Bugun...


Temel Demirer

facebook-paylas
Ölümsüzlük Bağlamlı Kızıl dere(miz)
Tarih: 03-05-2019 23:49:00 Güncelleme: 04-05-2019 00:08:00


Ölümsüzlük Bağlamlı Kızıl dere(miz)[1]

 

“Uçurtmalar rüzgâr gücü

ile değil, o güce karşı

koydukları için yükselirler.[2]

 

Bertolt Brecht’in, “Ondan beridir ki, umudu var dünyanın,” tümcesi…

Ya da Behçet Necatigil’in, “Ya ümitsizsiniz./ Ya da ümit sizsiniz./ Ya çaresizsiniz./ Ya da çare sizsiniz,” dizeleri…

Veya Immanuel Kant’ın, “İnsanlar ışığı görmez, ışıkla görür,” saptaması bana hep 30 Mart 1972’nin Kızıldere’si anımsatır…

“Yaşattıklarınla anılırsın,” demesi -elbette- boşuna değildir Lev Tolstoy’un; herkesin öldüğü; ama herkesin gerçekten yaşa(ya)madığı yerküremizde!

“Saf” bir kuşaktı On’lar; “Ama”sız, “Fakat”sız devrimciydiler çünkü…

* * * * *

“Yasaklamak yasaktır!”…  “Gerçekçi ol, olanaksızı iste!”…  “Tüm iktidar hayal gücüne!” diye haykıran 68 Baharı’nın rüzgârlarınınb ortaya çıkardığı devrimci gerçeğin, üzerinden yıllar geçtiği hâlde, bugünün devrimci kuşakları içinde de varlığını sürdürmesi karşılıksız değildir.

68’i takiben, toprak ve fabrika işgalleri, 15-16 Haziran ve “emperyalizmi ülkelerinden kovmak için” üniversiteden dağlara çıkan devrimci genç insanların coşkulu mücadeleleri hiç unutulmadı.

Kolay mı? Çürüyen sistemin yıkılıp, yerine yaşanılası, yeni bir dünya kurulabileceği bilinci tarihin kayıt altına aldığı bir dönemeçti; 68 baharı, yükselen sınıf mücadelesi ve gençlik hareketi üçgeni…

O kesitte Türkiye’deki gençlik hareketinin tüm önderleri, Türkiye İşçi Partisi (TİP) üyesiydi. Deniz Gezmiş, TİP Üsküdar İlçe Teşkilâtı’na üyeydi ve yönetim organında sekreterdi. İbrahim Kaypakkaya, Mahir Çayan, Sinan Cemgil, Hüseyin İnan da TİP üyesiydiler. Ne var ki TİP, dünyanın dört bir tarafındaki benzerlerinin de gösterdiği reformist tutumlarla; öğrenci gençliğin militan hareketini, grevci işçilerin, topraksız köylülerin eylemliliklerini kendi parlamenter çizgisine uygun bulmuyordu ve eylemci kitlelerin kendisinden kopuşunun zeminini hazırlıyordu.

Gençler mücadelelerinde giderek TİP’i yanlarında bulamaz oldular. TİP parlamenter mücadeleyle her şeyin değişebileceği yaklaşımını programının ve pratiğinin merkezine koymuştu. TİP, gençleri bu çizgide tutmaya ve radikalleşme eğilimlerini bastırmaya çalışıyordu. Bu durumun en tipik görüntülerinden biri de, 6. Filo’ya karşı öğrenci gençliğin düzenlediği gösterilerde yaşandı. O dönemin eylemci öğrencilerinin anlatıları, TİP’in tutumunu açıkça ortaya sermektedir:

Dolmabahçe direnişi sırasında Taksim’de miting vardı. Taksim’deki mitingden sonra, DÖB (Devrimci Öğrenci Birliği, İstanbul’da DÖB’ün Başkanı Deniz Gezmiş’ti), kitleyi Dolmabahçe’deki 6. Filonun erlerinin karaya çıktıkları yere götürmeye çalışıyordu. FKF’li ve TİP’li arkadaşlar da barikat kurdular. Olayların tırmanmasını önlemek için, sertleşmesini önlemek için barikatlar kurdular. Önce o barikatlar yıkılarak kitleyle birlikte Dolmabahçe’ye inildi ve Amerikan askerlerinden yakalanabilenler denize atıldı…[3]

Bu gelişmeler temelinde devrimci gençler, parlamenter çizgisiyle TİP’in, gençliğin devrimci eylemliliğinin önünde bir engel oluşturduğunu düşünmeye başladılar. TİP, emperyalistlere karşı olduğunu söylüyordu ama mücadeleyi parlamentonun ve legalizmin sınırları içine hapsetmeye çalışıyordu. Kendi reformist çizgisine aykırı her türlü devrimci eylemliliği de TİP’ten uzaklaştırmaya çalışıyordu. O dönemde radikalleşmeye başlayan gençlik hareketi, TİP’in düşüncelerini teorik olarak eleştirmekten çok, pratikte TİP’ten ve onun gösterdiği yoldan kopmaya başladı. TİP’in devrimci atılımı, devrimci coşkuyu kucaklayabilecek bir parti olmayışı, gençlik önderlerini ister istemez başka arayışlara zorladı.

Dünyanın dört bir yanında yaşanan ulusal kurtuluş hareketleri, özellikle Çin ama en çok da Küba devrimi olgusu, gerilla ve silahlı mücadele çizgisini bir cazibe merkezi hâline getirerek devrimci gençleri giderek daha büyük boyutlarda etkilemeye başladı. Özellikle Vietnam’ın kurtuluş hareketi ve Filistin halkının kurtuluş mücadelesi de Türkiye’deki devrimci hareket üzerinde derin izler bıraktı. Vietnam’ın ABD emperyalizminin muazzam askeri gücüne karşı gösterdiği kararlı silahlı direniş, ABD’nin yenilebileceği inancını öylesine pekiştirmişti.

Tüm bu etkenler ve egemen sınıfların yükselen toplumsal hareketlenmelerden duyduğu endişeler, baskıların artmasını beraberinde getirdi. Gerici faşizan saldırıların yoğunlaşması ve 15-16 Haziran büyük işçi direnişinin ardından İstanbul’da sıkıyönetim uygulanması, Türkiye’de burjuva rejimin giderek daha fazla zora dayalı bir biçim alacağının ipuçlarını veriyordu. TİP’ten umudunu keserek yeni arayışlara yönelen devrimci gençliğin büyük bir kesimi ise, silahlı mücadeleye hazırlanıyordu. Sinan Cemgil, Hüseyin İnan ve Deniz Gezmiş’in başını çektikleri çekirdek, Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu’nu (THKO); Mahir Çayan, Ulaş Bardakçı ve Hüseyin Cevahir’in başını çektiği çekirdek ise Türkiye Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi’ni (THKP-C) kurmuştu. İbrahim Kaypakkaya ise 12 Mart askeri darbesi sonrasında “kır gerillacılığını” savunarak TKP/ML’yi kuracaktı. Böylelikle, ‘68 üniversite gençliği hareketinin liderleri, hızla, kurdukları silahlı-politik örgütlerin liderleri hâline gelmişlerdi…

Onlar düşüncelerinin arkasında durdular ve ölümleri pahasına düşmanla dövüştüler.

Hızla gelişen bir süreçte, önce Nurhak dağlarında gerilla mücadelesine başlayan THKO militanlarından Sinan Cemgil, Kadir Manga ve Alpaslan Özdoğan kontrgerilla subaylarının başında bulunduğu bir birlik tarafından öldürüldü. Ardından onlara katılmaya giden Deniz Gezmiş ve Yusuf Aslan Şarkışla’da, Hüseyin İnan ise Sarız’da yakalandı.

Artık 12 Mart’ın faşizan yarı askeri diktatörlüğü rejimin iplerini eline almış ve tüm ülkede bir “cadı avı” başlatılmıştı. Bu dönemde binlerce devrimci hapislere atıldı, işkencelerden geçirildi ve en önde gelenleri kontrgerilla operasyonlarıyla katledildi. Yakalananlardan Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan ise idama mahkûm edildiler. Bunun üzerine tüm devrimciler onları kurtarmak için seferber oldular. Ancak binlerce devrimci “içerde” idi ve bu yüzden dışarıda kalabilenlerin olanakları son derece sınırlıydı. Devrimcilerin sarf ettikleri son çabalar da ne yazık ki fayda etmedi. Onları kurtarmak için uğraşan Mahir Çayan da dahil THKP-C’nin önder kadroları Kızıldere’de yine bir kontrgerilla harekâtıyla 30 Mart 1972’de katledildiler.[4]

* * * * *

Bu bir karşı-devrim süreciydi!

Ya da “9 Ekim 1971’de 15 genç devrimcinin THKO davasında idama mahkûm edilmesiyle başlayıp 6 Mayıs 1972’de Deniz Gezmiş, Yusuf Arslan ve Hüseyin İnan’ın idam edilmesiyle noktalanan yedi aylık süre, Türkiye sosyal ve siyasal mücadeleler tarihinde en acılı, ama acılı olduğu kadar da devrimci özverinin ve yiğitliğin en çarpıcı örneklerinin verildiği dönemlerden biriydi.

15-16 Haziran 1970 işçi direnişi karşısında ilk kez açıkça burjuvazinin yanında yer alan, Mayıs 1971 kitlesel tutuklamalarıyla sınıfsal tavrını daha da netleştiren Ordu, özellikle 30 Kasım 1971’de Mahir Çayan, Ulaş Bardakçı, Ziya Yılmaz, Cihan Alptekin ve Ömer Ayna’nın askeri hapishaneden kaçmasından sonra insan avına, işkenceye ve hukuk dışı yargılamalara daha da hız veriyor.

30 Mart 1972 Kızıldere katliamı bu hunharlığın doruk noktası…

Otuz yedi gün sonra Meclis çoğunluğu, üç gencin idam sehpasına gönderilmesini onaylayarak bu hunharlığa sahip çıkıyor, ordunun cürmüne resmen ortak oluyor… Son mesajında ‘Yaşasın Türk ve Kürt halklarının kardeşliği’ diye haykıran Deniz’le Yusuf ve Hüseyin 6 Mayıs 1972’de idam sehpasında katlediliyor.

Ve de zindanda dört ay işkenceye tabi tutulduktan sonra 18 Mayıs 1973’te katledilen İbrahim Kaypakkaya da onlar gibi ölümsüzleşiyor…”[5]

Evet, karşı-devrimci bir Gladyo harekâtıydı olanlar ve hunharlığın doruk noktası olarak Kızıldere![6]

Kenan Evren yıllar sonra yayımlanan hatıralarında Kızıldere harekatının Özel Harp Dairesi tarafından yapıldığını yazmıştı. Bunun terminolojideki bilinen karşılığı kontr-gerilla. MİT, Jandarma, hatta kontr-gerilla tamam da… CIA ajanlarının Kızıldere’de ne işlerinin olduğu, ne zaman ülkeye geldikleri, nasıl geldikleri, hangi kimliklerle ülkeye giriş yaptıkları, kimlerle görüşüp istişarelerde bulundukları, nasıl çekip gittikleri, Kızıldere olayındaki rol ve fonksiyonları bir sır olarak durmaktaydı.[7]

* * * * *

12 Mart 1971 muhtırasının ardından yakalanan Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın idam edilmesini engellemek isteyen THKP-C ve THKO militanları Ünye’deki NATO Radar Üssü’nde görevli iki İngiliz ve biri Kanadalı üç teknisyeni kaçırdı.

Ardından da, “Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı, Parlamentosu, ve Hükümetine” başlığını taşıyan 25 Mart 1972 tarihli bildiri ile eylemciler isteklerini şu şekilde sıralayarak dünya ve Türkiye kamuoyuna ilan ederler: 1- İnfazlar derhâl durdurulacak, 2- Hiçbir yurtsever ve devrimci asılmayacaktır. 3- En çok kırk sekiz saat içerisinde bu konuda Türkiye radyolarından infazların durdurulduğu hakkında yayın yapılması şarttır.[8]

Eylemi, Türkiye Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi (THKP-C) kurucularından Mahir Çayan, Dev-Genç Genel Başkanı Ertuğrul Kürkçü, Dev-Genç Merkez Yürütme Kurulu üyesi Hüdai Arıkan, Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu (THKO) militanı Cihan Alptekin, Fatsalı şoför Nihat Yılmaz, Fatsalı öğretmen Ertan Saruhan, Ünyeli çiftçi Ahmet Atasoy, Dev-Genç Genel Sekreteri Sinan Kazım Özüdoğru, Siyasal Bilgiler Fakültesi Öğrenci Derneği Yönetim Kurulu üyesi Sabahattin Kurt, THKO militanı Ömer Ayna ve “Hava Kuvvetleri Proleter Devrimci Örgütü”nün kurucusu üsteğmen Saffet Alp gerçekleştirdi.

Grup, kendilerini Tokat’ın Niksar ilçesindeki Kızıldere köyünde bekleyen Sinan Kazım Özüdoğru, Sabahattin Kurt, Ömer Ayna ve Saffet Alp ile buluştu. 11 devrimci ve üç rehine köyün muhtarının evinde gizlendi.

Devlet güçleri 30 Mart sabahı gençlerin ve rehinelerin bulunduğu evi kuşattı.

Ankara Merkez Komutanlığı’ndan Tümgeneral Tevfik Türün tarafından yönetilen operasyonda, helikopterler ve ağır silahlar kullanıldı.

Evde kuşatılan grubun lideri Mahir Çayan çatıya çıkıp güvenlik güçlerine seslenerek teslim olmayacaklarını söyledi. Bu sırada makineli tüfeklerle eve ateş açıldı ve Mahir Çayan başına isabet eden bir mermiyle hayatını kaybetti.

Çatıya açılan ateşin ardından güvenlik güçleri eve ağır makineli silahlar, havan topları ve roketatarlarla saldırdı. Saldırı sona erdiğinde delik deşik olan evdeki on devrimci ve üç rehinenin hayatını kaybettiği anlaşıldı.

Devrimcilerden bazılarının canlı yakalandıktan sonra kurşuna dizildi; yaralı Saffet Alp’in alnına ateş edildi. Dev-Genç Başkanı Ertuğrul Kürkçü ise iki gün sonra roket atarın çökerttiği sahanlığın altında yapılan arama sırasında yaralı olarak bulundu.

* * * * *

Kızıldere bir katliamdı. “Katliam” diye tabir edilmesinin sebebi evin yüzlerce komando tarafından sarılıp havan topu ve roketatarlarla dövülmesidir. 

Hiram Abbas’ın bizzat planladığı ve uygulattığı katliamın boyutları; 31 Mart 1972 gününe ait görüntülerin Associated Press (AP) tarafından yayınlanmasıyla ortaya çıktı: Köy evinin korunaksızlığını, kerpiç duvarların delik deşik hâli...

“Koskoca ordu, 11 insanı, bir köy evinde kıstırınca ateş açmadan bekleyip sağ yakalamaz mıydı?

Bunu denemediler bile... İngiliz rehineleri de gözden çıkararak, büyük askeri güçle ve hınçla yaylım ateşi açıp hepsini katlettiler. Can çekişenleri kurşuna dizdiler.

Onların kurtarmaya çalıştığı 3 genci de hemen ipe çektiler. Bir yanda 20’li yaşlarının ortalarında ‘Ülkemiz emperyalizme teslim olmasın’ diye bayrak açan bir avuç genç...

Öte yanda onları yok etmeye çalışan devasa bir devlet mekanizması... Kimin şiddetini suçlamalı?”[9] diye sorar Can Dündar, “şiddet” sakızını çiğneyenlere!

Bir şey daha: Türkiye’nin karanlık tarihinde yaşanan pek çok olayda ismi geçen MİT Kontr-terör Dairesi eski Başkanı Mehmet Eymür, 30 Mart 1972’de Kızıldere’de gerçekleştirdikleri katliamla ilgili olarak, “Orada herkesin öldüğünü zannediyorduk ve çok yorgunduk” dedi ve ekledi: “Ertuğrul Kürkçü’yle, Mahir Çayan’la konuştuk. Hatta bize ‘Sam Amca’nın Çocukları’ dediler. Karşılıklı atıştık. Bildiğim kadarıyla Mahir Çayan çok sert çıktı belki teslim olurlardı.”

Bu açıklamalar üzerine Ertuğrul Kürkçü şu yanıtı verdi: “Beni ve Mahir’i öldürmeye kalkışmasalardı ve ardından makineli tüfek atışlarıyla evi tarayarak çatışmayı başlatıp bu ölümlere yol açmasalardı, evet; belki uzlaşma olabilirdi. Çünkü iş küfürden değil silahtan çıktı”![10]

* * * * *

Kızıldere Katliamı, 68 kuşağının liderlerini sorgulamaya, işkenceye tabi tutmaya asmaya, başlayan devletin ağır bir darbesiydi.

Kızıldere’deki köylüler dönemin başbakanı Nihat Erim’in “Yakın o köyü, bir köy eksik kalsın, ne çıkar!” dediğini söylüyorlar. Nihat Erim’in böyle bir cümle sarf ettiğinin kanıtlanabilirliği az da olsa, katliama baktığımızda yegâne belgeyi görüyoruz: Bir evin nasıl kan gölüne çevrildiğini, duvarlarının nasıl delik deşik edildiğini hepimiz biliyoruz...

“Derin (denilen) Devlet” harekâtı olarak tarihe geçen ve hâlâ karanlıkta kalan yanlarının olduğu katliamda kimse ceza almamıştır. Bilakis, ilk kurşunu sıkan jandarma teğmeni Mustafa İlerisoy operasyondaki başarısından ötürü takdirname almıştır. Birkaç ay sonra da üsteğmenliğe terfi ettirilmiştir. 

Baş sorumlulardan biri, 12 Mart darbesinden sonra İstanbul sıkıyönetim komutanı olarak atanan Faik Türün’dü. Ziverbey köşkü’nde de başrol oynayan Türün, bu operasyona da özel olarak hazırladığı ekibi yollayarak etkisini gösterdi. Üstelik çok umursamazdı da. Ziverbey köşkü için; “Kadıköy’deki köşkü, kontrgerilla örgütüne özel olarak hazırlattım,” diyecek kadar pişkin, “Ne yaptıysak vatan için yaptık” diyecek kadar da haklı görüyordu kendini!

* * * * *

Egemenlerin nafile şiddetine rağmen; Mahir Çayan ile, “Erleri geri çekin rütbeliler gelsin!” diye haykıran On’lar ölümsüzdür.

Kontr-gerilla güçleri tarafından gerçekleştirilen ve 10 komünistin ölümü ile sonuçlanan bu katliam; devrimci dayanışmanın tarihe kazıdığı onurlu bir referanstır. 

Tarihe düşülen bu çentik; “ölümün kutsanması” falan değil, bir devrim tarihi (mirası) yazmak sorumluluğunu tereddütsüz üstlenmenin en mütevazı hâlidir. 

Ne gösteriş, ne de ucuz kahramanlıktır! O, “Devrim yapılmaz devrim olunur” gerçeğinin tarihe kaydedilmesidir.

Mahir Çayan’dı, Sinan Kazım Özüdoğru’ydu, Hüdai Arıkan’dı, Ertan Saruhan’dı, Saffet Alp’ti, Sabahattin Kurt’tu, Nihat Yılmaz’dı, Ahmet Atasoy’du, Cihan Alptekin’di, Ömer Ayna’ydı -dövüşerek ölüp, güneşe gömülen- On’lar…

Müthiş bir hayatı soluk soluğa yaşayan/ yaşatan[11] On’ların Kızıldere’si son değildi; savaş sürüyordu.

Bu hâliyle Kızıldere manifestosu kör karanlığa ışık tutmaya, yolu(muzu) aydınlatmaya devam ediyor. Çünkü Mahir Çayan gibi, “Devrim yolu engebelidir, dolambaçlıdır, sarptır... Kurtuluş bayrağı, bu yolu tırmanan gerillaların birbirine iletmesi ile oligarşinin burcuna dikilecektir,” diyen On’ların sınıf bilinci, devrim hedefi, cüreti vardı.

Kimse inkâr edemez: On’lar, bir kopuşun temsilcisiydiler. Bu, iktidar iddiası taşımayan reformizm ve revizyonizmden; parlamentarizmden kopuştu.

Kurtuluşun devrimden, devrim yolunun da anti-emperyalist anti-kapitalist savaştan geçtiğinden emindiler; Cüretleri, kararlılıkları, devrime bağlılıkları böylesi bir bilinçten kaynaklanıyordu.

Kızıldere’yi yıllarca, “intihar”la, “maceracılık”la, “çaresizlik”le “suçlama”ya çalışanların kavrayamadığı tam da bu yani “Bu direnişte bizim çoğumuz, belki de hepimiz ölebiliriz ama gelecek kuşaklara bir direniş geleneği bırakırız,”[12] diyen ihtilalci bilinçti.

Adnan Yücel’in, “bitmedi daha sürüyor o kavga/ ve sürecek/ yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek!” dizeleriyle müsemma o ihtilalci bilinç; “Fikirlere kurşun işlemez” gerçeğinin de ispatıydı…

* * * * *

Elbette, “Kızıldere katliamı ve ardından gelen idamlar, Türkiye’deki devrimci mücadeleyi derinden etkiledi. Onların kahramanca eylemleri, gençlerin gözünde birer efsaneye dönüşmelerine yol açtı. Çayan ve arkadaşları, devletin yıkılması için parlamentarizmin dışında militan bir devrimci mücadelenin gerekliliğini ortaya koydular. Ne var ki mücadeleleri Narodnizmden, Kemalizmden, o dönemin ulusal kurtuluş hareketlerinden, fokoculuktan yoğun bir şekilde etkilenmişti.

Gözlerindeki bu gözlük nedeniyle, bir avuç öğrenci ve aydının fedakârca eylemlerinin, halkı bir devrimle sonuçlanacak bir hareketliliğe iteceğini düşünüyorlardı. O devrin koşullarında devrimcilerin bu şekilde düşünmesi belki anlaşılabilirdi, fakat günümüze o devrin gözlüklerinden bakmak, beraberinde büyük yanılgıların yaşanmasını getiriyor,”[13] diyen “Yetmez Ama Evet”çi liberallerin ya da “Çayan, solcuydu… Çayan, yurtseverdi… Çayan, Kemalistti… Çayan, ulusalcıydı… İnanmış bir millî komünistti,”[14] zırvasını dillendiren[15] “ulusal solcuları”nı Kızıldere’deki ihtilalci bilinci anlaması mümkün değildi; değildir de!

* * * * *

Hiç kimse devrimci hareketi var eden mirasını “küçümsemeye” kalkışmasın!

Aydın Çubukçu’nun ifadesiyle, “Gerek Mahir Çayan ve İbrahim Kaypakkaya, gerekse Deniz ve arkadaşları, kendilerine dayatılan koşulları yıkmaya, yeni bir söz söylemeye, yeni bir eylem geliştirmeye yönelmişlerdir. Bugün onlardan bize kalan, devrim için kararlılık, yoldaşlar için fedakârlık ve emekçi sınıflara bağlılık duygusudur. Bu özellikler bakımından hepsi eksiksizdi”[16] ve 12 Mart cuntasına karşı devrimci mücadelede yol göstericiydi.

Kapitalist sermayenin yeniden yapılanmasında bir sıçrama olarak 12 Mart 1971, tekelciliğin hâkimiyetini artırma, hatta tescil etme yönünde en etkili adımlardandı.

Döneminin Genelkurmay Başkanı Org. Memduh Tağmaç’ın, “Sosyal uyanış, ekonomik gelişmeyi aştı,” ifadesi boşuna değilken; bu, egemen sınıfların o süreçte kimlere saldırdığının, önlemleri kimlere karşı nasıl aldığının ipucunu teşkil ediyordu.

Bu çerçevede “1971 devrimciliği, etkisini ve önemini kesintisiz biçimde bugüne dek sürdüren üretimlerin, deneyimlerin ve devrimci kopuşun miladi önemdeki adıdır. Bu, salt bir yapıyla/ hareketle değil, demiri devrimci bir yola doğru büken toplam üretim, tercih ve emekle anılması gereken bir olgudur.

Bu bağlamda, Deniz’in sehpada, Mahir’in kurşunlarla Kızıldere’de, İbrahim’in işkencede katledilmesi bir tesadüf değil, faşizmin devrimci istikamette temel öneme sahip önderliklere yönelik bilinçli tercihidir.

Toplam tabloda, THKO ve THKP-C dayanışması, bedel ödemeyi de içeren yoldaşça bağlar, İbrahim’in Sinanları sahiplenişi, Deniz’in son sözlerindeki devrim ufku, ‘Yaşasın Türk ve Kürt halklarının bağımsızlık mücadelesi! Kahrolsun emperyalizm!’ vurgusu, bugüne taşınması ve güncellenerek yeniden üretilmesi gereken kolektif değerlerdir.”[17]

Söz konusu kolektif değerle/ gelenekle unutulmamalıdır ki, “Geçmişimizin olduğu kadar kendimize layık gördüğümüz geleceğin de çocuğuyuz. Öyle ki çoğu kez, önümüzdeki seçenekler arasındaki tercihlerimizi belirleyen bu etken, geçmişin kalıntılarını da temizleyerek, başlangıçta bulunmayan yepyeni sonuçlara yol açabilir…

Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan, Mahir Çayan ve İbrahim Kaypakkaya gibi isimlerle simgelenen ve onlarla beraber ‘yeni bir dünya’ için mücadele eden bütün bir devrimciler kuşağı, hiç kuşkusuz 60’lı yılların devrime doğru gittiği duygusu veren dünyasının, ama aynı zamanda bu yeni dünyanın nasıl bir şey olabileceğine dair kendi tasarımlarının da çocuklarıydı.”[18]

Bu tasarımı ve onu hayata geçirme mücadelesi, ödediği (Kızıldere gibi) bedellerle yolumuzu açarak; herkese, “Hangi ölüler bu kadar canlı”[19] veya “Onlar öldü. Peki biz yaşadık da ne oldu?”[20] dedirten sarsıcı sonuçlara yol açmıştır…

* * * * *

İşte bunun için On’ların Kızıldere’si unutul(a)mazdır; öğreticidir.

Siper yoldaşlığının, bedel ödeyen cesaretin tarihe kaydıdır; On’ların türküsüdür, savaş ve zafer narasıdır; direnişin kızıl hâlidir.

Özetle 30 Mart 1972: Devrimci iradenin tarihe altın harflerle kazıldığı gündür.

Dayanışmanın, kararlılığın, devrimci eylem bilincinin kanla yazıldığı zamandır; bilinçtir, teoridir, pratiktir, şiirdir.[21]

Son sözün değil, ilk sözün kararlılıkla söylendiği ve devrimin mayalandığı zemindir.

Tasfiyeciliğin, reformizmin, her türden teslimiyetin ve konformizmin reddidir.

Egemenlere karşı emekçilerin direniş savaşının başladığı ve günümüze kadar örgütlendiği yaşamdır.

Bu özellikleriyle, -asla bir politik yenilgi anlamına gelmeyen yaşananlar- Kızıldere’de bir dönemi sona eren devrimci mücadele yeni bir dönemin de başlangıcı oldu.

Unutulmasın: Geçmiş aynı zamanda gelecek için de yazılır. Kızıldere sadece dün yaşanmış bir direniş değil, bugüne ışık tutacak özellikler içeriyor.

Bu temelde Mahir Çayan’ın da dediği gibi, “Varsın oklar üstümüze yağsın. Biz doğru gördüğümüz bu yolda sonuna kadar yürüyeceğiz.”

* * * * *

“Peki hiç mi hataları yoktu?” diye soracak olursanız; Martin Heidegger’in, “Büyük fikirleri düşünenler büyük hatalar yaparlar,” sözünü hatırlatır sizlere ölümsüz Kızıldere…

Malum Romalılar kahramanları için “Öldü” sözcüğünü kullanmayıp; onun yerine, “Yaşadı” anlamına gelen “In Vixi” sözcüğünü kullanırlarmış; ölümsüzlükleri bağlamında; Yakov Sverdlov’un, “Bu kavgada ölmek, mükemmel ölümdür,” sözünü muştularcasına…

 

12 Mart 2019 23:15:13, İstanbul.

 

N O T L A R

[1] Kaldıraç Gençlik’inin 28 Mart 2019 tarihinde İstanbul’da düzenlediği etkinlikte yapılan konuşma… Kaldıraç, No:213, Nisan 2019…

[2] Winston Churchill.

[3] Bizim ‘68, Hazırlayan: Aydın Çubukçu, Evrensel Basım Yayın, 2008, s.74

[4] Selim Fuat, “Delikanlım İyi Bak Yıldızlara”, Marksist Tutum Dergisi, No: 14, Mayıs 2006… http://marksist.net/Bellek/delikanlim_iyi_bak_yildizlara.htm

[5] Doğan Özgüden, “Nisan, Mayıs: Umut, Kavga ve Acı Ayları…”, 3 Mayıs 2018… https://www.artigercek.com/author/doganozguden

[6] Hikmet Çiçek, “Kızıldere’de Aslında Ne Oldu”, 3 Nisan 2018… https://odatv.com/kizilderede-aslinda-ne-oldu-03041802.html

[7] Murat Bjeduğ, “Tanık Anlatımlarıyla Kızıldere İddianamesindeki Yalanlar...”, 4 Nisan 2012… https://t24.com.tr/yazarlar/murat-bjedug/tanik-anlatimlariyla-kizildere-iddianamesindeki-yalanlar,4911

[8] Murat Bjeduğ, “Mahir Çayan ve Arkadaşları ile Rehineler Kızıldere’de Nasıl Öldürüldü?”, 3 Nisan 2012… https://t24.com.tr/yazarlar/murat-bjedug/mahir-cayan-ve-arkadaslari-ile-rehineler-kizilderede-nasil-olduruldu,4906

[9] Can Dündar, “Kızıldere’nin 40. Yılında Mahir’le...”, 29 Mart 2012… http://www.milliyet.com.tr/yazarlar/can-dundar/kizildere-nin-40--yilinda-mahir-le----1521173/

[10] Burçin Gönül, “Kürkçü, Kızıldere İftirasına Yanıt Verdi”, 16 Şubat 2012… https://www.birgun.net/haber-detay/kurkcu-kizildere-iftirasina-yanit-verdi-60679.html

[11] Mahir Çayan; 12 Şubat 1971’de Ankara’da Ziraat Bankası Küçükesat şubesi soygununa; 15 Mart 1971’de Türk Ticaret Bankası Erenköy şubesi soygununa katıldı…

4 Nisan 1971’de Mete Has ve Talip Aksoy’un kaçırılıp yoldaşlarıyla fidye eylemini; 17 Mayıs 1971’de İsrail’in İstanbul başkonsolosu Ephrahim Elrom’un kaçırılmasını Ulaş Bardakçı, Hüseyin Cevahir ve Oktay Etiman ile birlikte gerçekleştirdi.

1 Haziran 1971’de Hüseyin Cevahir katledildi, Mahir Çayan yaralı olarak ele geçti. 26 Mart 1972’de Ünye’deki radar üssü’nde çalışan üç İngiliz teknisyeni kaçırdılar. 30 Mart 1972’de Kızıldere’de katledildi.

[12] Turhan Feyizoğlu, Mahir-On’ların Öyküsü, Totem Yay., 2017, s.258.

[13] “30 Mart 1972: Kızıldere Katliamı”, 30 Mart 2016… https://marksist.org/icerik/Tarihte-Bugun/4268/30-Mart-1972-Kizildere-Katliami

[14] Halit Kakınç, “Mahir Çayan, Son Millî Komünistti!”, 1 Kasım 2013… https://odatv.com/mahir-cayan-son-mill-komunistti--0111131200.html

[15] “1970’lerin sonlarına doğru Mihri Belli ile ortaya çıkan ayrılığın başlıca nedenleri arasında Kürt meselesine yaklaşımda vardır. Bununla ilgili Mahir Çayan şunları yazar:

‘Mihri Belli’ye göre, Türkiye’deki milli meselenin her zaman ve her şart altında tek çözüm yolu vardır; Kürt emekçi halkının çıkarlarıyla bağdaşan tek formül vardır; oda, meseleyi şartlar ne olursa olsun, misak-ı milli sınırları içinde ele almak gerekir.

Oysa bu görüş, temelden yanlış ve anti sosyalist bir görüştür. Bilindiği gibi, devrimci proletarya milli meseleyi ulusların kaderlerini tayin hakkının ışığı altında ele alır. Biz, ulusların kaderlerini tayin hakkının ışığı altında diyoruz ki: ‘her şart altında, her zaman meseleyi misak-ı milli sınırları içinde ele almak gerekir veya Kürt emekçi sınıflarının çıkarlarıyla bağdaşan tek çözüm yolu ayrılma hakkını kullanmasıdır’ diyen görüşler yanlıştır. Bu görüşlerin sahipleri, her iki tarafın burjuva ve küçük burjuva milliyetçi unsurlarıdır. Oysa devrimci proletarya, meseleyi diyalektik bir tarzda ele alır. Yani ulusların kaderlerini tayin etme hakkının öngördüğü ayrılma, özerklik, federasyon, vs. çözüm yollarının hangi şartlar altında ve ne zaman geçerli olabileceğini açıkça ortaya koyar. (Biz bu meseleyi ayrı bir yazıda etraflı bir şekilde ortaya koyacağız. Bu kısa mektubun amacı bu olmadığı için bu meseleye burada girmiyoruz)’ (Mahir Çayan, ‘Aydınlık Sosyalist Dergiye Açık Mektup, Ocak 1971.)

Demek ki neymiş:

-Mahir’e göre, ulusal meseleyi her zaman ve her şart altında misak-ı milli sınırları içinde ele almak yanlış ve anti sosyalist bir görüş... Ve Kürt emekçi sınıfların çıkarlarıyla bağdaşan tek çözüm yolu ayrılma hakkının kullanmasıdır görüşü de yanlış. Bu görüşlerin sahipleri her iki tarafın, yani ezen ve ezilen ulusların burjuva ve burjuva milliyetçi unsurları. Böylece Mahir, ‘birliği’ veya ‘ayrılığı’ mutlaklaştıran bu çevrelere ve unsurlara sınır çekiyor.

-Ulusların kaderlerini tayin hakkını esas alıyor. Buna göre ezilen ulusun, ayrılma, özerklik veya federasyon, vs. çözüm yollarını tanıyor ve bunlardan hangisinin hangi şartlar altında geçerli olabileceğini açıkça ortaya koymak gerekiyor.

-En önemlisi, Mahir, ‘birliği’ veya ‘ayrılığı’ Türkiye içi ‘Kürt’ ve ‘Türk’ hareketlerin birliği veya ayrılığı olarak ele almıyor, misak-ı milli’nin dar sınırları içinde değil, onu aşan Kürdistanî/ ülkesel bir perspektiften ele alıyor.” (Celalettin Can, “Mahir Çayan, Milli Mesele ya da Kürt Sorunu (2)”, Gündem, 17 Nisan 2016… http://www.ozgur-gundem.com/yazi/135365/mahir-cayan-milli-mesele-ya-da-kurt-sorunu-2)

[16] “Aydın Çubukçu: Denizler Kürt Özgürlük Hareketi’nde Yaşıyorlar”, Gündem, 7 Mayıs 2016, s.7.

[17] Mehmet Yeşiltepe, “Neden Deniz Olunmalı?”, Birgün Pazar, Yıl:14, No:530, 7 Mayıs 2017, s.13.

[18] Aydın Çubukçu, “Geleceğin Gücü”, Birgün Pazar, Yıl:14, No:530, 7 Mayıs 2017, s.12.

[19] “Hangi Ölüler Bu Kadar Canlı”, Cumhuriyet Pazar, No:18, 6 Mayıs 2018, s.1.

[20] Ahmet Tulgar, “Deniz Yusuf Hüseyin Hareket Eden İsimler”, Cumhuriyet Pazar, No:18, 6 Mayıs 2018, s.5.

[21] “Şiir tarihimizde İkinci Yeni, eskimemiş, hep ilgi görmüş, bir kaç kuşak tarafından sevilmiş, hâlen en fazla okunan, tartışılan bir akım olarak, aynı zamanda bir yenilenmenin, eski kalıplara meydan okuyuşun şiiridir. Şiirimizde İkinci Yeni, a-politik ve bireyci bulunur, bazı keskinler de daha ileri gidip burjuva şairi, diye yaftalamaya kalkışmışlardır İkinci Yeni şairlerini. Ama Edip Cansever ve Turgut Uyar İkinci Yeni’nin ana sütunu iki isimdir ve THKP-C’ye düzenli aylık para yardımı yapmışlardır. Cemal Süreya, İlhan Berk, Ece Ayhan şiirleriyle bu hareketin Nâzım Hikmet, Ahmet Arif ile beraber en fazla sevip okuduğu şairler oldukları, sır değildir.” (Murat Bjeduğ, “Ulaş Bardakçı 44 Yıl Önce Bugün Öldürüldü: THKP-C’nin Kutup Yıldızı”, 19 Şubat 2016… http://t24.com.tr/yazarlar/murat-bjedug/ulas-bardakci-41-yil-once-bugun-olduruldu-thkp-cnin-kutup-yildizi,13921)

 



Bu yazı 13498 defa okunmuştur.

FACEBOOK YORUM
Yorum

YAZARIN DİĞER YAZILARI

YAZARLAR
Bizi Takip Edin :
Facebook Twitter Google Youtube RSS
ÇOK OKUNAN HABERLER
  • BUGÜN
  • BU HAFTA
  • BU AY
HABER ARŞİVİ
SON YORUMLANANLAR
  • HABERLER
  • VİDEOLAR

Web sitemize nasıl ulaştınız?


nöbetçi eczaneler
HABER ARA
YUKARI