Bugun...


Temel Demirer

facebook-paylas
BİR MİLAT: REFERANDUM VE SONRASI-4
Tarih: 06-10-2017 00:46:00 Güncelleme: 06-10-2017 03:18:00


3.3) AKP DEYİNCE!

 

AKP kurulduğunda, biz “İslâmcı” değiliz, “muhafazakâr demokratız” dediler. Buna karşı, “laik kesim”, “takıyye yapıyorlar” dedi, “adamlar/kadınlar kendilerini nasıl tanımlıyorlarsa esas olan odur, beyan esastır, zihin okuması yapmayın” diyenler de vardı. Ancak, şimdi “Biz aslında başından beri İslâmcıydık, birbirimizi biliyorduk, şartlar müsait olmadığı için düşündüklerimizi açıkça söylemedik” diyorlar…[166]

Bu şu demek; amaca ulaşmak için her yol mubahtır, yalan söylenebilir, sözlerine inanan insanlar aldatılabilir, kullanılabilir![167]

AKP’nin bu özelliği konusundaki uyarılara kulak kapayanlar liberallerdi ve AKP yola çıktığında yanında “liberal entelijansiya” vardı.

Türkiye’de gerçek anlamda liberal bir parti olmamasından yakınan bu zümre, “Yeni Demokrasi Hareketi”, “Liberal Demokrat Parti” gibi başarısız ve yetersiz girişimler sonucu 1990’larda büyük bir hayal kırıklığı yaşamıştı.

Sosyal demokrasi ve Kemalizm’in sarkaçsal salınımındaki parlamenter solla milliyetçilik ve dindar muhafazakârlığın sarkaçsal salınımındaki merkez sağın ikili-karşıtlık dengesinde işleyen Türkiye siyasetinde aradığını bulamamıştı.

Çoğu mensubu eski-sosyalist, geç-milliyetçi, post-İslâmcı arka plândan çıkıp neo-liberal potada kaynaşmış bu zümrenin tüm entelektüel enerjisi 2000’ler dönümünde AKP’ye kanalize oldu. Daha doğrusu AKP-Gülenizm ittifakına…

AKP şimdi hâlâ yola devam ederken artık yanında liberal entelijansiya yok… O gün bugündür liberal yaprak dökümlerine şahit oluyoruz.

Biliyorsunuz, yine referandumda “Hayır” oyu vereceğini açıklamış Ali Bayramoğlu’na da seçim sandığında tekme tokat saldırdılar. Mahçupyan’ı ise neler bekliyor, hakikâten merak konusudur![168]

 

AKP’NİN KARNESİ[169]

HUKUKUN ÜSTÜNLÜĞÜ KÂĞIT ÜSTÜNDE

Hukukun üstünlüğü endeksinde Türkiye, 113 ülke arasında 99’uncu sıraya düştü. Basın özgürlüğü sıralamasında 180 ülke içinde 151’inci sırada yer aldı. Çocuklara yönelik cinsel istismar yüzde 434, kadına şiddet yüzde bin 400, boşanmalar yüzde 38, tutuklu ve hükümlü sayısı yüzde 231, uyuşturucu bağımlılığı yüzde 678, cinayet yüzde 261, cinsel taciz yüzde 499 oranında arttı.

YOLSUZLUKTA NAMİBYA’NIN GERİSİNDE

‘Uluslararası Şeffaflık Örgütü’nün ‘Yolsuzluk Algı Endeksi 2016’ verilerine göre, Türkiye bir yılda 9 basamak birden gerileyerek, 176 ülke arasında 75’inci sıraya indi. Böylelikle Suudi Arabistan, Brunei, Namibya ve Botsvana’nın da gerisine düştü.

EĞİTİM VAKIF VE DERNEKLERE EMANET

Eğitimde “emrivaki” düzenlemeler yapıldı. Bazı okullarda karma eğitim uygulamasına son verildi. 4+4+4 yasası ile eğitimde var olan aksaklıklara ek olarak, ‘laik eğitim’ anlayışı da terk edildi. MEB, medrese tarzı yasa dışı sözde eğitim kurumlarını görmezden gelirken, merdiven altı dershaneler, etüt merkezleri, okul öncesi eğitim kurumları çığ gibi büyüdü. 13 bin 800 köy okulu kapatıldı. Kırsalda yaşayan nüfus, din adamlarına teslim edildi. ‘Değerler Eğitimi’ adı altında tarikat ve cemaatler okullara sokuldu ve ardından öğrencilere taciz olayları ayyuka çıktı. AKP döneminde imam hatip liselerinin sayısı yüzde 211, öğrenci sayıları ise yüzde 852 oranında arttı.

GAZETECİLER TUTUKLU

AKP iktidarı döneminde basına yönelik baskılar hızla arttı. Erdoğan’ın geçen günlerde yaptığı “Cezaevinde tutuklu gazeteci yok” açıklamasına karşın, basın meslek örgütlerinin belirlemelerine göre hâlen cezaevlerinde 155 gazeteci bulunuyor. KHK’lerle birlikte 16 televizyon, 3 haber ajansı, 23 radyo, 46 gazete, 15 dergi ve 29 yayınevi kapatıldı.

DİYANET’E ETKİN ROL

Diyanet İşleri Başkanlığı, AKP’nin iktidara gelmesi ile ‘Yeni Türkiye’nin inşasında belirleyici yapılardan biri oldu. Diyanet’in bütçesi, neredeyse 10’a yakın Bakanlığın bütçesini aştı.

YOKSUL DAHA DA YOKSULLAŞTI

AKP döneminde gelir dağılımındaki eşitsizlik de artarak devam etti. Türkiye’de en zengin yüzde 20’lik kesimin gelirden aldığı pay yüzde 46, iken, en yoksul kesimin aldığı pay yüzde 6.1’de kaldı. Tek çocuklu ailelerde yoksulluk oranı yüzde 8.6, iki çocuklu ailelerde yoksulluk oranı ise yüzde 15.1. Üç ve daha fazla çocuğu olan ailelerde yoksulluk oranı yüzde 45.9 seviyesinde.

İŞSİZLİK ORANINDA ARTIŞ

Türkiye genelinde 15 ve daha yukarı yaştakilerde işsiz sayısı bir önceki yıla göre 273 bin kişi artarak 3 milyon 330 bin kişi oldu. 15-24 yaş grubunu içeren genç işsizlik oranı 1.1 puanlık artış ile yüzde 19.6 olurken 15-64 yaş grubunda bu oran 0,6 puanlık artış ile yüzde 11.1 olarak gerçekleşti.

KADIN CİNAYETLERİ ARTTI

AKP’nin gerici politikaları kadına yönelik şiddeti de artırdı. Adalet Bakanlığı’nın verilerine göre 2002-2015 arası 5 bin 406 kadın öldürüldü. Fakat resmi kurumların verilerinden derlenen BM istatistikleri dikkate alındığında 2002-2013 periyodunda öldürülen kadın sayısı 13 bin 381 oldu. 2015’te 303 kadın öldürülürken 2016’da sayı 328’e yükseldi.

KADIN EVE HAPSEDİLDİ

15 yıllık AKP döneminde kadın ve çocuk bedeninden elini çekmedi. Doğuracakları çocuk sayısından kürtaja, gece gezmesinden gülmesine, giyim kuşamına kadar AKP’li siyasetçilerin temel gündemi oldu. Kamuoyu baskısı ile geri adım atmak zorunda kaldıkları “çocuk gelin” yasası daha hafızalardaki tazeliğini koruyor.

ANTİDEPRESANLA “SAHTE” MUTLULUK

‘2017 Dünya Mutluluk Raporu’nda, 2016’da 78’inci sıraya kadar gerileyen Türkiye’nin 2017 yılında 9 basamak birden yükselerek 69’uncu sırada yer alması, akıllara antidepresan kullanımında yaşanan rekor artışı getirdi. Türkiye’de antidepresan kullanımı 9 yılda yüzde 160 oranında artarak, her 10 kişiden 1’i ilaç kullanır hâle geldi.

KÜLTÜR TV’YLE SINIRLI

Yurttaşların kültür alanında yaptığı harcamalar sürekli azaldı. bir yılda harcamalar bir önceki yıla göre yüzde 10.5 oranında azaldı. 2015 yılındaki toplam kültür harcamasının dağılımına bakıldığında; televizyon ve TV yayın giderleri yüzde 30.1 iken, kitap yüzde 13.8, gazete ve dergi yüzde 13, sinema, tiyatro ve konser harcamalarının oranının ise yüzde 5,7 olması dikkati çekti. Yurttaşların yüzde 96’sı hiçbir zaman opera veya baleye, yüzde 80’i hiçbir zaman tiyatroya, yüzde 73’ü hiçbir zaman konsere gitmiyor. Toplumun yüzde 28’i hiçbir zaman gazete okumuyor. Haftada bir kereden fazla gazete okuyanların genel oranı ise yüzde 30 olarak belirlendi. Türkiye’de insanların yüzde 45’i hiçbir zaman kitap okumuyor. Haftada bir kereden fazla kitap okuyanların oranı yüzde 17 olarak tespit edildi. Türkiye’de yüzde 56’lık bir kesim TÜİK verilerine göre sinema ve sinema seyircisi sayısı artmasına karşın hiçbir zaman sinemaya gitmiyor.

TATİL AKRABA YANINDA

Türkiye’de insanların yüzde 94’ü yurtdışı, yüzde 45’i ise yurtiçi tatil amaçlı seyahate çıkmıyor. Senede bir veya daha seyrek de olsa yurtiçi tatile çıkanların oranı ise yüzde 41’de kaldı. Seyahatlerin yüzde 62’si yakınları ziyaret amacıyla yapılıyor ve arkadaş ya da akraba evlerinde kalınıyor.

 

Kısaca: AKP iktidarı[170] 1990’ların sonunda patlak veren bir rejim krizi ile, ABD’nin bölgeyi yeniden şekillendirme projesinin oluşturduğu konjonktür içinde biçimlenmiş bir “tarihsel blok”un ifadesidir. Bu blokun lider fraksiyonu, Osmanlı egemen sınıflarının içindeki özel konumundan dolayı, kuşaklar boyu kendini yeniden üreterek bugüne kadar gelebilen Müslüman entelijansiyadır.

Bu entelijansiyanın varlığının, bir sınıf tavrı sergilemesinin maddi temeli, özgün bir üretimin aracının (dini bilginin) sahibi, denetleyicisi olmasıdır. Bu özgün simgesel üretim aracının mülkiyeti, toplumsal ekonomik artığa, kapitalist birikim süreçlerine, diğer üretim araçlarının mülkiyetini edinme süreçlerine ulaşmaya olanak verir. 

Bu “sınıfın” iktidarı için, AKP bu özgün üretim aracına uygun simgesel üretim- yeniden üretim ilişkilerini toplumda egemen kılmaya çalışıyor. Bunun için, hem toplumda bu simgesel üretim ilişkilerinin, rakip, muhalif söylemleri dışarı atarak, susturarak egemen olmasını sağlaması, hem de devletin disiplin, cezalandırma araçlarının kontrolünü elinde toplaması, “eski rejimin” kadrolarını tasfiye etmesi gerekiyor. 

Bu “sınıfın” üyelerinin kaynağını güvenceye almak için AKP rejimi, nüfusun yeniden üretiminin biçimlerini (aile-cinsel pratikler), bedenin estetiğini (giysi, görünüm), mekânda ve zamanda yerini (ibadet saatleri, yerleri) denetleyen, yeniden şekillendiren bir biyopolitik rejimini egemen kılmaya çalışıyor.[171]

Tam da bunun için AKP Genel Başkanı Erdoğan’ın ‘Ensar Vakfı’ndaki konuşmasında,[172] Türkiye’de iktidarın siyasal meşruiyetini artık esas olarak ve son derece açık biçimde bir kültür savaşı üzerine kurduğu belirginken; bu konuşma, 2013 ilkbaharında, AKP İstanbul İl Başkanı Aziz Babuşçu’nun söylediği, bugüne kadar AKP iktidarına payanda ve paydaş olan liberallerin, başlayan inşa ve ihya döneminde AKP’nin karşısında yer alacakları, çünkü onların kabulleneceği bir gelecek kurulmayacağı öngörüsünün, eyleme geçmiş hâlidir. Kökleri Türkiye’de bir yüzyıldan fazlasına dayanan kültür savaşında, hedefleri son derece açık ilan edilmiş, toplumun bütünü üzerinde mutlak tahakküm kurma arzusunun ifadesidir.[173]

Erdoğan’ın, ‘Ensar Vakfı’nın 38. Genel Kurulu’ndaki konuşmasındaki açıklamaları anımsarsak: “Biz 14 yıldır kesintisiz iktidarız. Ama hâlâ sosyal ve kültürel iktidarımız konusunda sıkıntılarımız var.

İmam hatiplere olan ilginin artması, tüm okullarda Kur’an-ı Kerim, siyer-i nebi gibi derslerin okutulması çok güzel gelişmeler. Ama bizim hayalimiz olan nesillerin yetiştirilmesi konusunda hâlâ pek çok eksikliğimiz bulunuyor.

Artık biz 80 milyon insana ulaşmayı hedefleyen bir hareketiz. Umudunu bize bağlamış yüz milyonlarca mazlumun sorumluluğunun...

Dilimizden tarihimize kadar birçok alanda ecdadımıza ve kültürümüze duyulan husumetin ürünü bir yaklaşımla hazırlanmış olan müfredatlar daha yeni yeni değişiyor.

Medyadan sinemaya, bilim, teknolojiden hukuka kadar pek çok alanda hâlâ en etkin yerlerde ülkesine ve milletine yabancı zihniyetteki kişilerin, ekiplerin, hiziplerin bulunduğunu biliyorum.

O gece oraya gelenler Gezi Parkı’nın gençleri değildi. O gece oraya gelenler vatanını, milletini seven; bayrağı, ezanı için yola koyulan gençlerdi”...

Karşımızda, yalnızca ekonomik, siyasi olarak değil kültürel ve toplumsal olarak, diğer bir deyişle “yaşamın simgesel” ifadeleri üzerinde, iktidar olmaya (neyin bu alana girip neyin giremeyeceğini belirlemeye) kararlı bir hareket var. Bu hareket 80 milyonu kontrol etmeyi, milyonlarca mazlumu (İslâm âlemini) temsil etmeyi arzuluyor. Bu hareketin kültürel toplumsal iktidarı için,[174] eğitim sistemi değişiyor, bir “ruh mühendisliği” ile uygun nesillerin “üretilmesi” amaçlanıyor.

Bu “ruh mühendisliği”, hareketin ruh mühendisliği projesine uymayan tüm kültürel biçimleri, üreticilerini eğitim alanından, medyadan sinemaya, bilim[175] ve teknolojiden hukuka, yok etmeyi amaçlıyor. Diğer bir deyişle, bu hareket toplumun bilgi üreten, disiplini ve cezayı tanımlayan alanları ve mekânları üzerinden bütünsel bir iktidar kurmayı amaçlıyor.

Cumhurbaşkanı Erdoğan, “biz” nitelemesiyle vurguladığı bu hareketin kültürel normlarına uymayanları, ülkesine milletine yabancı unsurlar olarak tanımlıyor, “Gezi Parkı’nın gençliğini”, vatanını, milletini seven, bayrağı, ezanı için yola koyulan gençlerin karşısına düşman ve hedef, yok edilecek bir kültürün (yaşamın) temsilcileri olarak koyuyor.

Erdoğan, kültürün ve toplumun üzerinde bütünsel bir iktidarın amaçlandığını çok açık ifadelerle vurguluyor.[176]

Özetle “Bugün AKP ne ise, bundan ona dün destek verenler de sorumludur,” vurgusuyla devam edersek: “AKP’nin iktidara gelmesinin ardından yaşanan dönüşüm süreci, başında ‘sessiz devrim’ tabir edilen ve ‘demokratikleşmeyi’ hedeflediğini iddia eden ılımlı bir değişim süreci idi, sonra değişimin hedefi de, araçları da radikalleşti, dolayısı ile topyekûn ‘devrim’ mahiyeti kazandı. Seçimle devrim mi yapılır diyebilirsiniz, ama referandum oylaması kökten bir sistem veya rejimin dönüşümünün oylanması idi, şimdi sonuçları resmen hayata geçiyor; bu çerçevede Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın tekrar partisinin başına geçmesi ilk ve en önemli adım oldu. 2011 seçimlerinden sonra, ‘AKP artık devlet partisi oldu’, bu süreç, devlet ve partinin tam manasıyla özdeşleşmesi ile resmileşti. Kim korkudan ne kılıf uydurmaya çalışırsa çalışsın, bu dönüşüm yeni bir toplum inşası adına otoriter bir siyaset sisteminin hayata geçmesidir.

Nitekim, AKP’nin öncülüğünde öngörülen yeni toplum inşası projesi, ‘Yeni Türkiye’ şeklinde takdim edildi.[177] AKP artık kendini, sıradan bir siyasal parti olarak değil, yeni bir toplum inşasının çatısı, tarihi bir misyonun taşıyıcısı ve dahi ‘İslâm’ın temsilcisi olarak tanımlıyor. Kimse eğip bükmesin, mesele tarihi misyon, dini dava ve bu çerçevede yeni bir toplumun mühendisliği olunca ‘demokrasi’, yani itiraz hakkı söz konusu olamaz, zaten epeyce bir zamandır olamıyor. Kendini tarihi bir misyon ve dini meşruiyetle tanımlayan bir düzen açısından itiraz eden olsa olsa, düşman veya hain olabilir ve bu durumda ancak sindirilmeyi ve cezalandırmayı hak eder. Nitekim, Erdoğan kongre konuşmasının, OHAL niye kalkmayacak sorusuna cevap verirken bu zihniyeti en güzel şekilde tanımlamış oldu; ‘Neyiniz eksik, fabrikalar mı çalışmıyor, okullar mı kapalı’ dedi. Bu şu demek; ‘artık görüş farkı diye bir şey olamaz, olsa olsa fitne, fesat ve bunun özeti olan terör veya terör desteği olabilir, vatandaşın refahı, hastane, yol, temel hizmetlerden ibarettir’ nokta.

Artık muhalefet, itiraz, eleştiriye alan kalmamıştır, söz konusu olan, Erdoğan’ın deyimi ile ‘AKP’nin milletin partisi olduğunu anlamayanların hezeyanları’dır. Tüm otoriter siyaset anlayışları, millet, devlet, ideal özdeşleşmesi fikri üzerine inşa edilir. AKP misyonu, kendi ifadeleri ile ‘millet ve devletin buluşması’nı hedefliyordu ve onlar açısından artık tüm iktidar alanlarının AKP ve onun liderinin eline geçmesi ile ‘milletin zaferi’ gerçekleşti.

O hâlde, ‘millet’ de yeniden tanımlanmış oluyor; bu millete mensubiyetinin gereği artık, AKP’nin misyonunu desteklemek, dahası bu misyonun bir parçası olmak, yeni düzene itiraz artık siyasal muhalefet değil, millete düşmanlık sayılacak. Bu süreç çoktan başlamıştı, kimse kendini kandırmasın, şimdi daha da hızlanacak, ‘Devrime hazır olun!’ Bu şartlar altında yeni düzenin parçası olmayı reddedenleri bekleyen, en iyi ihtimalle kendi ülkesinde ‘sürgün’ olarak yaşamaktır.”[178]

Ancak Erk Acarer’in ifadesiyle, “Erdoğan hiçbir zaman mutlak bir zafer kazanamayacaktır.”[179]

Çünkü siyasal İslâmın tek adam saplantısı, realiteyi kavramaktaki kronik yetersizliği, beklenen sonucu yarattı, AKP dayattığı referandumu yüzüne gözüne bulaştırdı.

AKP liderliği ülkede, İslâmcı otoriter bir tek adam rejimi kurmak istiyordu. Ancak, toplumun yarısı bu projeye kesinlikle karşıydı. AKP liderliği geldiği eşikte, toplumsal koşulların ne kadar kritik olduğunu kavrayamadı; “Ya devlet başa ya kuzgun leşe”, “zorlarsam aşarım”, “kapıp kaçarım” diye düşündü…

AKP’nin ülkeye istikrar getirme şansı artık yoktur; ‘The Financial Times’ın da vurguladığı gibi, “Ülkenin yarısını artık kesin olarak kaybetmiştir”. ‘The Washington Post’un “Çirkin zafer” olarak nitelediği bu durum, ‘Le Monde’un deyimiyle ülkeyi yönetilemez noktaya getirmiş, bir gerileme sürecine sokmuştur.

‘Die Zeit’ de “Cumhuriyet öldü” saptamasının ardından ekliyor: “Erdoğan kazandım dedi”, “gerçekten kazandı mı” diye soruyor. Şimdi, muhalefet üzerindeki baskı ve devlet terörü kaçınılmaz olarak artacaktır. Buradan nereye gidileceği şimdilik belirsizdir![180]

 

4) 2019 YANILGISI VE GELECEK

 

16 Nisan Referandumu sonrasının en yaygın yanılgılarından birisi, “2019 seçimlerinde referandumu tersine çevirmek ve demokrasiye geçmek mümkün...”[181] ertelemeciliğidir!

CHP’li Özgür Özel’in, “CHP yerine, Hayır’ı bir arada tutacak modelleri tartışmalıyız” diyerek, 2019 seçimleri için izlenmesi gereken yolu anlatırken, “Hayır bloku seçimlere 16 Nisan’ın tahribatını ortadan kaldıracak yepyeni demokratik bir anayasa ve Hayırcıların üzerinde anlaştığı, 2019 seçimi sonrası ‘restorasyon hükümeti’ni oluşturabilecek ‘el-emin’ bir adayla gitmeli,”[182] diye ifade ettiği durum; doğmamış çocuğa tuman biçmekten başka bir şey değildir.[183]

Şimdi önemli olan HDP Sözcüsü Osman Baydemir’in, bugün 2019 seçimlerini konuşmak yerine hangi ortak paydalar etrafında buluşulabileceğinin konuşulması gerektiğini belirleyecek “mücadele hattını oluşturmak”tır.[184]

Yoksa referandumdan çıkan sonuçların Türkiye’de artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını ve yürümeyeceğini ortaya koyduğunu vurgulayarak, “Artık ezber bozuldu... İlk kez Türkiye’de HDP ya da Kürtler, Türkiye’nin diğer dinamikleri örneğin sağ seçmen, muhafazakâr seçmen, milliyetçi seçmen tek cephede buluşarak, bir çalışma yürüttü. Bu Türkiye’de bir ilktir. Önyargılar kırıldı. Meral Akşener Diyarbakır’a geldi mesela, bölge insanının elini sıktı. Bu çok önemlidir. Önümüzdeki dönemde Cumhurbaşkanlığı seçiminde, herkese eşit mesafede davranabilecek ortak bir adayla gidilirse, ‘Hayır’ cephesinin kazanabileceği bir sonuç ortaya çıktı. Önümüzdeki iki yıl içinde farklı ittifaklar olabilir. Bu referandumda CHP ile aynı tarafta bir çalışma yürüttük.[185] Tabanlarımız birbirlerine aşina oldu,”[186] diyen HDP Diyarbakır Milletvekili Nursel Aydoğan vari bir toptancılık değil!

Tekrarlıyorum: “Türkiye artık yeni bir sisteme geçti. İstesek de, istemesek de 2019 Başkanlık seçimlerini bu yeni parametrelerle düşünmek” gerekiyor türünden saptamalar, siyasi olarak zararlı, ahlâken de sakıncalıdır. Türkiye’de bir süredir yeni bir gerçeklik şekilleniyordu. Referandum bu yeni gerçekliği dünyaya getirmedi, yalnızca “vaftiz” etti.

Bir toplumsal gerçeklik aniden, ex nihilio ortaya çıkmaz. Bileşenleri eski gerçekliğin çelişkileri, çatlakları içinden çıkarlar. Bunların aktif varlığı egemen gerçekliğin istikrarını bozar. Yeni gerçeklik bu süreç içinde şekillenir, zamanla kendi ekolojik egemenliğini kurarak, eskisinin yerine geçer.

Hem, siyasi olanın sınırları, hem de toplumda adalete ilişkin talepleri dile getirme ayrıcalığına sahip olanlarla olmayanlar arasındaki ayrım çizgisi değişir. Böylece, toplumun yaşamında, doğru ve yanlış önermeleri ayırt eden söylemler, mekanizmalar, örnekler, ayırt etmenin onaylanma biçimleri, gerçeğe ulaşmanın kabul edilebilir teknikleri, işlemleri, neyin doğru olduğunu söylemekle yükümlü olanların statüsü de değişir. Artık bedenleri yöneten, disiplin altına alan, cezalandıran teknikler, teknolojiler de değişmeye başlamıştır.

Bu iki paragrafın ışığında bakıldığında, bu “yeni gerçekliğin” 1997- 2007 arasında, doğarak şekillendiğini, AKP’nin ikinci döneminde ekolojik egemenliğini kurduğunu, 2010 referandumuyla eski gerçekliğin yerine geçtiğini, 2017 referandumunun sonuçlarının ise Kasım 2015 seçimlerininkiler gibi, bu yeni gerçekliğin ürünü olduğu görülür.

“2019 ‘Başkanlık’ seçimlerini bu yeni parametrelerle düşünmek” gerekiyor dedikten sonra uyum sağlamayı önermek, eğitim sistemindeki değişikliklere, tasfiyelere, devlet bürokrasisinin, güvenlik örgütlerinin, yargının siyasal İslâm yanlısı personelin eline geçmiş, hapishanelerin siyasal İslâma muhalif yazarlarla, sanatçılarla dolmuş olmasını, HDP liderliğinin tutuklanmasını kabullenmek anlamına gelecektir. Bu önerinin, siyaset bir yana, ahlâki dayanakları çok zayıftır.

Önümüzdeki seçimlere bu “yeni gerçekliğin” egemenliği ve sınırları içinde gidilecektir.

Bu egemenlik ve sınırlar daha şimdiden etkilerini göstermeye başlamıştır: “Hayır” kampında yer almış kimi yazarlar, YSK açıklamasını, yüzde 49’u veri alarak, kabullenerek konuşmaya başladılar. Hızla gündeme gelen başkan adayı arayışı, yalnızca dikkatleri referandumun koşullarından ve sonucundan uzaklaştırmakla kalmıyor, yeni gerçekliğin doğuş ve şekillenme sürecinin ikinci önemli aktörünün (tarihi, kültürel sermayesi unutularak) önerilmesi, yeni gerçekliği ve siyasal İslâmın siyaset ve ahlâk rejimlerini doğallaştırıyor.

Bu “yeni gerçeklik”, siyasette hangi olasılıkları dışarda bıraktığını birçok kez gösterdi. Bu dışarda bırakılanların yarattığı çatlaklar, bir süre demokratikleştirme, “Kürt açılımı”, “Avrupa Birliği’ne gireceğiz” gibisinden fantezilerle örtüldü, fanteziler verimliliklerini kaybettikçe baskı ve terörün dozu arttı. Bu gerçeklik toplumu birleştirecek bir bütünlük, mükemmellik görüntüsü üretemedi; toplumun yarısının direnişini kıramadı.

Şimdi, bu “uyum sağlama” çağrıları, 2019 seçimlerinden adeta sıradan bir liberal demokrasi altında yaşanıyormuş, AKP sıradan bir partiymiş gibi (alın size iki fantezi daha), söz etmek; “zaten hep böyleydi” çarpıtmalarıyla AKP rejimini sıradanlaştırmaya çalışmak, kaçınılmaz olarak bu yüzde ellinin direncini kırmayı, onları siyasal İslâmın siyaset ve hakikât rejimlerinin içine itmeyi getirecektir.

Bu yeni gerçeklik, bu yüzde elliye dayanarak sorgulanmadan, istikrarı bozulmadan, sınırları delinmeden yapılacak her halkoylamasının ürettiği sonuçlar “yeni gerçekliğin” gereksinimlerine zorla uydurulacaktır.[187]

Bunu sakın ola kimse göz ardı etmesin!

Kolay mı?

Sezar’ın hakkını Sezar’a vermek gerekir. Birilerinin “aldatıldık” iddialarına karşın, Türkiye’yi bu yeni gerçekliğe getiren sürecin her aşamasında, Cumhurbaşkanı Erdoğan sürece ilişkin yanlış okumaları engelleyecek önemli açıklamalar yapıyor. Örneğin, “Demokrasi bir tramvaydır, gittiğimiz yere kadar gider, orada ineriz” ve “Demokrasi amaç değil araçtır”; “Ben hiçbir zaman ‘değiştim’ demedim”; “İslâmın ılımlısı ılımsızı yoktur, sadece İslâm vardır” dedi. Referandumdan önce de bu ülkede artık yeni bir gerçeklik olduğunu “Türkiye’nin yönetim sistemi değişmiştir” sözleriyle açıkladı. Bunların hepsi doğruydu, “yanıl[tıl]dım” diyenlerin de, tarihe “stratejik cahillik” örnekleri olarak geçeceklerini gösteriyordu.

Cumhurbaşkanı Erdoğan, TÜSİAD Yüksek İstişare Konseyi (YİK) toplantısında yaptığı konuşmada, bu yeni gerçekliğin kimi önemli özelliklerini açıkça ortaya koydu.

Muhalefetin, sonra yine “aldatıldık” demek durumunda kalmamak için bu konuşmayı çok dikkatle okuması, politikalarını oluştururken hep aklında tutması gerekiyor.

Erdoğan, Türkiye’nin en güçlü sermaye gruplarının temsilcilerinin karşısında yaptığı konuşmasında, Avrupa Birliği’nin Türkiye’ye karşı haince davrandığını vurguladı, “Başımızın çaresine bakarız” dedi. Suriye konusunda, “Masada olmayınca kendinizi mönüde bulacağınızı biliniz” uyarısından sonra, “Rakka meselesine” ilişkin, ABD’ye “Mademki tek başınıza yapacaksınız... bize düşen hayırlı olsun demektir” ifadeleriyle, masaya oturmayacağını vurgulamış oldu.. Ve ekledi “Kimseyle konuşmayız, danışmayız ona göre adım atarız”. Erdoğan’a göre, “terör örgütlerinin güçlendiği bir fotoğrafla karşı karşıyayız. Artık 20 yıl öncesinin Türkiye’si yok.”

İç politikaya gelince, Erdoğan “Türkiye’de hiçbir şey eskisi gibi yürümeyecek” dedikten sonra ekledi: “Demokraside ve ekonomide, yeni atılım döneminin hazırlıklarını yapıyoruz”.

Erdoğan Türkiye’nin 2008 krizinden etkilenmediğini savundu, “Türkiye’nin 2013’ten itibaren başlayan bir seri saldırı karşısında çok ciddi mücadele yürütmek zorunda kaldı” dedi.

TÜSİAD üyelerinin, OHAL’in uzatılmasına ilişkin endişelerine cevap olarak, “OHAL konusundaki endişelerinizi anlamakta zorlanıyorum. OHAL işadamlarının neyini engelledi? Ülkemizin yıkılmasına, milletimizin yok edilmesine yönelik bir operasyon yapılıyor, 249 şehidimiz var, biz hâlâ OHAL’i kaldıralım diyoruz. Her şey huzura kavuşmadan OHAL’i kaldıramayız” dedi.

Özetlersek: Avrupa Birliği Türkiye’ye karşı haince davranıyor. Başımızın çaresine bakacağız. ABD’ye “size kolay gelsin”... Bu durum “masada-mönüde” ikilemi açısından, masaya oturamadığımızı gösteriyor. Peki o zaman neredeyiz?

“OHAL’i kaldırmayız” saptamasına da “huzura kavuşmak” ifadesine ilişkin, “2013’ten itibaren” zamanlamasıyla işaret edilen sorunların ışığında bakınca, meydanlardan, sokaktan, medyadan, siyasetten muhalif seslerin tamamen dışlanmasını, devlet personelinden AKP siyasetini benimsemeyen kişilerin tamamen temizlenmesini, siyasal İslâmın huzurunu kaçıran yaşam pratiklerinin, söylemlerin sonlandırılmasını anlamak gerekiyor. Demek ki, OHAL, AKP’nin ve siyasal İslâmın mutlak hâkimiyeti kurulana kadar kalkmayacak. Öyleyse toplumun referandumda “Hayır” diyen kesimini çok zor günler bekliyor.[188]

 

4.1) ÖNE ÇIKA(RTILA)N DİNAMİKLER

 

Evet, hepimizi çok zor günler bekliyor; çünkü!

Otaviano Canuto ile Samuel George’un, “Türkiye uzun bir süredir bir yol ayrımına doğru ilerliyordu. Bir yön belirlemek zorunda kalacağı an yakındır”;[189] Orhan Bursalı’nın, “Geleceğini belirleyecek bir referandum yaşadık ve yeni bir dönem başlıyor”;[190] Hacettepe Üniversitesi’nden Doç. Dr. Öykü Didem Aydın’ın, “Siyasetin sınırlarının olmadığı bir anayasa ya da ‘anayasasızlaştırma’ dönemine girdik… Türkiye’nin anayasa sorunu bitmedi, yeni başlıyor,”[191] diye betimledikleri tabloya ilişkin olarak ‘ABD Donanma Koleji’nde Strateji ve Politika Uzmanı Yrd. Doç. Dr. Burak Kadercan şunların altını çiziyor:

“Bu (toplumsal-y.n) dinamikler neden önemli? Öncelikle Türk siyasetinin bölünmüş doğasına ilişkinler. Böylesi bölünmeler tüm siyasetlerde vardır. Ancak Türkiye’de siyasal ve kimlik-eksenli bölünmeler (örneğin dinsel inançlar) tek bir sözcük etrafında kristalize oluyor: Erdoğan. Yaklaşan siyasal savaş tek bir soruya dair: Erdoğan’la mısın yoksa karşısında mı? Referandum, aradaki sahayı yok etti. İkincisi ve daha önemlisi, (medyanın eşitsiz tutumu ve ‘Hayır’ seçeneğinin pek de gizlenemeyen kriminalizasyonuna rağmen) sonuçların bu denli yakın olması sahtecilik iddialarıyla birleştiğinde, Türkiye muhalefeti içinde Erdoğan karşıtı alevleri diri tutacaktır. Referandum sonrası Türkiye’de “Erdoğan karşıtlığı” mağduriyet ve adaletsizlik duygusuna dayanacaktır.

Erdoğan büyük olasılıkla muhalefeti daha doğrudan bastırmaya hatta kriminalize etmeye çalışacaktır ki bu da Erdoğan karşıtlığını daha da besler. Olası sonuçlardan biri milyonların Erdoğan’ı protesto için sokaklara döküldüğü 2013 Gezi protestolarının tekrarıdır. Bugünkü Türkiye’nin en önemli farkı, sonucun Gezi protestolarından çok daha kanlı olması olasılığıdır. Eğer o gün gelip çatarsa, Türkiye ya (geleneksel olarak muhafazakâr-seküler hattında bölünmüş olan) Erdoğan destekçileriyle karşıtları arasında bir iç savaş ya da -geçtiğimiz Temmuz’dakinden farklı olarak- Erdoğan karşıtı kampın bazı kesimlerince örtülü de olsa desteklenebilecek bir başka darbe teşebbüsü riskiyle baş etmek durumunda kalacaktır.”[192]

Evet, 16 Nisan sonrasında hiçbir şey aynı olmayacak, siyasi dengeler tümüyle değişecek diyorduk ve bu öngörümüzün doğrulanması için çok da beklememize gerek kalmadı.

Bu güzergâhta kitleleri derhâl 2019 illüzyonundan kurtarmak gerekir. Bugün verilecek tepkiyi muhayyel bir geleceğe ertelemek siyasi mücadeleden kaçmaktır.

Sol’un “merkez”de kalarak, “ılımlı” bir siyaset izleyerek, muhafazakârları “kucakladığını” göstererek siyasal İslâm’la baş edeceğini söyleyenler iktidar çevresinde kümelenenler ya da politik merceğini yitirenlerdir. Sağ popülizmin küresel ölçekte yükselişe geçtiği bir dönemde, karşı söylem salt çoğulculuk ve demokrasi vaadi üzerine inşa edilemez. Sağ popülizmin üstünü örttüğü toplumsal gerçekleri dikkate almayan bir sol siyasetin güçlenme ihtimali yoktur.

Memleketin bugün geldiği yerde liberal bir merkez sağ oluşuma ihtiyaç olduğunun dillendirilmesi kendini sol ya da cumhuriyetçi olarak tanımlayan kadroların işi değildir. Sağ cenahın içindeki krizleri derinleştirmek elbette muhalefetin vazifelerindendir. Bu amaca ancak cumhuriyetçi ve sol pozisyonda ısrar ederek ve sağın hegemonyası dışına çıkılarak ulaşılabilir, yoksa iktidar dışındaki sağ aktörlere mavi boncuk dağıtarak değil. CHP yönetimi hem yerel hem cumhurbaşkanlığı seçiminde bu hatayı yapmıştır. Akabinde 16 Nisan öncesi Saadet ve küskün ülkücülerle aynı karede poz vermiştir. Referandum sonrasında da beklenen direnci gösterememiştir. Tüm bu adımlara dair özeleştiri beklemek sol çevrelerin hakkıdır.

Zamanında AKP’de koltuk kapmış fakat sonradan yollarını ayırmış isimlerin Saray-AKP eleştirilerini, cumhuriyetçi ve sol/sosyalist eleştirilerle aynı kulvarda değerlendirmek politik bir hatadır. Çünkü bahsi geçen isimler, piyasacılık başta olmak üzere sağ siyasetin hegemonyasını muhalif söyleme sızdırma potansiyeline sahiptir. Solun kendi eleştirilerini kitlelere yaymak için denenmiş sağ siyasetçileri aracı kullanmaya ihtiyacı yoktur.

AKP 2002’nin AKP’si değildir. Bugün Saray’ın dar ve geniş çevresinden ibaret olan bir iktidar pratiği, devlet-parti projesini tamamlamak istemektedir. Erdoğan’ın dar çevresinde çatışmanın somut koşulları oluşmamıştır. Geniş çevredeki ağız dalaşına odaklanmak ise zaman kaybıdır. Tıpkı Gül’den, Arınç’tan medet ummak kadar nafiledir.

İslâmcılar ve muhafazakârlar arasında tek adam rejimine mesafeli duran entelektüeller vardır; mevcudiyetleri değerlidir. Onların söylemleri “kapsayıcılık” iddiasındaki liberal-demokratik tutum için bir kaynak olabilir. Ancak mevcut kavga yalnızca “otoriterleşmiş” Saray’a karşı mücadele değil Siyasal İslâm’a ve hegemonyasına karşı mücadeledir. Bu nedenle vicdan ve “gerçek İslâm” referanslarıyla siyaset yapmak, cumhuriyetçi ve sol politik hattın gündemi olamaz.

Bir siyasi hareketi başarı çıtası, liderlik, örgütsel kapasite ve politik netlik ile ölçülür. Politik tutarlılık olmadan, tabanla parti yönetimi arasındaki ilişki dinamik bir biçime dönüşmeden başarı beklemek hayaldir.

Bu yolda muhalefet, parlamentoda anayasal diktaya hizmet edecek hiçbir düzenlemenin parçası olmamalı, kendine iktidarın aynasından bakmaktan vazgeçmelidir. Memleketin meydanlarını, sokaklarını, fabrikalarını halkın meclisine dönüştürmelidir. Büyüyerek, güçlenerek, sokağın dinamizmine kulak vererek meşru ve haklı siyasi mücadeleyi örgütlemek için kaybedilecek bir dakika bile yoktur.[193]

“Hayır” demek, elbette önemlidir; ama orada kalmamak, “Hayır”ın gereğini yapmak kaydıyla. Zira, karşı olmak neden ve niçin karşı olduğunuzla birlikte bir anlam ve değer taşır. Bu da var olana, verili olana, karşı çıkılana bir alternatifi, “karşı projeyi ve perspektifi” varsayar…

Ezilen-sömürülen sınıflar lehine bir potansiyel mevcut. Geriye o potansiyeli harekete geçirmek, kımıldatmak, büyütmek, sonuç alıcı bir şekilde etkinliğini artırmak kalıyor…

Sistem her geçen gün, çözdüğünden daha çok sorun yaratmadan yol alamıyor (patinaj yapıyor).[194] Böyle bir tablonun varlığı, bu duruma ezilen ve sömürülen sınıfların, bir bütün olarak itirazını büyüteceğine işaret eder. Dolayısıyla mücadelenin radikalleşmesi ve hızlı bir bilinç sıçraması olasılığı ihtimal dışı değildir.

O hâlde sadede gelebiliriz: Adına ister “acil program”, ister “geçiş programı”, ister “asgari program” veya “alternatif program” densin, muhalefet cephesinin perspektifi somutlandıran, görünür kılan bir program (perspektif) dahilinde mücadele yürütmesi gerekiyor. Böyle bir program elbette yapılması gereken, gerçekleştirilmek istenen her şeyi kapsamaz ama hem amacın netleşmesini sağlar ve hem de mücadelenin etkinliğini artırabilir. Neyin neden yapılmak istendiğini netleştirir, umudu büyütür.[195]

4.2) NİHAYET

 

‘Boyun Eğmeyen Ülke’sinde, “Bitmez yarıda kalan. Yeniden başlar,” demez miydi Yannis Ritsos, işte tam öyle!

Yani 16 Nisan referandumu sonrası yapılması gerekenleri Prof. Dr. Korkut Boratav’ın, “İslâmcı faşizme birlikte karşı çıkmak, karşı cepheyi dağıtacaktır. Şimdi esas olan İslâmi faşizme karşı mücadele,”[196] diye özetlediği üzere…

Her şeyin daha da kesinleşip, keskinleşeceği yani Andrew Wachtel’in, “Türkiye’nin ölüm sarmalı”[197] dediği bir yere gidiyoruz.

Bu kaçınılmaz!

‘The Washington Post’un, “Referandumla derinleşen ayrışma”ya dikkat çektiği[198] güzergâhta bir “Yarılma… Ortasından bölünmüş Türkiye!” var karşımızda artık…[199]

Evet, evet karşımızda bölünmüş bir toplum var. Bir yarısı öbürüne kinli; karısını, kızını ganimet gibi görüyor... Erdoğan liderliğindeki AKP’de temsil edilen siyasal İslâmın getirdiği noktada Türkiye, küreselleşme sonrası dünyanın ürettiği büyük türbülansların içine bu bölünmüşlükle giriyor. Öyleyse, bu trajedinin içinde, sonuç ne olursa olsun “Hayır” diyenleri bu ülkenin halklarının geleceğini koruma görevi bekliyor.

Bu bölünmüşlüğün temelinde ekonomik, siyasi hatta etnik çelişkiler olsaydı maddi çıkarlar temelinde bir uzlaşma noktası bulmak, çelişkileri yönetmek mümkündü. Ne yazık ki siyasal İslâmın 15 yılda ülkeyi getirdiği noktadaki bölünme, kimlikler arasındaki, uzlaştırılması, yönetilmesi son derecede zor hatta kısa dönemde olanaksız farklardan kaynaklanıyor.

Toplumda, özellikle Gezi olayından sonra belirginleşen bu bölünmenin fay hattı, bireylerin öznelliklerinin merkezinden, dayandıkları “anlam sistemleri- hakikât rejimleri” arasındaki farklardan geçiyor. Bu durum, ülkede artık tek paylaşılan bir realite, tek bir toplum olmadığını gösteriyor. Örneğin “Evet” cephesi referanduma adeta bir “cihat savaşına” gider gibi giderken, “Hayır” cephesi sandığa, adeta sıradan bir parlamenter cumhuriyette yaşıyormuş gibi gidiyordu. Her iki “toplumun” da kendi içlerinde sınıflara bölünmüş çelişkili kümeler olması da kısa ve orta dönemde pek bir anlam ifade etmiyor. Bu öznelliklerin oluşturduğu kimlikleri ayakta tutan fanteziler, bu sınıfsal/maddi çelişkileri örtüyor.

Bu bölünme nasıl aşılır, nasıl yönetilir sorusunun cevabı, “Haklar ve özgürlükler anlamında laik bir demokrasi süreci içinde” olabilirdi. Şimdi daha (belirsiz) bir süre AKP rejimi altında yaşayacağımız için, “Hayır” diyenleri, siyasal İslâmın “ötekisi” durumunda olanları daha fazla gerginlik baskı, belki de terör bekliyor. Özetle ülke ve toplum çok tehlikeli “vakitlere”, çok tehlikeli bir bölünmüş, kırılganlık içinde giriyor.[200]

Bu dizaynda referandum sonrasında önümüzde duran önemli üç soru var: i) Sonuç neye işaret ediyor? ii) Rejim, önümüzdeki dönemde ne yapar, ne tür politikalar izler? iii) Sol ne sonuç çıkarmalı, ne yapmalı?

Referandumun sonucunu, mevcut rejime karşı ciddi bir tepki şeklinde okumak kof bir iyimserliktir.

Rejim bundan sonra ne yapar? Türkiye nasıl bir yakın döneme gebe? İlk söylenebilecek olan, ülkede “hukuk” denilen şeyin bittiğidir. Türkiye’nin artık böyle bir “hukukla” yönetileceği kesindir. Reisin niyeti çok açıktır ve daha referandum gecesi ilan etmiştir: “Atı alan Üsküdar’ı geçti…”

Sonuçta, kimse düşen tansiyon, yumuşayan ortam, daha dikkatli ve uzun zaman dilimine yayılmış adımlar beklemesin… Rejim paldır küldür yol alacaktır; esasen temsil ettiği anlayışın kendi mantığı, mekaniği de bunu gerektirmektedir.[201]

İşimiz zordur. Ancak aydınlık bir geleceğe açılan yol engellerle döşenmiş olsa da nihai kertede kapalı değildir.

Gücümüzün bilincinde olursak, gereklerini yerine getirirsek, biz güçlüyüz.

Güçlenmek için CHP’nin “Adalet Yürüyüş”lerine ya da sağımıza müracaat yerine, “Asıl adaletsizlik sömürü düzenidir” demek ve Kılıçdaroğlu’nun, solu kalabalıkların içinde eritmesine; düzenin soldan konsolidasyonuna “Evet” dememek gerek!

Bilindiği üzere CHP’nin Yürüyüşü, “farklı yerde duran” birçok kalemi aynı hizada buluşturdu![202]

Örneğin AKP’ye göz kırpan liberal Oral Çalışlar’ın, “AKP’nin iktidar mücadelesinde ilerlemesini sağlayan, askeri ve bürokratik vesayete karşı mazlumun ve mağdurun diliyle konuşmasıydı... ‘Rollerin değişmekte olduğu’nu söyleyenleri haklı çıkaran gelişmeler yaşıyoruz,”[203] ifadesiyle Kemalist ulusal solcu Soner Yalçın’ın, “Partililerin ağızları kulaklarında… Partililerin gözleri gülüyor… Partiye güven geldi…Bu nedenle ‘sokağa hoş geldin CHP’ diyorum. Sokak güzeldir. Ve siz sokakta ne güzel görünüyorsunuz. Yolunuz açık olsun… Unutmayınız ki o büyük rüzgâr arkanızdadır,”[204] ifadeleri aynı kapıya çıkmaktadır.

Tıpkı Taha Akyol’un, “Görülmüştür ki, CHP büyümek istiyorsa, kalıbının dışına çıkmak, farklı kesimlere açılmak zorundadır… Umarım miting bu yönde bir dönüm noktası olur. Bu tabii CHP’nin yeni tutumunda kararlı olmasına bağlıdır”…[205]

Vedat İlbeyoğlu’nun, “Toprağın altındaki hareketlenmeyi hissetmek gerek. Adalet yürüyüşü o hareketliliğin öncü sarsıntılarından biri sadece. Güzel ipuçları barındıran bir sarsıntı...”[206]

Kılıçdaroğlu ile birlikte Ankara’dan İstanbul’a 25 gün boyunca kesintisiz yürüyen KHK mağduru akademisyen Prof. Dr. Cihangir İslâm’ın, “Bu yürüyüş, kendini ilahlaştıranlara, insanüstü ilan edenlere ve kötüye karşıdır… Yumurtanın kabuğu içinden kırıldı ve yeni bir hayat başladı. Bu bir toplumsal sözleşmedir. İtirazın çıtasını yükselttik, daha da yükselteceğiz. Adaleti hâkim kılana ve hukuk devletini inşa edene kadar”[207]…

Özgür Mumcu’nun, “Kılıçdaroğlu öncülüğündeki yürüyüş bu Karunlaşmış partinin mağdur ettiklerinin yürüyüşü. Saraylarda, lüks arabalarda, devletin bütün imkânlarını sonuna kadar arkasına alarak hükmeden AKP’nin hiçe saydığı adaleti arayanlar kızgın güneşin altında yüzlerce kilometreyi yürüyor. Bu, CHP’nin, devletin değil halkın partisi olma sürecini yaşadığını da gösteriyor”[208]…

İhsan Çaralan’ın, “Adalet yürüyüşü başarıyla tamamlandı… Yürüyüş bitti, mücadele sürecek… Mücadelenin yarattığı imkânları kullanarak...”[209]

İHD Başkanı Öztürk Türkdoğan’ın, “Ana muhalefet liderinin “Artık son çare sokağa inmek ve yürümek ve sivil itaatsizlik yapmak” dediği bir noktadayız. Cumhuriyet’i kuran partinin lideri yürüyerek adalet arıyorsa, adaleti aramak için kurulmuş bir derneğin genel başkanı olarak benim de elbette onun yanında olmam gerekiyordu. Çünkü Türkiye’deki adaletsizliği, yargının sefil durumunu en net ortaya koyan bu eylem oldu,”[210] ifadelerindeki üzere!

Oysa sınıflı bir toplumda sınıf mücadelesine ilişkin bütün kavramlar gibi, (eşitlik, özgürlük, demokrasi) adalet kavramı da sınıfsal bir içeriğe sahiptir. Bu kavramlar her sınıfın sınıf mücadelesi içindeki çıkarlarını ifade ederler. Bu yüzden de bütün sınıfların çıkarlarını ortaklaştıran bir adalet, eşitlik, özgürlük ve demokrasiden söz edilemez.

Artık herhangi bir siyasal iktidar olmanın ötesine geçen, Fatih Yaşlı’nın özlü tespitiyle “devleti fethedip toplumu fethetmekte zorlanan” bir rejime son verilmesidir.[211]

Bunun için de Fyodor Dostoyevski’nin, “Korku, yalan doğurur.” “Zorbalık karşısında duyarsız kalan bir toplum zehirlenmiş demektir”...

Theodor W. Adorno’nun, “Hakikâtin yalan, yalanın da hakikât gibi göründüğü bir dönemeçteyiz şimdi”…

Søren Kierkegaard’ın, “Ne olduğun gerçeğiyle yüzleş, çünkü seni değiştirecek olan şey odur.” “Doğru her zaman azınlıktadır”...

Karl Marx’ın, “Toplumsal reformlar; asla güçlünün zayıflığından ötürü değil, her zaman zayıfın gücünden ötürü gerçekleşir”...

Erich Fromm’un, “İnsanlık tarihinin büyük bölümünde itaat erdemle, itaatsizlik de günahla özdeş kabul edilmiştir.” “Gerçek hiç bir zaman şiddet tarafından çürütülemez,” uyarılarının unutulmaması gerekiyor!

Bu bağlamda “Adalet Yürüyüşü”nü destekleyenler elbette “demokrasiyi ve barışı” CHP’de aramakta özgürdürler. Ama bırakın işçiler kendi yolundan yürüsün; adaleti, demokrasiyi kendi eylemleriyle, mücadeleleriyle, grevleri ve yasa tanımazlıkları ile arasınlar. Güçsüzlük içerisinde gücü burjuva partililerine eklemlenmekte arayanların “gerçekçi ol imkânsızı iste!” çağrılarına sırt dönenler değiller midir?[212]

Bunun için de Komutan Yardımcısı Marcos’un, “Marksizmi tanımazsanız halkın gerçek dostlarını düşman, düşmanlarını ise dost belletirler sizlere. Kontrgerillayı kahraman, halkın gerillalarını terörist zannedersiniz. Devleti benimser, özgürlüğü reddedersiniz. Bayrağı kutsar, emeği reddedersiniz. Size anlattıkları resmi tarihe inanır, halkların mücadele geçmişini görmezsiniz. Ulus kimliğinizi sahiplenir, kardeşliği, insanlığı unutursunuz,” saptaması eşliğinde Antonio Gramsci’nin, “Ebedi masumlar hakkında sızlanmalarına öfkeli olduğum için de kayıtsızlardan nefret ediyorum. Hayatın onlara verdiği ve her gün vermeyi sürdürdüğü vazifeyi nasıl yerine getirdikleri, ne yaptıkları ve hepsinin ötesinde ne yapmadıkları konularında hesap vermelerini talep ediyorum. Acımasız olabilirim, merhametimi onlardan esirgeyebilirim, gözyaşlarımı onlarla paylaşmayabilirim. Ben taraflıyım. Yaşıyorum, benim tarafımda olanların kurduğu geleceğin toplumunun nabzının gayretkeş vicdanlarda attığını şimdiden hissediyorum. Bu toplumda toplumsal bağların yükü birkaç kişinin üzerinde değil. Bu toplumda olan bitenler şansın veya kaderin değil, yurttaşların akıllı çalışmalarının ürünü. Bu şehirde pencere kenarında oturup dışarıda mücadele eden ve kendilerini paralayan azınlığı izleyenler yok. Pusuda bekleyen, o mücadelenin tatsız meyvesinin tadını çıkarmayı uman, mücadele edenlerin ve kendini paralayanların kazanımlarını hafife alan kimse yok. Yaşıyorum. Taraflıyım. Bu yüzden iştirak etmeyenlerden nefret ediyorum. Bu yüzden kayıtsızlardan nefret ediyorum,” uyarısını emek eksenli direnme hakkımızla kullanmaktır.

Direniş, adaletsizliğe-hukuksuzluğa itiraz etmektir; emek eksenli başkaldırıdır.

 

15 Temmuz 2017 20:49:12, İstanbul.     Dip Notları için


►Devamı için-5



Bu yazı 1808 defa okunmuştur.

FACEBOOK YORUM
Yorum

YAZARIN DİĞER YAZILARI

YAZARLAR
Bizi Takip Edin :
Facebook Twitter Google Youtube RSS
ÇOK OKUNAN HABERLER
  • BUGÜN
  • BU HAFTA
  • BU AY
HABER ARŞİVİ
SON YORUMLANANLAR
  • HABERLER
  • VİDEOLAR

Web sitemize nasıl ulaştınız?


nöbetçi eczaneler
HABER ARA
YUKARI