Bugun...


Temel Demirer

facebook-paylas
İşçi Sınıfının “Bugün”ünde Sendika(lar)
Tarih: 03-09-2018 21:47:00 Güncelleme: 14-09-2018 23:39:00


“Ve işçi işçi olduğu için
ona başkası vermez özgürlüğü.
Onu kurtaracak başkaları değil,
bu iş işçinin kendi işi.”[1]

Karl Marx’ın, “Kapitalist üretimin en büyük engeli, sermayenin ta kendisidir”...

“Yoksulluğu azaltmadan zenginliği arttıran ve suç işleme bakımından, sayılardan daha hızlı artış gösteren bir toplumsal sistemin özünde çürümüş bir şeylerin olması gerekir”...

“Modern sanayinin gelişmesi, burjuvazinin ayaklarının altından bizzat ürünleri ona dayanarak ürettiği ve mülk edindiği temeli çeker alır. Şu hâlde, burjuvazinin ürettiği, her şeyden önce, kendi mezar kazıcılarıdır”...

“Emek, zenginler için harika şeyler, ama işçi için yoksulluk üretir. İşçi saraylar üretir, ama işçi için ahırlar üretir. Güzellik üretir, ama işçi için çirkinlik üretir”...

“Sorun işçinin emeğinin hakkını tam ya da yarım alması değil, emeğinin üstünde hakkı olmamasıdır,” saptamalarından hareketle; işçi sınıfının “bugün”ünde sendika(lar) meselesine; kimileri için malumun ilamı olsa da, bir şeylerin altını çizerek başlamakta yarar var.

Kapitalizm koşullarında işçi sınıfının herhangi bir meselesi, ne ve nasıl olursa olsun, ücretli kölelik (ve artı-değer) sömürüsü dışında ele alınıp, irdelenemez.

Çünkü artı-değer sömürü temelinde meta üretimi ve değişiminde ifadesini bulan kapitalist sistemde işçi(ler), üretim araçlarından yoksun bırakılmışlardır.

Yaşamlarını idame ettirebilmek için tek bir yolları vardır: Ücret karşılığı patronlara kölelik.

Diğer bir deyişe işçi pazara bir meta ile gelir: Satmak zorunda olduğu emek ya da çalışma kapasitesiyle yani işgücüyle. Patronun ondan satın aldığı şey, budur. Diğer bir deyişle işçi, metasını, yani işgücünü, ücret karşılığı patrona satar.

Kapitalistlerin kâr(lar)ı, el koydukları işçi emeğinden, üretimden doğar.

İşçiler, hammaddeyi, mamûl nesne hâline dönüştürmekle yeni bir servet var etmişler, yeni bir değer yaratmışlardır, işçiye ücret olarak ödenen ile işçinin hammaddeye kattığı değer arasındaki farka, patron el koyar.

“Kâr” dedikleri budur; işçiye ödenmeyip, el konan emektir! Yani patron işçiye (çalışması ile) yarattığı ürünün karşılığını ödemez; ücret, işçinin çalışması/yaşayabilmesi için yapılan asgari ödemedir!

Tekrarlayalım: İşçinin ücret olarak aldığı ile ürettiği metanın değeri arasındaki farka, artı-değer denirken; o, patronun el koyduğudur; kârdır. Patron, emeği satın alır ve emeğin ürününü daha yüksek bir fiyata satar; bu fark artı-değerdir; ücretli köleliktir.

Bu hep böyledir; ya da değişenler içinde değişmeyen ücretli köleliktir.

Öncesinden bugüne kapitalist üretim ilişkileri temelden değişmediği gibi, emek-değer yasası geçerliliğini yitirmediği sürece, Karl Mark’ın sınıf teorisinin temel belirleme ve tanımlarının geçerliliğini koruyacaktır.

Evet, “vatanı olmayan”[2] işçi sınıfından konuşmak; sınıfsal bir meseledir. “Sınıf” ise, kapitalizm açısından tahrip gücü yüksek bir kavramsal gerçektir.

Bu bağlamda Friedrich Engels’in, “Proleter eşitlik isteminin gerçek içeriği, sınıfların kaldırılmasıdır. Bundan öte bir eşitlik istemi, zorunlu olarak saçmadır,”[3] saptamasındaki sınıf kavramıyla tanışan, bu perspektifle düşünmeye başlayanlar, kapitalistler için tehlikeli öznelerdir. Hâl böyleyken egemenler, sınıf bilincini yok etmek için ellerinden geleni -her yöntemle- ardına koymazlar; sınıf mücadelesin her alında ve elbette sendikalarda da…

I. AYRIM: SINIFIN HÂL-İ PÜR MELALİ

Abraham Lincoln’ün bile, “Emek, sermayeye öncüldür ve ondan bağımsızdır. Sermaye ancak emeğin meyvesidir ve emek olmadan sermaye olmazdı. Emek sermayeden üstündür ve daha büyük önem arz eder,” notunu düştüğü işçi sınıfının coğrafyamızdaki hâl-i pür melali; ne yazıktır ki Grigory Petrov’un, “Baskı altında, isteksizce, tıpkı bir köle gibi ve birileri tarafından zorla yaptırılan işler ve bunun için harcanan emek ağır ve ezici bir emektir,” saptamasıyla karakterize olmaktadır.

‘Küresel Sanayi İşçileri Sendikası’ Avrupa Genel Sekreteri Luc Triangle, “Türkiye’de çok farklı kesimler baskı altında. Muhaliflere baskı artıyor. Bizim kafamızdaki soru, sıranın ne zaman sendikalara geleceği yönünde,”[4] sorusunu dillendirdiği coğrafyamızın hâline dair; Uluslararası Sendikalar Konfederasyonu’nun (ITUC), ‘Küresel İşçi Hakları İndeksi 2016’ raporuna göre, Türkiye emek düşmanı politikalar ile Belarus, Çin, Kolombiya, Kamboçya, Guatemala, Hindistan, İran, Katar ve Birleşik Arap Emirlikleri ile birlikte işçiler için en kötü 10 ülke arasındadır.[5]

Yine ITUC’un ‘Küresel Haklar Endeksi 2017’ raporunda da, Türkiye’de hakların güvence altında olmadığı, darbe girişiminin ardından 100 bin kişinin ya açığa alındığı ya da işten atıldığı ifade edildi.[6]

Bu durumda ITUC ve Avrupa Sendikalar Konfederasyonu (ETUC) temsilcilerinden oluşan heyet, 12-13 Ekim 2016 tarihinde Ankara’yı ziyaret etti. Yapılan açıklamada darbe girişimi sonrası yaşanan kitlesel ihraç ve işten çıkarmaların büyük ölçüde hukuksuz ve delilsiz olduğu vurgulanıp, “Heyet özellikle, Türk Hükümeti’nin kamu çalışanları başta olmak üzere, çalışanları çoğunlukla kanıt ve dayanağı olmaksızın veya hukukun üstünlüğü ilkesiyle örtüşmeyen bir biçimde, kitlesel olarak işten çıkarmasını endişe verici bulmaktadır,”[7] dendi.

Örneğin 21 Temmuz 2016 - 29 Nisan 2017 arasındaki OHAL döneminde toplam 104 bin 771 kamu görevlisi ihraç edildi. İhraç edilenlerin 5 bin 295’i akademisyendi. Ayrıca Maliye Bakanlığı’nın verilerine göre kamuda istihdam edilenlerin sayısı, 2016’nın ilk yarısında 3 milyon 622 bin 150 iken, OHAL şartlarının hüküm sürdüğü yılın ikinci yarısında 60 bin 611 kişi azalarak 3 milyon 561 bin 539’a düştü.[8]

Evet 15 Temmuz darbe girişimi ardından Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK) ile Türkiye Ekonomi Politikaları Araştırma Vakfı’nın (TEPAV) verilerine göre kamuda çalışan sayısı geriliyor. OHAL ve kanun hükmünde kararnamelerin de etkisiyle Haziran 2016 ile Haziran 2017 arasında 106 bin kamu çalışanı işten çıkarıldı. Haziran 2017’de kamu çalışanı sayısı Haziran 2016’ya göre yüzde 3.5’lik azalışla 2 milyon 977 bine geriledi. Mevsimsellikten arındırılmış değerlere bakıldığında Mayıs 2017’ye göre sigortalı ücretli çalışan sayısında 4 binlik azalış gerçekleşti.[9]

Bunun yanında ‘Uzun Çalışma ve Etkileri Raporu’na göre, Türkiye’deki emekçilerin yüzde 90.5’i haftalık 40 saatin üzerinde çalışıyor. OECD verilerine göre Türkiye, uzun çalışma sürelerinde üye ülke ortalamalarının fazlasıyla üzerinde. 2013’te Türkiye’de yıllık çalışma süresi 1832 saatken, aynı yıl OECD ortalaması 1765 saat... Fazla çalışanların iş kazası geçirme riski, diğerlerine kıyasla yüzde 61 daha fazla. Aşırı ve uzun çalışmaya bağlı olduğu düşünülen kalp krizi, beyin kanaması gibi ani ölümler iş cinayetleri içerisinde ortalama yüzde 10 seviyelerinde. 2016’da en az 217 emekçi kalp krizi ya da beyin kanaması geçirerek yaşamını yitirdi. 90’lardan itibaren yükselen çalışma saatleri ile ölümle sonuçlanan iş kazaları 1999-2006 döneminde yüzde 35.7 oranında artırdı.[10]

İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi (İSİG) verilerine göre, 3 yılda “güvencesiz çalışma”, “patron baskısı”, “işten atılma korkusu” gibi nedenlerle, 99 işçinin intihara sürüklendiği[11] coğrafyamızda; 2 bini işçi olmak üzere, memurlarla birlikte toplam çalışan sayısı 9 bin 600 olan Türkiye Taşkömürü Kurumu’nda 3-4 kişinin yapacağı işi 2 kişi yapıyor![12]

Soru(n) bununla da bitmiyor; işçiler taşeronlaştırma dişilileri arasında öğütülüyor.[13] Örneğin AKP iktidara geldiğinde taşeron işçi sayısı 387 bindi. 2017 Haziran’ında taşeron 750 bini kamuda olmak üzere toplamda 2 milyonu buldu. 2002’den bu yana taşeron işçi sayısı yüzde 500 arttı. Türkiye’de toplam işçi sayısı 13 milyon iken, sendikalı işçi sayısı 1.5 milyon. Türkiye’de her 10 çalışandan yalnızca biri sendikalı![14]

Ancak Başbakan Yardımcısı Veysi Kaynak’ın açıklamalarında da görülebileceği üzere bu kadar değil!

Şöyle buyuruyor Veysi Kaynak: “Suriyeliler olmasa düz işçilik yapan yok; fabrikalar durur”. Bu açıklamayı şöyle de okumak mümkün: “Çalışacak köle işçilere ihtiyaç var. İnşaat, tarım, tekstil, metal gibi vasıfsız işkollarında 10-20 TL’ye gündelikle çalışan Suriyeliler var. Dolayısıyla sesinizi kesin. Eğer siz bu rakamlara çalışmazsanız, çalışacak adam var.”

Bu, hem AKP’nin emeğe ve işçiye bakış açısını özetliyorken; Veysi Kaynak’ın sözünü ettiği düz işçiliğin yapıldığı düşük teknoloji içerikli sektörlerin ekonomimizdeki payına bakalım bir de: Katma değer payı yüzde 39.6, üretim payı yüzde 39.4 ve tesis sayısı payı ise yüzde 61.4.

Bu ülkedeki tesislerin yüzde 61’inden bahsediyoruz. Sendikanın olmadığı, her şeyin patronun iki dudağının arasında belirlendiği bir yapı! Ucuza çalışacak Suriyeli işçi, patronun çalışana karşı sopası ve istediği gibi de kullanıyor.

Dedik ya, iktidarın emeğe bakış açısı bu. Rakamlar da doğruluyor, yerli yabancı işçi demeden… Türkiye’de sadece 2016 yılında 96 göçmen işçi iş cinayetlerinde yaşamını yitirmiş; 60’ı Suriyeli![15]

Aktarmadan geçmeyelim: Birleşik Metal-İş Sendikası, Suriyeli ve Türk tekstil işçilerin durumunu araştıran bir rapor yayımladı. İstanbul’un başta Bağcılar ve Güngören olmak üzere tekstil sektörünün en yoğun olduğu ilçelere bağlı atölyelerde 604 işçiyle yapılan anket, Suriyelilerin Türk işçilerden yaklaşık yüzde 25 daha ucuza çalıştıklarını ve kayıt dışı oranının yüzde 100’e yaklaştığını ortaya koydu. ‘Suriyeli Göçmen Emeği’ başlıklı çalışma sonuçlarına göre, “Türk ve Suriyeli işçiler arasında büyük bir maaş uçurumu var. Ayrıca, ister Türk olsun ister Suriyeli, 604 çalışanın yüzde 33’ü asgari ücretin altında çalışıyor”.

“Erkek işçilerin yüzde 54’ü, Kadın işçilerin ise yüzde 32.2’si sigortalı çalıştırılırken, Suriyeli erkek işçilerin yüzde 99.6’sı kadın işçilerin ise tamamı sigortasız. Bu durum aynı zamanda erkek işçilerin yüzde 46’sının, kadın işçilerin ise yüzde 63’ünün kayıt dışı olduğunu ortaya koyuyor.”[16]

Lafı uzatmadan işçi sınıfının, coğrafyamızdaki hâl-i pür melali ilişkin belirtelim: İşçi sınıfı, AKP’nin ve emrinde olduğu sermayenin çok yönlü saldırısıyla karşı karşıyadır.

Kapitalizmin küresel ekonomik krizi derinleştikçe sermayenin işçi sınıfına yönelik saldırılarının şiddeti de o ölçüde artmaktadır. Dünya çapında işçi sınıfının ekonomik, sosyal ve siyasal haklarına saldırılmakta, işsizlik, yoksulluk çığ gibi büyümektedir. 2008 yılında kapitalizmin küresel krizi patlak verdiğinde milyonlarca işçi işten atıldı, açlık ve yoksullukla baş başa kaldı. Krizin etkilediği ülkelerden biri de Türkiye idi. Her ne kadar dönemin başbakanı Erdoğan “bu kriz bizi teğet geçecek” dese de krizin faturası örgütsüz işçi sınıfına ödetildi. 2008 krizinde yüz binlerce işçi işten çıkarıldı, ücretler düştü, taşeron işçilik daha da yaygınlaştırıldı, hayat pahalılığı arttı.

Ardından Türkiye ekonomisi hızla büyümeye başladı, inşaatlar yükseldi, sermaye kârını ikiye üçe katladı. Ancak işçi sınıfının yaşamında ekonomik büyümenin yansıması farklı şekilde cereyan etti. İş kazaları katliam düzeyine yükseldi, taşeronluk, kuralsız çalışma arttı, Soma ve Ermenek gibi işçi katliamları yaşandı. İşçi sınıfı açısından tablo bu kadar vahim iken, AKP Türkiye ekonomisinin büyümesinden dem vuruyor, kitlelere de bununla övünülmesi gerektiğinin propagandasını yapıyordu. Erdoğan’ın izlediği kamplaştırma, bölme-parçalama politikası örgütsüz işçi sınıfını öyle bir hâle getirdi ki bütün bu çelişkiler görülemez oldu. Ancak bir noktadan sonra mızrak çuvala sığmıyor. Ekonomideki kötü gidişat referandum öncesinde kendini işsizliğin artışıyla gösterdi. İşsizlik oranları yeniden 2008 yılı seviyesine ulaştı. Enflasyon çift hanelere kadar yükseldi. İşçi sınıfının en büyük sorunlarından biri olan, işçileri birer köle hâline getiren taşeronluk sistemi yaygınlaştı, kölelik büroları devreye sokuldu, sendikalılaşma yani işçi sınıfının sendikal örgütlülüğü ise çok büyük oranda geriledi, iş kazaları, iş cinayetleri hız kesmeden devam etti.

Her ne kadar AKP hükümeti işsizlikteki artışı önlemek adına göstermelik bir “istihdam” seferberliği başlattıysa da TÜİK’in açıkladığı resmi işsizlik oranı yüzde 12.7’ye; DİSK-AR araştırmalarına göre, geniş tanımlı işsizlik 7 milyon düzeyine, işsizlik oranı ise yüzde 21’e ulaşmıştır.

Genel işsiz sayısının içinde genç işsizler ve kadın işsizlerin sayısı daha da yüksektir. Genç işsizlik oranı yüzde 24, genç kadın işsizlik oranı ise yüzde 28’e yükselmiştir. Kadın işsizliği iki yılda yüzde 33 artarak 1 milyon 511 bine çıktı. Yüksek öğrenimli işsiz sayısı ise 271 bin kişi artarak 958 bine yükseldi. İşsizlikteki artışı, işsizlik sigortasına yapılan başvuru sayısından da anlayabiliriz. Örneğin 2015 yılında işsizlik sigortasına başvuranların sayısı 90 bin, 2016 yılında 123 bin, 2017’de ise 158 bindi.

İşçi sınıfının diğer bir önemli sorunu ise ücretlerin düşük olması, yapılan asgari ücret zammının ise hayat pahalılığı karşısında kısa sürede eriyip gitmesidir. Birleşik Metal-İş Sendikası Sınıf Araştırmaları Merkezi (BİSAM), ‘Enflasyon ve Hayat Pahalılığı Nisan 2017’ raporuna göre asgari ücrette yaşanan artış yüzde 7.9 iken yıllık enflasyon artışı yüzde 11.87 olarak gerçekleşti.

Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi sermayenin işçi sınıfının örgütlülüğüne vurduğu en büyük darbelerden biri taşeronluk sistemidir. Çünkü taşeronluk sistemi sendikal örgütlülüğün önüne set çekerek işçilerin bir araya gelmelerini önlemiş, kuralsız ve kölece çalışmayı işçilere dayatmıştır. Düşük ücretler, uzayan iş saatleri ve iş cinayetleri hep bu örgütsüzlüğün doğurduğu sonuçlar olmuştur. Taşeronluk arttıkça sendikal örgütlülük azalmış, iş cinayetleri artmıştır. İş cinayetleri işçi sınıfının en büyük sorunlarından biridir. Sermaye büyüdükçe işçiler de ölmeye, sakat kalmaya devam etmektedir. Özellikle AKP hükümeti döneminde büyüme oranlarına mukabil iş kazaları da katlamalı olarak arttı. Türkiye ekonomik büyüklükte 17. sıraya yükselirken, iş cinayetlerinde de Avrupa’da birinci, dünyada ise üçüncü sıraya yükseldi. Gelinen noktada ayda ortalama 150 işçi iş cinayetlerine kurban gitmektedir. 2016 yılında 1790 işçi iş cinayetlerinde yaşamını yitirmiştir.

Tekrar pahasına aktaralım: Coğrafyamız ölümlü iş kazalarında Avrupa’da ilk, dünyada 3. sırada![17]

15 yıllık AKP iktidarında 20 bini aşkın iş cinayeti yaşandı![18]

Birleşik Metal-İş Sendikası’nın hazırladığı rapora göre, Türkiye’de yaşanan iş cinayetlerinin oranı 27 Avrupa Birliği ülkesi ortalamasının 6 katı. İş cinayetlerinin dörtte üçü, meslek hastalıklarının ise neredeyse tamamı kayıt dışı![19]

AKP hükümeti döneminde 17 bini aşkın işçi iş kazasında can verdi. Yaralanan ve sakat kalanların sayısı ise daha fazladır. Örgütsüzlük işçi sınıfını öyle bir hâle getirmiştir ki bu yaşanan katliama ses çıkaramamaktadır. Ayda ortalama 150 işçinin iş cinayetine kurban gitmesi çoğu zaman gündem bile olmuyor. 2017 yılının Nisan ayına kadar 586 işçi iş cinayeti sonucu yaşamını kaybetti. İş kazalarının en yoğun olduğu sektörler inşaat ve madencilik sektörüdür. İnşaatlar yükseldikçe, inşaat şirketleri büyüdükçe işçiler can veriyor. İş kazalarının en yoğun yaşandığı inşaat sektörü aynı zamanda en fazla taşeron işçinin çalıştığı sektördür. İnşaat sektöründe meydana gelen iş cinayetleri, kuralsız, sigortasız, güvencesiz çalışma, tesadüfi değil taşeron sisteminin sonucudur. İnşaat sektöründe toplamda 2 milyona yakın işçi çalışırken, bunun 1 milyona yakını kayıtsız çalışmaktadır. Geri kalanların önemli bir bölümü de sigortalı olsalar bile taşeron sisteminde çalışmaktadırlar.

Ayda ortalama 150 işçinin iş kazalarına kurban gitmesi her iki ayda bir Soma katliamının yaşanması anlamına geliyor. İSİG Meclisinin son raporlarında maden sektöründe meydana gelen iş cinayetine dikkat çekildi. Rapora göre 14 yıllık AKP iktidarı döneminde 1571 maden işçisi iş cinayetine kurban gitti. Bilindiği gibi Erinç Yeldan’ın, “Soma cinayeti kapitalizmin kendisidir,”[20] notunu düştüğü maden işkolu da yine taşeronlaşmanın yaygın olduğu işkollarından birisidir.

İş cinayetlerinin sık yaşandığı diğer bir sektör de tersane sektörüdür. Bu sektörde çalışan 35 bin işçinin 10 bini asıl işverene bağlı çalışırken, 25 bini taşerona bağlı çalışmaktadır. Bu sektörde meydana gelen iş kazalarının yüzde 94’ü taşeron işçi çalıştıran işyerlerinde yaşanmaktadır.

İş cinayetleri ile taşeronlaştırma doğru orantılıdır. AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılında kayıtlı taşeron işçi sayısı 387 bin iken, bu sayı 14 senede 6 milyona yükselmiştir. DİSK-AR’ın taşeronlaştırma ile ilgili yaptığı çalışmada çarpıcı sonuçlar ortaya konmuştur. Taşeron işçi sayısı 2002-2007 yılları arasında yaklaşık 3 kat, 2007-2011 döneminde ise yüzde 50 oranında artış göstermiştir. Sağlık sektöründe çalışan taşeron işçi sayısındaki artış dikkat çekicidir. Sektörde 2002 yılında 11 bin 685 olan taşeron işçi sayısı AKP hükümetleri döneminde 10 kattan fazla artış göstererek 2013 yılında 131 bine yükselmiştir. Yine belediyelerin bünyesinde çalışan işçilerin önemli bir bölümü da taşeron şirketlere kaydırılmıştır.[21]

I.1) ÇOCUK(LAR), KADIN(LAR)…

Karl Marx’ın, ‘Kapital’in I. Cildi’nin dördüncü kısımda, “Makine, adale gücünü vazgeçilmez bir öğe olmaktan çıkardığı ölçüde, adaleleri zayıf, vücut gelişmesi eksik, ama eklem ve organları kıvrak işçileri çalıştıran bir araç hâlini alır. Bu nedenle de kadın ve çocuk emeği, makine kullanan kapitalist için aranan ilk şey olmuştur. Emek ve emekçinin yerini alan bu güçlü araç, çok geçmeden, yaş ve cinsiyet farkı gözetmeksizin işçi ailelerinin bütün üyelerini doğrudan doğruya sermayenin egemenliği altına sokarak; ücretli işçi sayısını artırmanın bir aracı olup çıkmıştır. Kapitalist hesabına yapılacak zorunlu iş, yalnız çocukların oyun alanlarına el atmakla kalmamış, aile çevresinde bireylerin kendileri için diledikleri gibi harcayabilecekleri zamana ve emeğe de el atmıştır,”[22] vurgusuyla betimlediği çocuk ve kadın emeği, coğrafyamızda da kapitalizmin kara tarihinin baş tanıklarındandır.

Hızla sıralayalım!

Resmi rakamlara göre 2016 itibarıyla Türkiye’de 18 yaşından küçük 101 bin 650 çocuk işçi bulunuyor ve yüzde 78 kayıt dışı…[23]

Türkiye’nin çocuk nüfusu 22.9 milyonken; işgücüne katılma oranı 15-17 yaş grubunda 20.8 düzeyinde…[24]

İSİG Meclisi’nin 12 Haziran 2017’de yayımladığı rapora göre, 2016 yılının ilk beş ayında en az 18 çocuk işçi iş cinayetlerinde yaşamını yitirdi. Üç buçuk yılda çalışırken hayatını kaybeden çocukların sayısı ise en az 194. Ölen çocukların en az yarısı tarım işçisi, yaklaşık yüzde 10’u Suriyeli’ydi…[25]

Türkiye’de sayıları 400 bini aşan çocuk mevsimlik işçilerden sadece 22 bini okula kayıtlı…[26]

Ve kadınlar!

Türkiye’de iş hayatındaki 10 kadından 3’ü tarlada. Emeğini toprakta çıkaran her 10 kadından 8’i ücretsiz, 9’u ise güvencesiz çalışıyor…[27]

Her 4 kadından 3’ü ücretsiz çalışıyor…[28]

‘Dünya Ekonomik Forumu’nun “Cinsiyet Uçurumu 2012 Raporu”nda 135 ülke arasına Türkiye 124. sıradayken;[29] kadının ekonomiye katılımında 135 ülke arasında sondan dördüncüyüz... [30]

Türkiye’de sadece 8 milyon civarında kadın iş hayatına katılıyor. Tüm işkollarındaki çalışabilir konumdaki kadınların da yine sadece yüzde 29’u istihdam ediliyor. ‘Dünya Kadınlarının Gelişimi’ raporuna göre, Türkiye’deki kadınlar erkeklerden ortalama yüzde 75 daha düşük kazanç elde ediyor; Türkiye’de bir kadın bir erkeğin maaşının yüzde 25’ini kazanıyor…[31]

TÜİK verileri 2014 itibarıyla 19.5 milyon kadının iktisadi faaliyet dışında kaldığını belgeliyor. (Aynı rakam erkekler için 7.8 milyon kişi). 19.5 milyon iktisadi faaliyet dışı kadının, 13.9 milyonu kentlerde, 5.7 milyonu kırsal kesimde yaşıyor. Kadınlarda işgücüne katılım oranı yüzde 30’un altında; istihdam oranı ise sadece yüzde 25 düzeyinde gerçekleşmekte. Yani toplam kadın nüfusunun sadece üçte birisi işgücü piyasasına katılma kararı vermiş iken, her dört kadından ancak birisi iş bulabiliyor. Bu oranlar Türkiye’yi dünyada 183 ülke arasında kadınların işgücüne katılımı açısından sondan 15. ülke konumuna sürüklüyor.

“İstihdam içinde” gözüken her üç kadından birisi aslında ücretsiz aile işçisi olarak anketlerde yer buluyor. DİSK-Araştırma Dairesi 2016 başında yayımladığı ‘Kadın İstihdamı ve Güvencesizlik’ başlıklı raporunda “kayıt dışı çalışan kadınların toplam çalışan kadınlara oranı yüzde 52 seviyesindeyken, kayıt dışı çalışan erkeklerin toplam çalışan erkeklere oranının yüzde 30 seviyesinde” olduğunu belirterek kadınların işgücü piyasalarındaki güvencesiz istihdam biçimleriyle uğradığı sömürüyü vurguluyor.

Ancak, “eğitilmiş olmak” kadınların önündeki engelleri aşmaya yetmiyor. Örneğin, yüksekokul mezunu kadınlarda işsizlik 2014 için yüzde 15.5 düzeyindeydi ve bu oran yüksekokul mezunu erkeklerin yüzde 7.6’lık işsizlik oranının iki katından fazla idi...[32]

I.2) SINIF MÜCADELESİ VE DEVLET

İşçi sınıfı; uzunca bir dönemden beri sermayenin ağır ideolojik, ekonomik ve siyasi saldırısı altındadır. Sadece siyasi olarak değil, ekonomik olarak da silahsızlandırılmıştır.

Sendikalar, devletle ve işverenlerle girdikleri girift -ve kimilerinin de kirli! - ilişkilerden dolayı önce sınıf mücadelesinden, ardından da işçi sınıfından koptular. Böylece sınıf, burjuvazinin her türlü saldırısına açık hâle geldi. Saldırılar altında sınıf dayanışması ve sınıf refleksinden uzaklaştı. Rekabet, pasifizm, itaatkârlık, bireycilik ve tarikatçılık işçi sınıfı içinde güçlü bir yer edindi. Örgütsüzlük; burjuva milliyetçiliğinin ve şövenist ideolojinin sınıf içinde kökleşmesini daha da kolaylaştırdı. Bu süre içinde işsizlik ve “esnek çalışma” işçileri birbirine düşürmenin, onlara boyun eğdirmenin etkin bir silahı olarak kullanıldı, kullanılıyor.

Yine de burjuvazi, “işçi sınıfını sermayenin nesnel bir gücü hâline getirmek için” saldırılarına ara vermeden sürdürdü. Çünkü onlar, işçi sınıfının sınıf olarak davrandığında neler yapabileceğinin farkındalar. Yani burjuvazi, işçi sınıfının bugünkü geriliğini, dağınıklığını, güçsüzlüğünü değil; harekete geçtiğinde altüst edici gizil gücünü veri olarak alıyor. Bu gücü harekete geçirecek mekanizmanın -yani krizin- işbaşında olduğunu unutmuyor; bunun içinde saldırıyor; durum bu kadar açık!

Hızla birkaç veriyi sıralayalım!

• Türkiye, Uluslararası Çalışma Örgütü’nün (ILO) “İşçi Temsilcileri Sözleşmesi”ni ihlâl ettiği gerekçesiyle komisyonda görüşülecek…[33]

• ILO’nun 10’uncu Avrupa toplantısının gündemi OHAL uygulamaları oldu. ILO Direktörü Guy Ryder, OHAL’in çalışma hayatında yol açtığı haksızlıklara dikkat çekti…[34]

• OHAL’in emeğe zararlı olduğunu belirten DİSK Başkanı Kani Beko, bu uygulamadan en büyük zararı kamu çalışanlarının gördüğünü ve ülke tarihinde eşi benzeri görülmeyen bir ihraç tablosu ile karşı karşıya kalındığını söyledi.

OHAL’in ilanı ile Meclis’in devre dışı bırakıldığının altını çizen, OHAL döneminde 26 Kanun Hükmünde Kararname’nin (KHK) yayımlandığını ve 107 yasada değişikliğin yapıldığını hatırlatan Beko, “KHK ile yapılan düzenlemelerin önemli bir bölümünün OHAL’in ilan edilme gerekçesiyle ilgisi yoktur. Kış lastiğinden Varlık Fonu’na, Rektör seçiminden grev ertelemeye kadar uzanan çeşitlilikte pek çok konuya dair düzenleme KHK’ler ile yapılmıştır” diye belirtti.

Bir yıllık OHAL döneminde 112 bin 530 kişinin kamudan ihraç edildiğini hatırlatan Beko şunları dedi: “Cumhuriyet tarihinin en büyük kamu görevlisi tasfiyesi yaşanmıştır. Kamudaki ihraç ve tasfiyeler 27 Mayıs, 12 Eylül gibi darbe dönemleriyle kıyas kabul etmeyecek kadar kapsamlıdır. 12 Eylül’de kamudan 1402 sayılı Sıkıyönetim Kanunu kapsamında 5 bin kişinin çıkarıldığı düşünülecek olursa 15 Temmuz darbe girişimi sonrası yaşanan tasfiyenin boyutları daha iyi anlaşılabilir.”

Kayyım atanan belediyelerin birçoğunun DİSK Genel-İş Sendikası’nın örgütlü olduğu belediyeler olduğunu söyleyen Beko, “Belediyelerden KHK ile ihraç edilen Genel-İş Sendikası üyesi işçilerin sayısı 506’dır. Kayyımın iş sözleşmelerini feshettiği Genel-İş üyesi işçilerin sayısı da 1456’dır. Böylece toplam 1959 Genel-İş üyesi KHK ve kayyım marifeti ile işten çıkarılmıştır. İşlerine iade edilen Genel-İş üyesi işçi sayısı 50 ile sınırlı kalmıştır. 28 Genel-İş üyesinin iş sözleşmesi ise askıya alınmıştır” diye belirtti.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın grev hakkı ile ilgili sözlerine de değinen Beko, OHAL’in çalışma hayatında ağır sonuçlara neden olduğunu söyledi. Beko, OHAL’in iş ve emek yaşamına yansıyan sorunlarını şu şekilde sıraladı:

-KHK’ler ile çok sayıda vakıf üniversitesi, hastane, vakıf, dernek, gazete, televizyon, dergi, yayınevi ve dağıtımcı kapatıldı ve malvarlıkları Hazine’ye ve Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne devredildi.

-Ancak bu işçilerin özel hukuk çerçevesindeki alacakları KHK ile kaldırıldı.

-OHAL sırasında sendikaların faaliyetlerinin tedbiren durdurulması mümkün ancak kapatma hukuka aykırı.

-12 Eylül darbesinin ardından dahi sendikalar kapatılmamış, faaliyetleri durdurulmuş ve haklarında kapatma davası açılmıştı. OHAL KHK ile sendikaların temelli kapatılmasına karar verdi.

-OHAL bahane edilerek birçok sendikal faaliyet ve işçi eylemi yasaklandı veya engellendi.

-DİSK’in, bunun yanı sıra DİSK’e bağlı, Birleşik Metal-İş, Gıda-İş, Güvenlik-Sen, Limter-İş ve Nakliyat-İş’in de aralarında olduğu sendikaların, çalışma yaşamına ilişkin konulardaki bazı basın açıklamaları ve bilgilendirme amaçlı kimi salon toplantıları engellendi.

-AKP, OHAL’e kadar olan iktidar döneminde toplam 8 grevi ertelemişken sadece bir yıllık OHAL uygulaması boyunca 5 büyük grev milli güvenlik, genel sağlık ve finansal istikrarı bozucu olduğu gerekçesiyle ertelendi/ yasaklandı.

-Yasaklanan grevler arasında Birleşik Metal-İş’in iki grevi de var…[35]

• Bu tabloda Alman Sendikalar Konfederasyonu (DGB) Başkanı Reiner Hoffmann, “Türkiye’de sendika üyesi on binlerce çalışan büyük ölçüde Kanun Hükmünde Kararnameler dayanak gösterilerek, gerekçe sunulmaksızın ve hukuki itiraz hakkı tanınmaksızın işten çıkartıldı, sosyal güvenlik sisteminin dışına itildi,” dedi…[36]

• KESK Eş Genel Başkanı Mehmet Bozgeyik de, Türkiye’de kanun hükmünde kararnamelerle 1 yılda 150 bin kamu çalışanının ihraç edildiğine dikkat çekti...[37]

• Ayrıca Meclis’te kabul edilen ‘sanayinin geliştirilmesi’ yasası, işçi haklarını geriye götürdü: TBMM’de kabul edilen Sanayinin Geliştirilmesi ve Üretimin Desteklenmesi Yasası ile “Hafta Tatili Hakkında Yasa” yürürlükten kaldırıldı...[38]

• DİSK Genel Başkanı Kani Beko’nun, TBMM yerleşkesine girmesi izne bağlı kişiler için oluşturulan “kara liste”ye alındığı ortaya çıktı…[39]

• DİSK Genel Sekreteri Arzu Çerkezoğlu, Türkiye’nin çalışma yaşamı açısından en kötü beş ülke arasında olduğunu belirterek, AKP döneminde 128 hak ihlâli yapıldığını söyledi…[40]

• Bunların yanında hükümetin ‘Torba Yasa Tasarısı’nda emekçinin ücretlerine yine tırpan çıktı. Asgari ücret düzenlemesi evli, iki çocuklu işçinin ücretini düşürdü…[41]

• İşsizlik Sigortası Fonu’na Mart 2002’den Aralık 2016’ya 8 milyon işsiz başvurdu ancak bunların sadece 5.2 milyonuna işsizlik ödeneği bağlandı. 2.8 milyon işsiz koşulları sağlamadığı için ödenekten yararlanamadı. Bu kaynaktan işsize yüzde 9.7, hükümet ve işverenlere ise yüzde 21 imkân sunuldu…[42]

• Çalışma Bakanlığı, İşsizlik Fonu’ndan 996 milyon TL harcandığına dair Sayıştay tespitini ikinci kez inkâr etti…[43]

• Düzce 1’inci Organize Sanayi Bölgesi’nde faaliyet gösteren çelik tel üretimi yapan fabrikada ile Birleşik Metal-İş Sendikası arasındaki toplu iş sözleşmesi görüşmeleri anlaşmazlıkla sonuçlandı. 41 işçi fabrika önünde grev başlattı. İşçiler, 12 Eylül 2017’de işverenin fabrikadan mal çıkardığı gerekçesiyle oturma eylemi yaptı. Jandarma müdahale etti, bir işçi yaralandı…[44]

• Paşabahçe Kırklareli Cam Fabrikası’nda fırın kapatma gerekçesiyle işten atılan ve direnişe geçen 90 işçinin, “İş, aş, adalet” talebiyle Tuzla’daki Şişecam Genel Merkezi’ne başlattığı yürüyüş devam ederken Tekirdağ Valiliği, işçilerin il sınırından içeri girmemesi için polis barikatı kurdu.[45]

• Adliye tarihine geçecek kararda Hatay 5. Asliye Ceza Mahkemesi, ustabaşının 7. kattan düşüp ölmesi sonucu müteahhidi suçlu buldu. Ancak mahkeme, yeni bilirkişi raporunun sunulması üzerine, Yargıtay’ca onanan kendi kararını bozarak yargılamanın yeniden yapılmasına karar verdi.[46]

• Soma’da, 13 Mayıs 2014 tarihinde meydana gelen maden kazasında 301 işçinin hayatını kaybetmesinden[47] 4 gün sonra cenazelerini alamadıklarını ileri sürüp, Beşyol Kavşağı’nda yolu kapatıp, eylem yaptıkları ve bu sırada geçmekte olan bir süt firmasına ait minibüse hasar verip, şoförünü darp ettikleri ileri sürülen 9 maden işçisi hakkında 6 yıl hapis istemiyle dava açıldı.[48]

• Soma faciasına ilişkin hakkında açılan davada ilk kez ifade veren sanık Alp Gürkan, “Bu olayın herhangi bir maden kazası olduğuna emin değilim,” dedi…[49]

• Soma faciası sorumlularının yargılandığı Akhisar Ağır Ceza Mahkemesi’nin talimatıyla, yeniden ifadesi alınan şirketin patronu Alp Gürkan hakkında yürütülen soruşturmada bir kez daha savcı değişikliği oldu. Böylelikle soruşturmanın 8. ayında üçüncü savcı değişti…[50]

• Soma faciasının sorumluları arasında gösterilip yargılanan TKİ Kontrol Şube Müdürlüğü’nde Başmühendis Adem Ormanoğlu ile aynı birimdeki maden mühendisi Efkan Kurt’un, Akhisar Ağır Ceza Mahkemesi’nde, duruşmada bulundukları sırada, yeni görevlere terfi ettirildikleri ortaya çıktı. Ormanoğlu, facianın yaşandığı ocağın bulunduğu bölgeden, Kurt ise Soma Kömür İşletmeleri A.Ş.’nin diğer iki maden ocağının olduğu sahadan sorumlu şube müdürü oldu...[51]

• Soma davası devam ederken ailelerin adalete olan inançları da azalıyor. Soma katliamında yakınını kaybeden Kazım Güven, Roboskî’de olduğu gibi Soma’da da suçluların cezalandırılmayacağını söyledi. İki çocuğunu kaybeden Senem Yıldırım ise işletme sahipleri konuştukça faciayı tekrar yaşadıklarına dikkat çekti…[52]

• Kömür madenlerinde kullanılan patlamayı önleyici sistemlerin, uluslararası standartlara uygun hâle getirilme süresi, 2019 yılı sonuna kadar uzatıldı…[53]

• Milletvekili Özgür Özel, “Facia kamuoyundan düştükten sonra şimdi Soma’da baskı var, şantaj var, kirli ilişkiler var, para var, tehdit var, adaletin önüne geçmek için firmanın yaptığı her şey var” deyip,[54] özel sendika ve maden şirketinin, işçilerin tazminatlarını 24 taksitte ödeme konusunda anlaştıklarını, bunun kamuoyundan gizlendiğini öne sürdü…[55]

• Soma’da atılan 2 bin 831 işçinin alacağı 1.5 yıldır ödenmedi. TKİ şirkete verdiği 182 milyon liraya ‘öncelik işçi alacaklarında’ şartı düşmediği için, işçi alacağı son sıraya indi…[56]

• Soma faciasının üzerinden 1 yıl geçmesine karşın yaralar hâlâ sarılamadı. Facianın yaşandığı Eynez Ocağı’nda yaşamını yitiren madencilerin yakınları tazminatlarını alamadı, işten çıkarılan 2 bin 831 işçinin 42 milyon liralık tazminatları da ödenmedi…[57]

• Soma’daki faciayla ilgili 8’i tutuklu 46 sanıklı davanın 17 Aralık 2015 tarihli duruşmasında mağdur olarak dinlenen Cüneyt Sualp’in, “İki yıldır işsizim. İki çocuğuma bakıyorum. Ödünç para alıp buraya, duruşmaya geldim. O yüzden şikâyetçi olmaktan vazgeçiyorum” sözleri damga vurdu. Sözleriyle salonda üzüntü yaşatan Sualp ifadesinde ayrıca, bant durduğu için bir madencinin vardiya amiri tarafından, dövüldüğünü gözleriyle gördüğünü de anlattı…[58]

• Madenlerde patronlar işçiye vermek zorunda oldukları iki asgari ücreti elden geri alıyor! Soma faciasının ardından getirilen uygulama ile maliyetlerinin yükseldiğini savunan patronlar son 1.5 yılda 4 bin işçiyi işten attı. Yol ve yemek parasını maaşın içinde gösterenler de var…[59]

• Soma katliamı mağdurları için Başbakanlık genelgesi yoluyla Başbakanlık Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı’nda (AFAD) toplanan bağış paralarının bir kısmının buharlaştığı, AFAD’ın bilgi edinme talebine verdiği yanıtla ortaya çıktı. 17 Mayıs-15 Temmuz 2014 tarihleri arasında, 46 milyon 500 bin TL’lik bağış toplandığını ve bu paranın yaşamını yitiren 301 madencinin ailelerine eşit şekilde paylaştırıldığını açıklayan AFAD, bilgi edinme başvurusuna toplanan paranın 52 milyon 516 bin TL olduğu yanıtını verdi. İki açıklama arasındaki 6 milyon TL’lik farkın AFAD tarafından nasıl kullanıldığı belirsiz…[60]

• Erdoğan’ın başbakanlığı sırasında Soma’yı ziyaretinde Başbakanlık Müşaviri Yusuf Yerkel’in tekmelediği madenci Erdal Kocabıyık “kara listeye” girdi…[61]

• Facianın ardından TV’ye çıkıp ihmalleri anlatan Nihat Çelik dokuz köyden kovulmuş, şimdi işsizlik ve dağ gibi borçla uğraşıyor. Nihat Çelik, Soma’da 301 canın yaşamını yitirdiği Eynez ocağında 8 yıldır baca ustası olarak çalışırken şimdi binlerce arkadaşıyla birlikte işsiz kalanlardan... Ancak onun öyküsünü farklı kılan, kazanın ardından CNN Türk televizyonunda canlı yayınlara çıkıp sıcağı sıcağına çalıştığı şirketin ve ocağın eksikliklerini dile getirmesi. O günden bu yana kapıların yüzüne kapandığını, borçlarının biriktiğini ve mevsimlik işlerle ailesini geçindirmeye çalıştığını söylüyor. Doğruları söylemekten pişman olmadığını yinelerken çaresizliğini ise şöyle anlatıyor: “Çok daraldığımda keşke ben de kazada ölseydim diye düşünüyorum. Çünkü ölenlerin ailelerine yüklü paralar kaldı. Eşim ise, ‘öyle düşünme sen çocuklarının başındasın. Yüzlerce çocuk sabahları babasız uyanıyor’ diyor... Ama iş dönüp dolaşıp hayatın gerçeklerine geliyor. İşsizlik, yokluk, parasızlık... Şimdilerde bazen, ‘Canlı yayına çıktım ama iyi mi yaptım kötü mü?’ diye düşündüğüm çok oluyor. (Gülümsüyor). Ama doğruları söylediğim için Allah huzurunda vicdanım rahat...”[62]

• TEM Ümraniye mevkiinde yeni yıl sabahı Karayolları Genel Müdürlüğü’ne bağlı karla mücadele ekibinden 3 işçiye çarparak ölümlerine neden olan sürücünün yargılandığı davada Cumhuriyet Savcısı karar öncesi açıkladığı mütalaasında sanığın 3 kişinin değil 1 kişinin ölümüne neden olmaktan cezalandırılmasını istedi. Olaydan sonra düzenlenen iddianamede sürücü Servet Bozkurt’un, “Bilinçli taksirle 1’den fazla kişiyi öldürme” suçundan 22 yıl 6 aya kadar hapis cezasına çarptırılması istenmişti.[63]

• Aydın’ın Söke İlçesi’nde, sendikalı oldukları için işten çıkartılan 19 işçinin fabrika önünde döktürdükleri lokmalardan yiyen 3 işçinin daha iş akdi feshedildi. Söke- Milas karayolu üzerinde faaliyet gösteren Yüksel Seramik Fabrikası’ndaki, TÜRK-İŞ’e bağlı Türkiye Çimse-İş Sendikası üyesi 19 işçi, bir süre önce işten çıkartıldı. İşten çıkartılan işçiler, fabrika önünde 4 Haziran 2017’de eylem yaptı. Eylemde, fabrikada çalışan işçilerin çalışma koşullarının kötü olduğunu, yemeklerde tatlı verilmediğini ileri süren grup, tepkilerini lokma döktürüp, dağıtarak gösterdi. Dağıtılan lokmalardan yedikleri ileri sürülen 3 kişi daha işten çıkartıldı…[64]

• Denizli’de meydana gelen olayda, Facebook’ta mesai arkadaşının dedikodusunu yaptığı ortaya çıkan işçi işten atıldı. İşçinin tazminat ve alacak davasında son sözü söyleyen Denizli İş Mahkemesi, söz konusu Facebook mesajlarının davacının iş akdinin haklı sebeple feshedildiğine hükmetti. İşçi tarafından temyiz edilen karar Yargıtay’ca onandı…[65]

• Grev yasağı olan işyerinde işçinin elindeki belli direniş biçimleri TOMA ile engellendi. Eyleme polis müdahalesi, sendikacıların gözaltına alınması ile gündeme gelen Petkim’de 22 Haziran 2017 akşamı işvereni Cumhurbaşkanı başdanışmanının temsil ettiği masada sözleşme de ne yazık ki TOMA’ların gölgesinde imzalandı…[66]

• Birleşik Metal-İş’e üye yaklaşık 2 bin 200 işçinin 20 Ocak 2017 sabahı başlattığı grevi hükümet öğlen yasakladı…[67]

• Birleşik Metal-İş üyesi 2200 metal işçisi greve çıktı.[68] 13’ü fabrika olmak üzere 26 iş yerinde başlayan grev, Bakanlar Kurulu tarafından OHAL gerekçesiyle yasaklandı…[69]

Bu veriler ışığında şimdi daha açık ve seçik konuşmak lazım! Anayasa’da yer alan grev hakkı palavradır, aldatmacadır. Türkiye’de grev hakkı fiilen yoktur. Bütün grevler hükümetin iznine bağlıdır; sendikaların hareket alanı gibi…

“Örneğin erteleme adı altında grev hakkına yeni darbeler vuruldu ve grevler yasaklandı! DİSK Birleşik Metal-İş Sendikası’nın grevleri milli güvenliği bozucu nitelikte görüldüğü için yasaklandı. Toplanmayan Bakanlar Kurulu kararları ile grevler yasaklandı. İki yıl önce de aynı gerekçeyle Birleşik Metal-İş grevleri yasaklanmıştı. Ülkede istikrar yok, ekonomide istikrar yok, ama grev yasaklarında istikrar var. İşçi sınıfının en kadim haklarından olan grev hakkı fiilen yok edildi. AKP döneminde yayımlanan grev yasaklama kararnamelerinin sayısı 10 oldu. Böylece 1980 sonrasında en çok grev erteleme/yasaklama kararnamesi yayımlanan dönem AKP’li yıllar oldu.

Resmi Gazete’de ‘Grevler 60 gün süreyle ertelendi’ diye yazıyor ama bu tamamen aldatmaca. Grevler ertelenmiyor. Yasaklanıyor. Çünkü 1983 yılından bu yana uygulanan 12 Eylül rejimine özgü ‘grev erteleme’ kavramı hileli ve aldatıcı bir kavramdır.

Yıllarca grev ertelemeleri üzerinde çalışan ve bu konuda onlarca yazı yazan biri olarak ‘milli güvenlik’ gerekçesinin hiçbir inandırıcılığının olmadığını, asıl sebebin milli güvenlik değil, ekonomik olduğunu ve işverenlerin ve işveren örgütlerinin talebiyle grevlerin ertelendiğini adım gibi biliyorum.

 ‘Milli güvenlik’ grev hakkını yok etmek için kullanılan bir örtüdür. Yoksa 2-3 bin metal işçisinin grevinin Türkiye’nin milli güvenliğini bozduğunu söylemek için insanın hayal gücünün çok geniş olması lazım. Grevler ekonomik nedenlerle erteleniyor, işverenlerin çıkarlarını korumak için erteleniyor ve sonra da milli güvenlik kılıfı geçiriliyor.

Artık rutin hâline gelen ekonomik nedenli grev yasaklamalarına milli güvenlik kılıfı geçirme uygulaması, 2015 yılında Anayasa Mahkemesi (AYM) tarafından da saptanmış ve bu uygulamanın hak ihlâli olduğuna karar verilmişti.”[70]

Ancak Lev Tolstoy’un, “Ekmek pahalı, emek ise ucuzdu,” betimlemesiyle uyumlu tabloda bunlara aldıran yok!

 

II. AYRIM: SENDİKALAR VE İŞLEVİ

 

Şimdi burada durup, sendikalar ve işlevleri konusunda bir parantez açmak gerekiyor.

Bilindiği üzere XVIII. yüzyılın sonlarından itibaren hızla büyüyen işçi sınıfı, zaman içinde sınıf kardeşleriyle birleşerek örgütlenmeye başlamış, önceleri patronlara karşı birleşmiş, sonrasında patronların çıkarlarını koruyan kapitalist sisteme karşı sendikalar kurmaya başlamıştır.

XVIII. yüzyılın sonlarında Avrupa’da yaşanan köklü değişimler; biri İngiltere’de, diğeri Fransa’da birbiriyle sıkı ilişkili iki önemli olay olan sanayi devrimi ve Fransız devriminin getirdiği ekonomik, toplumsal ve politik değişimlerle sınıf mücadelesindeki yeni dönemin başlangıcı olmuştur. Sanayi devrimi, teknolojinin üretimde kullanılmasıyla ortaya çıkan ekonomik devrimle İngiltere’de başlamış ve Fransa’daki siyasal devrimle bütünleşmiştir. Burjuvazi önce sanayi devrimi, ardından Fransız devrimi ile ekonomik ve siyasal olarak güçlendikçe, geçmişte kendisiyle birlikte hareket eden işçi ve köylüleri dışlamış, bir anlamda, sonrasında sınıf mücadelelerinin içeriği ve şiddetini belirleyecek ilk adımları kendisi atmıştır.

XVIII. yüzyılın son çeyreği ve XIX. yüzyılın ilk yarısında işçiler, patronların büyük baskısı ve cezalandırma uygulamaları altında çalıştırılmıştır. Fabrika sisteminin ilk ortaya çıktığı zamanda fiziksel güçleri nedeniyle ve uzun süre çalışmaya uygun oldukları için önce sadece erkek işçiler fabrikalarda istihdam edilmiş, işçilerin birbiriyle rekabeti sonucunda ücretlerin sürekli olarak düşmesinin kaçınılmaz sonucu olarak zaman içinde kadın ve çocuklar da fabrika yaşamına katılmak zorunda kalmışlardır. Bu dönemde sayıları hızla artan yüz binlerce işçi, üretim araçlarının mülkiyetini elinde bulunduran kapitalistler tarafından acımasızca sömürülmüş, pek çoğu toplama kamplarından farksız olan fabrikalarda kölelik koşullarında çalışmışlardır. Eski zanaatkârlar ve evde iş yapanlar için fabrikalarda çalışmak çok zor olmuş, işçiler için fabrikada çalışmak, kışlaya ya da hapishaneye girmekle eşdeğer anlam kazanmıştır.

İşçi sınıfının içinde bulunduğu yoksulluk koşulları özellikle İngiltere ve Fransa’da XIX. yüzyılın başlarında kendisini acımasızca göstermiştir. Bu dönemde tek tek fabrikalarda birbirinden kopuk çok sayıda grev ve direniş yaşanmıştır. Bu durum, o döneme kadar kendinden son derece emin olan kapitalistlerin geleceklerinden endişelenmesine yol açmıştır. İşçi sınıfı, grev ve direnişlerin de etkisiyle 1800’lü yıllardan itibaren örgütlenme özgürlüğü isteyerek harekete geçmeye başlamış ilk örgütlü işçi hareketleri işçilerin kendilerini yoksulluğa ve sefalete iten kapitalist sömürü koşullarına karşı gösterilen tepkiler şeklinde olmuştur.

İşçilerin burjuvaziye karşı ilk kitlesel tepkisi, yaşanan yoksulluk ve sefaletin de etkisiyle çoğunlukla şiddet ve suç işlemek biçimindedir. Friedrich Engels, bu döneme ilişkin olarak “İşçi, bütün halk içinde çile çekenin niçin yalnız kendisi olduğunu kavrayacak nitelikte değildi… Sonunda ihtiyaçlar, mülkiyetin kutsallığına beslediği köklü saygıya üstün geldi ve hırsızlığa başladı,”[71] ifadesini kullanmıştır.

İşçi sınıfının gerçek sınıf düşmanlarını tanıması ve ona karşı kitlesel mücadeleyi öğrenmesi kolay olmamıştır. Örneğin işçilerin bilinen ilk makine kırma eylemi 1758 yılında İngiltere’de mekanik yün biçme makinesine karşı yapılmış olsa da, en yaygın makine kırma eylemleri İngiltere ve Fransa başta olmak üzere Avrupa’da 1811-1813 yılları arasında gerçekleşmiştir. Luddite hareketi (makine kırıcılığı) olarak da bilinen bu eylemler, işçilerin burjuvaziye karşı daha önce yürüttüğü dağınık ve amaçsız mücadeleye yeni boyutlar kazandırmıştır.

İşçi sınıfının mücadele tarihinde önemli bir yere sahip olan makine kırıcılığı hareketi, o dönem işçi hareketi ve sendikaların radikal bir içerikte şekillenmesinde etkili olurken, son derece disiplinli ve etkili bir hareket olarak ortaya çıkmıştır. Makine kırıcı işçiler başlarda içinde bulundukları koşulların da etkisiyle, mücadelelerini nasıl bir düşmana karşı verdiklerinin bilincinde olmamışlardır.

Bu dönemde İngiltere’de sendikalar militan ve mücadeleci bir karakter kazanmış, işçilerin mücadelesinin daha da şiddetlenmesinden korkan burjuvazi sendikal örgütlenmeyi yasaklayan Birleşme Yasalarını 1824 yılında yürürlükten kaldırmak zorunda kalmıştır. Karl Marx İngiltere’de sendika kurma yasağının kaldırılmasının işçi hareketi ve sendikalar açısından önemini şu cümlelerle ifade etmiştir; “(Kapitalistlerin) işçilere kıyasla sayıca az olmaları, ayrı bir sınıf oluşturmaları ve aralarındaki sürekli sosyal ve ticari ilişkiler onları ayakta tutar. (…) Buna karşılık işçiler ta başından itibaren, sıkı kurallarla biçimlenen ve yetkilerini görevlilere ve komitelere devredebilen güçlü bir örgüte mutlaka gerek duyarlar. 1824 Kanunu bu örgütleri tanıdı. Bu tarihten itibaren emek İngiltere’de bir güç hâline geldi.”[72]

Yasağın kalkmasının ardından giderek güçlenen sendikalar bir taraftan yeni üyeler kazanarak büyürken, öte yandan da üyelerinin katılımıyla patronlara karşı mücadele yollarını aramaya başlamışlar, görüşlerini yaymak için bildiriler ve işçi gazeteleri çıkarmışlardır. İşçilerin daha çok çalışma koşulları ve ücretlerle sınırlı olan mücadelesi zaman içinde daha da genişlemiş, demokratik-siyasal talepleri de kapsar hâle gelmiştir.

Friedrich Engels’in, sendikaların henüz bilinen anlamıyla kitlesel sınıf örgütleri olarak yaygınlaşmadığı bir dönemde kaleme aldığı İngiltere’de ‘Emekçi Sınıfın Durumu’ (1845) başlıklı yapıtı işçi örgütleri olarak sendikalar ile ilgili olarak şu tespit dikkat çekicidir: “Sendikalar, burjuvazinin üstünlüğünün tamamen, işçiler arasındaki rekabete dayandırıldığı gerçeğinin yani işçiler arasındaki bütünlük eksikliğinin itirafı demektir. Ve sendikalar kendilerini, tam da şimdiki toplumsal düzenin can damarlarına yönelttikleri için, ne kadar tek yanlı ve ne kadar dar bir çerçevede olsa da, bu toplumsal düzen için büyük bir tehlikedirler.”[73]

İlk ortaya çıktığı dar biçimleriyle dahi sendikalar, kapitalist sınıfın büyük öfkesini çekmiştir. Sendikalar işçi sınıfının kitlesel sınıf örgütleri hâline geldikçe, o zamana kadar işçi sınıfını ezme, acımasızca sömürme işini kazanılmış bir hak olarak gören patronlar, işçilerin sendikalarda birleşerek hakları için mücadele etmeye başlamaları ile birlikte başka çözümlere yönelmeye başlamışlardır.

Modern işçi sınıfı tarihi açısından baktığımızda ilk işçi hareketleri ve buna paralel olarak ortaya çıkan sendikalar, işçilerin çalışma ve yaşam koşullarından kaynaklı olarak ortak dayanışma duygusunun gelişmesini sağlamış, işçilerin kendi aralarındaki rekabete son vererek patronlara karşı ortak çıkarları çerçevesinde birleşmelerini sağlamıştır.

Karl Marx bu durumun etkisini ‘Felsefenin Sefaleti’nde şöyle açıklar: “Ekonomik koşullar ülkenin halk yığınını ilkin işçi hâline getirir. Sermayenin dayanışması, bu yığın için ortak bir durum, ortak çıkarlar yaratmıştır. Bu yığın, böylece, daha şimdiden sermaye karşısında bir sınıftır, ama henüz kendisi için değil. Ancak birkaç evresini belirtmiş bulunduğumuz bu savaşım içinde bu yığın birleşir ve kendisini kendisi için bir sınıf olarak oluşturur. Savunduğu çıkarlar sınıf çıkarları olur.”[74]

Sendikaların işçi sınıfının çıkarları doğrultusunda işçileri birleştiren sınıf örgütleri hâline gelmesi sürecinde en belirleyici dönem I. Enternasyonal dönemi ve sonrasında yaşananlar olmuştur.

Sendikalar, ilk oluşmaya başladığı yıllardan itibaren sosyalist düşüncelerden etkilenmiş ve sosyalizmin etkisine açık bir şekilde gelişmiştir. Örneğin 1848 yılında Karl Marx ve Friedrich Engels tarafından yayımlanan ‘Komünist Parti Manifestosu’, Çartizm’in 1848’den önceki önemli isimleriyle işbirliği içinde yayımlanmıştır. ‘Komünist Manifesto’da Çartizm, gerçek bir siyasal işçi hareketinin ilk örneği olarak ifade edilmiş ve işçi sınıfının siyasal mücadelesine örnek olarak gösterilmiştir.

1864 yılında İngiltere’de toplanan I. Enternasyonal (1864-1876) sosyalist düşünce ile işçi hareketi ve sendikaların buluşması açısından önemli ve tarihi bir gelişme olmuştur. O dönem etkili olan İngiliz ve Fransız sendikalarının yoğun çabalarıyla I. Enternasyonal’in kurulması, işçi sınıfı hareketi, sendikalar ve sınıf sendikacılığı fikrinin oluşması açısından dönüm noktasını oluşturmaktadır.

I. Enternasyonal, 1866 Cenevre Kongresi’nde 8 saatlik işgünü çağrısı yaparken, her meslek ve işkolunda işçiler arasında erkek-kadın, vasıflı-vasıfsız ayrımı yapmadan bütün işçilerin örgütlenmesi ve ülke çapında sendikal örgütlerin kurulması çağrısı yapmıştır. Buradaki amaç, sendikaları sadece ekonomik mücadele aracı olmaktan çıkarmak, doğrudan sınıf mücadelesi saflarına çekmektir.

Makalenin devamı içn Tıklayınız



Bu yazı 7613 defa okunmuştur.

FACEBOOK YORUM
Yorum

YAZARIN DİĞER YAZILARI

YAZARLAR
Bizi Takip Edin :
Facebook Twitter Google Youtube RSS
ÇOK OKUNAN HABERLER
  • BUGÜN
  • BU HAFTA
  • BU AY
HABER ARŞİVİ
SON YORUMLANANLAR
  • HABERLER
  • VİDEOLAR

Web sitemize nasıl ulaştınız?


nöbetçi eczaneler
HABER ARA
YUKARI