Bugun...


Temel Demirer

facebook-paylas
KARL MARX İLE MARKSİZMİ
Tarih: 31-07-2018 21:07:00 Güncelleme: 31-07-2018 21:07:00


KARL MARX İLE MARKSİZMİ[*]

 

“Geçmiş içinde yaşanacak bir şey değildir.
Eyleme geçerken içinden bir şeyler çekip
çıkarttığımız bir sonuçlar kuyusudur.”[1]

200 yaşındaki Karl Marx ile Marksizm, “geçmiş”e değil; gelecek(imiz) için hemen şimdiye, dünyayı değiştirme eylemine mündemiçtir.

Çünkü O; “Kitapları yalayıp yutmaya mahkûm bir makineyim ben,”[2] derken, aynı solukta “Dili olan ve konuşmayan, kılıcı olan ve dövüşmeyen, gerçekte sadece sefil yaratıktan başka ne ki?” sorusunu dillendirip; “Şimdi’den umutsuz değilsem, bunun nedeni şimdi’nin oldukça umutsuz koşullarının bana umut vermesidir.”[3] “Herkesin herkese karşı savaştığı bu toplumunda bireye kalan tek seçenek ya kurban ya da cellat olmaktır,”[4] diye haykırandır.

Karl Marx’ın satırlarını bir kez daha -yüksek sesle- okuyun: Onun entelektüel mirasındaki kilit unsurun, “felsefe” değil, “eleştiri” ya da “dünyayı değiştirmek” olduğunu göreceksiniz.

1843’te varacağı sonuçlardan korkmaksızın ve mevcut güçlerle çıkacak çatışmalara aldırmadan, dünyaya meydan okuyarak “Var olan her şeyin amansızca eleştirilmesi”ni önerip 1845’te de ekledi: “Filozoflar dünyayı çeşitli yollardan yorumlamakla yetindiler, asıl mesele onu değiştirmektir”!

Karl Marx’ın da, Marksizm’in de aslî karakteri devrimciliğidir; ancak Friedrich Nietzsche’nin, “Bugün artık kimse ölümcül hakikâtlerden ölmüyor; çok fazla panzehir var,” diye betimlediği “asrî zaman”larda “Fransız felsefeci Alain Badiou, Marx’ın orta sınıfın filozofu hâline geldiği”[5] müthiş bir tehditle yüz yüzeyiz.

Karl Marx’ın “orta sınıfın filozofu hâline getirilme”si ılımanlığıyla, Marksizmi’nin devrimci içeriğinin yok edilmek istenmesi boşuna değildir.

Hiçbir yazarın O’ndan daha çok okuru olmamıştır; hiçbir devrimciye O’ndan daha fazla umut bağlanmamıştır; hiçbir ideoloji O’nunki kadar benimsenmemiştir; eleştirilmemiştir; gadre uğratılmamıştır; tahrif edilmemiştir.

Bertolt Brecht’in, “İnsan, ancak onu düşünen hiç kimse kalmadığında gerçekten ölür,” deyişinin tam tersi, yerkürede hiçbir insanın adı onun kadar anılıp, onun ki kadar etkili olmadı.

I. Dünya Savaşı öncesinde Bavyeralı işçilerin, öldüklerinde ‘Komünist Manifesto’ ile gömülmek istedikleri[6] Onunla anlatılan hepimizin hikâyesidir.

‘Komünist Manifesto’, “Avrupa’da bir hayalet dolaşıyor, komünizm hayaleti” diye başlayan ünlü girişiyle hâlâ güncelliğini koruyorken; bu satırlardan mülhem, “Bugün dünyada Karl Marx’ın hayaleti hâlâ dolaşıyor,’ demek abartı sayılmaz...

Kolay mı? Emperyalist sistem krize her girdiğinde O’nun hayaleti biraz daha belirginleşiyor, canlanıyor, kanatlanıp uçuyor! “Karl Marx haklı mıydı acaba?” tartışmaları ortalığı kaplıyor.

O, fiziksel olarak bu dünyadan ayrılmış olsa da, Marksizm güncelliliğini koruyor. Marksist teori insanlığın yolunu aydınlatıyor.

Marksizm olmasaydı işçi sınıfının nasıl sömürüldüğünü… Bu sömürünün mekanizmalarını, nasıl olup da bir tarafta zenginlik ve bolluk sürekli artarken, diğer tarafta yoksulluk ve yoksunluğun sürekli büyüdüğünü… Kapitalizmin krizlerinin üretmemekten dolayı değil, emekçilerin satın alma gücü sınırlandığı, insanların ihtiyaçları olduğu hâlde alamadıkları, elde biriken stokların kendisini fazla üretim bunalımları olarak açığa vurduğu için patlak verdiğini… İkide bir patlayan savaş ve istilaların ardında ne yattığını… Neden sınıfsız, sömürüsüz bir topluma ulaşması gerektiğini hiç anlayamayacaktık.

 

I) İŞÇİ SINIFININ MARKSİZMİ

 

O hâlde ücretli köleliğin analizi ve aşılması için Karl Marx ve Marksizmi’nin işçi sınıfına ait olduğu bir an dahi göz ardı edilmeden, V. İ. Lenin’in şu uyarısına kulak verilmelidir:

“Marx’ın öğretisinin özü, sınıflar savaşımıdır. Durmadan söylenen ve durmadan yazılan şey, budur. Ama, bu doğru değildir. Ve, Marksizmin oportünist çarpıtmaları, onu burjuvazi için kabul edilebilir bir duruma getirmeye yönelen çarpıtmalar, kolayca bu yanlışlıktan kaynaklanırlar. Çünkü sınıflar savaşımı öğretisi Marx tarafından değil, ama Marx’tan önce burjuvazi tarafından ortaya konulmuştur; ve bu öğreti, genel olarak, burjuvazi için kabul edilebilir bir öğretidir. Yalnızca sınıflar savaşımını kabul eden biri, bundan ötürü bir Marksist değildir; henüz burjuva düşüncesinin, burjuva politikasının çerçevesinden çıkmamış biri olabilir. Marksizmi sınıflar savaşımı öğretisine indirgemek, onun kolunu kanadını kırpmak, bozmak, onu burjuvazi için kabul edilebilir bir şeye indirgemek demektir. Sınıflar savaşımının kabulünü, proletarya diktatorasının kabulüne dek genişleten kişi bir Marksisttir ancak…”

Tekrarlıyorum: “Orta sınıf evcilleştirme”lerine kapalı olan Marksizm sınıfsallığıyla maruft ve sınıfa mündemiçtir.

V. İ. Lenin’in’in, “Tarihi olarak belirlenmiş bir üretim sistemi içindeki yerlerine, üretim araçları ile olan ilişkilerine (bu ilişkiler çoğunlukla yasalarla tespit edilir ve formüle edilmiştir), emeğin toplumsal örgütlenmesinde oynadıkları rollere ve dolayısıyla toplumsal zenginlikten aldıkları payın büyüklüğüne ve bu payı alırken kullandıkları yola göre birbirinden ayrılan insan gruplarına sınıf denir”; Karl Marx ile Friedrich Engels’in, “Tarihi materyalist bakış, üretim ve onun yanında ürünlerin bölüşülmesinin toplumsal düzenin temeli olduğundan; tarihi olarak ortaya çıkan her toplumda ürünlerin paylaşımı ve onunla birlikte sınıflara ya da zümrelere bölünme biçimlerindeki sosyal kademelenmenin, neyin nasıl üretildiğine ve üretimin nasıl paylaşıldığından yola çıkar,” diye tanımladıkları sınıf kavramıyla ilintili olarak; işçi sınıfı ve proletarya terimi birçok yerde aynı anlamda kullanmış ve içeriği Karl Marx ile Friedrich Engels tarafından şöyle doldurmuştur:

“Kendilerine ait hiçbir üretim aracına sahip olmadıklarından, yaşamak için işgüçlerini satmak zorunda kalan modern ücretli işçiler sınıfı…”[7]

Bir sınıf teorisi olarak Marksizmin en önemli buluşlarından ilki, kapitalist toplumun emekçinin ürettiği artı-değere kapitalist tarafından el konulmasına dayandığı; ikincisi, son tahlilde toplumun üretim ilişkileri, yani sınıf mücadeleleri ile koşullandığı ve bir toplumsal alt üst oluşu mayalandırdığıdır.

Bu bağlamda Marksizmin “siyasetsiz” ve “pür” bir analiz yöntemi olarak ele alınmaya kalkışılıp, sunulması, onun “ruhsuzlaştırılması”ndan başka bir şey ol(a)maz.

O hâlde sınıfsallığıyla “Marksizm bize iki şey öğretiyor: 1) Bütün sosyal ilişkilerin temeli üretim ilişkileridir. 2) Bir sınıfın diğer sınıflar üzerindeki hegemonya aleti olan devleti elinde tutan sınıf, genellikle ekonomik iktidarı da elinde tutmaktadır. Ama bu gerçek, mekanik ve anti-diyalektik yorumlara yol açmamalıdır.

Özetle “Karl Marx ve Friedrich Engels’in fikirlerinin bütünü olarak anlaşılan Marksizm, aslında bize iki şehrin hikâyesini anlatır. Birinci şehirde özgürlüğün barındığı düşünülür ama durum hiç de öyle değildir. İkinci şehir ise gerçekten de özgürlüklerin cömertçe sunulduğu bir yerdir ama bu şehrin nerede olduğunu ve oraya nasıl ulaşılacağını pek az insan bilir. Birinci şehre ‘kapitalizm’ ismi verilmiştir Pek çok insanın içerisindeki kurumları özgürlüğün cisimleşmiş hâlleri olarak gördükleri bu şehirde aslında özgürlük namına hiçbir şey yoktur. Burada her şeyin bir bedeli vardır ve bu bedel çoğunlukla bunlara muhtaç kimselerin ödeyebileceğinden çok daha fazladır. Bu şehrin sakinlerinin pek çoğu için ‘özgürlük’ bir türlü erişemedikleri nesnelere erişebilmek için birbirleriyle rekabet etme serbestisine sahip olmaktır. O kadar ‘özgürdürler’ ki, kimse onları bu nesneleri elde etmek için rekabet etmekten ve bir gün kendilerinin (veya çocuklarının) bunları elde etmeyi başaracağını ummaktan alıkoymaz.

Öyküsü anlatılan diğer şehre ise ‘komünizm’ ismi verilmiştir. Bu şehrin sakinleri, insan olmaktan gelen potansiyellerini barış ve kardeşlik içinde geliştirme özgürlüğünün tadını çıkarırlar. Onların özgürlüğü, kapitalizmde olduğu gibi sahip olamayacakları şeyleri arzu etme özgürlüğü değil, gerçekten istedikleri şeyi yapma ve istedikleri gibi olma özgürlüğüdür.

Bu şehri haritada bulamazsınız, çünkü bugüne kadar hep birinci şehrin karaltısı altında kalmıştır. Aslında bu şehir, birinci şehrin yıkıntılarının üzerinden yükselebilecek olan şehirdir. Birinci şehir barındırdığı koşullar ve olanaklarla aslında ikinci şehre gebedir. İkinci şehrin temelleri ancak ve ancak birinci şehirde yaşayan insanların kendi hükümdarlarını alaşağı etmesi ve bununla birlikte şehirdeki hayatı düzenleyen kuralları da ortadan kaldırmasıyla atılabilecektir. Birinci şehrin hükümdarları kapitalistler, yani üretim, bölüşüm ve mübadele araçlarının mülkiyetine ve kontrolüne sahip olanlardır. Bunlar, şehri temel olarak kâr maksimizasyonu ilkesine dayanarak yönetirler. Ancak mikrofonlarla sesinizi duyurabileceğiniz bu şehirde kapitalistler, mikrofonlar üzerindeki iktidarlarını kullanıp ‘komünizm’ denilen şeyin birkaç azgelişmiş ülkede denenip başarısız olduğu teranesini tekrarlayıp durarak komünizmi sıkı sıkı saklanan bir sır hâline getirmeyi başarmışlardır. Amaç ‘ikinci şehrin’ aslında özgürlüğün gerçek mekânı olduğu gerçeğini kimsenin öğrenmemesini sağlamaktır.

Şüphesiz, Marksizm de bu iki şehrin hikâyesine sığmayan daha pek çok şey vardır. Fakat bu hikâye, Marx’ın temel araştırma konusunun bütünleşik doğasını vurgulamaya yardımcı olması açısından önemli. Marx’ın incelediği konu ne tek başına kapitalizm, ne tek başına komünizm ne de tek başına tarihtir; Marx’ın temel meselesi tüm bunlar arasındaki içsel ilişkilerdir. Marx, komünizmin henüz gerçekleşmemiş bir potansiyel olarak kapitalizm içinde nasıl bir evrime uğradığını araştırır; bu evrimin kapitalizmin en erken zamanlarından hâlâ önümüzde duran geleceğe uzanan tarihine odaklanır. Marx’ın tam olarak neyi incelemek istediğini idrak edememiş Marksizme yakın veya uzak pek çok yazar, onun düşünsel birikiminin nasıl niteleneceğini belirlemekte epey zorlanır. Örneğin, bazı yazarlar Marx’ın kapitalizmin nasıl işlediğine dair betimlemelerine ve açıklamalarına bakarak, Marksizmi bir bilim olarak düşünürler. Kapitalizm içerisindeki aksaklıkları sergileyişine bakanlar içinse Marksizm, özünde bir kapitalizm eleştirisidir. Kapitalizm içindeki komünizm potansiyelini vurgulamasına ve gelecekteki komünist toplumun neye benzeyeceğini genel hatlarıyla ortaya sermesine bakarak Marx’ı düşbaz (visionary) diye niteleyenler de olmuştur ve Marx’ın bizi içinde bulunduğumuz noktadan daha ileriye taşıyabilecek bir siyasi stratejinin savunucusu olmasına ve Lenin’in ‘Ne Yapmalı?’ sorusunu daima bilincinin bir yerlerinde gizli gizli taşımasına bakanlarsa, Marksizmi devrimin nasıl yapılacağının öğretisi olarak görmek istemişlerdir.

Marksizme yakıştırılan bilim, eleştiri, tasarım (vision) ve devrim stratejisi gibi nitelemeler genellikle birbirlerinden tamamen ayrı şeyler gibi düşünülmüştür. Marksizmin bazı yorumcuları bunların bir veya ikisini vurgularken diğer nitelikleri dışarıda bırakır, onları önemsiz görür. Bu yorumcular arasından tüm bu nitelemelerin mantıksal olarak birbirleriyle bağdaşmayacağını söyleyenler ve tüm bunların bir aradalığını vesile sayarak Marx’ı tutarsızlıkla itham edenler bile çıkmıştır. Ne var ki, Marx’ın yazılarında bu saydığım dört niteliğin hepsinin de çok önemli olduğunu gösteren öğeler son derece açık ve çarpıcıdır. Üstelik bu boyutlar birbirlerine o kadar bağlıdır ve öylesine iç içe geçmişlerdir ki, birini diğerinden tamamen ayırmak son derece zordur. Bu yüzden de Marksizmi bu dört niteliğin, -bilimin, eleştirinin, tasarımın ve devrim reçetesinin- alışılmamış ve belki de biricik kombinasyonu ve böylelikle Marx’ın kendisini de her biri diğerini besleyen, büyüten dört niteliğin sahibi; yani aynı anda bir bilim insanı, bir muhalif, bir düşbaz ve bir devrimci olarak düşünmekte bir sakınca görmüyorum.

‘Bu nasıl mümkün olabilir?’ Bu durum elbette böyle bir sorunun yanıtlanmasını gerektiriyor. Birbirilerinden tamamen ayrıymış gibi gözüken bu dört özellik nasıl harmanlanmıştır? Benim iddia ettiğim şekliyle Marx’ın aynı zamanda hem bilimsel, hem eleştirel, hem düşsel hem de devrimci teoriler inşa etmesini mümkün kılan şey nedir? İki şehrin hikâyesine geri dönersek, diğer bir deyişle Marx’ın Kapitalizm içinde Komünizmi keşfetmesini mümkün kılan şey nedir ve Marx’ın düşüncesi nasıl hem kapitalizmin bir eleştirisi hem de onu ortadan kaldırmanın bir reçetesi olabilir? Her bilimin temelinde birtakım ilişkileri, özellikle de ilk bakışta çok net olmayan ilişkileri açığa çıkarmak yatar ve Marx’ın kapitalizm üzerine çalışmalarında yaptığı şey de var olanın ne olduğu, ne olabileceği, ne olmaması gerektiği ve onun hakkında ne yapılabileceği arasındaki ilk bakışta net olmayan ilişkileri açığa çıkarmaktır. Tüm bu ilişkiler mevcut olmasaydı elbette Marx bunlardan söz edemezdi; fakat kapitalizm üzerine çalışan çoğu düşünür sadece görüntülerle (ki bu görüntüler hatalı bir şekilde olgular olarak nitelenir) ilgilenirken Marx’ın tüm bu gizil ilişkilere vakıf olmasını sağlayan şey onun diyalektik yöntemidir. Diğer pek çok düşünür zihindeki parça parça algıları birbirinden ayırmaya razı olurken, Marx’ın tüm bunları birbirine sıkı sıkı bağlamasını sadece olanaklı değil aynı zamanda zorunlu da kılan şey diyalektiktir ve özellikle de Marx’ın diyalektiğidir.”[8]

“Dünyadaki her şey hareket hâlindedir. Yaşam değişir, üretici güçler büyür, eski ilişkiler çöker,” vurgusuyla “Diyalektikle var olanı olumlu bir şey olarak kavradığımız anda onun olumsuzlanmasını, zorunlu olarak yok olacağını da kavrarız; çünkü diyalektik her oluşmuş biçimi, akan bir hareket içinde ve dolayısıyla bunun yok olup gidici yanını da gözden ayırmadan kavratır; çünkü diyalektik hiçbir şeyin altında kalmaz, özünde eleştirici ve devrimcidir,”[9] diyen Karl Marx, sadece içinde yaşadığımız modern çağda değil, Batı’da olsun Doğu’da olsun insanlığın bütün tarih boyunca yetiştirdiği bütün büyük düşünürler ve bilgeler arasında, insanlığın en temel hakikâtini ilk kez ortaya koyandır: Yazılı tarihin tamamında insanlık durumunun en önemli, en belirleyici boyutunun toplumun sınıflara ayrılması olduğunu, gelecekte bu sınıfların ortadan kalkmasının koşullarının oluşacağını, bu koşulları kuvveden fiile çıkaracak olanların ise komünistler olacağını pırıl pırıl bir berraklıkla göstermiştir.

Tam da bunun için büyük bir düşünür ve işçi sınıfının devrimci önderidir Karl Marx.

Doğumunun üzerinden tam 200 yıl geçti ve aradan geçen onca sürede yaşanan devrim ve karşı-devrim deneyimleri, işçi hareketindeki yükseliş ve inişlere rağmen Marksizm güncelliğini korudu. Muazzam bir etki yarattı.

XIX. yüzyıldan XXI. yüzyıla uzanan çığır açan fikirleri ve mücadele örneğiyle günümüzde de işçi sınıfı devrimcilerine yol gösteren O, -Friedrich Engels’in deyişiyle- “Asırlar boyunca etkisini koruyacaktır.”

Karl Marx bir teorisyen olarak, işçi sınıfının devrimci mücadelesi açısından bütünleyen olmazsa olmaz bir meziyete sahipti: O, Avrupa’nın reformist sosyalistlerinde görülen gösteri ve ün düşkünlüğünün tamamen uzağında, mücadeleye adanmış bir önderdi.

Karl Marx koşullar her ne olursa olsun, ister devrimci isyan günleri yaşansın, ister en karanlık gericilik döneminden geçilsin, hedefe kilitlenmiş bir büyük devrimciydi. Onun değişmeyen amacı, proletaryanın tarihsel görevini yerine getirmesine hizmet etmek ve bıkıp usanmadan proletaryayı bunun için mücadeleye çağırmaktı.

Onun çalışmaları sayesinde insanlık tarihinin çeşitli gizleri çözümlenebildi ve böylece tarih idealist felsefenin esaretinden kurtarıldı; gerçek temelleri, yani üretici güçler ve üretim ilişkileri diyalektiği bağlamında ele alınabildi. Nitekim Friedrich Engels, tarihsel materyalizmin ve bilimsel komünizmin inşasında tayin edici rolü oynayanın Karl Marx olduğunu her fırsatta dile getirecekti. “Marx bizim hepimizi aşıyordu; Marx hepimizden daha uzağı, daha geniş ve daha çabuk görüyordu. Marx bir deha idi; biz ötekiler ise olsa olsa yetenekli kişiler. O olmasaydı, teori bugün bulunduğu yerden çok gerilerde olurdu. Dolayısıyla teori haklı olarak onun adını taşıyor,” diyordu Friedrich Engels.

Kolay mı? “Gerçekliğin kendisi Marxçıdır,” derken Jean Paul Sartre bunu kast ediyordu…

Devamla: “Olumsuz bir özü olan liberalizmin üstesinden gelmek için, olumlu bir özü olan Marksizmi kullanmalıyız,” diyen Mao Zedung vurgusu bir an dahi “es” geçilmeden Marksizmin ya devrimci ya da hiç olduğu unutulmamalıdır.

 

II) DEVRİMCİ MARKSİZM

 

Öncelikle ve özenle altını çizelim: Karl Marx, yoksulların yoksul teorisyeniydi…

Kapital’i yazarken o kadar çok tütün tüketti ki, “Bana tütün parası bile kazandırmadı” demişti. İşçi sınıfının büyük teorisyeni eşinin bileziklerini rehinciye götürürken hırsız sanılarak gözaltına alınmıştı. Yoksulluk tüm yaşamında yakasını bırakmamıştı.

Hayatı boyunca parasızlık çekmiş olan büyük Marx, üç çocuğunu yoksulluk yüzünden kaybetti, malum. Ömrü boyunca ortadan kaldırılması için mücadele ettiği yoksulluğun kurbanlarından biri de oydu. Çekilen yoksulluk ve acılar, Karl Marx’ın yüreği alabildiğine zengin, soylu ve bilgili eşi Jenny’nin satırlarına da en çarpıcı ifadeleriyle yansımıştır.

Jenny, 20 Mayıs 1850’de Weydemeyer’e yazdığı bir mektupta kederini dile getirir: “Paramız olmadığı için iki icra memuru geldi ve elimde kalan birkaç şeyi, yatakları, ipek örtüleri, elbiseleri, her şeyi hatta çocukların en güzel oyuncaklarını bile onlar orada gözyaşları dökerken alıp götürdüler. … Ve ben orada çıplak döşemenin üzerinde titreyip duran çocuklarım ve ağrıyan göğsümle kalakaldım.”

Tüm bu zor anlarda evde çalışkanlığı ve dirayetiyle herkesi toparlamaya çalışan Helen Demuth (aile içindeki lâkabıyla Lenchen) olmasa durum daha da feci olacaktır. Yaşamın zorlukları, temel direk Helen’i de içeren devrimci Marx ailesinin başında dolanıp durur ama onlar mücadeleye karşı sorumluluklarından hiçbir zaman geri adım atmazlar.

Ancak devrimci mücadeleyi yoksulluğun ortasında ve çocukların bindirdiği sorumluluklarla birlikte sürdürmenin ne denli güç bir iş olduğu da açıktır. Nitekim Marx, Paul Lafargue’a yazdığı bir mektupta “Biliyorsun ki neyim var neyim yoksa bunları devrimci savaşlar için feda ettim. Aynı işe yeniden başlayacak olsam gene aynı şekilde davranırdım,” diyecek ve ardından da “Fakat evlenmezdim” diye ekleyecektir.

Karl Marx’ı bu kadar kararlı ve önemli kılan ise, “Marx, her şeyden önce bir devrimciydi. Kapitalist toplum ile onun yaratmış bulunduğu devlet kurumlarının yıkılmasına şu ya da bu biçimde katkıda bulunmak, kendi durumunun ve gereksinmelerinin bilincini, kendi kurtuluş koşullarının bilincini kendisine ilk onun vermiş bulunduğu modern proletaryanın kurtuluşuna yardımda bulunmak, onun gerçek yönelimi işte buydu. Savaşım onun en sevdiği alandı,”[10] vurgusuyla Friedrich Engels’in şu tespitleridir:

“Gerçi daha önceki sosyalizm var olan kapitalist üretim biçimi ile bu üretim biçiminin sonuçlarını eleştiriyordu ama onu ne açıklayabiliyor, dolayısıyla ne de üstesinden gelebiliyordu; kötü diye kaldırıp atmaktan başka bir şey yapamıyordu. İşçi sınıfının kapitalist üretim biçiminden ayrılmaz sömürülmesine karşı ne denli çok öfkeleniyorsa, bu sömürünün neye dayandığını ve kaynağının ne olduğunu açık bir biçimde o denli az gösterme durumunda bulunuyordu. Sorun bir yandan bu kapitalist üretim biçimini tarihsel bağlantısı ve tarihin belirli bir dönemi için zorunluluğu içinde, öyleyse yıkılma zorunluluğu ile birlikte düşünmek; öte yandan, eleştiri şimdiye değin bu üretim biçiminin işleyişinden çok, kötü sonuçları üzerine atıldığından, onun hâlâ gizli kalmış iç devinimlerini ortaya çıkarmaktı.

Artı-değer’in bulunması, işte bu işi yaptı. Ödenmemiş emeğe sahip çıkmanın, kapitalist üretim tarzının ve işçinin bundan doğan sömürülmesinin temel biçimi olduğu; kapitalist işçinin emek-gücünü, bu gücün pazarda meta olarak sahip olduğu değer üzerinden satın aldığı zaman bile, ondan gene de onun için ödemiş bulunduğundan daha çok değer elde ettiği ve bu artı-değerin, son çözümlemede, varlıklı sınıflar elinde birikmiş, durmadan büyüyen sermaye yığınının çıktığı değer toplamını oluşturduğu tanıtlandı. Kapitalist üretimin olduğu kadar, sermaye üretiminin işleyişi de açıklanmış bulunuyordu.

Bu iki büyük bulguyu, tarihin materyalist anlayışı ile kapitalist üretimin gizeminin artı-değer aracıyla açıklanmasını Marx’a borçluyuz. Onun sayesindedir ki sosyalizm, şimdi bütün ayrıntıları üzerinde uzun uzun çalışılması gereken bir bilim durumuna geldi.”[11]

Devrimci Marksizm buydu; yani V. İ. Lenin’in, “Marx, Kapital’de, önce, burjuva (meta) toplumunun en basit, en sıradan ve en temel, en yaygın ve günlük ilişkisini, milyonlarca kez karşılaşılan bir ilişki, yani metaların değişimini tahlil eder. Bu çok basit görüngüde (burjuva toplumunun bu ‘hücre’sinde) tahlil, modern toplumun tüm çelişkilerini (ya da tüm çelişkilerin tohumlarını) açığa çıkarır. Bundan sonraki sergileme, bize, bu çelişkilerin (hem büyümesini, hem de hareketini) ve bu toplumun başlangıçtan sonuna dek onun ayrı parçalarının toplumda gelişmesini bize gösterir,” diye tarif ettiği…

Ya da Ernestro Che Guevara’nın, “Bugünkü dünyada en çok tartışılan terim olan Marksizm karşısındaki genel tutumumuzu belirlememiz gerekmektedir. Bize, ‘Siz Marksist misiniz, evet mi, hayır mı?’ diye sorulsa, tutumumuz, Newton’cu olup olmadığı sorulan bir fizikçinin, ya da Pasteur’cü olup olmadığı öğrenilmek istenen bir biyologun göstereceği tutuma benzer. Artık üzerinde tartışmayı gereksiz kılan apaçık gerçekler vardır. Yeni olayların yeni görüşler getirmesinin yanı sıra, eski görüşlerin de gerçek payını koruduğu unutulmayarak, fizikte ‘Newton’cu’, biyolojide ‘Pasteur’cü’ olunduğu gibi doğal biçimde ‘Marksist’ olunmalıdır,”[12] notunu düştüğüdür…

Unutulmamalıdır ki, sermayedar ile işçiler arasındaki ilişkiye/ mücadeleye yaslanan Karl Marx’ın düşünceleri, hem devrime hem de zorba rejimlere esin ve hareket kaynağı olagelmiştir. Yani O, kapitalizmin, içsel çelişkilerinin gerçekleşmesiyle bir yandan daha güçlü ve daha istikrarsız hâle gelirken, öte yandan da genişleyerek krizlere girmesinin kaçınılmaz olduğunu ortaya koydu.

Karl Marx’ın özenle altını çizdiği, sermayenin içsel çelişkileri ile sürekli istikrarsızlığı ve kapitalizmin kaotik bir “denge(sizlik)” olduğuydu.

O’nun, “Hepiniz farkındasınız; para da, toprak da, kanun da, fikir de, din de bu ülkede her şey sermayedarlara hizmet ediyor.”[13]

“Ne kadar az yer, içer, kitap okursan; tiyatroya, dansa, meyhaneye ne kadar az gidersen; ne kadar az düşünür, sever, kuram yaratır, şarkı söyler, resim ve eskrim yaparsan, o kadar fazla sermaye biriktirirsin. Hazinen öyle büyür ki ne böcekler ne de toprak onu yok edemez. Ne kadar az kendin olursan, o kadar çoğa sahip olursun; kendi hayatını daha az yaşadıkça, yabancılaşmış hayatını uzaklaşmış varlığını o kadar çok yaşarsın.”[14]

“Güvenli bir yüzde 10 kâr ile her yerde çalışmaya razıdır; kesin yüzde 20, iştahını kabartır; yüzde 50, küstahlaştırır, yüzde 100, bütün insani yasaları ayaklar altına aldırır; yüzde 300 kâr ile, sahibini astırma olasılığı bile olsa, işlemeyeceği cinayet, atılamayacağı tehlike yoktur,”[15] diye tarif ettiği kapitalist sermaye “tarihsiz” değildir. Sermaye tarihî ve geçici bir biçimdir. Bu “biçim”in oluşumu, üretimi ve yeniden-üretimi ile birlikte kendi çelişkileri temelinde kendini ortadan kaldırabilecek bir potansiyel taşıdığı gösterilir ‘Kapital’de.

Konuyla bağıntılı bir şeyi ekleyelim: Karl Marx’ın kavrayışında bir otomatizm yoktur. Belirli koşullar bir araya geldiğinde sermaye ortadan kaldırılabilir. Bu ise, Paris Komünü ya da Ekim Devrimi gibi devrimci mücadelenin konusunu teşkil eder.

“1871 Paris Komünü sonrasındaki Marx gibi, Lenin de, mevcut devlet aygıtının ele geçirilmek yerine parçalanması, imha edilmesi gerektiği sonucuna varır,” vurgusuyla şunları der Kevin B. Anderson:

“Marx’ın devlet-olmayan bir form dahilinde özgürce bir araya gelmiş emeğe dayanan bir ilişki lehine sermaye ilişkisi ile bağlarını koparmış bir toplum olarak komünizm görüşü, onun Kapital’in meta fetişizmi bölümünde ve Gotha Programı’nın Eleştirisi’nde bunun hakkında yazdığı zamandan bile daha fazla geçerlidir…

Ekim 1917’nin hâlen büyük anlama sahip olduğunu düşünüyorum. Bugün pek çok kişinin yaptığı gibi bir yandan Marx’ın sermaye eleştirisine geri dönerken, diğer yandan bir yüzyıllık Marx-sonrası Marksizm’in üzerinden atlayabilmek mümkün müdür?... Ekim 1917, bugün hâlen, Marx’ın düşüncesinden ilham almış en önemli olay olarak dikkat çekmektedir.”[16]

 

III) “MARX İLE MARKSİZMİ” DEYİNCE…

 

“Feurbach Üzerine Tezler”in II, III, VIII ve XI’incisi “ama”sız, “fakat”sız yani tashihsiz kabullenilmelidir!

“II) Nesnel hakikâtin insan düşüncesine atfedilip atfedilmeyeceği sorunu -bir teori sorunu değil, pratik bir sorundur. İnsan, hakikâti, yani düşüncesinin gerçekliğini ve gücünü, bu dünyaya aitliğini pratikte kanıtlamalıdır. Pratikten yalıtılmış düşüncenin gerçekliği ya da gerçeksizliği konusundaki tartışma, tamamıyla skolastik bir sorundur…

III) Ortamın değiştirilmesine ve eğitime ilişkin materyalist öğreti, ortamın insanlar tarafından değiştirildiğini ve eğiticinin kendisinin de eğitilmesi gerektiğini unutur… Ortamın değiştirilmesi ile insan faaliyetinin ya da kendi kendini değiştirmenin çakışması, yalnız devrimci pratik olarak kavranabilir ve ussal biçimde anlaşılabilir…

VIII) Tüm toplumsal yaşam, özünde pratiktir. Teoriyi gizemciliğe saptıran bütün gizemler, ussal çözümlerini insan pratiğinde ve bu pratiğin anlaşılmasında bulurlar…

XI) Filozoflar dünyayı yalnızca çeşitli biçimlerde yorumlamışlardır; oysa sorun onu değiştirmektir.”[17]

 

III.1) TARİH, KOŞULLAR, ELEŞTİRİ, TEORİ

 

Denilebilir ki Karl Marx’ın teorisi, eleştirel ve devrimci bir tarih öğretisinden mülhem sınıfsallıkta ifadesini bulur.

Onun için, “İnsanlık tarihinin ortak noktası, çalışanların hep yoksul olması, çalışmayanların zenginleşmesi”yken;[18] “İnsanlar tarihlerini kendileri yaparlar fakat diledikleri gibi de yapamazlar; kendi seçtikleri koşullar altında değil, fakat geçmişten gelen maddi koşullar altında yaparlar.”[19]

Burada “koşullar” konusunda bir parantez açmamak olmaz.

“Sarayda yaşayan başka, kulübede yaşayan başka düşünür,” vurgusuyla ekler Karl Marx:

“Hayatı belirleyen bilinç değildir, bilakis bilinci belirleyen hayattır.”[20]

“Biçimi ne olursa olsun, toplum nedir? İnsanların karşılıklı eylemlerinin ürünü. İnsanlar kendileri için şu ya da bu biçimde bir toplum seçmekte özgür müdür? Asla. İnsanın üretici güçlerinin belirli bir gelişme aşamasını alırsanız, belirli bir ticaret ve tüketim biçimi elde edersiniz. Üretimde, ticarette ve tüketimde belirli gelişme aşamaları alırsanız, buna tekabül eden bir aile, zümreler ya da sınıflar örgütü, tek sözcükle, buna tekabül eden bir uygar toplum elde edersiniz. Belirli bir uygar toplum alırsanız, uygar toplumun yalnızca resmi ifadesi olan belirli politik koşullar elde edersiniz.”[21]

“Egemen sınıfın düşünceleri, bütün çağlarda, egemen düşüncelerdir, başka bir deyişle, toplumun egemen maddi gücü olan sınıf, aynı zamanda egemen zihinsel güçtür. (…) Kendilerine zihinsel üretim araçları verilmeyenlerin düşünceleri de aynı zamanda bu egemen sınıfa bağımlıdır. (…) Kendisinden önce egemen olan sınıfın yerini alan her yeni sınıf kendi amaçlarına ulaşmak için de olsa, kendi çıkarını, toplumun bütün üyelerinin ortak çıkarı olarak göstermek zorundadır.”[22]

“Bireylerin yaşamlarını ortaya koyuş biçimi, onların ne olduklarını oldukça kesin olarak yansıtır. Şu hâlde, onların ne oldukları, üretimleriyle, ne ürettikleriyle olduğu kadar, nasıl ürettikleriyle de örtüşür. Demek ki, bireylerin ne oldukları, üretimlerinin maddi koşullarına bağlıdır.”[23]

Bu koşulların kavranıp, aşılabilmesi yolunda, “Bilimsel eleştiriye dayalı bütün görüşler kabulümdür,”[24] diyen Karl Marx için eleştiri (ve itiraz), kaçınılmaz bir zarurettir…

“Katı olan ne varsa buharlaşır; kutsal olan ne varsa dünyevileşip kirlenir. Ve nihayet insanlığın kafası ayık, duyuları keskinken hayatının gerçek koşulları ve kendi türüyle kurduğu ilişkilerle yüzleşmek zorunda kalır.”[25]

“Eleştiri silahı, silahların eleştirisinin yerini kuşkusuz alamaz; maddi güç ancak maddi güçle yenilebilir; ama teori de, yığınları sarar sarmaz maddi bir güç durumuna gelir.”[26]

“Maddi bir güç ancak maddi bir güçle devrilebilir; ama teori de, kitleleri kavradığı zaman maddi bir güç hâline gelir.”[27]

Eleştirel ve bilimsel ol(a)mayan “teori iddia”sı, öznel bir saçmalıktan başka değer arz etmez; ama bu kadar da değil elbet…

Ruge’e Eylül 1843 tarihli mektubunda haykırır Karl Marx: “Dünyanın karşısına yeni bir ilkeye sahip bir doktriner (kuramcı) olarak çıkmıyoruz ve ona ‘alın size hakikât, karşısında diz çökün’ demiyoruz. Biz dünyevî ilkeleri mevcut dünyaya ait ilkelerden çıkarsıyoruz. Dönüp dünyaya, ‘mücadelelerinize son verin, bunlar aptalca mücadeleler. Biz size mücadelenin doğru şiarını takdim ediyoruz’ demiyoruz. Sadece dünyaya gerçekte ne için mücadele edildiğini, bilincin dünya bunu istemese de, onun edinilmesi gereken bir şey olduğunu gösteriyoruz.

Bilincin maruz kalacağı reform, yalnızca dünyayı kendi bilincinin farkında kılmaktan, onu kendisi ile alâkâlı rüyalardan uyandırmaktan ve kendi eylemlerinin anlamını izah etmekten müteşekkildir. Dolayısıyla eleştirimizin amacı sadece, Feuerbach’ın din eleştirisine dair tespitlerimizde gösterdiğimiz üzere, dinî ve felsefî sorulara, kendisinin bilincinde olan insana denk düşen formu kazandırmaktır.”

Ve nihayet, “Proletarya bir sınıf olarak kendini oluşturacak ölçüde henüz yeterince gelişmediği sürece ve bunun sonucu proletaryanın burjuvaziyle olan savaşımı henüz politik bir nitelik almadığı sürece ve üretici güçler, proletaryanın kurtuluşu ve yeni bir toplumun kurulması için gerekli maddi koşulları bir an için görmemizi sağlayacak ölçüde burjuvazinin bağrında henüz yeterince gelişmediği sürece, teorisyenler, ezilen sınıfların isteklerini karşılamak üzere sistemler uyduran ve canlandırıcı bir bilim bulmaya çalışan ütopyacılardır ancak. Ama tarih ilerledikçe ve onunla birlikte proletarya savaşımının çizgileri daha da belirginleştikçe, bunların kafalarının içinde bilim aramalarına artık gerek kalmaz; gözlerinin önünde olup biteni saptamaları ve bunun sözcüsü durumuna gelmeleri yeterlidir.”[28]

 

III.2) SERBEST DOLAŞIM, KAPİTALİZM, ÖZEL MÜLKİYET, PARA, SÖMÜRÜ

 

Neo-liberal yaygaralar eşliğinde kapitalistlerin “Yeni Dünya Düzeni”, diye sundukları “Serbest Dolaşım” yanılsaması birçok yeni-solcuyu derinden etkiledi; hatta “serbest piyasa sosyalizmi”nden söz ettirecek kadar!

Oysa çok önceleri, “Serbest değişim taraftarlarının, bir ülkenin nasıl başka bir ülkenin sırtından zenginleştiğini anlamaktan aciz olmalarına şaşmamak gerekir. Çünkü bu adamlar, bir ülkede bir sınıfın diğer bir sınıfın sırtından nasıl zenginleştiğini anlamamak konusunda da aynı derecede kararlıdırlar,”[29] notuyla Karl Marx, onları şöyle uyarmamışlar mıydı?

“Amerika’da altın ve gümüşün bulunması, yerli halkın kökünün kazınması, köleleştirilmesi ve madenlere gömülmesi, Doğu Hint Adalarının ele geçirilmeye ve yağmalanmaya başlanması, Afrika’nın, kara-deri ticaretinin av alanı hâline getirilmesi, kapitalist üretim çağının pembe renkli şafak işaretleriydi. Bu pastoral gelişmeler, ilkel birikimin belli başlı adımlarıydı. Bunu, savaş alanı bütün yer yuvarlağı olan, Avrupalı uluslarınn ticaret savaşı izler. Bu savaş, Hollanda’nın İspanya’ya karşı başkaldırmasıyla başlar, İngiltere’de Jakobenlere karşı savaşta dev boyutlara ulaşır ve Çin’e karşı afyon savaşı ile hâlâ sürer gider.

İlkel birikimin farklı önemli anları, şimdi, az çok bir tarih sırasıyla, özellikle, İspanya, Portekiz, Hollanda, Fransa ve İngiltere üzerinde dağılmış bulunuyor. Bunlar XVII. yüzyılın sonunda, İngiltere’de sömürgelerin, kamu borçlarını, modern vergi ve himaye sistemlerini kapsayan sistematik bir bütün meydana getirirler. Bu yöntemler, bazen, örneğin sömürge sisteminde olduğu gibi kaba kuvvete dayanırlar. Ama hepsi de, feodal üretim tarzının, kapitalist tarza dönüşüm sürecini yapay bir biçimde hızlandırmak ve bu geçişi kısaltmak için, devlet gücünü, toplumun bu örgütlenmiş kuvvetini kullanırlar. 

Zor, yeni bir topluma gebe her eski toplumun ebesidir. Zorun, kendisi, bir ekonomik güçtür.”[30]

İş bu merkezdeyken Jean Jacques Rousseau’nun, “Bu nasıl bir toplum, insan milyonların ortasında en derin yalnızlığı yaşıyor; hiç kimse farkına varmadan dayanılmaz kendini öldürme arzusuyla kahrolabiliyor? Bu toplum toplum değildir... vahşi hayvanların yaşadığı bir çöldür,” diye betimlediği kapitalizm Karl Marx için çok net bir felaketti!

“Bir kutupta servet birikimi, diğer kutupta, yani kendi emeğinin ürününü sermaye şeklinde üreten sınıfın tarafında, sefaletin, yorgunluk ve bezginliğin, köleliğin, cahilliğin, zalimliğin, aklî yozlaşmanın birikimi aynı anda olur.”

“Burjuvazi bütün ulusları yok olup gitmemek için burjuvazinin üretim tarzını benimsemek zorunda bırakıyor... Açıkçası burjuvazi kendi suretinde bir dünya yaratıyor,” notunu düşen O, soluk almamacasına şunların altını çiziyordu: “Kapitalist üretimin en büyük engeli, sermayenin ta kendisidir.”[31]

“Cimri aklını yitirmiş bir kapitalist; kapitalist ise aklı başında bir cimridir.”[32]

“Burjuva toplumunda, canlı emek, biriktirilmiş emeği artırmanın bir aracından başka bir şey değildir.”[33]

“Çalışanların eline bir şey geçmiyor,[34] eline bir şey geçenlerse çalışmıyor.”[35]

 “Kapitalist sistemin yolunu açan süreç, emekçinin elinden üretim araçlarının sahipliğini alan süreçten başkası olamaz; bu süreç, bir yandan toplumsal geçim araçlarını sermayeye, öte yandan doğrudan üreticileri ücretli emekçilere dönüştürür… Onların mülksüzleştirilmelerinin tarihi, insanlık tarihinin tutanaklarına kandan ve ateşten harflerle yazılmıştır.”[36]

“Ölesiye çalışarak kazanma hırsı, başarı güdüsü ve sahip olma tutkusu, ekonomik etkinlikleri insan yaşamının ana hedefi ve amacı hâline getirerek, insanın doğal yaşamdan ve ahlâki değerlerden uzaklaşmasına neden olur.”[37]

“Kapitalist üretimin hükmettiği toplumsal düzenlerde kapitalist olmayan üreticiler bile kapitalist kavramlara kıskıvrak yakalanırlar. Mülkiyet burada hisse senedi şeklinde var olduğundan, hareketi ve el değiştirmesi küçük balıkların köpek balıklarına, kuzuların borsa kurtlarına yem olduğu, borsada oynanan bir kumar hâlini alır.”[38]

“En sonunda, insanın devredilemez sandığı her şeyin bir değişim aracı olduğu, alışverişe konu edildiği ve devredildiği zaman gelmiştir. Şimdiye dek ifade edilen ama takas edilmeyen; verilen ama asla satılmayan; edinilen ama asla satın alınmayan erdem, sevgi, inanç, bilgi, vicdan gibi değerlerin, kısaca her şeyin ticarete dahil olduğu zamandır bu. Genel bir yozlaşmanın, her şeyin satılabilir olmasının evrenselleştiği ya da politik ekonomi diliyle konuşacak olursak, maddi manevi her şeyin pazarlanabilir bir değer hâline geldiği ve gerçek değerinin saptanabilmesi için pazara getirildiği zamandır.”[39]

“Dönüşüm sürecinin bütün avantajlarını sömüren ve tekellerine alan büyük sermaye sahiplerinin sayılarındaki sürekli azalmayla birlikte, sefalet, baskı, kölelik, soysuzlaşma, sömürü de alabildiğine artar; ama gene bununla birlikte, sayıları sürekli artan, kapitalist üretim sürecinin kendi mekanizması ile eğitilen, birleştirilen ve örgütlenen işçi sınıfının başkaldırmaları da genişler, yaygınlaşır. Sermaye tekeli, kendisiyle birlikte ve kendi egemenliği altında fışkırıp boy atan üretim tarzının ayakbağı olur. Üretim araçlarının merkezileşmesi ve emeğin toplumsallaşması, en sonunda, bunların kapitalist kabuklarıyla bağdaşamadıkları bir noktaya ulaşır. Böylece kabuk parçalanır. Kapitalist özel mülkiyetin çanı çalmıştır. Mülksüzleştirenler mülksüzleştirilirler.”[40]

“Sermayenin egemenliği enternasyonaldir. Bu nedenle tüm ülkelerin işçilerinin kurtuluş mücadelesi de ancak bu mücadele, işçilerin uluslararası sermayeye karşı ortak mücadelesi olduğunda başarılı olabilir.”[41]

Bu saptamaların ışığında, “sosyal” ya da “demokratik” kapitalizm zırvaları ne anlatır, anlatabilir?

Ama aktarmadan geçmeyelim: “Kapitalizm kesinlikle dayanışmaya, saygıya, sosyal sorumluluğa ya da ilgiye dönük değildir. İnsanların ‘hem bireysel hem de kolektif olarak eksiksiz gelişime’ ulaşabilmeleri için zorunlu olan işyerlerinde ve toplumda Öncülüğün oluşabileceği koşulları yaratmakla da ilgilenmemektedir, Kapitalizm aslında insani gelişmeyle hiç ilgili değildir.

Sermayenin mantığı, kâr peşinde koşarken tüm insani değerlerin ikinci plana atıldığı bir toplum yaratır. Kapitalistler için birer kâr aracından başka bir şey olmayan işçiler, yeteneklerini onlar adına üretim yapmak için satmaya zorunlu olunca nasıl özgürce gelişebilirler ki? İşçiler sömürülmekle kalmaz, aynı zamanda hem artı değer üretimi hem de bu artı değeri paraya çevirmek için sürekli yeni ihtiyaçların yaratılması sürecinde biçimsizleşirler de (Marx’ın deyişiyle ‘sakatlanırlar’). Sermaye, birbirine bağlı ve birbirini önemseyen insanların olduğu bir toplum yaratmak yerine toplumda bölünmeler yaratır. Kendi kurallarına ve ödeyeceği en düşük ücrete karşı oluşabilecek her türlü sesi kısmak için işçileri bölerek onları birbirine rakip eder. Çünkü insanlar ve doğa sermayenin amaçları için yalnızca birer araçtır. Sermaye, Marx’ın zenginliğin esas kaynakları olarak adlandırdığı insanları ve doğayı tahrip eder.”[42]

Bu, özel mülkiyette ifadesini bulan paranın egemenliği/ sömürüsü için farklı olabilir miydi? Karl Marx’ın, “Hangi biçimi almış olursa olsun, toplumun bir bölümünün bir diğeri tarafından sömürülmesi, geçtiğimiz yüzyılların hepsinin ortak özelliğidir,”[43] notunu düştüğü tabloda ne mümkün!

Miguel de Unamuno’nun, “Özel mülkiyetlerdeki çitlerin ve duvarların hırsız dediklerimiz için yalnızca birer özendiricidir, aslında hırsız olanlar ötekilerdir mal sahipleridir. Çitsiz, duvarsız olan, herkesin erişebileceği mülkiyetten daha güvenli mülkiyet yoktur. İnsan iyi olarak doğar, doğal olarak iyidir; toplum onu bozar, yoldan çıkarır”;[44] Jean-Jacques Rousseau’nun da, “Bir kez özel mülkiyet masaya geldi mi, bir kez bir şeyleri benim ve senin olarak düşünmek söz konusu oldu mu, insanlığın doğal özgürlüğü ölür,”[45] uyarılarına karşın neo-liberal “solcu”lar gibi, “özel mülkiyet” gerçeğini ne “es” geçebilir, ne de küçümseyebilirsiniz.

Karl Marx’ın ifadesiyle, “Özel mülkiyet çerçevesinde herkes kendi bencil gereksinimini tatmin etmek için bir başkasının üstünde yabancı bir güç yaratma çabasındadır. Bundan dolayı nesneler miktarındaki artışa, insanın maruz kaldığı yabancı güçler diyarında bir genişleme eşlik eder ve her yeni ürün, yeni bir karşılıklı aldatma ve soygun ihtimali doğurur.”[46]

“Özel mülkiyeti ortadan kaldırmaya niyetlendiğimiz için dehşete kapılıyorsunuz. Fakat mevcut toplumunuzda özel mülkiyet nüfusun onda dokuzu için zaten ortadan kalkmış durumdadır.”[47]

“Bizim için sorun özel mülkiyetin herhangi bir değişikliğe uğratılması değil, olsa olsa yok edilmesidir; sınıf karşıtlıklarının üzerinin örtülmesi değil, sınıfların ortadan kaldırılmasıdır; mevcut toplumun iyileştirilmesi değil, yeni bir toplumun kurulmasıdır.”[48]

“Para” ve “sömürü”ye gelince…

“Elimizdeki para, satın almayı arzulayabileceğimiz şeyleri temsil ederken, aynı zamanda, bu para karşılığında satmış olduğumuz şeyleri de temsil eder.”[49]

“Para, İsrail’in kıskanç tanrısıdır; yanında başka hiçbir tanrı var olamaz. Para insanların bütün tanrılarını küçültür, bir meta hâline getirir. Para her şeyin evrensel kendi içinde oluşmuş değeridir. Bu yüzden de bütün dünyayı, hem insanın hem doğanın dünyasını, öz değerinden mahrum bırakmıştır. Para insan emeğinin ve hayatının yabancılaşmış özüdür ve bu yabancı öz insana hükmederken insan da ona tapar.”[50]

“Kişinin başka bir kişiyi sömürmesine son verildiğinde, orantılı olarak, bir ulusun başka bir ulusu sömürmesine de son verilecektir. Ulus içindeki sınıflar arası karşıtlık yok oldukça, orantılı olarak, bir ulusun diğerine gösterdiği düşmanlık da son bulacaktır.”[51]

Yazının devamı için



Bu yazı 5521 defa okunmuştur.

FACEBOOK YORUM
Yorum

YAZARIN DİĞER YAZILARI

YAZARLAR
Bizi Takip Edin :
Facebook Twitter Google Youtube RSS
ÇOK OKUNAN HABERLER
  • BUGÜN
  • BU HAFTA
  • BU AY
HABER ARŞİVİ
SON YORUMLANANLAR
  • HABERLER
  • VİDEOLAR

Web sitemize nasıl ulaştınız?


nöbetçi eczaneler
HABER ARA
YUKARI