Bugun...


Temel Demirer

facebook-paylas
Soru(n)lar, Yanıt(sızlıklar)la
Tarih: 10-10-2020 02:14:00 Güncelleme: 10-10-2020 02:14:00


Soru(n)lar, Yanıt(sızlıklar)lar[*]

 

 

Gelecek günler için gökten ayet inmedi bize. 
Onu biz kendimiz vaat ettik kendimize.”[1]

 

Sorulan her soruyu, “tastamam” yanıtlamak; istense de, “mümkün” ve “kolay” değildir. Çünkü, soru(n)lar, yanıt(sızlık)lara mündemiçtir.

O hâlde bu vurguyla başlayalım “yanıtlar”a.

 

1) Koca bir ömrü tüketen Temel Demirer olarak kendisini nasıl anlatır?

 

Anlatacak, kayda değer bir şey yok galiba…

“Galiba” diyorum; çünkü insanın kendinden söz etmesi “zor”; ya da bana “zor” geliyor…

Yukarıdakilerden pek hazzetmeyen sıradan birisiyim…

Kaleli Kazcı Niyazi’nin torunuyum; Çorum’da “Gökgözlüler” diye anılan Ermenilerden Kiropiler’in komşusuyum; (Bugünkü Çepni de eskiden Ermeni Puşiyan Mahallesi’ydi...) Nâzım Hikmet’in memleketlisi; İbrahim Kaypakkaya’nın hemşehrisi; “Dar Ağacındaki Üç Fidan”ın yoldaşı ve Mustafa Suphi’nin takipçisiyim…

Başka ne diyebilirim?

En iyisi -tekrar pahasına- 11 Ocak 2004’de yazdıklarımı aktarmak:

“Kendimden söz etmenin pek anlamlı ve ‘şık’ olmadığına inanan biri olarak çok düşündüm... Ne yazacağımı kestiremedim... Ve nihayet şunları diyebilmenin en doğrusu olduğuna karar kıldım...

‘İnsana ait hiçbir şey bana yabancı değil,’ diyen(lerden);

dünyaya aşağıdan bakan(lardan);

kendi kuşağımla müthiş bir serüveni yaşayan(lardan);

yaşadıklarımdan asla pişman olmayan(lardan);

ve hatta yaşadıklarımı yaşamış olmayı bir onur ve şans addeden(lerden);

John Maxwell’in, ‘İnsanlar, onları ne kadar umursadığımızı bilmedikçe, ne kadar bildiğimizi umursamazlar...’; Bertolt Brecht’in, ‘Yenilgilerimiz, rezalete karşı savaşa katılanlarımızın yeterince kalabalık olmadığından başka bir anlama gelmez’; V. İ. Lenin’in, ‘Silah kullanmasını öğrenmeyen, silah elde etmeye çalışmayan bir ezilen sınıf, ancak köle muamelesi görmeye layıktır,’ sözlerine müthiş değer veren(lerden);

sevdasız kavga, kavgasız sevda olmaz diyen(lerden);

bir afet-i devrana aşık olan(lardan);

hâlâ ‘tek yol devrim’ gerçeğine bağlı olan(lardan);

ve nihayet ‘Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya dek!’ diyen(lerin) safındaki sıradan, vasıfsız, herhangi biriyim...

54 tevellütlüyüm... Kemal’den olma Necla’dan doğmayım... Çorum ili Kale mahallesi nüfusuna kayıtlıyım...

Okuryazarım...

Ve nihayet hâlen ‘sakıncalı’ dedikleri(nden) ve GBT’lerindeyse sabıkalıyım...”

Bir şey daha: Hâlâ durmadan “yargılanıyor”um; ısrarla “yargılıyor”lar beni; asla vazgeçiremiyorlar, çünkü “Gracias a la Vida/ Hayat Sana Teşekkür Ederim” diyenlerdenim…

 

2) Sürgün yıllarınıza sizi iten nedenler nedir? Uzun yıllar…

 

12 Eylül darbesi; aranmam(ız)dı…

Özel Yetkili Ankara 12. Ağır Ceza Mahkemesi’nin “12 Eylül Yargılaması”na “ikinci müdahillik” talebi için 29 Haziran 2012’de yapılan ve mahkeme tarafından reddedilen başvurumda ifade ettiğim üzere, “12 Eylül’ün devreye soktuğu sürgünlüğün (veya zorunlu muhaceretin) askeri darbe fiilinin mütemmim cüzü olduğunun altını özenle çizmek isterim…”

12 Eylül darbesi: 50 kişinin (27 siyasi, 23 adli) idam edildiği… 650 bin kişi gözaltına alındığı… 1 milyon 683 bin kişinin fişlendiği… 210 bin davada 230 bin kişinin yargılandığı… 7 bin kişiye idam cezası istendiği… 517 kişiye idam cezası verildiği… 98 bin 404 kişinin örgüt üyeliğinden yargılandığı… 14 bin kişinin yurttaşlıktan çıkarıldığı… 300 kişinin “kuşkulu” şekilde öldüğü… 171 kişinin işkenceden öldürüldüğünün belgelendiği… Cezaevlerinde 299 kişinin katledildiği… 14 kişinin açlık grevinde öldürüldüğü… 95 kişinin çatışmada katledildiği… İdamları istenen 259 kişinin dosyasının Meclis’e gönderildiği… 71 bin kişinin TCK’nin 141, 142 ve 163… maddelerinden yargılandığı… 388 bin kişiye pasaport verilmediği… 30 bin kişinin sakıncalı olduğu gerekçesiyle işten atıldığı… 937 filmin sakıncalı bulunarak, yasaklandığı… 23 bin 677 derneğin faaliyetinin durdurulduğu… 3 bin 854 öğretmen, 120 öğretim üyesi ve 47 hâkimin işine son verildiği… 400 gazeteci için toplam 4 bin yıl hapis cezası istendiği… Gazetecilere 3 bin 315 yıl 6 ay hapis cezası verildiği… 31 gazetecinin cezaevine girdiği… 300 gazetecinin saldırıya uğradığı… 3 gazetecinin silahla öldürüldüğü… Gazetelerin 300 gün yayın yapamadığı… 13 “büyük gazete” için 303 dava açıldığı… 39 ton gazete ve derginin imha edildiği… 144 kişinin kuşkulu bir şekilde öldüğü… 16 kişinin “kaçarken” vurulduğu… 95 kişinin “çatışmada” öldürüldüğü… 73 kişiye “doğal ölüm raporu” verildiği… 43 kişinin “intihar ettiği”nin açıklandığı… vb’i yönleriyle ele alınırken; 30 bini aşkın kişinin de mülteci (sürgün) olarak yurtdışına gitmek zorunda bırakıldığı bir durumdur…

O hâlde darbe fiili tartışılır ya da yargılanırken, yol açtığı mültecilik (sürgün) mağduriyetinin gözardı edilmesi doğru olmayacağı gibi, mümkün de görünmemektedir.

11 yıl 8 ay 23 gün 8 saatlik sürgün hâlimin “özetidir,” diyebileceğim ‘Solan Fotoğraflarda Biten ve Başlayan’[2] başlıklı kitabımda işaret ettiğim gibi “Gri gökler altındaki bir azaptır sürgün…”

11 yıl 8 ay 23 gün 8 saatlik bir hikâyeydi sürgün(lük); Bertholt Brecht’in, “Bir çivi çakma duvara” mottosuyla yaşadım onu…

Hikâyenin kaba özeti olarak “tarifi”ne gelince

‘Ezginin Günlüğü’nden Hüsnü’nün, “Sigaramın dumanına sarsam saklasam seni/ Gitme gitme gittiğin yollardan dönülmez geri/ Gitme gitme el olursun sevdiğim incitir beni”…

Bir türküsünde Özlem Özdil’in, “Gideceğim yerler çok uzak gülüm/ rüzgârlardan bile dost olmaz/ gideceğim yerler kapkara zulüm/ ne kadar çeksem çilem dolmaz”…

Ingeborg Bachmann’ın, “Bir ölüyüm ben, dolaşıp duran”…

Melike Demirağ’ın, “Şimdi İstanbul’da olmak vardı”…

Zülfü Livaneli’nin ‘Gökyüzü Herkesindir’ albümünde Sezen Aksu ile düetinde, “Her durakta her uykuda/ sürgün her nefeste yalnızdır/ her şafakta her yudumda/ hasret sancıdır,” diye tarif ettiğidir…

Veya “¿y qué es el exilio sino una forma de la utopía? el destenado es el hombre utópico par excelencia: vive en la constante nostalgia del futuro,” deyişidir Ricardo Piglia’nın… Türkçesi kabaca “Peki eğer sürgün ütopyanın bir hâli değilse nedir? Sürgündeki kişi, ütopik insanın mükemmel hâlidir: Daima geleceğin nostaljisinde yaşar,” demek…

Ya da Refik Halid Karay’ın romanıdır sürgün: Hani gurbette yaşamış bir insanın iç dünyasına giren; endişelerini korkularını, kaygılarını umutlarını anlatan Hilmi Bey’in hikâyesidir…

İyi de “Nedir” mi?

“Sürgün”, “Sığınmacı”, “Mülteci”, yerinden yurdundan ayrılmaya mecbur bırakılmaktır. Baskının, kendisi için tehlikeli gördüğüne yönelik uyguladığı bir politikadır.

12 Eylül birçok baskı türü gibi, bu politik aracı da kullanarak darbeyi hayata geçirirken, binlerce insanın da hayatını alt üst ederek, insan haklarını gasp etmiştir.

Kolay mı?

Hüzünlerin hüznüdür; anasıdır sürgün…

Yoksunluğun öteki adıdır…

Cezalandırma sebebiyle uzak diyarlara yollanmadır…

Sürgün, sadece mekânda değil, zamanda da mahpus bırakılandır. Yani cezalandırmadır…

Ayrıca sürgün, yabancı olmak ve olduğu yerde olmamaktır. Kim olduğunu unutturma kastıdır sürgün. Çünkü geri de dönülemez. Çünkü dönülen yer bırakılan yer değildir artık…

Nihayetinde sürgün sözcüğü tek başına anlatır sürgünün hâlini. İnsanın bağlandıklarından, var olduğu ortamdan, kokulardan, renklerden yani onu var eden gerçeklerden kopartılarak; tanımadığı bir bilinmeyene mahkûm edilir.

Tekrarlıyorum: Bu bir (psikolojik işkence mahkûmiyeti) cezadır.

Kimse estetize etmeye kalkışmasın: Sürgün korkunçtur.

“Yersizlik/ yurtsuzluk hâli”dir.

Çünkü kimsesizdir, yalnızdır sürgün. Bir başınadır her zaman.

Sürgün için ülkesinden kopartılmak, dinmeyen bir yürek sızısıdır. Kaybolan yıllardır…

Veya “Sürgün yaşamı, sürekli mutsuzluk ve yalnızlıktır,” Erdal Boyoğlu’nun işaret ettiği gibi…

Ya da Edward Said’in şöyle tarif ettiğidir:

“Sürgün hakkında düşünmek tuhaf bir biçimde davetkâr hatta kışkırtıcı bir şeydir de, sürgünü yaşamak korkunçtur. Sürgün, bir insan ile doğup büyüdüğü yer arasında, benlik ile benliğin gerçek yuvası arasında zorla açılmış olan onulmaz gediktir: Özündeki kederin üstesinden gelmek mümkün değildir. Tarihin ve edebiyatın, sürgünü insanın hayatında kahramanca, romantik, şanlı ve hatta muzafferane sayfalar açan bir durum olarak betimleyen hikâyeler barındırdıkları doğrudur. Ama bunlar hikâyeden, yabancılaşmanın kötürümleştirici hüznünü alt etme çabasından ibarettir. Sürgünde elde edilen kazanımlar sonsuza dek arkada bırakılmış bir şeyin kaybedilmesiyle sürekli olarak baltalanır.”[3]

Pekâlâ sürgün(lük) hakkında “Ne diyebilirim” mi?

Sürgün ile zorbalık arasında tarih boyunca doğrudan bir bağıntı söz konusudur.

Musa, Firavun’un zulmünden, Muhammed ve Sahabe de Mekke’lilerin zulmünden kaçan sürgünlerdi.

Örnekler çoğaltılabilir. Ancak “sürgün deyince” vurgusuyla kimi isimleri aktarmak yeter de artar bile: Nâzım Hikmet Ran… Behice Boran… Dalai Lama… Bertolt Brecht… Ariel Dorfman… Eduardo Galeano… Heinrich Mann… V. İ. Lenin… Leon Troçki… Karl Marx… José Martí…

Evet, 12 Eylül’ü betimleyen önemli politik argümanların başında sürgün motifi gelir!

Mesela ‘101’ler’, 12 Eylül döneminde TRT’de yaşanan sürgünlerin adıydı… Her biri kendi alanında uzmanlaşmış yayıncılar meslekleriyle öyle ilgisiz yerlere sürüldüler ki… Kimi hayvan bakıcısı, kimi suni tohumlama uzmanı, kimi de afet işlerine sürüldü…

Evet 10 Kasım 1981 günü 101 TRT çalışanı yıllarını verdikleri görevlerinden hiçbir gerekçe gösterilmeden alınarak görevleriyle uzaktan yakından ilgisi bulunmayan veteriner, orman, kömür, liman, ziraat, toprak ve su müdürlüklerine atandılar.

1402 sayılı Sıkıyönetim Yasası uyarınca kamuda başlatılan “kıyım” ile aynı dönemde gerçekleştirilen bu toplu “sürgün” için dönemin TRT Genel Müdürü emekli General Macit Akman, gazetecilerle sohbetinde işin “tepeden gelen bir emir” ile gerçekleştirildiğini söylüyordu: “Vallahi, hiçbirini tanımam ben. Emir veren Başbakan Bülend Ulusu’dur. Biz de uyguladık.”

Gazeteci-yazar Adnan Gerger, ‘12 Eylül Sürgünleri’[4] başlıklı kitapta bu konulara değinirken 12 Eylül’ün “olmazsa olmaz”larından birinin de “sürgün” olduğunun altını çizer.

12 Eylül şahsında “Sürgün” sözcüğünün çağrıştırdığı, aydınların, politikacıların uğradıkları haksız müdahale ile eşanlamlıdır.

12 Eylül darbesi ile binlerce kişi zorunlu bir muhaceretle tanıştılar. Yaşam alanlarına, haklarına el kondu ki, bu insan olmaktan kaynaklanan yaşam hakkının gaspıdır!

12 Eylül darbesi ile aydınlar, sanatçılar, devrimciler dünyanın (özellikle de Avrupa’nın) çeşitli coğrafyalarına sürüldüler.

Haklarında açılan soruşturmalar, davalar nedeniyle yurt dışına çıktı ve birçoğu, “yurda dön” çağrısına uymadığı için vatandaşlıktan çıkarıldılar.

Yıllarını sürgünde geçiren 12 Eylül sürgünlerinin çocuklarına “Özlem”, “Sıla”, “Gurbet”, “Firar”, “Devrim”, “Berivan”, “Rojda”, “Hasret” isimleri konması, bir yerde yaşanan durumu özetlerken; birçok insan sürgünde aç kaldı, çıldırdı ve öl(dürül)dü.[5]

Sürgünde öl(dürül)en siyasi mülteciler: Mustafa Şahpaz, Fransa 1985… Mustafa Aktaş, Fransa 1985… Yüksel Geniş, İsviçre 1994… Paşa Güven, Fransa 1989… Kürşat Timuroğlu, Almanya 1986… Ramazan Adıgüzel, Almanya, 1988… Ahmet Aydın, Almanya 1987… Erol Şakar, Almanya 1993… Yüksel Babacan, Fransa 1994… Ahmet Hozar İsviçre 1995… Kemal Yazar, Almanya 1996… Mehmet Tayanç, İsviçre 1990… Hakkı Şenli, İsviçre, 1993… Kenan Demir, İsviçre 1999…Aydın Erol, Almanya 1987… Ercan Temelli, Ortadoğu Bekaa 1993… Muammer Aydın, Ortadoğu Bekaa 1993… Çetin Güngör, İsveç 1984… Enver Ata, Almanya 1984… Zülfü Gök, Almanya 1984… Hüseyin Akagündüz, Almanya 1986… Kemal Özgür, Fransa 1984… Hasan Özen, Viyana 2005… Zeynel Aldemir, İsviçre 1999… Düzgün Aksakal, Paris 1987… Ahmet Türk, İsviçre 1989… Nubar Yalım, Hollanda 1981… Katip Yalım, Almanya 1982… Ahmet Köksal, Hollanda 1988… Behice Boran, 1987 Brüksel… Hamdullah Erbil, 1992 Hamburg… Sümeyra Çakır, 1988 Fransa… Şaban Şen, 1992 Almanya… Cemal Kemal Altun, 1984 Almanya… Muhammer Özdemir, 1987 Almanya… Abdullah Aksay, 2001 Viyana… Ahmet Kaya 2000 Paris… İbrahim Sevimli, 2002 Hannover… Mahmut Baksi, 2001 İsveç… Fakir Baykurt, 1999 Almanya… Mazlum Eren, İsviçre 1995… Şirin Cemgil, 2009 Almanya… Bahri Ergün, 1995 Salzburg… Süleyman Çapan, 1999 Salzburg… Ersin Doyar, Basel, 2008… Enver Karagöz, Almanya 2008… Ahmet Karlı, 1994 Paris… Asım Özçelik, Stokholm… Enver Türkoğlu, Stokholm, 1985… Öncesi ve sonrasıyla adını zikredemediğimiz vd’leri…[6]

Sürgünlükle “tanışan” sanatçılar, yazarlar aydınlar, devrimcilerden kimileri de şunlardı: Gülten Çayan… Mihri Belli… Sevim Belli… Şanar Yurdatapan… Melike Demirağ… Vedat Türkali… Cem Karaca… Selda Bağcan… Fatoş Yılmaz Güney… Tuncer Kurtiz… Halit Erdem… Engin Enginer… Hamza Yalçın… Teslim Töre… Mahir Sayın… Bülent Uluer… Edip Eranıl… Behsat Şakar… Yıldız Sertel… Tayfun Bilgin… Hayrettin Can… Ayhan Pakyürek… Dervişe Bayraktar… Taner Akçam… Dursun Akçam… Veysi Sarısözen… Servet Tanilli… Serol Teber… M. Selim Çürükkaya… Hüseyin Yıldırım… İsmail Metin Ayçiçek… Fuat Saka… Aşık Zamani… Aşık Nurşani… Ali Asker… Emekçi… Ozan Reçber… Mehmet Koç… Ferhat Tunç… Nihat Berham… Ataol Berhamoğlu… Demir Özlü… Nizamettin Arıç… Şivan Perver… Gülistan Perver… Beser Şahin… Ömer Özsökmenler… İrfan Cüre… Hüseyin Balkır… Hasan Şensoy… Ayşe Hülya Özzümrüt… Sefa Kaçmaz… Ömer Özturgut… Suat Bozkuş… Anjel Açıkgöz… Orhan Yıldırım… Naci Kutay… Tarık Ziya Ekinci… Serhat Dicle… Ekrem Aydın… Atilla Keskin… Mehmet Asal… Aktan İnce… Garbis Altınoğlu… Bedri Yağan… Dursun Karataş… Fethi Erbaş… Muzaffer Oruçoğlu… Cafer Cebe… Yalçın Cerit… Nurettin Yalçın… Ziya Yurtsever… Dr. Bilge Gökiç… Mustafa Satış… Ahmet Erol… Feridun İhsan Berkin… Ömer Polat… Yücel Feyzioğlu… Tekdaş Ağaoğlu… Yusuf Ziya Bahadınlı… Kemal Burkay… Serhat Bucak… Orhan Temur… Nebi Yağcı… Nihat Sargın… Haluk Yurtsever… Yalçın Küçük… Doğan Özgüden… Ahmet Kaçmaz… Gültekin Gazioğlu… Münir Ramazan Aktolga… Yusuf Küpeli… Orhan Savaşçı… Zülfü Livaneli… Sarp Kuray… Ayşe Emel Mesci… Remzi Kartal… Ali Yiğit… İbrahim Seven… Zübeyir Aydar… Nihat Akseymen… Nazlı Çağlayan… İrfan Yavru… Mihraç Ural… İrfan Dayıoğlu… Süleyman Polat… Yaşar Kaya… Nizamettin Toğuç… Ali Haydar Yılmaz… Ali Haydar Cilasun… Rıza Aslandoğan… Abdulkadir Konuk… Temel Demirer… Etem Ete… Ercan Karakaş… Aybars Tekin… Can Yoksul… Orhan Kotan… Necati Mert… Necati Şahin… Niyazi Baloğlu… Turgut Öker… Ozan Ceyhun… Faruk şen… Hakkı Keskin… Yaşathak Aslan… Yasin Ketenoğlu… Neşat Ertaş… İbrahim Çenet… İbrahim Yalçın… Kani Yılmaz… Yavuz Yıldırımtürk… Ibrahim Bingöl… Alişan Yalçın… Ahmet Kahraman… Mustafa çakar… İbrahim Özkan… Gürbüz Güneş… Hüseyin Karaguş… Doğan Akhanlı… Faruk Kızılaslan… Burhan Yaman… Zahide Genç… Ihsan Bakış… Veli Balaban… Mehmet Yücel… Selim Kellecioğlu Kerim Mete Sonatılgan… Nuray Bayındır… Mehmet Güneş… Mehmet Karaca… Kemal Daysal… Sıtkı Çoşkun… Nedim Tarhan… Enis Çoşkun… Ahmet Muhtar Sökücü… Fevzi Karadeniz… Ömer Ağın… Servet Demir… Merve Şimşek… Hayri Ata… Seval Seran… Süleyman Üstün… Barış Pir Hasan… Haydar Çınar… Hülya Çınar… Mustafa Şahin… Yaşar Mirac… Heval Gani Cansever… Oya Baydar… Aydın Engin… Bahattin Rrkul… Hüseyin Çakır… Dilruba Yenen… Aydın Gün… Habib Bektaş… Doğan Gürsev… Yüksel Selek… Aydın Senesen… Berrin Uyar… Ertan Uyar… Cahit Baylav… Metin Denizmen… Yücel Çubukçu… İlhan Geçit… Recep Orduseven… Metin Gür… M. Ali Akyiğit… Gönül Dinçer… Eşref Okumuş… Celal Güney… Zülfikar Doğan… Erdal Talu… Seyda Talu… Aynur Hayrullahoğlu… Sıdık Yıldız… Neval-Kemal Yıldız… Meral Taygun… Beria Önger… Haluk Tan… Bahattin Seven… Alattin Kılıç… Zulal Kılıç… Cevdet Kocaman… Ayşe Çoşkun… Baki Goncü… Mehmet Boz… Nurten Boz… Necmettin Meriç… Gül Meriç… Dr. Mustafa Aydın… Dr. Demet Aydın… Ünal Doğan… Cemal Hayri Poyraz… Gencer Uçar… Cemal Kıral… Alattin Tas… Muhammer Toprak… Nezih Bostancı… Fikret Demir… Karabey Kalkan… Avni Kalkan… Dr. Bora Küçükyalçın… Mahmut Değer… Selahattin Kaycı… Kenan Öztürk… Mehmet Kocademir… Hasan Özcan… Hamdi Maskar… Murat Toprak… Suat Esinsen… Kasım Yeşilgül… Güner Türkoğlu… Akat Sağıner… Tayyar Alaca… Şeref Yıldız… Nedim Hazar… Ziya Acar… Osman Sakalsız… Zeki Kılıç… Orhan Silier… Yücel Yeşilgöz… Yavuz Çizmeci… Dr Salih Erdur… Ahmet Kardam… Ali Atakan… Yalçın Yusufoğlu… Can Açıkgöz… Mehmet Özdemir… Şeref Aydın… Bayram Ayaz… Ali Develioğlu… İsmail Yıldırım… Adil Okay…

Özetin özeti: Eduardo Galeano’nun 27 Mart 1984’de Daniel Cabalero ile röportajındaki, “Sürgün bana yeni tevazular ve sabırlar öğretti. Sürgünün bir meydan okuma olduğuna inanıyorum. Bir yetersizlik ya da bozgundan kaynaklanan bir cezalandırma dönemi olarak başlayan bu süreci bir yaratma dönemine dönüştürmek ve mücadelenin yeni bir cephesi olarak addetmek için tevazu ve sabır gerekiyor. İşte o zaman insan ileriye doğru bakıyor ve bir bulutta doğmadığını kanıtlayan nostaljinin, yani toprağın çekiminin iyi bir şey olduğunu ama umudun ondan daha iyi olduğunu fark ediyor. Bu kesinlikle kolay bir süreç değil, özellikle de çok uzak göklerin altında, başka diller konuşan, başka türlü hisseden ve düşünen ve de sürgünün kol gücüyle gündelik bir mücadele anlamına geldiği ülkelerde köksüzlüğe mahkûm edilen binlerce Uruguaylı işçi için (…)

Sürgün bana kimliğin adres ya da belgeyle ilgili olmadığını teyit etti: Nerede yaşarsam yaşayayım ve bana pasaport vermeyi istedikleri kadar reddetsinler ben Uruguaylıyım. Bu on, hatta neredeyse on bir yıl boyunca benden eksilen tek şey dökülen saçlarım oldu. Ama diğer yandan dayanışma tutkum, bitmek bilmez yaratma ve sevme güdüm ve adaletsizlik karşısındaki öfkelenme kapasitem daha da arttı. Ben her zaman boğanın tarafını tuttum, matadorun değil ve hâlâ aynı taraftayım,”[7] sözlerinin altını çizmeliyim…[8]

 

3) Paris’te uzun yıllarınız nasıl geçti? Paris Komünü tecrübelerini analiz edebilir misiniz? 

 

Tekrar pahasına, bir kez daha yineleyeyim: 11 yıl 8 ay 23 gün 8 saatlik “bi şey”di sürgün(lük)…

Bu sürenin hepsi değil; (Kuzey’in içimi donduran Stockholm’ü; Güney’in sıcacık Bolonya’sı; komşu Atina’nın Omonya’sı; Metina Dağları’nın yüksekleri; Feyruz’un Beyrut’u, Lac Leman’ın Cenevre’si; Hyde Park’ın Londrası vb’leri hariç) çoğu Paris’te geçti…

‘Paris Üzerine Bilmeceler’inde Nâzım Hikmet’in, “Hangi şehir şaraba benzer?/ Paris./ İlk bardağı içersin/ buruktur,/ ikincide dumanı vurur başına,/ üçüncüde mümkünü yok masadan kalkmanın” diye tarif ettiği mekânda yani “Paris’te en çok neyi sevdin?/ Paris’i/ Paris’te kime çiçek götürdün yoldaşım?/ Komünarcıların duvarına/ bir de dal gibi bir dilbere,” yanıtını verdiği Paris, “Işık ve İhtilal Kenti”dir

Hani; aç kaldığım; aşık olduğum; Montparnasse’ındaki Prison de la Santé’sinde yattığım; ütücülükten ameleliğe her işi yaptığım; 11. Paris’in FKP’sinde Eugène Varlin hücresi üyesi ve bir de VIII. Paris Üniversitesi’nde öğrenci olduğum coğrafya…

“Dahası” mı?

Metin Altıok’un, “anılardır bir batığın koruyan gövdesini,/ acı verseler bile”…

Rabindranath Tagore’un, “hayatın gölgeli derinliğinde/ tenha yuvaları vardır hatıraların”…[9]

Sabahattin Kudret Aksal’ın, “eski zaman rüzgârla girerdi odaya”…

Ümit Yaşar Oğuzcan’ın, “nasıl geçip gidiverdi o zamanlar/ o bir daha zor yaşanılır çılgınlık/ o alev alev yaktığımız ormanlar”…

Kemal Özer’in, “atılmış bir kâğıt üstünde değil yüzleriniz/ saklanmış bir kâğıt üstünde/ saygıyla dörde katlı”…

Boris Vian, “Anıların kendisinden kaynaklanan, başka bir kişilikle yaşanmış, bir başka hayat vardır,”[10] notunu düştüğü anılar kuşlar gibidir ve konacak dal isterler elbette; ama buna karşın, el kapılarında yaşanan(lar)a dair anlatacak şey hem “çok”, hem de “yok”tur; çünkü yalnızlığın çoğul senfonisi olarak sürgün haykıran bir sessizliktir…

Ve nihayet “Geçmişi yeniden yakalama teşebbüsü boşuna zahmet,”ken;[11] “Dahası” mı?

O hâlde, Paris benim “esirliğim ve hürriyetimdi” diyeyim; yetmez mi?

Gelelim “Işık ve İhtilal Kenti Paris”in harikalarından Komün’e…

18 Mart 1871’de ‘Paris Ulusal Muhafız Merkez Komitesi Bildirisi’, “Paris proleterleri, egemen sınıfların ihanet ve beceriksizlikleri karşısında kamu işlerinin idaresini kendi ellerine almak suretiyle durumu kurtarma saatinin gelip çattığını anlamış bulunuyorlar... Anladılar ki, devlet iktidarını ele geçirerek kendilerini kendi kaderlerinin efendisi kılmak, zorunlu görevleri ve mutlak haklarıdır,” diye haykıran Kızıl Bayrak’ı yükseltti…

Yani, Karl Marx’ın, “Çalışan, düşünen, kavga eden ve kanayan Paris…” notunu düştüğü, 72 günlük “muzaffer ve mağlup” Komün ile proleterler tarihe bir çentik attı.

Eugène Pottier’in ‘Enternasyonal’ marşındaki, “Yeryüzünün lanetlenmişleri, ayağa kalkın!/ Açlığa mahkûm edilenler, ayağa kalkın!” haykırışıyla karakterize olan bir deneyimdir Paris Komünü.

O; 1830 ve 1848 devrimlerinin ve nihayet 4 Eylül 1870 ayaklanmasının ateşinden doğmuştu.

72 gün süren proletarya iktidarıydı.

1871 baharıydı. 18 Mart Devrimi’nin üzerinden neredeyse bir ay geçmişti ve kuşatma altındaki Komün hâlâ dimdik ayaktaydı. Ve 12 Nisan 1871’de Ludwig Kugelmann’a şu satırları yazıyordu Karl Marx:

“Ne büyük bir esneklik, ne büyük bir tarihsel girişkenlik, ne büyük bir özveri yeteneği ile bezeli şu Parisliler! Düşmandan da çok iç ihanet tarafından 6 ay boyunca aç bırakılıp yıkıma uğratıldıktan sonra, sanki Fransa ile Almanya arasında hiçbir savaş olmamış, sanki yabancı hiçbir zaman Paris kapılarına dayanmamış gibi, Prusya süngüleri altında başkaldırıyorlar!”[12]

18 Mart’ta başlayan ayaklanma ve 28 Mart’ta ilan edilen Komün, Bonaparte’ın gerici savaşına ve Versailles Hükümetinin halk düşmanı politikalarına açık bir meydan okumaydı. Komünarlar, savaşın ve Bonaparte sömürgeciliğinin sembolü Vendome Sütunu’nu yere yıktığında, barikatlarda elden ele şu bildiriler dolaşacaktı:

“Yurttaşlar!

Militarizme artık yeter!

Altın sırmalıların yönetimine her düzeyde son!

Halka, çıplak elli savaşçılara yol açın!”[13]

Paris Komünü “Proletaryanın yazgısı ile birlikte ulusun kendi yazgısını da eline alan ilk işçi hareketi” olmuştu.[14]

Paris bir ilki başarmış ve 72 gün boyunca kızıl bayrağı gönderde tutan Komün, bütün dünya emekçilerinin umudu olmuştu.

Komün’ün ilanı sırasında Paris barikatlarından birinde şöyle bir diyalog yaşanır:

“- Bu, devrim mi?

- Öyle gibi görünüyor.

- Kiminle çarpışıyoruz?

- Henüz bilmiyorum canım.

- Ama anne, kime karşı dövüşüyoruz?

- Nereden bileyim? Günde üç kuruşluk ücrete karşı! Dört franklık tereyağına karşı! Açlık ve adaletsizlikle geçen yıllara karşı!”[15]

Ayaklanma işte böyle başlamıştı ve devrimin sokakta, işyeri ve fabrikadaki emekçi için anlamı bu kadar basitti. Ama Komün asla ve sadece bir tepki hareketi değildi. Çünkü o aynı zamanda proleter devrimin pratik inşa hareketiydi. Yığınlar hâlinde Komün yönetimine katılan işçiler hızla bu siyasal eğitimden geçeceklerdi. “Komün” diyordu bu yüzden Karl Marx, “Özünde, bir işçi sınıfı hükümetiydi, üretici sınıfların ürünlerine el koyan, sınıfa karşı mücadelesinin bir ürünüydü, emeğin ekonomik kurtuluşunu gerçekleştirebilmek için en sonunda bulunmuş siyasi biçimdi.”[16]

V. İ. Lenin’in ifadesiyle de, “İlk proleter devrim, ilk -kuşkusuz eksik ve dayanıksız- proletarya diktatörlük biçimi, ilk sosyalist hükümetti Paris Komünü.”[17]

Komün çağdaşı Karl Marx için, üzerinde çalışılacak muazzam imkânlar sunup; Onun devlet teorisinin hem sınandığı hem de geliştirildiği bir zemin oldu. Çünkü Karl Marx’a göre, Komün bir işçi hükümetiydi; proletarya diktatörlüğüydü.

V. İ. Lenin de devlet teorisi çalışmaları bir adım daha öteye götürdü 1917 Ekim Devrimi’yle.

Bun(la)a göre, işçi birlikleri fabrikaların yönetimini üstlenecek ve ülke çapında bir federasyon içinde birleşecekti. Fırın işçileri için gece çalışması ve patronal ceza sistemi son bulacaktı. Bütün işçilere yaşamak için gerekli asgari ücret sağlanacaktı. Ve emeğin iktisadi kurtuluşu için nihai yol açılacaktı. İpotekli topraklar ve tekelleşme karşısında köylüyü ise yine komün koruyacaktı vs.

Komün bildirgelerinin diğer yönünü ise demokratik önlemler oluşturuyordu: Kilise ile devletin ayrılması, zorunlu parasız laik okul, parasız adalet, seçilenlerin görevden geri alınabilmesi, yargıçlar ve yüksek görevlilerin seçimi, sürekli ordunun kaldırılıp yerine silahlı halkın geçirilmesi, memur maaşlarının en yüksek işçi maaşını geçmemek üzere düzenlenmesi, belediyesel özerklik, kırda komünlerin kurulması; kısaca ulusun üzerinde bir ur ve asalak hâline gelen eski devlet yapısının ortadan kaldırılması gibi önlemlerdi bunlar.

“İyi de ne oldu” mu?

Paris’i 500 barikatla çevreleyen Komün, kuşatmaya tam 72 gün direnmişti direnmesine ama…

Olayların bir de “Ama”sı vardı…

Karl Marx ile Friedrich Engels’in, Komün’ü yenilgiye götüren nedenleri irdelediği tarihsel derslerde işaret ettikleri gibi; ulusal bankaya el koymamak, kır ve köylülüğün desteğini yeteri oranda sağlayamamak, vakti geldiğinde kaçkın Hükümet güçlerinin toplandığı Versailles’ın üzerine yürümemek gibi kritik hataları da vardı Komün’ün. Böylece ayaklanma Paris’e sıkışıp kalmış, bu da yenilginin başlangıcı olmuştu.

“Paris Komünü, mülksüzleştiricilerin mülksüzleştirilmesi işinin tamamlanmasında yarı yolda durdu ve düşmanlarına karşı gereğinden çok gönül yüceliği, gereğinden çok bağışlayıcılık gösterdi,”[18] diyordu V. İ. Lenin, Karl Marx ve Friedrich Engels’in çıkardığı derslerden Rus işçi devrimine sonuçlar çıkararak.

Evet Komün, işçi sınıfının, tarihe miras bıraktığı bir destandı, ancak yenilmişti. 28 Mayıs 1871 katliamından iki gün sonra, 30 Mayıs’ta Karl Marx Enternasyonal Genel Konseyi’nde şunları diyordu:

“İşçi Paris, Komünü ile birlikte, yeni toplumun şanlı öncüsü olarak her zaman yücelecektir. Şehitlerinin anısı, işçi sınıfının soylu yüreğinde yaşayacaktır. Cellatlarınıysa tarih, daha şimdiden sonsuz bir teşhir direğine çiviledi ve rahiplerinin tüm duaları, günahlarını bağışlatamayacaktır.”[19]

Karl Marx, “Fransa’da gelecek devrim girişiminin, şimdiye dek olduğu gibi artık bürokratik ve askeri makineyi başka ellere geçirmeye değil, onu yıkmaya dayanması gerekeceğini belirtiyorum. Kıta üzerinde gerçekten halkçı her devrimin ilk koşuludur bu. Kahraman Parisli arkadaşlarımızın giriştikleri şey de, işte budur.”

“Komünün ilk kararnamesi... sürekli ordunun ortadan kaldırılması ve onun yerine silahlanmış halkın konması oldu...”

“Komün, parlamenter bir örgüt değil, aynı zamanda hem yürütmeci hem de yasamacı, hareketli bir gövde olmak zorundaydı.” 

Paris Komünü ile “Kilise devletten ayrıldı; din bütçesi kaldırıldı; tüm kilise arazilerinin ulusa ait oldukları ilan edildi.”

“Paris Komünü düşebilir, ama başlattığı toplumsal devrim zafer kazanacak. Onun doğum yeri her yer,”[20] vurgusuyla ekliyordu:

“Komün, çoğunluğun emeğini azınlığın zenginliğine dönüştüren o sınıf mülkiyetini ortadan kaldırmak istiyordu. Mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesini amaçlıyordu... Komün işte budur: toplumsal kurtuluşun, yani, emeğin, işçiler tarafından yaratılan ya da doğanın armağanları olan emek araçları üzerinde tekel kuranların köleciliğinden kurtarılmasının siyasal biçimi.”[21]

Ve nihayet Friedrich Engels’in tarifi de şuydu: “Dar kafalı sosyal demokrat, proletarya diktatörlüğü sözcüğünü duyunca bir kez daha kutsal bir hiddete kapılıyor. Pekâlâ baylar, bu diktatörlüğün ne olduğunu, neye benzediğini öğrenmek mi istiyorsunuz? Paris Komünü’ne bakınız! O bir proletarya diktatörlüğü idi.”[22]

Tamamlarsak:[23] Karl Marx’ın da belirttiği gibi, “Yüzlerce program ve tartışmadan daha önemli pratik bir adım” ve tarihi bir deneyim olarak proletarya devrimindeki yerini alan Paris Komünü şair Jean- Baptiste Clement’in ‘Kiraz Zamanı/ Le Temps des Cerises’ betimlemesindeki gerçekti…

 

4) Türkiye’deki gelişmeler ile yaşanmış zaman arasında bir bağ kurdunuz mu?

 

Elbette ama antik Yunan’dan Herakleitos’un, “Aynı nehirde iki defa yıkanılmaz,” uyarısın “es” geçmeden; zamanın dönüştürücülüğüne sırt dönmeden…

Geçm(em)iş, yaşanana yol gösterip, geleceğimizi aydınlatandır; tabii zaman faktörüyle

Zaman, gün olur geçmeyen, gün olur yetmeyenken; bir bakarsın her şey bir anda “son” bulur; son dediğin anda da her şey yeniden canlanır. Değişim, değişmeyen tek şeydir.

Bu diyalektik bir bütünlük arz ederken; geçmişten bugünde süreklilik içinde devrimci kopuşla karakterize olan radikal sosyalist mücadelenin aslî tavrı, “Ne geçmiş tükendi, ne yarınlar, hayat yeniler bizleri” formülüyle özetlenebilir.

 

5) Kürt Sorunu, Alevî, Ermeni vb. ötekileştirilenlerin geleceğini nasıl görmektesiniz?

 

Öncelikle eşyayı adıyla analım: Kürt sorunu, milli; Alevî sorunu, kültürel aidiyet; Ermeni sorunu da, bir soykırım meselesidir.

Bunların ortak düşmanı egemen ulus milliyetçiliğiyken; hâlleri de ötekileştirme kavramıyla özetlenebilir.

“Biz” denilenin, “Onlar”ı yaratmasına denk düşen ötekileştirme bir ayrımcılık (ve elbette insanlık) suçudur; şovenizm kendini üstün görme kaynaklı oluşan hâldir

Nereden bakılırsa bakılsın, ait olduğun bütünü göremeyen bir körlük olarak ötekileştirme; egemen korkunun, (ahlâk, din, kültür, ulus, ırk, dil, vs üzerinden) “kolektif savunma mekanizma”sı yaratmasıdır.

Ötekileştirme: Ayrımcılık ve dışlama ile ilgilidir. Ayrımcılık sonucunda belirli gruplar görmezden gelinmekte ya da fazlasıyla “göze almakta”, “Ben” ve “O” ayrımı ortaya çıkmakta ve bunun sonucunda kişilerin yaşadıkları hak ihlâlleri görmezden gelinmektedir.

Emanual Levinas’a göre, “Öteki, o denli yabancıdır ki, ben ile ortak herhangi bir yanı bulunamaz”ken; “Öteki’nin ne olduğunu söylemek, onu dilin sınırlarına hapsetmektir” diye ekler.

Oysa Bertolt Brecht’in ifadesiyle, “İnsanın kaderi insan”ken; aslî soru(n), “öteki” ilan edileni sorun gören ırkçılıktır.

Bunun aşılması yolunda; “Ötekini anlamak için, ötekini kendine katmak değil, ona gitmek gerekir,” diye uyarır biz(ler)i Hallac-ı Mansur…

O hâlde, “soru(n)” ilan edilip, “ötekileştirilen”ler için tek yol; onların kayıp geçmişlerinden özür dileyecek, kazanılmış bir gelecek için eşitlikçi-özgürlük mücadelesidir…

 

6) Türkiye’nin geleceğini nasıl görüyorsunuz? “Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak” mı, yoksa unuttu mu?

 

Ne “unutması”?!

Fikret Kızılok’un deyişiyle, “Yıllar geçse de üstünden/ Bu kalp seni unutur mu?/ Kalbim seni unutur mu?”

Ne demişti Pierre Bourdieu, “Haberciyi öldürebiliriz; ancak bildirdiği söylenmiş ve duyulmuş kalacaktır.”

“Çeliğe verilen su” bir “haberciydi” ve “haber” verildi…

Pierre Bourdieu’nun “Haberci” olarak yorumladığı gerçek gün olur Dersim Dağları’ndadır; gün olur Spartacus’ün, “Onlara, nefes alan herkesin eşit olduğunu göstereceğiz,” haykırışındadır…

Bu(nlar) unutulur mu hiç?

“İyi de içinden geçtiğimiz karanlıklar da ne” mi?

“Karanlık yalnızca, ışığın diğer yanı, onun gizli yüzü,”[24] diyen José Saramago’nun uyarısını hatırlayın!

Bir de Demokritos’un, “Kalabalıklar, mutsuzluk içinde bilgeleşirler”; Paulo Coelho’nun, “Unutma, aydınlık bir yarın için, karanlık bir gecenin içinden geçmen gerekir,” saptamalarını…

Evet içinde debelendiğimiz karanlık; müthiş bir aydınlık imkânı ya da daha koyu bir karanlık tehdididir. Tıpkı, “Kapitalizm zırh içindeki ölüdür,” diyen Antonio Gramsci’nin, “Eski dünya ölüyor ve yeni dünya doğmak için mücadele ediyor; şimdi canavarlar zamanı,”[25] tanımlamasındaki hâl gibi…

Kriz ya da III. Büyük Bunalım yaygınlaşarak, derinleşirken; Karl Marx’ın, “Krizler, sürekli var olan çelişkilerin ancak ani ve zora dayanan çözümleridir. Onlar bozulmuş dengeyi bir süre için yeniden kuran şiddetli patlamalardır”; Antonio Gramsci’nin, “Eskinin öldüğü, ama yerine henüz yeninin doğmadığı andır”; Matthew Arnold’un, “Biri ölü, öteki doğacak gücü bulamayan iki dünya arasında dolanıp duruyorum/ Wandering between two worlds, one dead. The other, powerless to be born with nowhere yet to rest my head”[26] saptamalarında işaret ettikleri hâle yoğunlaşmalıyız!

Yunanca “Crísis” kelimesinden gelen, düşünce ve karar anlamındaki “Kriz” sözcüğü bir yerde biriken imkân ve tehditlerin sonucu ve “Karar”dır.

Evet; burada durup; imkân, tehdit ve karar kavramları üzerine yeniden, bir kez daha düşünmek lazım…

Görülmesi gerek: İleriye doğru adım atacak potansiyelleri aşındığı için sürdürülemez kapitalizm, her alanda bir çıkmaz ve toplumsal çürümenin derinleşmesi ile yıkım olarak kendini dışa vuran yapısal krizlerle karakterize olmaktadır.

Kapitalizmin günümüzde yaşanan sistem krizi, devasa bir derinlik ve yaygınlıkta seyrediyorken; bu durum burjuva ideologların uzun süredir kapitalist düzenin geleceğine dair çizdikleri pembe tabloları da paramparça etmektedir.

O hâlde insan(lık)ın insan olma hasletini koruyacağı veya yitireceği; “To be or not to be/ Olmak ya da olmamak” koordinatlarında olduğundan kimsenin şüphesi olmasın.

Tam da burada başkaldıran insan(lık)ın “haberciler”ine olan ihtiyacımız büyüyorken; Robert Musil’in, “Bir günlüğüne dünyayı yönetmeniz istenseydi ne yapardınız?” sorusuna verdiği, “Gerçekliğe son vermekten başka seçeneğim olmazdı,”[27] yanıtı ve V. İ. Lenin’in, “Bütün bunalımların en önemli yönü, o zamana kadar gizli kalan şeyi açığa vurmaları, saymaca olan, yüzeysel olan, ikincil olan şeyi reddetmeleri, siyasetin tozunu silkip atmaları ve sınıflar savaşımının gerçek güçlerini herkesin gözü önüne sermeleridir,” saptamalarını hatırlamalı ve hatırlatmalıyız...

Malum: “Dünya, örnek olmanla değişir, görüşlerinle değil,” diye uyarır hepimizi Paulo Coelho…

 

7) Son olarak yerel yönetimler ve kadın sorunu üzerine fikrinizi almak istiyorum?

 

Kadın sorununda söyleyecek bir şeyim yok; her şeyi Sibel (Özbudun) söyledi ve ben de onlara harfiyen katılıyorum.

İster yerel, ister genel… “Seçim” deyince; iptida Irvin D. Yalom’un, “Her seçim bir vazgeçiştir ve her vazgeçiş sınırlılıkların ve geçiciliğin farkına varmamızı sağlar,” uyarısı anımsanmalı…

Buradan hareketle yerel seçim ve soru(n)ların dair söz ederken; öncelikle, “Yerelden Türkiye’ye yayılacak bir rüzgâra ihtiyacımız var,”[28] türünden öforilerden ve “yeni(likçi palavradan)”[29] uzak durmak kadar; “zamanın ruhu” ile devrimcilik arasındaki mesafesinin korunmasına dikkat edilmesi “olmazsa olmaz”dır.

Karl Liebknecht gibi, “Der Hauptfeind steht im eigenen Land!/ Esas düşman kendi ülkemizdedir!” deyip; ”Aşitî u desbiratî/ Barış ve eşitlik” talebinden asla vazgeçmeden; Isaiah Berlin’in, “Özgürlüğün temel anlamı, zincirlerden, hapishaneden, başkaları tarafından köleleştirilmekten özgür olmaktır. Ötesi, bu anlamın uzantısı ya da metafordan ibarettir,” sözünün altını çizen halkçı belediyecilik anlayışını (kapitalist düzen(sizliğ)i benimsemeden) merkeze koyan yerel seçim faaliyeti ve (kendisini dayatan olmadığı gibi sürüklenen de olmayan yani ittifakı iltihak olarak anlamayan) ittifakı, elbette önemlidir. Tabii “aslî soru(n)” bağlamından kopartılmadan!

Evet, aslî soru(n): Devrimci toplumsal muhalefetin bütün dinamiklerini, devinimini kapsayacak bir odağın nasıl yaratılacağı; bugündeki distopyanın alternatif bir ütopyaya nasıl dönüş(türül)eceğindedir!

Hem de -kriz koşullarında-, ezilenlerin en temel hakkının devrim olduğunu “es” geçmeden. Çünkü eşitsizliklere karşı, var olan düzeni değiştirme iradesiyle; sömürü sisteminden kurtulma hakkı, yani devrim hakkını kullanmak hâlâ güncel bir taleptir.

Tüm dünyayı kucaklayan kriz, yeni bir itiraz dalgasının da müjdecisiyken; “demokrasi” söylencelerinin dahi tasfiye edildiği sürdürülemez kapitalizm dizaynında; krizsiz bir kapitalizm ya da “demokrasi”si mümkün değildir.

O hâlde “Hükümette ya da savaş sanayi komitelerinde, parlamentoda ve değişik komitelerde, yasal olarak yayınlanan ‘saygıdeğer’ gazetelerin yayın kurullarında ya da daha az saygı değer olmayan ve ‘burjuva yasalara saygılı’ sendikaların yönetim kurullarında kazançlı ve rahat işler; işte emperyalist burjuvazinin, ‘burjuva işçi partilerinin destekçileri ve temsilcilerine verdiği ödüller ve onları cezbetmek için kullandığı yemler”e[30] prim vermeden; “Korkularla siyaset olmaz,”[31] diyerek; buna uygun güçleri yan yana getirip, birleştirme yanında; farklılıkları bilerek devrimci ortaklılıkları güçlendireceğiz.

Doğrudur, “seçimle devrim olmaz.”

Doğrudur, “oy vermek bir şeyleri değiştirseydi, yasaklanırdı,” Emma Goldman’ın da dediği gibi…

Doğrudur, iktidar sermaye sınıfının elinde olduğu sürece, siyasal iktidarı ele geçirmeyi ve hâkim üretim ilişkilerini dönüştürmeyi, üretim araçlarının mülkiyetini halkın eline vermeyi hedeflemeyen “komünalist”, “radikal demokrat” yerel yönetim proje ve iddialarının karşılıksızlığı hem tarihsel hem de güncel deneyimlerle doğrulanıyor…

Ancak, bu, devrimcilerin, sosyalistlerin yerel yönetimler için mücadele etmekten vazgeçmesinin gerekçesi olmamalıdır.

Bugün yaygın bir hâlet-i ruhiye olan “kayıtsızlık” devrimciler için önemli bir zemindir.

Devrimciler, sosyalistler “nasıl bir dünya” istediklerini, yerel yönetimlerle gözler önüne serebilir ve gerçek, devrimci bir seçeneği ortaya çıkartabilirler…

Bu durumda; “belediyecilik”le 1789 Büyük Fransız Devrimi’nin; Avrupa’da yerel özerklik tartışmalarının 1848 Devrim hareketiyle doğrudan ilintili olduğunu unutmayan radikal sosyalistler; kaynak yaratma, üretim, tüketim düzenleme, ekoloji, cinsiyet, katılım-özyönetim vb. toplumcu belediyecilik siyasalarını devrimci program temelinde uygularlar…

Halkçı yerel yönetim programı, devrimin sadece bir parçasını oluşturur. Yani belediyeleri devrimcilerin kazanması ile sosyalizm gelmezse de; halkçı yerel yönetimler, yerinden yönetim politikalarını hayata geçirme yolunda bir mevzidir; ve her adımında özel sektörü devre dışı bırakması gereken bir olanak olarak değerlendirilmelidir.

Bu temelde ekonomik talepleri siyasal taleplere dönüştürerek, kendinde kentli” den “kendisi için kentli” yaratmaya yönelirken; yerel yönetimlere ilişkin pratik-politik hat devrimci stratejinin taktiksel boyutunu oluşturur.

Ötesiyse dünyayı değiştirme meselesine mündemiç “11. Tez”in devrimci praksisidir…

 

13 Şubat 2019 23:51:38, İstanbul.

 

N O T L A R

[*] Özlem Armen, Renkli Kalemler, Mara Yay., 2019… İçinde.

[1] Nâzım Hikmet.

[2] Temel Demirer, Solan Fotoğraflarda Biten ve Başlayan, Sorun Yay., 1993, 248 sayfa.

[3] Edward Said, Kış Ruhu, çev: Tuncay Birkan, Metis Yay., 2’inci baskı, 2006, s.28.

[4] Adnan Gerger, 12 Eylül Sürgünleri, Babil Yay., 2004.

[5] Somut veriler için bkz: Erdal Boyoglu, “12 Eylül Mültecileri!”, birlik_hareketi@googlegroups.com, 21 Eylül 2011.

[6] Nâzım Hikmet, 1963 Moskova… Sabiha Sertel, 1968 Bakû… Fahri Erdinç, 1984 Sofya… Abidin Dino, 1991 Paris… Zeki Baştımar, 1973 Doğu Almanya-Leipzig… Aram Pehlivan, Leipzig 2001… Dr. Hayk Açıkgöz, 2001 Leipzig… Ziya Yamaç, Sofya… Yılmaz Güney, 1984 Paris… İsmail Bilen, 1985 Doğu Almanya… Hikmet Kıvılcımlı, 1971 Belgrad… Necil Togay, Budapeşte… Zekerya Sertel, Paris… Baytar Salih Hacıoğlu, Sibirya… Affan Hikmet, Moskova…

[7] Eduardo Galeano, Aşkın ve Savaşın Gündüz ve Geceleri, Çev: Süleyman Doğru, Sel Yay., 2011.

[8] Temel Demirer, “12 Eylül Sürgün (lük) Deyince”… “https://temeldemirer.blogspot.com/2012/07/12-eylul-surgun-luk-deyince1.html

[9] Rabindranath Tagore, Seçme Şiirler, Çev: Sofi Huri, Çeltüt Matbaacılık, 1970.

[10] Boris Vian, Kırmızı Ot, Çev: Ayça Sezen, Altıkırkbeş Yay., 3. Baskı, 2000.

[11] Marcel Proust, Swann’ların Tarafı-Kayıp Zamanın İzinde 1. Kitap, Çev: Roza Hamken, Yapı Kredi Yay., 2006.

[12] Karl Marx, Fransa’da İç Savaş, Çev: Kenan Somer, Sol Yay., 2005, s.156.

[13] Jean Vautrin, Halkın Sesi, Çev: Servet Yalçın, Literatür Yayınevi, 2010.

[14] V. İ. Lenin, Komün Dersleri, Çev: Kenan Somer, Sol Yay., 2008.

[15] Jean Vautrin, Halkın Sesi, Çev: Servet Yalçın, Literatür Yayınevi, 2010.

[16] Karl Marx, Fransa’da İç Savaş, Çev: Kenan Somer, Sol Yay., 2005.

[17] V. İ. Lenin, Komün Dersleri, Çev: Kenan Somer, Sol Yay., 2008, s.22

[18] V. İ. Lenin, yage, s.12.

[19] Karl Marx, Fransa’da İç Savaş, Çev: Kenan Somer, Sol Yay., 2005, s.90.

[20] Karl Marx, yage, s.181.

[21] Karl Marx, yage, s.88.

[22] Friedrich Engels, “1891 Tarihli Önsöz”, Karl Marx, Fransa’da İç Savaş, Çev: Kenan Somer, Sol Yay., 2005, s.9.

[23] 1848 Devrimi döneminde ulusal atölyeler kurulmuştu. Bunların kapatılmasına tepki gösteren Paris işçi sınıfının isyanı, büyük bir katliamla, “Haziran Katliamı”yla bastırılmıştı (3000 ölü). 1871 yılındaki Paris Komünü -her ne kadar iki ay kadar sürmüş olsa da- bir yönüyle sosyalistler tarafından yönetilen ilk devlet düzeniydi. Ancak vahşi bir devlet katliamıyla (20.000-30.000 ölü) son bulmuştu. (Georg Fülberth, Kapitalizmin Kısa Tarihi, çev: Sadık Usta, Yordam Yay., 2010, s.170.)

[24] José Saramago, Körlük, Çev: Işık Ergüden, Kırmızı Kedi Yay., 2017.

[25] Antonio Gramsci, Modern Prens Machiavelli, Siyaset ve Modern Devlet Üzerine, Çev: Pars Esin, Dipnot Yay., 2014.

[26] Mina Urgan, İngiliz Edebiyatı Tarihi, YKY, 2012.

[27] Robert Musil, Niteliksiz Adam, Çev: Ahmet Cemal, Yapı Kredi Yay., 2016.

[28] Selin Sayek Böke, “Yerelden Türkiye’ye Yayılacak Bir Rüzgâra İhtiyacımız Var”, Birgün, 12 Aralık 2018, s.3.

[29] “Küresel Gezi’nin getirdiği lidersiz düzen, yeni bir siyaset getirecek. Türkiye’de yaşananlar eski düzen anlayışının son demlerinin ifadesi. Lider fetişizminin sona ermesi yakın.” (Selin Ongun, “Gündüz Vassaf: ‘Acıyı Açık Artırma Pazarı Var, Ortak Yas Yok’…”, Cumhuriyet, 4 Temmuz 2016, s.10.)

[30] V. İ. Lenin, Sosyalizm ve Savaş, Rus Sosyal-Demokrat İşçi Partisinin Savaşa Karşı Tutumu, Çev: N. Solukçu, Sol Yay., 1970, s.118.

[31] Selahattin Demirtaş, “Korkularla Siyaset Olmaz”, Cumhuriyet, 12 Eylül 2017, s.14.



Bu yazı 26919 defa okunmuştur.

FACEBOOK YORUM
Yorum

YAZARIN DİĞER YAZILARI

YAZARLAR
Bizi Takip Edin :
Facebook Twitter Google Youtube RSS
ÇOK OKUNAN HABERLER
  • BUGÜN
  • BU HAFTA
  • BU AY
HABER ARŞİVİ
SON YORUMLANANLAR
  • HABERLER
  • VİDEOLAR

Web sitemize nasıl ulaştınız?


nöbetçi eczaneler
HABER ARA
YUKARI