Bugun...


Temel Demirer

facebook-paylas
ADALETSİZLİK KARŞISINDA DEVRİMCİ SANATIN KONUMU VE İŞLEVİ
Tarih: 05-10-2017 11:31:00 Güncelleme: 06-10-2017 00:30:00


“Özgürlük hiçbir zaman verili değildir,
her zaman tehdit altındadır.
Mutlak belirlilik, her defasında da,
özgürlük yoksunluğudur.”[2]

 

Adaletsizlik karşısında devrimci sanatı konuşmak için öncelikle sanatın “ne”liğine dair saptamaların net biçimde ortaya konulması gerekiyor.[3]

 

I) SANATIN “NE”LİĞİ

 

Sanat en genel anlamda hayatta var olmuş ve var olabilecek her şeyin tanığı ve bu tanıklığın en estetik yansımasıdır. Yapılan araştırmalar en eski sanat eserinin 75 bin yıl önceye ait olduğunu ortaya çıkarsa da insanın sanatla buluşmasının yaklaşık 100 bin yıl öncesine dayandığı tahmin edilmektedir. İnsanlık tarihinin geçirdiği süreç de sanata doğrudan yansımıştır. Sanat tarihinin insanlık tarihiyle birlikte yazılması da bu nedenledir.

Dünyayı değiştirmek ve tarihe tanıklık etmek amacıyla yola çıkıldığında sanat hiç bir zaman tarafsız değildir. Sanatçı çağına tanıklık ederken, özgürlüğünü ve etkinliğini kontrol altına almaya çalışan sisteme, kendisine ve topluma dayatılan tüm yaptırımlara karşı muhalif bir tavır sergilemek zorundadır.

Tarih boyunca sanat insanın kendisini en özgür şekilde ifade edebildiği alanlardan biri olmuş ve sanatçılar eserleriyle karanlıkla mücadelede toplumlarda öncü rolü üstlenmiştir. İşte tam da bu nedenle toplumsal aydınlatmayı istemeyen egemen güçler sanata ve sanatçıya uyguladıkları baskı ve sansürle aydınlanmanın önüne geçmeye çalışmıştır.

Sanat özgürlüğün en güzel ifade şeklidir. Sanatçılar özgür ruhların yeryüzündeki yansımalarıdır. Ve sanatın en önemli özelliği hiçbir otoriteye hizmet etmemesidir. Ve sanatın evrensel gücü onu sınırlamaya çalışan her türlü politikadan çok daha güçlüdür. Tarih perdesinde bir sanat eserinin evrensel sonsuzluğu karşısında tüm baskıcı unsurlar silik birer gölgeden ibarettir.[4]

Çünkü tarafsız olamayan, olması da mümkün olamayan sanatın özünde muhalefet vardır.

Kaldı ki sanatta “tarafsız olmak” egemen taraftan olmak demektir, güçten, iktidardan yana olmak demektir. Ezilenin, sömürülenin, haksızlığa uğrayanın, sesini duyuramayanın karşısında olmak demektir. Korku ve tehdit ve baskı düzeninden yana olmak demektir...

Sanat, sanatçının bilinçli eylemiyle, bilinçli bir faaliyetiyle, üretimine mutlak kendi kişiliğini, kendi aldığı tavrı getirecektir. Tavır almak, taraf olma zorunluluğunu getirir.[5]

Tarafsız sanat olmaz, olamaz. Çünkü sanat da, kültür de sınıflı bir dünyada hegemonya mücadelesi alanıdır; buradaki mücadele de kıran kıranadır!

Yeri geldi aktarayım:

Theodor W. Adorno, “Her sanat yapıtı işlenmemiş bir suçtur.” “Sanatın bugünkü görevi, düzene kaos getirmektir.” “Sanat, kırılmış bir mutluluğun taşıdığı vaattir”…

Friedrich Schiller, “Sanat, özgürlük tarafından emzirildikçe büyür”…

Bertolt Brecht, “Barış, insandan yana olan tüm çabaların, tüm üretimin, yaşama sanatını da içermek üzere tüm sanatların temelidir”…

Oscar Wilde, “Sanatın… altüst etmeğe çalıştığı şey, türün tekdüzeliği, adetlerin köleliği, alışkanlığın tiranlığı ve insanın makine düzeyine indirgenmesidir”…

Albert Camus, “Sanat zorbalığa karşıdır.” “Politika ve sanat dünyanın düzensizlikleri karşısında başkaldırmanın iki ayrı yüzüdür.” “Sanat dünyaya kötülük etmek için icat edilmemiştir.” “Dünya aydınlık olsaydı, sanat olmazdı.” “Sanat bence en büyük sayıda insanı ortak acılar ve sevinçlerle coşturacak görüntüleri, biçimleri bulmaktır.” “Sanat hem bir coşma, hem de bir yadsıma işidir,” saptamaları sanatın ne olması gerektiğini gayet net ifade eder…

“Ya sanatçı” mı?

O da… Bertolt Brecht’in, “Sanat gerçekliğe tutulan ayna değil, onu şekillendirmek için kullanılan çekiçtir”…

Anton Çehov’un, “Sanatçının görevi soru sormaktır, cevaplamak değil”…

Ezra Pound’un, “Sanatçı her zaman başlangıcı temsil eder. Bir başlangıç, bir buluş, bir keşif olmayan herhangi bir sanat eserinin dünyası küçüktür”…

Albert Camus’nün, “Sanatçı yalanla ve kötülükle uzlaşamaz.” “Hiçbir sanatçı gerçekten vazgeçmez.” “Sanatçı başkalarının katlandığı acıları uyuşturmaz içinde.” “Sanatçı tanımı gereği, bugün tarihi yapanların buyruğuna girmez,” formülasyonlarıyla ifade edilenden başka bir şey değildir, olamalıdır da…

Sanat taraflıdır; ezilenden yana, ezilene yönelik adaletsizliğe başkaldırarak; bugün “estetik” denilen geleceğin ahlâkını yaratır…

 

I.1) “İYİ DE BUGÜN” MÜ DEDİNİZ?

 

Sanatın sanat olmaktan çıkartıldığı kapitalist yabancılaşma dünyasında “İyi de bugün” mü dediniz?

O Max Horkheimer’ın, “Bir zamanlar sanatın, edebiyatın ve felsefenin amacı varlıkların ve hayatın anlamını açıklamak, dilsiz olan her şeyin sesi olmak, doğaya acılarını anlatması için bir dil vermekti. Başka bir deyişle gerçeği asıl adıyla çağırmaktı. Bugün doğanın dili koparılmıştır. Bir zamanlar her sözün, çığlığın ya da jestin içsel bir anlamı olduğuna inanılırdı: Bugünse hepsi sıradan bir olay, bir rastlantı olarak görülmektedir,” biçiminde ifade ettiği ayrı bir felakettir…

Kapitalist piyasanın meta fetişizmi çılgınlığı günümüzde sanatı son derece uzmanlaşmış bir uğraş hâline getirdi. Müzeler ve galeriler, küratörler, sanat eleştirmenleri, sanat dergileri, bienaller... Sanat artık tüketimle buluştu ve satın almanın kendisi sanata dönüştü.[6]

Bununla eş zamanlı kesitte “Toplumun yüzde 49’u hiçbir zaman sinemaya gitmiyor. Toplumun yüzde 39’u hiç kitap okumuyor… Toplumun yüzde 66’sı konser, tiyatro ya da opera gibi herhangi bir etkinliğe katılmamış... Toplumun yüzde 81’i hiçbir enstrüman çalmıyor; yüzde 57’si video, VCD, DVD, internetten film, dizi izlemiyor; yüzde 47’si hiç dergi okumuyor; yüzde 86’sı hiçbir hobi kursuna gitmemiş… En sık yapılan aktivite ise yüzde 85’le televizyon izlemek”[7] iken bir şey daha oldu; ki onun hikâyesi de Akif Beki’nin satırlarında şöyle izah ediliyor:

“Cumhurbaşkanı Erdoğan, sık sık kültür ve sanat ortamındaki sığlaşmadan yakınıyor. Huber Köşkü’ndeki sanatçı iftarında da aynı sorundan dert yandı. Devleti kültür ve sanatın işverenliğinden çekip nitelikli işlerin destekçisi, teşvikçisi yapmayı savundu… Kültür ve Turizm Bakanı Nabi Avcı da dinleyiciler arasındaydı, mesajı almıştır.”[8]

“Alınan mesaj” doğrultusunda “III. Kültür Şûrası”nın sonuç raporları komisyon başkanlarınca okundu. Raporlarda milli kültürün canlandırılmasına odaklanıldı. Yereli esas alan evrensel bir yaklaşımla yerli ve milli içerik üretiminin artırılması gerektiği de ifade edildi.

Raporlarda, “Sadaka taşı”, “Misafir Taşı” gibi İslâmi hassasiyet taşıyan sanat eserlerinin de öne çıkarılması vurgulandı. Milli Saraylar, Yunus Emre Enstitüsü gibi kurumların da güçlendirilmesi gerektiği ifade edildi.

Kültür Şûrası’nda, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın milli kültür stratejisinin kontrol altına alınması yönündeki çağrısı da hatırlatıldı.

Kültür Ekonomisi Komisyonu Başkanı Ali Saydam, Türkiye’nin dünya kültür ekonomisinde payının yüzde bir olduğunu açıkladı. Saydam, “Milli Kültür Fonu” kurulması gerektiğini belirterek bakanlığın kamu dışındaki kurum ve kuruluşlarla sponsorluk ilişkileri kurmasını tavsiye etti.

Sahne Sanatları Komisyonu Başkanı İskender Pala, sanatsal ve idari yönetimin ayrıştırılması gerektiğini belirtti. Repertuvar ve metinlerin milli değerlerle örtüşmesi gerektiğini belirten Pala, “AKM’nin ihyası”na da vurgu yaptı.

Sinema, Radyo ve Televizyon Komisyonu Başkanı Deniz Bayrakdar, milli ve tarihi şahsiyetlerin uluslararası büyük bütçeli sinema filmleriyle tanıtılmasına değindi. “Ömer Lütfi Akad Sinema Müzesi” önerisi getirdikleri raporda ayrıca Film Bankası kurularak sinema projelerinin finansal anlamda desteklenmesi gerektiğini belirtti. Bayrakdar, Türkiye Sinema Kuruluş tarihinin yeniden belirlenmesini vurguladı. Sinema filmlerinin sınıflandırılarak seyirciye ulaştırılması, yabancı filmlerden alınmayıp Türk filmlerinden alınan 650 dolar artı KDV gösterim ücretinin kaldırılması, TRT’de sinema kanalının kurulması gibi önerileri de sundu.

Müzik Komisyonu Başkanı Doç. Dr. Yalçın Çetinkaya konuşmasında “çoksesli ve teksesli gibi sığ kavramları gündeme getirmeyeceğiz” ifadesinin şaşkınlığını henüz atamamışken “Wagner’i günahım kadar sevmem” diyerek Wagner’in müzikle ilgi bir sözünden örnek vermesi epey dikkat çekti. Çetinkaya, raporda, özel tiyatrolara verilen desteğin benzerinin müzik topluluklarına da verilmesi gerektiğini vurguladı.

Görsel Sanatlar Komisyonu Başkanı Prof. Uğur Derman, “sanat eğitiminde mahallileştirmeye gidilmeli, milli değerler göz ardı edilmemeli, mahallelerde sanat atölyeleri güçlendirilmeli, her şehirde bienal yapılmalı” gibi önerileri sundu.

Kültür ve Turizm Bakanı Nabi Avcı da, “Şûrada ortaya çıkan hiçbir cümleyi zayi etmeden gelecek için tam bir fikr-i takip içinde olacağımızdan emin olmanızı istiyorum” dedi. Avcı, ayrıca “Bireyselliği ve bencilliği bir norm hâline getiren modern hayat biçimine karşı çocuklarımızı, gençlerimizi milli ve manevi değerlerimizle donatmalıyız,” biçiminde konuştu.[9]

Bu millîleş(tir)me, yerelleş(tir)me vaveylası arasında sanat, aslî özelliklerinden arındırılıp, sanat olmaktan çıkarılarak, sömürü düzeni adalet(siz)iğine eklemleniyor…

 

II) ADALET(SİZLİK) MESELESİ

 

Adalet(sizlik) meselesine gelince; altı defalarca çizilerek anımsatılması gereken şey Theodor W. Adorno’nun, “Gerçek adaletin ortamı, adaletsizliktir,”[10] saptamasıdır.

Gerçekten de Platon’un ‘Devlet’inde, Socrates ve Thrasymachus arasındaki konuşmada Thrasymacus için, “Güçlünün çıkarına olanın gerçekleşmesidir”; Socrates’e için de “Herkesin kendi hakkını almasıdır,”[11] biçiminde tanımlanan “adalet” kavramı, adaletsiz söz konusu olduğu için vardır.

Devrimci sanat, adaleti savunmak yerine; adaleti bir gereksinin olmaktan çıkartmak için vardır. Yani devrimci sanat, kendini adaleti savunmakla sınırlamadan adaletsizliği var eden sisteme karşı mücadele eder.

Bu bağlamda denilebilir ki, devrimci sanat adaletsizliği karşı mücadelenin ürünüdür. Bu asla “es” geçilmemelidir!

Öte yandan Adalet kelimesi Arapça’da “adl” kökünden gelirken; manası da “denge” ve “denklik”tir.

Türk Dil Kurumu’nun tanımına göre, “Yasalarla sahip olunan hakların herkes tarafından kullanılmasının sağlanması”yken; Justinianus’a göre de, “Adalet herkese kendi hakkını vermek konusunda kat’i ve devamlı bir iradedir.”

Hukuk sözlüklerinde bir denge(sizlik) sistemi olarak adalet, “Herkesin hakkını tanıma; karşılıklı zıt yararlar arasında hakka uygun olan eşitlik veya denge” olarak geçerken; hakkaniyet ise, “Somut olayların özelliklerine uyan çözüm biçimlerinin en yüksek ahlâki temelini oluşturur,” şeklinde formüle edilir.

Hangi biçimsellikte olursa olsun,[12] insan(lık) tarafından adaletsizlik karşısında ortaya atılmış, sınıfsal bir kavramdır adalet; “eşit(siz)lik” ile devreye girer.

Bu nedenle her “adalet” dediğiniz, o kadar da adil bir şey olmayabilir.

Bu nedenle egemen adalet, acz içinde olanların güç sahibi olandan isteyip asla alamadıkları manipülasyondur çoğunluk.

Adalet, olayın taraflarından birince dağıtılacaksa o zaman da kesinlikle taraf tutma adaletsizliği görülecektir.

İşin gerçeği bir terazi göstergesiyle simgeleştirilen “herkes için adalet”, tam anlamıyla hayaldir. Özetle “herkes için adalet” diye bir şey yoktur. Çünkü kuralları koyacak kadar güçlü olanlar, adaleti de biçimlendirirler. Sınıflı sömürücü toplum koşullarında adalet birbiri ile çelişen iki farklı anlamda kullanılır ve kuramsallaştırılır.

Yani adalet, yasa koyucunun elinde yasanın zorlayıcılığına tabidir. Ve sanılanın aksine hukukla her zaman aynı paralelde gitmeyen kavramdır.

Bir toplumda egemen sınıfın (ekonomik, siyasi ya da ruhani anlamda egemen) gücünü korumak için devlet kanadı ile koyduğu yaptırımlara verdiği ad ve toplumun bu kuralları sosyalleştirme sürecidir. Örneğin hukuk kuralları, mahkemeler, kutsal kitaplar vs. Bu adalet anlayışının yansımasıdır...

Ortada belirli eylemler üzerinde karar verebilecek bir güç ve bir norm vardır. Size neyin doğru neyin yanlış olduğunu söyler.

Günümüzde genelde bunlar ya din kuralları ya da modern burjuvazinin kuralları etrafında şekillenmiştir... Adaletin mülkün temeli olması da buradan gelir. Hammurabi kanunları bile, mülkü yani özel mülkiyeti ve toplumun (sınıflı) yapısını korumak için konulmuştur...

Adalet kavramı “hak”la ilişkilidir. Adalet yerini bulsun demek hak olan yerini bulsun demektir. Hak kavramı ise “güç”le ilişkilidir. Yani güçlü olan her daim haklıdır.

“Güç” ise çoğunlukla “para” ile ilişkilidir. Zengin olan güçlüdür, güçlü olan haklıdır, haklı olanın adaleti “gerçek adalettir”.

Ve biliyoruz ki güçlünün (muktedirin, iktidarın, zenginin!) adaletine bel bağlanamaz!

Tam da bunun için “There is no justice. Not in this world/ Adalet yok. Bu dünyada yok,” diye özetlenen dünyada zengine değil, yoksula derler, “Hammer of justice crushes you/ Adaletin tokmağı ezer seni” diye…

Bir başka deyişle adalet, insan zihninin bir ürünüyken; emekçi insan(lık) da adaletsizliğin mağdurudur. Yani adalet muğlak ve müphem bir kavramken adaletsizlik çok nettir.

Sonra “Adalet” denilen kavram o kadar değişkendir ki, Fransa’da ağır suç sayılan, Avusturalya’da sadece ihlâl olabilir. (Mesela Hollanda’da marijuana kullanmak serbestken, Türkiye’de aynı fiil için 6 ay hapis cezası öngörülebilmektedir.)

Tamam! Genel olarak adalet, hakkın gözetilmesi ve yerine getirilmesi anlamına gelir. İnsanların toplum içindeki davranışlarıyla ilgili olduğundan ahlâk ve din kurallarıyla da ilişkilidir ve tarih boyunca tartışmalı bir alan olmuştur. “Haklı ile haksızın ayırt edilmesinin adaletle sağlandığı”ndan söz edilir! “Adalet kavramının temelde hukuk kurallarına uygunluk içerdiği”nden dem vurulur! “Justittia est constans et perpetua voluntas lus suum cuique tribuendi/ Adalet, herkese hakkını verme konusunda müstakar ve kesintisiz bir iradedir,” denir.

Ayrıca M.Ö. 223-170 yılları arasında yaşamış modern hukukun temelini oluşturan Gnaeus Domitius Annius Ulpianus; Gaius -Papinianus, Paulus ve Modestinus’la beraber- Roma Hukuku’nun en büyük beş hukukçusundan birisi olarak adaleti, “onurlu yaşamak (honeste vivere), başkalarına zarar vermemek (alterum non leadere), herkese kendine ait olanı vermek (suum cuique tribuere),” diye tanımlanır.

Ve güçsüzün güçlüden hakkını almasının, yaşamaya değer bir hayatın varlığına olan inancın soyut ifadesi olarak “Modern Adalet” anlayışının mimarı sayılabilecek aydınlanma düşünürü Cesare Beccaria’ya göre, “adaletin üç temel yasası vardır”:

i) Cezanın amacı, suçlunun benzer suçları tekrar işlemesini önlemektir.

ii) Adalet hızlı tecelli etmelidir, suç ile ceza arasındaki süre ne kadar kısaysa, insanların zihninde suçun ardından bir ceza geleceği fikri o kadar yer edinir.

iii) Cezada esas olan sertlik değil kesinliktir. Çünkü Ona göre, “Küçük de olsa bir cezanın kesinlikle çekileceğini bilmek, ağır ama kurtulma ihtimalimizin olduğu bir cezadan daha caydırıcıdır.”

Ancak bir temyiz kararında Birleşik Krallık mahkemesi hâkimi Lord Hewart, “justice should not only be done, but should manifestly and undoubtedly be seen to be done/ Adalet sağlanmakla kalmamalı, sağlandığı da görülmelidir,” dese de; adalet ihtiyacını devreye sokan adaletsizliğin körüklediği dünyadaki şiddet ortadan kalksın istiyorsanız, istemeniz gereken şey, dünyadaki adaletsizliklerin ortadan kalkmasıdır.

Lafı gevelemeye gerek yok: Dünyada şiddet olması demek, dünyada adaletsizlik olması demektir. Yani şiddet yanlıları, adaletsizlik yanlılarıdır.

Unutulmasın “Adalet(sizlik)” kavramı, insan(lık)ın sınıflı mücadele tarihiyle yaşıttır ve bu serüvende ezilenlerin adalet isteği, hep kanla kutsanmıştır.

Tıpkı Can Yücel’in, “davacı zengin, davalı yoksulsa/ zenginden yana işler yasa

davacı yoksul, davalı zenginse/ davalıda kalır yine nizalı arsa

davacı da davalı da zenginse davada/ özür diler çekilir aradan kadı

davacı da davalı da yoksulsa, bak,/ sade o zaman işte yerin bulur hak,” dizelerindeki gibi!

Yani hukuk, iktidarın fahişesiyken; adalet de, iktidardan olma, hukuktan doğmadır. Bu bağlamda kapitalist adalet(sizlik), büyük sineklerin delip geçtiği, küçük sineklerin ise takılıp kaldığı bir ağken; yoksul bebeğin içemediği sütü, zenginin köpeği içiyorsa; adaletten bahsedilemez!

Thomas Mann’ın, “Cehennem pak olanlar içindir; ahlâk dünyasının yasası budur. Çünkü cehennem günahkârlar içindir ve insan sadece kendi paklığına karşı günah işleyebilir. Bu bir hayvansa o takdirde günah işleyemez ve hiçbir cehennemden bir şey algılayamaz. Düzen böyle kurulmuştur ve cehennemde sadece çok iyi insanların bulunduğu kesin kes doğrudur, bu adil bir şey değil, ama bizim adaletimiz bu!” saptamasının altını çizerek diyebiliriz ki, suçun/ eşitsizliğin olduğu yerde adalet yoktur; sınıflı bir toplumda evrensel adalet beklentisi, sadece bir yanılsamadır; “adalet” kapitalizm koşullarında sistemli bir yalandır...

Yaşadıklarımız bize hep “Adaletin bu mu dünya?” dedirtirken; “Adalet mülkün temeli” ilan edildiği bir düzlemde mülksüzler için adalet mümkün olabilir mi?

Örnek mi? Cellini bir insan öldürür. Papa’ya şikâyet ederler. Kaşlarını çatar kutsiyetmeap: “Bizim kanunlarımız avam içindir,” der ve ekler: “Dâhiler için değil”![13]

Alın size, Yekta Güngör Özden’in, “Adalet toplumsal namustur,” diye formüle ettiği bir icraat!

“Evrensel Adalet” aslında olmayandır, gerçekte yoktur. İnsan inanmak istediği için, uğradığı haksızlıklara karşı sığınacak bir liman, bir bedel ödetme günü beklentisi, bir haklı cezalandırma duygularıyla oluşturmuştur; farklı dillerde farklı kültürlerde ama hep aynı ümitsiz beklentilerle...

İnsanın kendini avutmak, telkin etmek, teskin etmek için bulduğu bir kelimedir...

Dünyada zaman aktıkça içi doldurulur, anlamlandırılır, soyut varlığı kadar somut varlığı da insan için hissedilir olur, gözle görülür, kulakla duyulur, elle hissedilir, biçim alır şekil alır diye beklenilmiştir...

Adalet kadar adalet kelimesinin var olması için de çok beklenilmiştir, beklenmektedir hâlâ...

Thrasymachus, “Her zaman için adalet güçlünün çıkarından başka bir şey değildir,” derken egemenlerin “adalet” diye yutturduğu yalana dikkat çekerken; adalet sadece erke sahip olan için çalışır, gerisi hikâyedir.

Özetle insan(lık)ın adalet arayışı, onun ancak ölümsüz bir dünyada sağlanabileceğini, insan ömrünün dünyada adaleti görmeye yetmeyeceği hikâyesini tezgâhlayan “kutsal kitaplar”la; ütopik bir hayal, belirsiz bir “umut” olarak ambalajlayan egemenlerin hurafesi olmaktan öteye gidemedi.

Kapitalist yaşamın hemen hiçbir yerinde yoktur adalet! Bu bağlamda “adalet” deyince akla hemen eşitsizlik gelir. Çalışmadan para kazanan kapitalist ile “iş, iş” diye inleyen işçi; çocuğu için böbreğini satanın yanında, hergün tonlarca gıdanın çöpe atılması; vd’leri gibi…

Sorunu çözmek yerine, onun temellerini ortadan kaldıran sistem adilken; her sınıfın adaleti kendinedir.

Tam da bunun için “Adalet, Allah’ın emrine uygun şekilde amelde bulunmaktır,” der İmam-ı Şafii ve ekler Hatib-i Bağdadi:

“Adalet, kişinin dinindeki istikameti ve adaleti yok ettiği bilinen düşünce ve hareketlerden uzaklaşmasıdır. Adil kişi, Allah’ın emirlerine sımsıkı sarılan, haramlardan korunan, farzları eda eden, adaletini ıskat eden davranışlardan sakınan, ahlâkını ve mürüvvetini ihlâl eden sözlerden kaçınan ve bu vasıfları herkes tarafından bilinen kimsedir.”

Konuyu daha da aydınlatmak için Kınalı-Zâde Ali Çelebi, ‘Ahlâk-ı Alâi’ başlıklı yapıtında ‘Dâ’ire-i Adliye/ Adalet Çemberi’ni formüle edişinin de altı çizilmelidir:

“dâ’ire-i adliye:

adldür mucib-i salah-ı cihan,

cihan bir bağdur divarı devlet,

devletün nazımı şeri’atdür,

şeri’ata olamaz hiç haris, illa mülk,

mülk zabt eylemez, illa leşker,

leşkeri cem’idemez, illa mal,

malı cem’eyleyen ra’iyyetdür,

ra’iyyeti kul ider padişah-ı aleme adl.”

Türkçeleştirirsek şunlar der Kınalı-Zâde Ali Çelebi:

“adalet çemberi:

adalet, cihanın salahının teminatıdır,

cihan, duvarı devlet olan bir bahçe gibidir,

devletin işlerini tanzim eden şeri’at(kanun)tır,

şeri’atı mülk(hükümdarlık)ten başka bir şey koruyamaz,

ancak mülkün hâkimi olan hükümdar bunu asker olmadan başaramaz,

asker ise ancak mal(para) ile sağlanır,

malı(parayı) kazanan reayadır,

raiyyeti alemin padişahına kul eden,

ona bağlı kılan ise ancak ve ancak adalettir.”

Gördünüz mü Kınalı-Zâde Ali Çelebi, adaleti ne kadar net tarif etmiş!

Bertolt Brecht’in “Adaletin Erdemi”[14] konusunda dediklerini unutmadan toparlarsak: Coğrafyamızda yaşayan insanların, hayatın şu veya bu alanında, yaşamlarının herhangi bir anında, adaletsizlik yaşamamaları söz konusu değildir. Bu nedenledir ki, hemen her dönem “Adalet istiyoruz” diyerek sokaklara çıkanlar olmuştur.

“Adalet” denildiğinde, genellikle akla, hep hukuki boyutu gelir. Ancak, adalet sadece hukuk ile sınırlanabilecek ve sadece yargı mekanizmasını ilgilendiren bir olgu değildir. Adalet ya da adaletsizlik, denilebilir ki, bir sistemin her alanındadır. Elbette adaleti veya adaletsizliği doğuran da öncelikle sistemin ekonomik alt yapısıdır. Üretim ilişkilerinin niteliğidir. Sistemin alt yapısı nasılsa, hukuk ve yargı mekanizması da ona uygun olarak şekillenir.

Sömürü düzenleri adaletin olmadığı düzenlerdir. Köleci sistemin adaletsizliği, üretim ilişkilerinin köle emeğinin sömürüsü üzerine şekillendirilmiş olmasından kaynaklanır. Aynı durum, diğer sömürü düzenleri olan feodal ve kapitalist sistem için de geçerlidir. Feodal sisteminin adaletsiz olmasının temeli, feodal beylerin serflerin emeğini sömürmesi üzerine kurulmuş feodal üretim ilişkileri; kapitalist sistemin temel adaletsizliği ise, burjuvazinin proletaryanın emeğini sömürmesi üzerine kurulmuş olan kapitalist üretim ilişkileridir.

Bir sömürü düzeninin hukuk sistemi ve dolayısıyla yargısı da, bu adaletsiz üretim ilişkilerini ve o sistemdeki egemen sınıfların çıkarlarını koruyacak şekilde oluşturulmuştur. Sömürü düzenlerinin hukuk ve yargı sistemlerindeki adaletsizlik de kaynağını buradan alır. Dolayısıyla diyebiliriz ki, sınıflı toplumlar var olduğu sürece, adaletsizlik de olacaktır.

Kapitalist sistemi örnek olarak alırsak; kapitalist sistemde hukuk ve yasalar, kapitalist sömürü düzenini ve burjuvazinin özel mülkiyetini korumak için, yani halkın kapitalist sisteme zarar veren eylemlerini cezalandırmak için vardır. Bu nedenle de, kapitalist sistem, ekonomik, siyasal, sosyal, kültürel her alanda adaletsizlik üreten bir sistemdir.

Örneğin, burjuvazinin mülkiyetine yönelik en küçük bir eylem ağır şekilde cezalandırılırken, burjuvazinin emek sömürüsü ile edindiği devasa mülkiyet bu yasalarda meşru kabul edilir.

Özetle tekrarlarsak: Adalet salt hukuki bir olgu değildir, bir sistemin adaletli ya da adaletsiz olması, öncelikle o sistemin üretim ilişkilerinin adaletli ya da adaletsiz olmasına bağlıdır.

Ansiklopedilerde adalet, “hak ve hukuka uygunluk” şeklinde tanımlanmaktadır.

Ancak, “hak ve hukuk” kavramları da, sömürü düzenlerinde; haksızlıkları ve hukukun egemen sınıfların çıkarları için yapılmış olduğu gerçeğini örtmek için kullanılır. “Hak ve hukuka uygunluk” ancak, sömürünün ortadan kalktığı, proletarya ve diğer emekçi sınıfların haklarının tanındığı; hukukun, emekçi sınıfların iktidarını ve sınıfsız topluma geçişi güvence altına alacak şekilde düzenlendiği sosyalist toplumda “adaletli olmak” anlamına gelecektir.

Bununla birlikte, henüz sınıfların ortadan kalkmadığı, sınıfsız topluma geçiş aşaması olarak değerlendirilen sosyalist toplumda da “mutlak bir adalet” söz konusu değildir.

Sosyalist toplumdaki, sömürü düzenleriyle kıyaslanmayacak ölçülerde minimuma inmiş olan “adaletsizliğin” nedeni de, yine üretim ve paylaşım ilişkilerine dayanır. Sosyalist toplumdaki, herkesin yeteneklerine göre üretim sürecine katılıp, herkese çalışmasına göre üretimden pay verilmesi ilkesi minimuma inmiş olan adaletsizliğin nedenidir.

Bu adaletsizlik, ancak komünist toplumda sınıfların ortadan kalkması ile birlikte giderilebilecektir. Komünist toplumda, herkes yeteneğine göre üretim sürecine katılacak, fakat herkese ihtiyacına göre üretimden pay verilecektir. Toplumdaki bireylerin farklı düzeylerdeki ihtiyaçlarının, ihtiyacı fazla olanın daha fazla süre çalışmaya zorlanmadan karşılanması adaletin eksiksiz olarak yerine getirilmesi olacaktır.

Diğer bir ifade ile sınıfsız toplumda, “hak ve hukuk” kavramları da eksiksiz adaletin gerçekleşmesi ile, haksızlıkların ortadan kalkması ile birlikte söneceklerdir.

Buradan yola çıkarak, adalet üzerine diğer bir yanlış bakış açısına değinebiliriz. Adalet, kavramına ilişkin diğer bir yanlış bakış açısı, “adalet”in, salt “eşitlik” şeklinde kavranmasıdır.

İnsanların üretim sürecine katılabilme koşulları ve ihtiyaçlarındaki farklılıkları hesaba katmayan “mutlak eşitlikçi” bakış da adalete ilişkin eksik bir tanımlama olur.

Marksizm-Leninizm adalet kavramını “insanların sömürüden kurtulması”yla bütünleştirmiştir.

‘Materyalist Felsefe Sözlüğü’nde bu şöyle ifade edilir: “Marksist ahlâk, adalet kavramını, toplumu sömürüden kurtarma fikriyle birleştirir. Ancak sosyalizmdir ki, adaletli, eşit ilişkiler, kardeşçe dostluk ve halklar arasında işbirliği yaratır. Sosyal ve ekonomik farklılıkların bütün izlerinin ortadan kalktığı sosyalist toplumun yüksek aşamasında (komünizm b.n) sosyal adalet doruğuna ulaşır.”[15]

Toparlarsak: Sömürü düzenleri adaletsizliğin kaynağıdır. Adalet, ancak sömürüye son verilerek sağlanır ve ancak sınıfsız toplumda tam olarak gerçekleşir.[16]

“Adalet, büyük sineklerin delip geçtiği, küçük sineklerin ise takılıp kaldığı bir ağdır,” tanımı, Türkiye’deki adalet sistemini tanımlamak açısından mükemmeldir.

“Türkiye’de bir şeyler yanlış” demenin, düşünceyi ifadenin cezası seneler boyu hapis olabilir.

Ancak küçük bir çocuğa tecavüzün cezası ise 1 yıl 8 aydır. Bir de “küçük çocuğun rızası var”sa(?!) eğer, daha da indirilebilir.

Yani kimine göre yaş büyütüp astırmaktır adalet. (Erdal Eren)

Kimine göre eğitim hakkını elinden almaktır. (Cihan Kırmızıgül)

Kimine göre çocuk tecavüzlerini korumaktır. (N.Ç Davası)

Ethem Sarısülük’ü vuran polisin serbest kalmasıdır “adalet” kimileri için de…

‘Sivas Katliamı Davası’nın zamanaşımına uğraması ile bir kez daha kayıplara karışan bir kavramdır.

Türk(iye) “adalet”i budur; gerçeklerin çift yönlü ve göreceli olduğu tabloda, insanlar tarafından uydurulan bir kavramdır. Az mı gördük, küçük çocuklara cinsel saldırıdan yargılanıp beraat alan tecavüzcülerin “Yaşasın Adalet!” diye haykırmasını…

Kolay mı? Birinin emirlerine göre hareket eden, karar veren mekanizma, sadece emir kuludur; Türkiye’de olduğu üzere!

Sunay Akın’ın, “Beyaz adam özgürlük gibi adaleti de bir kadın heykeliyle simgeledi. Ama elinde terazi tutan zavallı kadın gözleri bağlı olduğu için kendisine tecavüz edenin kim olduğunu göremedi,” notunu düştüğü günümüzde, adaleti tesis edecek olan Yunan mitolojisindeki tanrıça ‘Themis’ değil; ezilenler tarafından adaletsizliğin yok edilmesidir.

Çünkü Özdemir Asaf’ın, “insansız adalet olmaz/ adaletsiz insan olur mu?/ olur, olmaz olur mu!/ ama, olmaz olsun” dizelerindeki üzeredir her şey…

İstenen ama olmayan ya da esamesi pek okunmayan şey olarak, insanların adalet mistifikasyonu, adaletsizlik korkusu yüzündendir.

Tamam kavram olarak yücedir. Sıfat olarak adil, paha biçilemezdir…

İyi de adalet nasıl sağlanabilir? Esas mesele adaletin tesis edilmesinde izlenecek yolun bulunmasıyla alâkâlıdır. Yapay adaletin aşılmasıdır…

Yapay adalet, bir kuralın bize adaleti sağlayabileceği yanılgısıdır. Burada ayrım noktası yasa ve adaletin birbirini karşılamadığı gerçeğidir.

Unutmayın her yasa adil olanı sağlamayacaktır. Yasa dediğimiz şey sadece yürürlükte olan demektir. İdeal bir yapı içermez; dolayısıyla adaletsizliği de barındırabilir.

Yasanın adaleti, biz(ler)e adalet sağlamak zorunluluğundan muaftır. Adaletin temsilcisi ne hâkimler, ne savcılar, ne avukatlar, ne de mahkemelerdir. Adaleti sahibi, adaletsizliğe başkaldıranlardır ki, bu da halkın adaletidir.

 

II.1) TÜRK(İYE) ADALET(SİZLİĞ)İ

 

Siz bakmayın; “Ratio est anima legis/ Mantık kanunların ruhudur”; “Nulla potentia supra leges debet esse/ Kanun üstünde hiçbir güç olmaz”; “Aequum et bönüm est lex legum/ Adalet ve iyilik, kanunların kanunudur,” biçiminde genellemelere…

Ya da Mahatma Gandhi’nin, “Adaletsiz rejimi, adaletle yıkınız”; Victor Hugo’nun, “İyi olmak kolaydır, zor olan adil olmak,” diyen öznesiz önermelerine…

Bu parlak sözlerin büyüsünü ve “Hukuk = Adalet” formüllerini bir kenara bırakın…

Mesela Euripides’in, “Kanunları zenginlerin çıkarı için yapıyorsunuz”; Karl Marx’ın, “Burjuva düzeninin uygarlık ve adaleti, bu düzenin köleleri ne zaman efendilerine karşı başkaldırırsa, kendi korkunç yüzlerini açıkça gösterirler. O zaman bu uygarlık ve bu adalet, maskesiz yabanıllık ve yasasız öç alma olarak, ereklerini açığa vurur. Sahiplenici ve üretici arasındaki sınıf savaşımındaki her yeni bunalım, bu gerçeği daha açık bir biçimde ortaya çıkarır,”[17] uyarılarını anımsayın!

Çünkü Friedrich Engels’in dediği gibi, “Eşitlik eşittir adaleti en yüksek ilke ve son doğruluk olarak koymak istemek, saçma bir şeydir. Eşitlik ancak eşitsizliğe, adalet de adaletsizliğe karşıt olarak vardır”![18]

Kanımca bu konuda, Lev Tolstoy’a kulak vermek çok önemlidir:[19] “… ‘Köleliğin özü... yasamanın mevcudiyetinde-kendileri için çıkarlı olacak yasaları yapma gücüne sahip insanların varlığında bulunur,’ diye duyurur. Bütün kanunların ortak özelliği, uygulanmalarının ceza tehdidine bağlı olmasıdır: eğer bir kişi onların gereklerini yerine getirmezse, ‘Bu yasaları yapanlar, silahlı adamlar yollayacak ve bu silahlı adamlar, yasalara uymayan kişiyi dövecek, özgürlüğünden mahrum edecek, hatta öldürecektir.’ Şiddet ya da şiddet tehdidi, yasaların uygulanması için elzemdir ve bu da köleleştirmenin apaçık bir işaretidir: ‘Kendi iradenizin tersine, başka insanların isteklerini yerine getirmeye zorlanmak köleliktir.’ İnsanları iradelerine rağmen bir kanuna uymaya zorlamak için şiddet kullanıldığı müddetçe kölelik var olacaktır.

Tolstoy sorunun, hukuk ile sosyal çoğulculuğun bir araya gelişinde yattığını öne sürer. Devletin her fiili bazıları tarafından iyi, diğerlerince kötü görülür. Devletin herhangi bir fiili ya da herhangi bir yasası hakkında ihtilafa düşen birileri oldukça, devletin tüm fiilleri uygulanmak için eninde sonunda şiddete başvurmayı gerektirecektir. Dolayısıyla, mantıken devletin her fiili kölelikle sonuçlanır. Başlı başına devletin varlığı, kaçınılmaz biçimde şiddete ve köleliğe bağlıdır.

Dahası, Tolstoy yasaların halkın iradesini yansıttığı fikrini reddeder, ‘Çünkü,’ der, ‘Bu yasaları çiğnemeyi arzu edenlerin sayısı daima onlara uymayı arzulayanlardan fazladır... Daha isabetlisi eğer yasalar halkın iradesini yansıtsaydı, onları uygulatmak için şiddete başvurmak gerekmezdi.’, ‘Aslında,’ diye iddia eder Tolstoy, ‘Herkes bilir ki yalnızca despotik ülkelerde değil ama sözde en özgür olan ülkelerde - İngiltere, Amerika, Fransa ve diğerleri- bile yasalar herkesin değil, gücü elinde bulunduranların iradesiyle yapılır ve bu nedenle her zaman ve her yerde ister çok sayıda, ister az, isterse de tek bir adam olsun, güç sahiplerinin çıkarlarına göre biçimlenir.”[20]

Sınıflı toplumda “Adalet” denilen; adaletsizliğin ta kendisidir.

Çünkü Niccolo Machiavelli’nin, “Adalet daima güçlüden yanadır.” “Devletten bağımsız ahlâk ve hukuk düşünülemez”; Aristoteles’in, “Zayıf, daima adalet ve eşitlik ister, hâlbuki bunlar kuvvetlinin umurunda bile değildir”; Sofokles’in, “Korkuya yer vermeyen bir devlette, kanunlar hiçbir zaman gerekli saygıyı görmezler”; Murathan Mungan’ın, “Yerini bulmayan adalet, katillerini ve cinayetlerini çoğaltır”; Chuck Palahniuk’un, “Çok fazla kanun olduğu için boka batmanın da bin bir türlü yolu vardı”;[21] François de la Rochefoucauld’nun, “Çoğu insandaki adalet aşkı, kendisinin haksızlığa uğrayabileceği korkusundan başka bir şey değildir,” saptamalarındaki üzeredir her şey…

Hem de “İyi insanlar sorumlu davranmak için yasalara ihtiyaç duymazlar, kötü insanlar yasaları bir şekilde aşar,” vurgusuyla eklediği gibi Platon’un:

“Bir toplumda suç varsa, orada adalet yoktur.” “Her yerde tek bir adalet ilkesi vardır: güçlünün çıkarı.” “Her hükümet, yasaları kendi işine geldiği gibi kurar. Demokratlar, demokratlığa, Tyrannis, Tyrannis’e uygun yasalar kurar. Ötekiler de tıpkı böyle. Bu yasaları kurmakla kendi işlerine gelen şeylerin idare edilenler için de doğru olduğunu söylerler. Kendi işlerine gelenlerden ayrılanları ise, yasalara, hakka karşı geldi diye cezalandırırlar… Her şehirde kuvvet, hüküm süren unsurun elindedir.”[22]

Evet, evet kişinin hak ettiğinden fazlasını ya da azını alması durumundan kaynaklanır adalet(sizlik)!

Elie Wiesel’in, “Adaletsizliği engelleyecek gücünüzün olmadığı zamanlar olabilir. Fakat itiraz etmeyi beceremediğiniz bir zaman asla olmamalı,” sözünü unutmadan coğrafyamızda gözlemlemesi ve idraki çok kolay olan kavramdır; burjuvazinin adalet sarayları, mülk sahibi sınıfın adaletsizliklerini tahkim ederken…

Kolay mı? “Adaletsizlikle savaş” adına daha fazla hukukçu mezun edilir; daha fazla hapishane inşa edilir; daha fazla polis, daha fazla bütçe... Sonuç: Daha fazla suç ve suçludur!

 

II.2.1) HUKUK(SUZLUK)TAN ÖRNEKLER!

 

Adalet = hukuk değilken; coğrafyamıza ilişkin verileri hızla sıralarsak!

• Diyarbakır 2. Ağır Ceza Mahkemesi’nde 8 yıl süren 154 sanıklı “KCK Ana Dava”da 99 kişiye ceza verildi. Mahkeme toplamda bin 109 yıl 10 ay 22 gün ceza yağdırdı.[23]

• Uğur Kurt’u öldüren polis Sezgin Korkmaz’a 12 bin 100 TL adli para cezası veren mahkeme, polisin eyleminin meşru müdafaa olduğunu savundu.[24]

• Suruç Katliamı’na ilişkin 18 ay sonra, sadece 2’si firari biri 10 Ekim Katliamı davasında tutuklu olan toplam 3 kişi hakkında iddianame hazırlandı.[25]

• İzmir Ahmet Adnan Saygun Sanat Merkezi’nde Sanatçı Fazıl Say’ın konserine satırlı saldırı düzenlendi. Saldırıyı gerçekleştiren uyuşturucudan sabıkalı Ekrem Y. polisteki sorgusunun ardından serbest bırakıldı.[26]

• Reina’ya düzenlenen terör saldırının ardından Okmeydanı’nda bir kahvehanede yaptıkları laiklik çağrısıyla ilgili tutuklanan Halkevleri üyeleri Hamit Dışkaya ve Ayşegül Başar ile diğer iki kişi hakkında “Halkı kin ve düşmanlığa alanen tahrik etme” suçundan 3’er yıla kadar hapis cezası talebiyle dava açıldı.[27]

• Gündoğmuş Cumhuriyet Başsavcılığı, belediye panosunda “HDP’ye oy veren alçaktır” yazılı mesaj paylaşan ve Kürtlere ilişkin ayrımcı ifadelerde bulunan Antalya’nın Gündoğmuş ilçesi Belediye Başkanı Mehmet Özeren hakkında açılan soruşturmada “takipsizlik” kararı verdi. Kararda, belediye başkanının sözlerinin kanunlarda yazılı suçlardan hiçbirine girmediği, anayasa ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne göre düşünce özgürlüğü sınırları içinde olduğu ileri sürüldü.[28]

• Yazar Musa Anter’in 20 Eylül 1992’de öldürülmesi, yazar Orhan Miroğlu’nun yaralanmasıyla ilgili davada eski MİT Kontrterör Dairesi Başkanı Mehmet Eymür, eski Ankara Emniyet Müdürü Orhan Taşanlar ve PKK itirafçısı Ali Ozansoy’un tanık olarak dinlenmesine karar verildi.[29]

• Musa Anter davasına 21 Aralık 2015 tarihinde Ankara 6. Ağır Ceza Mahkemesi’nde devam edildi. Anter Ailesi’nin avukatı Selim Okçuoğlu, MİT’in belge göndermeyerek, delilleri karattığını ifade etti.[30]

• Erzurum’da 7 Haziran 2015 seçimleri öncesi HDP minibüsünü sürücüsü içindeyken yakan ve “Adam öldürmeye teşebbüs” ve “Kasten adam yaralamaktan” suçlarından 24 yıla kadar hapsi istenen tutuklu yargılanan sanık Tuncer Tan, “kasten adam öldürmeye teşebbüs”ten “iyi hâl indirimi” uygulanarak 10 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Diğer saldırganlar ve linç girişimini izlemekle yetinen polisler hakkında ise herhangi bir soruşturma açılmadı.[31]

• HDP’li Dengir Mir Mehmet Fırat hakkında hazırlanan 1 Mart 2016 tarihli fezlekede, suç tarihi olarak yaklaşık 6 ay sonrasına denk düşen “31 Ağustos 2016” tarihi yer aldı. Fırat, “Bu fezleke sayısını artırmak için ne kadar aceleci ve özensiz davrandıklarının kanıtı” yorumu yaptı[32]

• Abdullah Cömert’in ölümüyle ilgili dava Balıkesir’de görülürken; Ethem Sarısülük davasında olduğu gibi Abdullah Cömert davasının savcısı da mahkeme salonunda uyudu.[33]

• Muş’un Altınova (Vartinis) köyünde 2 Ekim 1993’te önce Öğüt ailesinin 9 ferdi yakılarak öldürülmüştü. 20 yıl sonra başlayan yargılama hâlâ sonlanmadı.[34]

• Mardin Dargeçit’te Aralık 2015’te sokağa çıkma yasaklarında sığındıkları evden gözaltına alınarak tutuklanan ve Şakran Cezaevi’ne yollanan 7 çocuktan 4’üne “devletin birliğini ve ülkenin bütünlüğünü bozma”, “konut dokunulmazlığını ihlâl” ve “Ateşli Silahlar Kanunu’na muhalefet” suçlarından 27’şer yıl hapis cezası verildi. Zararın ağırlığını mahkûmiyet gerekçesi yapan mahkeme, çocukları aklayan raporu görmezden geldi. Dosyadaki kriminal rapora göre çocukların elinde atış artığı bulunmamıştı.[35]

• 8 Eylül 2015’te HDP Genel Merkezi’nin yakılmasıyla ile ilgili açılan davada karar açıklandı. Ankara 32. Asliye Ceza Mahkemesi, sanık Doğan Haydar Ciritcioğlu’na toplam 7 yıl 3 ay 14 gün hapis cezası verdi. Mahkeme cezayı erteledi.[36]

• Diyarbakır’ın Lice ilçesine bağlı Şenlik köyü Paşaçiya mezrasında 28 Ekim 2009’da hayvanlarını otlatırken havan ile öldürülen 12 yaşındaki Ceylan Önkol’un ailesine “devletin hizmet kusuru olmadığına” hükmederek, “sosyal risk” gerekçesiyle 28 bin 208 lira 85 kuruş tazminat ödenmesine hükmeden mahkeme, manevi tazminat talebini reddederken tazminatın 12 bin liralık kısmına da mahkeme masraflarını gerekçe göstererek kesti.[37]

• 8 Mart için KJA tarafından asılan afişlerin toplatma kararında Bitlis Sulh Ceza Mahkemesi, Clara Zetkin ve Rosa Luxemburg için, “Kimliği tespit edilemeyen ama örgüt mensubu olduğu anlaşılan” ifadelerini kullandı.[38]

• FETÖ’nün ipliğini pazara çıkaran Ahmet Şık “FETÖ propagandası” iddiasıyla tutuklandı. Şık, 31 Aralık 2016’da Çağlayan Adliyesi’nde çıkarıldığı İstanbul Sulh Ceza Hâkimliğince “PKK/KCK ve FETÖ/PDY örgütlerinin propagandasını yaptığı” iddiasıyla tutuklandı.[39]

• İstanbul 12. Ağır Ceza Mahkemesi, Dilek Doğan’ı öldüren polis Yüksel Moğultay’a 6 yıl 3 ay hapis cezası verdi. Cezada iyi hâl indirimi yaptı.[40]

• Alkollüyken çarptığı iki polisten birinin ölümüne, diğerinin de yaralanmasına sebep olan Rüzgâr Çetin, 8 ay sonra tahliye edildi.[41]

• Savcı, İstanbul Kadıköy’de arkadaşlarıyla kartopu oynarken, esnaf tarafından bıçaklanarak öldürülen Nuh Köklü’nün dava dosyasına giren ve Cumhurbaşkanı’na hitaben yazılan mektubun soruşturulmamasına karar verdi.[42]

• Gözaltına alındıktan 22 gün sonra intihar eden ODTÜ mezunu mimar Onur Yaser Can’ın (28) davasında dosyalara ulaşılamıyor. Adli Emanet’teki dosya kayıboldu.[43]

• Salih Mirzabeyoğlu olarak tanınan İBDA-C örgütünün lideri Salih İzzet Erdiş, tahliye edilmesinin ardından yeniden yargılandığı davada 18 yıl sonra beraat etti.[44]

• Çağlayan’daki İstanbul Adliyesi’nde polisin tekmeleyerek belini kırdığı avukat Zeycan Balcı Şimşek’e, şiddet gördüğü olay nedeniyle soruşturma açıldı. Şimşek, izinsiz gösteriye katıldığı iddiasıyla ifade vermek üzere savcılığa çağrıldı. Savcılığın davet yazısında, şu ifadeler yer aldı: “... müdahale sonrasında, bir bayan avukatın rahatsızlandığının belirtilmesi üzerine müdahaleye son verildiği, bir kısım çevik kuvvet görevlilerinin yaralanarak hastaneye sevk edildiği anlaşılmıştır.”[45]

• Roboskî’de 2015 yılının 7 Temmuz’unda Şirit yaylasına güvenlik güçleri tarafından tel örgü çekilmesi sırasında yaşanan gerilimde bölgeye giden HDP Şırnak Milletvekili Ferhat Encü’nün gazetecilerle birlikte içinde bulunduğu araca askerlerce gaz bombası atılmış ve ateş açılmıştı. Araçtan inen Encü, yanına gittiği askerler tarafından gazetecilerin ve kameraların gözü önünde tartaklanmıştı. Ferhat Encü’nün darp raporu alarak yaptığı suç duyurusuna Şırnak Cumhuriyet Savcılığı tarafından takipsizlik kararı verilirken Encü hakkında askerlerin şikâyeti üzerine fezleke hazırlandı.[46]

• İstanbul Esenyurt’taki Erdoğan Parkı’nda türkü söyledikleri gerekçesiyle tekme tokat gözaltına alınarak tutuklanan 12 çocuğa 15 yıla kadar hapis cezası istendi. İddianameyi kabul eden mahkeme, tutukluluk hâlinin devamına karar verdi. Ayrıca ‘Cumhuriyet’ Gazetesi hakkında da olayı haberleştirdiği ve için iddianame hazırlanarak 3 yıla kadar hapis cezası istemiyle dava açıldı.[47]

• Almanya’daki “Deniz Feneri e.V.” ile bağlantılı olarak İstanbul 6. Ağır Ceza Mahkemesi’nde 20 sanık hakkında açılan davanın sanıkları arasında yer alan eski RTÜK Başkanı Zahid Akman hakkında, “Güveni kötüye kullanma” ve “Özel belgede sahtecilik’ suçlarından “zaman aşımı” dolayısıyla davanın düşürülmesi kararı verilirken; Kanal 7 Yönetim Kurulu Başkanı Zekeriya Karaman hakkında ise “Güveni kötüye kullanma” ve “Özel belgede sahtecilik” suçlarından beraat kararı verildi.[48]

• İstanbul 6. Ağır Ceza Mahkemesi Deniz Feneri davasında tüm sanıklar hakkında beraat kararı verirken; Zekeriya Karaman ve Zahid Akman’ın arasında bulunduğu 12 sanığa, soruşturma sürecinde tutuklu kaldıkları için süreye karşılık tazminat davası açma hakları olduğunu anımsattı. Ayrıca beraat eden her sanığa 3’er bin TL vekâlet ücreti ödenmesine karar verdi. Böylece 20 sanığa 60 bin TL para ödenecek.[49]

• Hakkında kesinleşmiş müebbet hapis cezası bulunan Metro Holding’in patronu Galip Öztürk, avukatı aracılığı ile yaptığı başvuruda infazın durdurulmasını istedi. Mahkeme, infazın durdurulması kararı ile birlikte yargılamanın yenilenmesi kararı verdi. Öztürk’ün avukatı Tuncay Çaltekin “Artık, Galip Öztürk’ün Türkiye’ye geri dönmesinin önünde bir engel bulunmuyor” dedi. Oysa davaya bakan İstanbul 19. Ağır Ceza Mahkemesi, Öztürk için 4 yıl önce müebbet hapis cezası vermişti. Bu kararı, Yargıtay 1. Ceza Dairesi 2014 yılında onadı. Öztürk, geçtiğimiz günlerde, avukatı aracılığı ile İstanbul 19. Ağır Ceza Mahkemesi’ne başvurdu. Ancak mahkeme, infazın durdurulması talepli başvuruyu geri çevirmişti.[50]

• Bayrampaşa’daki Caprice Gold ile Maldivler’deki Caprice Maldivler gayrimenkul projelerinde, devre mülk satışı yapılan 349 kişiyi dolandırıldığı iddiasıyla “Nitelikli dolandırıcılık” suçundan yargılanan işadamı Fadıl Akgündüz ve yeğeni Mehmet Salih Obut’un tahliyesine karar verildi. İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından hazırlanan iddianamede, Fadıl Akgündüz birlikte yargılanan 6 sanığına 349 müştekiye yönelik “Nitelikli dolandırıcılık” suçundan ayrı ayrı 698 yıldan 2 bin 443 yıla kadar hapis cezası talep ediliyor.[51]

• Konya’da “yan baktığı” için çıkan kavgada tekme atarak 17 yaşındaki Burak Kenan’ın ölümüne neden olan Ramazan E.Z., 1’inci Ağır Ceza Mahkemesi’nde “Kasten yaralama” suçundan yargılandı. İlk duruşmada mahkeme heyeti tarafından iyi hâl indirimi de kullanılarak 4 yıl 5 ay hapis cezası alan Ramazan E.Z., tutuklu bulunduğu süre, verilen ceza miktarı ve yaşı göz önüne alınarak tahliye edildi.[52]

• Özel bir televizyon kanalında yayınlanan programda MHP eski milletvekili Meral Akşener’in kaseti olduğunu iddia ederek hakaret eden Gülen Cemaati itirafçısı ve ‘Yeni Akit’ yazarı Latif Erdoğan ve Mehmet Barlas’ın oğlu Cemil Barlas beraat etti. Mahkeme sanıkların üzerine atılı suçu işleme kastının yeterince tespit edilemediği belirtti…[53] türünden çarpıklıklarla karşılaşırız…

• Organize suç örgütü lideri reis Sedat Peker, Cumhurbaşkanı  Erdoğan’ı diktatör olmakla eleştirenleri tehdit ederek şunları dedi: “Bu şımarmış, devletimizin devlet olma geleneğiyle onlara sağladığı imkânlardan dolayı şımarmış bu kişiler sayın cumhurbaşkanımız için diktatör diyorlar” diyen Peker “Bizim haklarımızı elimizden aldı diyorlar. Bunun gibi çeşitli suçlamalar yapıyorlar. Ancak ben biliyorum ki onlar yatsınlar kalksınlar bizim devletimizin devlet olma geleneğindeki öğretilere dua etsinler. Diktatör dedikleri sayın cumhurbaşkanımıza dua etsinler. Yüce Allah korusun, eceliyle bile olsa sayın cumhurbaşkanımızın bu dünyadaki misafirliği biterse, onlar diktatör neymiş görecekler. Yüce Allah’ın izniyle onlara yakınlık duymuş, onlarla yol almış, onlarla daha sonrasında yolunu ayırmamış bütün herkesi en yakın bayrak direklerine asacağız. En yakın ağaçlara asacağız,” ifadelerini kullandı.[54]

 

II.2.2) ZAMANAŞIMI(?!)

 

Adalet(sizlik)i egemenler için en çok kullanılan versiyonu “zamanaşımı” denilen imdat simididir![55]

• Deniz Feneri e.V. davasında eski RTÜK Başkanı Zahid Akman ve işadamı Zekeriya karaman’ın da aralarında bulunduğu 20 sanığa beraat verilirken bazı suçlamalar da zamanaşımına uğradı.[56]

• Gözaltına alındıktan sonra kaybedilen Hasan Ocak davasında, tanıklara, delillere rağmen etkin soruşturma yürütmeyen Beykoz Cumhuriyet Başsavcılığı, “faillerin bulunamadığı” iddiasıyla zamanaşımından dosyanın düşürülmesine karar verip,[57] “Ocak’ın gözaltına alındıktan sonra kamu görevlileri tarafından öldürüldüğüne dair müşteki vekilinin iddiaları dışında herhangi bir delil elde edilememiştir,” dedi.[58]

• İzleyenlerin de bildiği gibi Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde 1990’lı yıllarda işlenen faili meçhul cinayetlerle ilgili açılan davalar birer birer kapatılıyor. Şırnak’ın Cizre ilçesinde 1993-1995 yılları arasında meydana gelen 20 faili meçhul cinayetle ilgili olarak haklarında dava açılan, aralarında emekli Albay Cemal Temizöz’ün de bulunduğu tüm sanıklar beraat etti.[59]

• Diyarbakır’da 2006 yılında çıkan olaylarda 8 yaşındaki Enes Ata’nın ölümüne yol açan ve davanın en önemli delili olan gaz fişeğinin adli emanette kaybolmasına ilişkin yürütülen soruşturmada, 8 yıllık ‘Zaman aşımı’ süresi gerekçe gösterilerek görevli memur Ş.G. hakkında takipsizlik kararı verildi.[60]

• Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı, 12 Eylül darbesi döneminde işkence görüp mağdur olduklarını belirten 365 kişinin suç duyurusu üzerine Kenan Evren’in de aralarında bulunduğu dönemin Milli Güvenlik Konseyi üyeleri hakkında yürüttüğü soruşturmada, “kovuşturmaya yer olmadığı” kararı verdi.[61]

• Anayasa Mahkemesi, 12 Eylül 1980 darbesinden, yetki tarihini aldığı 23 Eylül 2012’ye kadar zamanaşımından takipsizlik kararı verilmiş işkence dosyalarında iç hukuk yollarını tamamen bitiren bir karar verdi. Kararda, başvurunun, yetki tarihinden sonra yapılmış olsa bile, bu tarihten önce zamanaşımı gerekçesiyle kesinleşen bir karara ilişkin yeni şikâyetin bireysel başvuru hakkını doğurmayacağı belirtildi. Böylece Yüksek Mahkeme, darbeden sonra işkence suçundan zamanaşımı verilen dosyalarla ilgili iç hukuk yollarını tamamen kapatmış oldu.[62]

• Bahçelievler Katliamı davasından hüküm giyen Ünal Osmanağaoğlu’nun, AİHM’nin lehine verdiği “adil yargılanmadığı” kararı üzerine açılan ve hayatını kaybetmesiyle birlikte mirasçılarının sürdürdüğü “yeniden yargılama” talepli davada kararını açıklayan[63] Ankara 3. Ağır Ceza Mahkemesi, Osmanağaoğlu’nun delil yetersizliğinden beraatine hükmetti.[64]

• Gezi Direnişi’nde gaz fişeğiyle sağ gözünü kaybeden Erdal Sarıkaya, şikayetçi olduğu polislerin dosyasının kapatılmasının ardından verilen takipsizlik kararı, postacı tarafından ikame adresi yerine muhtarlığa bırakıldı. Karardan haberi olmayan Sarıkaya, savcılığa soruşturmanın genişletilmesi için ek dilekçe vermişti. Mahkeme, postacının 18 Nisan damgasını dikkate alarak, itiraz süresi geçtiği için dosyayı kapattı.[65]

•  “Vücudun ön yüzündeki yaralanmaların yüksekten düşmeyle meydana gelmiş olması mümkün değil. Süleyman Cihan’ın farklı zamanlarda, yüz, boyun, koltuk altları, el, kalça ve yanlarına dönük darbeler aldığı ve kaba dayağa maruz kaldığı söylenebilir. Yaralarından, falaka, elektik ve Filistin askısı işkencelerine de maruz kaldığı görülüyor. Ayrıca, ölümünden sonra yüksekten atıldığı da kesin.”

İşkenceyi belgeleyen bu raporun öznesi, Süleyman Cihan. Öldürülmesiyle ilgili soruşturma 31 yıl sonra açıldı, 2.5 yıl beş savcı dolaştıktan sonra “zamanaşımından” kapatıldı. Kardeşi Ahmet Cihan, “2.5 yıl soruşturma yapıyoruz diye oyaladılar, önce çeteler hapisten bırakıldı, siyasi ortam müsait olduğunda da bu davaları peş peşe düşürmeye başladılar. Devletin arkasında olduğu bir cinayet bu. Zamanaşımı da dosyayı kapatmanın hukuki kılıfı” dedi.

Süleyman Cihan 28 Temmuz 1981’de, Edirne’den İstanbul’a giderken otobüsten indirilerek gözaltına alındı. 30 Temmuz’da, yer göstermeye götürüldüğü Kadıköy Bostancı’da bir apartmanın altıncı katından atlayarak intihar ettiği şeklinde tutanak tutuldu. Kadıköy Cumhuriyet Başsavcılığı Cihan’ın ölümünü şüpheli bulup soruşturma açtı ancak dosya 24 saat dolmadan İstanbul Sıkıyönetim Askeri Savcılığı’na gönderildi. Askeri savcılık dosyayı kapattı.

12 Eylül darbesinin öldürdüğü Süleyman Cihan cinayetini Türkiye’de hiçbir savcılık soruşturamıyordu. Son karar 18 Eylül 2014’te geldi. Anadolu Cumhuriyet Savcılığı, “Cihan, polisler tarafından işkenceyle öldürülmüş bile olsa” olayın zamanaşımına uğradığına hükmetti.[66]

Bu kadarı yeter değil mi?

II.2.3) ÇARPICI OLAYLAR

►Devamı için



Bu yazı 1837 defa okunmuştur.

FACEBOOK YORUM
Yorum

YAZARIN DİĞER YAZILARI

YAZARLAR
Bizi Takip Edin :
Facebook Twitter Google Youtube RSS
ÇOK OKUNAN HABERLER
  • BUGÜN
  • BU HAFTA
  • BU AY
HABER ARŞİVİ
SON YORUMLANANLAR
  • HABERLER
  • VİDEOLAR

Web sitemize nasıl ulaştınız?


nöbetçi eczaneler
HABER ARA
YUKARI