11.

[43] Uğur Kartal... 27 yaşında, Akınal Bella Ayakkabı ve Terlik Fabrikası’nda işçi. G. Antep’te coronavirüs yüzünden yaşamını kaybetti.

Yaşar Başkıran... 35 yaşında inşaat işçisi. Kayseri’de sokağa çıkma yasağı olmasına rağmen inşaatta çalışmak zorunda bırakıldı. Dengesini kaybedip inşaatın 8. katından düştü ve yaşamını kaybetti.

Mustafa Demir... 30 yaşında elektrik işçisi. Siverek’te elektrik arızasını gidermek için çıktığı direkte akıma kapılarak yaşamını yitirdi.

Hasan Oğuz... 33 yaşında inşaat işçisi. Coronavirüs salgınına rağmen faaliyetine devam ettirilen Galataport şantiyesinde çalışırken geçirdiği kalp krizi sonrası hayatını kaybetti. Raporunda bulaşıcı hastalık belirtildi.

Ersin Özdoğan (47)... Salih Ayber (22)... Erdinç Karaveli (40)... Soma’daki İmbat Madencilik tarafından işletilen maden ocağında göçük altında kalarak can verdiler.

Salgın başladığından beri çalışmak zorunda bırakılan işçiler yurdun her yerinde yaşamını kaybetmeye devam ediyor.

İş Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi’nin (İSİG) coronavirüs salgınının ilk ayında çalışma yaşamındaki sorunlara ilişkin hazırladığı rapora göre, 52 işçi salgın nedeniyle hayatını kaybetti.

Türkiye’deki Covid-19 vaka sayısı, işçiler arasında ortalamanın 3 katı.

11 Mart-10 Nisan tarihleri arasında en az 159 işyerinde 855 işçide Covid-19 tespit edildi. Başta Arçelik, Tekfen, Posco Assan, Koton gibi büyük işyerlerinde vaka görülmesine rağmen üretim sürdürüldü.

Bu duruma karşı çıkanlar ise cezalandırıldı!

Malik Yılmaz... Hatay’da TIR şoförlüğü yaparken “Beni bu virüs öldürmez, senin düzenin öldürür” dediği için gözaltına alındı, yurtdışı yasağı konularak serbest bırakıldı ve şu anda iş bulamıyor.

DİSK Tekstil-İş Temsilcisi Mehmet Türkmen, virüs tehlikesine rağmen Organize Sanayi Bölgesi’ndeki fabrikalarda hiçbir önlemin alınmadığını dile getirdiği için gözaltına alındı.

“Patronlar rahatsız oldu diye sendikacıyı gece yarısı gözaltına alanlar, işçinin ölümüne sebep olan patrona hesap sorar mı dersiniz” diye soruyor Türkmen.

Sormazlar!

Sermayedarlar kazansın diye işçileri ölümüne çalıştırırlar. Patronları rahatsız etmez; işçi sınıfına “şantiyede ol”, “fabrikada ol”, “markette ol”, “tersanede ol” derler!

Coronavirüs salgını, sınıfsal eşitsizlikleri iyice görünür kıldı. Birileri yaşamı pahasına kalabalık ortamlarda hiçbir güvencesi olmadan çalışırken, diğerleri evlerinde inzivaya çekildi, TBMM bile 20 Mayıs’a kadar tatile girdi… Canın değil, paranın önceliğine dayanan bu kahrolası sistemin adı kapitalizmdir. (Zülal Kalkandelen, “Corona Günlerinde İşçi Ölümleri”, Cumhuriyet, 28 Nisan 2020, s.10.)

[44] “Hiçbir hakları verilmedi: 423 bin işçi pandemiyle birlikte kovuldu”, 10 Haziran 2020… https://ahvalnews-com.cdn.ampproject.org/c/s/ahvalnews.com/tr/isci-haklari/hicbir-haklari-verilmedi-423-bin-isci-pandemiyle-birlikte-kovuldu?amp

[45] “Açlık Sınırı AKP’li Yıllarda 5.25 Kat Arttı”, Cumhuriyet, 17 Haziran 2020, s.15.

[46] “Birleşik Metal İş Sendikası: Açlık Sınırı 17 Yılda 5.25 Kat Arttı”, 16 Haziran 2020… http://direnisteyiz27.org/birlesik-metal-is-sendikasi-aclik-siniri-17-yilda-525-kat-artti/

[47] İnci Hekimoğlu, “Ne Muhalefet Farkında, Ne Sendikalar”, 30 Nisan 2020… https://artigercek.com/yazarlar/incihekimoglu/ne-muhalefet-farkinda-ne-sendikalar

[48] Sena Yaşar, “Genel-İş Sendikası Başkanı Remzi Çalışkan: O Ruhla Yeniden”, Cumhuriyet, 13 Haziran 2019, s.9.

[49] Karl Marx’ın Birinci Enternasyonal Tüzüğü’nün girişinde yazdığı gibi: “Emeğin kurtuluşu yerel ya da ulusal değil modern bir toplumun var olduğu bütün ülkeleri bir arada bağrına alan toplumsal bir meseledir (…) ve Avrupa’nın en çok sanayileşmiş ülkelerinde işçi sınıflarının bugünkü uyanışı bir yandan yeni umutları ayağa kaldırırken hem bir kez daha eski hatalara düşülmesine karşı ciddi bir uyarı gönderiyor hem de hala birbirinden kopuk duran hareketleri derhal bir araya gelmeye davet ediyor.”

[50] Guy Ryder, “Yeni Normal mi? Daha İyi Normal mi?”, Cumhuriyet, 1 Mayıs 2020, s.11.

[51] Ahmet Haşim Köse, “Toplumsal Mesafe Daralırken ya da Orta Sınıf İdeolojisi Çökerken...”, 6 Mayıs, 2020… https://www.gazeteduvar.com.tr/yazarlar/2020/05/06/toplumsal-mesafe-daralirken-ya-da-orta-sinif-ideolojisi-cokerken/



Bu yazı 13185 defa okunmuştur.

FACEBOOK YORUM
Yorum

YAZARIN DİĞER YAZILARI

YAZARLAR
Bizi Takip Edin :
Facebook Twitter Google Youtube RSS
ÇOK OKUNAN HABERLER
  • BUGÜN
  • BU HAFTA
  • BU AY
HABER ARŞİVİ
SON YORUMLANANLAR
  • HABERLER
  • VİDEOLAR

Web sitemize nasıl ulaştınız?


nöbetçi eczaneler
HABER ARA
YUKARI