Bugun...


Temel Demirer

facebook-paylas
Güncelden Tarihsele İsçi Sınıfı
Tarih: 16-12-2017 01:09:00 Güncelleme: 15-12-2017 01:31:00


Yazının tamamını PDF olarak indirmek için tıklayınız

 

 

GÜNCELDEN TARİHSELE İŞÇİ SINIFI

 

TEMEL DEMİRER

 

 

 

I) SINIF VE İŞÇİ SINIFI

 

 

I.1) İŞÇİ SINIFI

 

 

II) İŞÇİ SINIFININ GÜNCEL HÂLİ

 

 

II.1) TÜRKİYE/ ANADOLU İŞÇİ SINIFI

 

 

II.1.1) ÇOCUK İŞÇİ(LER), KADIN(LAR) VE İŞ CİNAYET(LER)İ

 

 

II.2) KAPİTALİST DEVLET VE İŞÇİLER

 

 

II.3) “BİR ŞEY ÇIKMAZ, OLMAZ” DİYENLER İÇİN!

 

 

III) III. BÜYÜK BUNALIM’IN “YDD”Sİ

 

 

III.1) “YDD” ÇILGINLIĞI

 

 

IV) ŞİMDİ İSYAN ZAMANIDIR!

 

 

IV.1) “BİR HESABI VARDIR BUNUN SORULUR”

 

 İŞÇİ SINIFI: GÜNCELDEN TARİHSELE…[1]

 

TEMEL DEMİRER

 

Kendi alevlerinizde
yanmaya hazır olmalısınız:
Önce kül olmadan
 kendinizi nasıl yenileyebilirsiniz?”[2]

 

Güncelden tarihsele işçi sınıfını konuşmaya başlamadan önce, Horace Mann’ın, “İnsanlar, dünyada çabuk yükselen şeylere değer verirler. Ama hiçbir şey toz ve tüy kadar çabuk yükselemez,” uyarısının altını çizmem gerek.

“Neden” mi?

André Gorz’un 1980’lerdeki “Elveda proletarya” söylenceleriyle zuhur eden “sınıftan kaçış”ın kapısını aralayan zırvalara -asla- prim vermediğimi bir kez daha hatırlatmak için.

Eğer bu zırvalara hâlâ prim veren(ler) varsa, beni dinlemeseler de olur. Çünkü V. İ. Lenin “Hangi cinsin hangi cinsle eşitliği? Hangi ulusun hangi ulusla eşitliği? Hangi sınıfın hangi sınıfla eşitliği? Hangi boyunduruktan ya da hangi sınıfın boyunduruğundan kurtuluş? Hangi sınıf için kurtuluş? Bu soruları ortaya atmaksızın, bunları ön plana çıkarmaksızın, bunların sessizce geçiştirilmesine, gizlenmesine, örtbas edilmesine karşı savaşmaksızın politikadan ve demokrasiden, özgürlükten, eşitlikten ve sosyalizmden söz eden kimse, emekçilerin en acımasız düşmanıdır,” uyarısına büyük değer verenlerden birisi olarak, ben de onları kaale almıyorum.

Hadi söze “sınıf” ile “işçi sınıfı” gerçeğiyle başlayalım.

 

I) SINIF VE İŞÇİ SINIFI

 

V. İ. Lenin’in, “Tarihi olarak belirlenmiş bir üretim sistemi içindeki yerlerine, üretim araçları ile olan ilişkilerine, emeğin toplumsal örgütlenmesinde oynadıkları rollere ve dolayısıyla toplumsal zenginlikten aldıkları payın büyüklüğüne ve bu payı alırken kullandıkları yola göre birbirinden ayrılan insan gruplarına sınıf denir,” diye tanımladığı durum konusunda Maksim Gorki de şunları ekler:

“Her sabah nereye gittiğini bilmeden işe giden, her akşam nereden çıktığını bilmeden işten çıkan, sevmediği hayatı yaşayan; sevmediği işi yapan, sevmediği kişilerle yaşayan, kalabalıklar yüzünden yaşamaya karşı yüzünde ne bir sevgi, ne bir sevgisizlik işareti olmadan gelip geçen; her akşam evinin dört duvarı arasına sanki bir mezara girermiş gibi giren; gecelerini bir sıkıntı yorganının altında yalnız ya da yanındaki yabancı gövdeyle geçiren bütün ölü kentlerin, ölü doğmuş çocukları! Size bu ölü yaşamı hazırlayan sermaye sahibi egemen sınıftır, bu acımasız oyunun varlığı siz izin verdiğiniz sürece devam edecektir.”

Bunlar tam da böyleyken; Ellen Meiksins Wood’un, ilişki ve süreç olarak tanımlayıp, çözümlediği sınıf,[3] kapitalizmde artı değer sömürüsünün ortaya çıkardığı, gelir düzeyi ile harcanan emeğin ters orantılı olduğu hâlin özetidir.[4]

Kişinin toplumdaki yerini gösteren “sınıf” (Alm. klasse; Fr. classe; İng. class) hem Marksist kuram hem de sosyal bilimlerin en önemli kavramlardan biridir.

Marksist kuram için sınıf kavramının özel bir anlamı vardır. Marksizmin siyasal mücadele ile kopmaz bağları olması nedeniyle, sınıf kavramı üzerine yürütülen her tartışma, mevcut koşullardaki siyasal mücadelenin strateji ve taktiklerine yönelik belirgin sonuçlar yaratmıştır. Sınıf, işçi sınıfı, iki ana eksen üzerinde farklılaşan dar ya da geniş kapsamıyla ve nesnel ya da öznel oluşumuyla tanımlanır.

Birinci tanım, işçi sınıfını fiili olarak sanayi sektöründe istihdam edilen ve artı-ürün üreten mavi yakalı kesimlerle sınırlayan dar yorumdur.

İkinciyse, verili andaki istihdam biçimine bakmaksızın sınıfı üretim araçlarının mülkiyetinden yoksunluk ölçütüyle tanımlayan geniş yorumdur.

Karl Marx’ın eserlerine baktığımızda, işçi sınıfının en önemli özelliğinin üretim araçlarından yoksun bırakılmışlık anlamında mülksüzleşme ve buna bağlı olarak kapitalizm koşullarında piyasaya sürebileceği emek-gücü sahipliği olduğu açıktır. Başka bir deyişle, bir işçi kapitalizm öncesine ait her tür yükümlülük ve bağdan kurtulup sermaye sahibiyle “özgür” bir iş akdi yapabildiği sürece, emek-gücünün hangi sektörde değerlendirildiğinin, emek-gücünün karşılığının ne tür bir ücret rejiminde alındığının, hatta emek-gücünün bir istihdam-ücret zinciriyle fiilen realize edilip edilmediğinin sınıf tanımında belirleyici bir rolü yoktur.

Bu çerçevede Marksist değerlendirmenin, sınıfın geniş yorumuna denk düştüğünü söyleyebiliriz.

Ayrıca Marx’ın özgün katkısının sınıfların ya da sınıf mücadelelerinin varlığını göstermesinde değil, sınıf ayrışması ile üretim ilişkileri arasındaki bağı bilimsel olarak çözümlemesinde yattığının altını çizerken;[5] kapitalizmin sınıflı toplumların en açık ve en son biçimi olduğunu, kapitalizmde temel çelişkinin işçi sınıfı ile burjuvazi arasında olduğunu ve toplumsal yapıyı sınıf eşitsizliklerinden kurtarabilecek tek grubun da işçi sınıfı olduğunu göstermiştir. Marksist kuramda işçi sınıfına tanınan ayrıcalıklı konumun en önemli nedeni budur.

Zira Marx’a göre, sınıflı toplum deyişi, içerisinde sınıfların olduğu toplumdan çok, ancak sınıf ilişkilerinin belirleyici olduğu bir bakış açısıyla anlaşılabilecek bir tarihsel yapıyı ifade eder. Dolayısıyla, tarihsel ve toplumsal bir formasyon olarak kapitalizm, barındırdığı özgün sınıfsal yapının karakterinin ve buradan kaynaklanan sınıf mücadelelerinin çözümlenmesi sayesinde anlaşılabilir. Bu anlamda, sınıf kavramı, kuramsal ve felsefi olduğu kadar, tarihsel, sosyolojik, etik, estetik ve siyasal nitelikler de taşır.

Marksist sınıf yaklaşımında önceliğin, insanların üretim ilişkileri içindeki konumunda olduğu açıkken; üretim araçlarından yoksun bırakılarak mülksüzleştirilmiş ve piyasada emek-gücünden başka satacak hiçbir şeyi olmayan insanlar nesnel olarak aynı sınıfın üyeleridir. Bu nesnel konum, sınıf aidiyetini belirlediği kadar, sınıf çıkarının da üzerinde tanımlanacağı tek gerçek zemindir.

Aslı sorulursa “proletarya” kavramı Marx’ın icat ettiği bir kavram değildir. Marksist edebiyat kuramcısı ve eleştirmen Terry Eagleton, proletaryanın eski çağ toplumlarında alt sınıftan kadınları tanımlamak için kullanıldığından bahseder. Sözcük olarak “proletarya” Latince kökenli bir sözcüktür ve üremenin sonucunda ortaya çıkan “çocuk” kelimesinden türemiştir. Bu anlamda “proletarya” kelimesi, devlete hizmet etmek için rahimlerinden başka sunacak bir şeyleri olmayan çok yoksullar anlamına gelir. İktisadi yaşama hiçbir biçimde katkıda bulunamayacak kadar yoksun ve yoksul olan bu kadınlar işgücü olarak çocuk doğurmaktaydı. Toplumun onlardan talep ettiği üretim değil üremeydi.[6] Şu hâliyle kavramın ilk ortaya çıkışında üretim sürecinin dışında yer alanların rolü büyüktür, diyebiliriz.

Modern işçi sınıfının ortaya çıkışıyla proletarya yeniden tanımlandı. Emek gücünü ücret karşılığında kapitalistin kullanımına sunan her kişi proletaryadır esasen. Engels’in Komünist Manifesto’nun 1888 tarihli İngilizce basıma notunda altını çizdiği gibi, proletarya derken “hiçbir üretim aracına sahip olmadıkları için ancak emek güçlerini satarak yaşayabilen modern ücretli emekçiler sınıfı kastedilmektedir.” Tanım bu kadar açıktır. Ayrıca bu tanıma işsizler de dâhil edilmelidir. Çünkü işsizlik, dar anlamda sanayi olmasa bile, bir bütün olarak kapitalist üretim ve dolaşım alanının çeperinde hazır kıta bekleyen bir “yedek ordu” anlamına gelir.[7]

İşçi sınıfının türdeş değil, değişik katmanlar ve bölünmeler içeren tarihsel bir oluşum olarak gördüğü gerçeklik için Marx, kapsayıcı bir kategori olarak kolektif işçi kavramını önermişti.

Üretim ilişkileri bağlamında benzer deneyimleri paylaşan insanlar bütününe denk düşen kolektif işçi sınıfının, sınıf olabilmesi için ortak bir bilinç oluşturmasına gerek yoktur. Sınıf, sınıf bilincinden önce de vardır. Bu durumdaki gruba “kendisinden sınıf/ class in itself”, sınıf bilincini oluşturabilmiş sınıfa ise, “kendisi için sınıf/ class for itself” denebilir.[8]

 

I.1) İŞÇİ SINIFI

 

İşçiler modern dünyanın ücretli köleleridir. Üretim ilişkilerinde üreticiyi, emeği ortaya çıkarana verilen isimdir. Marksizme göre kapitalist düzeni yıkacak tek devrimci sınıftır. Çünkü Marksist felsefeye göre, (diyalektik materyalizm) gelişen ve üreten sınıflar devrimcidir. Bu yüzden işçi sınıfına-proleterlere- devrimci gözüyle bakılır Marksist ideolojide. Emeğini satarak geçimini sağlayan bu grup çelişkiyi kaldırabilecek yegâne sınıftır.

Marksizm proletarya ve burjuvayı (kapitalist sınıf) birbirinin zıttı iki pozisyona koyar, örnek olarak fabrika işçisi ücretini olabildiğince fazla almak isterken patron sayılan üretim araçlarına sahip insanlar da olabildiğince az vermeye çalışır. Bunun da ötesinde, her iki sınıf, üretimdeki yerleri ve toplumsal yaşamdaki konumlarıyla tamamen çatışma hâlindedirler. Bu çatışma geçici ve aşılabilir değildir aksine, ancak sınıfsız topluma geçildiğinde bitecek bir çatışmadır. Proletaryanın sınıfsal çıkarları, Marksist teoriye göre, mevcut toplumsal sistemin tamamen aşılmasını ve bir sınıf olarak kendisinin de ortadan kalkmasını gerektirmektedir, oysa burjuvazi kendi varlığını bu sistemin devam ettirilmesin de bulur.

Marksizm’e göre kapitalizm işçi sınıfının burjuva (“kapitalistler”, üretim araçlarına sahip olanlar) tarafından sömürülmesine dayanır. Bu sömürü şöyle gerçekleşir: işçiler, kendi başlarına üretim araçlarına sahip olmayanlar, hayatlarını sürdürmek için bir iş bulmak zorundadırlar. Bir kapitalist tarafından işe alınırlar ve onun adına çalışmaya başlayarak ortaya çeşitli ürünler koyarlar. Daha sonra bu mal/ürünler kapitalistin kendi malı olur ve kapitalist bunları pazarlayarak/satarak gelen paranın hepsine el koyar. Kazanılan paranın bir bölümü işçinin “yevmiye”sine ayrılırken, diğer kısım (artı değer) giderler çıktıktan sonra kapitaliste kar olarak kalır ve döngü böyle devam eder. Bu yüzden Marksistlere göre, birileri ortaya konan ürünün karşılığını tam olarak alamamakta, birileri de emek harcamadan ürünün karşılığını hak etmeden almaktadır.

Karl Marx’ın, “Sermaye; vampire benzeyen, yalnızca canlı işçilerin kanını emerek yaşayan ve daha fazla sayıda işçinin kanını emdikçe ömrünü uzatan ölü demektir,” diye tanımladığı kapitalist vahşet,[9] ücretli köleler için Karl Marx’ın, “Demek ki, hatta işçi için en elverişli olan toplum durumunda bile, işçi için zorunlu sonuç, aşırı çalışma ve zamansız ölüm, makine düzeyine, kendi karşısında tehlikeli bir biçimde biriken sermayenin kölesi düzeyine düşürülme, rekabetin yeniden canlanması, işçilerden bir bölümünün açlıktan ölmesi ya da dilenciliğidir,”[10] diye tanımladığı hâldir.

Bu noktada öncelikle ücretli köleler için “Çalışan için yaşam, işin bittiği yerde, masada, kahvede, yatakta başlar. Öte yandan, bu on iki saatlik emek, kendisi için dokuma, eğirme, yol açma vb. olarak değil, kendisini masaya, kahveye, yatağa götüren kazanç olarak anlam taşır. Eğer ipekböceği, varlığını bir tırtıl olarak sürdürmek için koza örseydi, tam bir ücretli işçi olurdu,” diyen Karl Marx’ın, “İşçinin çalıştığı süre, kapitalistin ondan satın aldığı emek gücünü harcadığı süredir. İşçi eğer bu süreyi kendisi için harcarsa, kapitalisti soymuş olur,” notunu asla göz ardı etmemek gerek![11]

Friedrich Engels’e göre, “İşçi sınıfı, toplumun, geçim araçlarını herhangi bir sermayeden elde edilen kârdan değil, tamamıyla ve yalnızca kendi emeğinin satışından sağlayan; sevinci ve üzüntüsü, yaşaması ve ölmesi, tüm varlığı emek talebine, dolayısıyla işlerin iyi gittiği dönemler ile kötü gittiği dönemlerin birbirlerinin yerini almasına, sınırsız rekabetten doğan dalgalanmalara dayanan sınıfıdır.”

Tamamıyla mülksüz olan bu sınıf emeklerini, karşılığında zorunlu geçim araçları edinmek için burjuvalara (sermaye sahiplerine) satmak zorundadır.

Mülksüzleştirilmiş, sadece emeği ve kaybedecek tek şeyi de sadece çocukları olanların oluşturduğu işçi sınıfının iki hâlinden birisi “kendinde”, diğeri de “kendi için” olan işçi sınıfı, XVIII. yüzyılın ikinci yarısında İngiltere’de ortaya çıkan sanayi devriminin bir sonucu olarak doğmuştur. İşçiler, ilk aşamada, dağılmış ve rekabet yüzünden parçalanmış bir “kitle” durumundadır.

Ancak sanayinin gelişimi bir yandan işçi sayısını arttırırken bir yandan onların yaşam koşullarını en düşük düzeyde eşitlemiştir. Bunun sonucunda işçiler, ortak sorunlara sahip olduklarını ve bu sorunlara karşı birlikte mücadele vermelerinin gerektiğini fark etmeye başlamışlardır. Böylece, tepkiler işçilerin tek tek sürdürdükleri mücadeleden işçi sınıfının yine bir sınıf olan burjuvaziye karşı verdiği mücadeleye dönüşmüştür.

Bu durum, aynı zamanda, işçilerin kendiliğinden bir sınıf olma durumundan, “kendisi için” bir sınıf olma durumuna geçtiğinin de göstergesi olmuştur. İşçi sınıfının “kendisi için” bir sınıf olmaya başlamasının en önemli sonucu ise burjuvaziye karşı verdiği sınıf mücadelesini, örgütlü bir siyasi mücadele bakış açısıyla örmeye başlamasıdır.

T.“C” Başbakanı’nın “ayak takımı” olarak gördüğü; alın terinin sembolü olmuş ve sermayenin olmazsa olmazı olarak artı-değer sömürüsüne uğrayan modern kölelerden oluşan işçi sınıfı devrimi gerçekleştirebilecek tek sınıftır. Onun devrimci mücadelesi doğası gereği sınıfı kapitalist devletle yüzleşmeye iter.

Ancak Paul Lafargue’ın, “Ne var ki; işçi sınıfı, bütün uygar ulusların üreticilerini bağrında toplayan o büyük sınıf, bağımsızlaşarak insanlığı kölece çalışmadan kurtaracak ve insan - hayvanı özgür bir varlık durumuna getirecek olan işçi sınıfı, tarihsel görevini unutup içgüdülerine ihanet ederek, kendini çalışma dogmasına kurban etmiştir. Cezası sert ve korkunç olmuştur. Tüm bireysel ve toplumsal yoksulluk, çalışma tutkusundan doğmuştur,” uyarısını da yönelttiği işçi sınıfı, uygarlığın yükünü omuzlarında taşıyandır.

Her gün artmakta olan dünya nüfusunun topraksız işçiler sınıfına yaptığı ilavelerle, rolü pasif ve toplum içi kaynaşmalarda ayak takımı güruhu, savaşlarda asker ve diğer zamanlarda ise işyerlerinin-fabrikaların emekçileri ve varlıklı sınıfın kölesi olanların kolektif varlığıdır.

Ve işçi sınıfı biricik “üreten güç”tür! Bir an düşünün: Tüm bu zenginlikleri yaratan; ne kadar çok üretirse, o kadar az tüketen; ne kadar çok değer üretirse o kadar çok değersizleşen; zenginler için sermaye, kendisi için yoksunluk üreten; saraylar yaratıp, kendisi viranelerde yaşayan kimdir? Yanıt, işçilerdir!

Ancak bu kadar değil! İşçi sınıf yıkan ve yaratan; dünyayı değiştirme eylemiyle, yeni dünya(lar) yaratan güçtür. Onun için aslolan dünyayı değiştirmektir. Karl Marx’ın Paris Komünü’nde proletarya iktidarının özünü, V. İ. Lenin’in Sovyetlerde komünü gördüğü gerçekliğin yaratıcısıdır. Eskimişi yıkıp, yeniyi kuran işçi sınıfı değiştirici; dönüştürücü güçtür; bunu Paris Komünü, Ekim Devrimi ile gördük...

Karl Marx’ın, “Özel bir haksızlığa değil, haksızlığın ta kendisine uğradığı için özel bir hakkın davasını gütmeyen, bundan böyle artık tarihi değil, yalnız insanî bir haklılık gerekçesi ileri sürebilecek olan... nihayet, toplumun bütün diğer kesimleri karşısında kendini özgür kılmadıkça ve özgürleşmedikçe özgürlüğünü kazanması mümkün olmayan, tek kelimeyle, insanın topyekûn yitişi olduğu için ancak insanın topyekûn kazanılmasıyla kendini kazanabilecek olan bir kesim” diye tanımladığı proletaryayı en genel soyutlama düzeyinde (örneğin Kapital’de) ismi “emek” olan sınıfın, kapitalist toplumsal formasyon düzeyindeki adıdır. Böylece emek-sermaye arasındaki uzlaşmaz (antagonistik) çelişki, kapitalist üretim tarzı içerisinde proletarya ile burjuvazinin çatışması olarak görülür.

Marksizme göre proletarya üretim araçlarına sahip olmayan sınıftır. Proletarya, feodalizmin çözülmesiyle malı mülkü kalmamış olan insanların, emek gücünü para karşılığında satarak yaşamını sürdürmek zorunda kalan insanların, üretimdeki konumları itibariyle belirli bir grup oluşturan sınıfıdır.

George Orwell’in hakkında “Bilinçleninceye kadar asla başkaldırmayacaklar, ama başkaldırmadıkça da bilinçlenemezler,” dediği ve Karl Marx’a göre de, toplumsal konumu gereği proletarya, sınıflı toplumsal yapıyı sona erdirecek olan iradedir.

Kimilerinin Sovyetler Birliği’nin likidasyonu ile “Elveda” dedikleri sınıf; Karl Marx’a göre de, zincirlerinden başka kaybedecek hiçbir şeyleri olmayan, devrimin öznesi olabilecek yegâne toplumsal kategoridir.

Mülksüz emekçilerden oluşan proletarya, Roma’da “altıncı sınıf”, “tek vasfı çocuk yapmak” olan “proles” sözcüğünden türemiştir, Latince “çocuk” demektir.[12]

Kökeni çocuklarından başka kaybedecek şeyi olmayandan gelirken; geçimini herhangi bir sermayenin kârıyla değil, ancak ve yalnız kendi emeğinin satışıyla kazanan, sevinci ve tasası, yaşamı ve ölümü, tüm varlığı emek olan sınıftır...

Dünyanın lanetlenmişleri; geleceğin mimarları; en çok korkulan hayaletin eti kemiğidir; dünyayı sırtında taşıyanlardır. Ya da patrona işgücünü satarak aldığı ücret karşısında yaşamını sürdüren emekçilerin oluşturduğu toplumsal sınıf olarak işçileri, tarihte daha önceki dönemlerde ortaya çıkmış ve sömürülen sınıflardan ayıran temel özellik, özgürleşmiş emeğin tecessümü olmalarıdır. Bu “özgürleşme” iki boyutludur. Birinci boyut, emeğin kölelik veya serflik bağımlılığından kurtulması, emek gücünün meta hâline gelmesi ve böylece özgürleşmesidir. İkinci boyut ise, üretim araçları mülkiyetinden özgürleşmesi, kopmasıdır (mülksüzleşme). İşçi geçimini sağlayabilmek için işgücünü satmaktan başka yolu olmayan ve ayrıca işgücünü satabilme özgürlüğüne sahip bulunan ve üretimi kendi başına sürdürebilecek başka olanaklara sahip bulunmayan ücretlidir. 

İşçi sınıfı, belirli bir ücret karşılığı emek gücünü satan kişileri tanımlayan sosyal sınıftır; Friedrich Engels’in, “Burjuvazi adı altında toplumsal üretim araçlarının sahibi olan ve ücretli emeği sömüren modern kapitalistler sınıfı karşısında, kendilerine ait üretim araçlarına sahip olmadıklarından yaşayabilmek için emek güçlerini satmak zorunda olan modern ücretli işçiler sınıfıdır,”[13] notundaki üzere…

Karl Marx’a göre, işçi sınıfı, kapitalist sistemde aldığı ücretin niteliğinden öte, emeğinin üstünde hakkı olamayan bir sınıftır. Marksist tanımda, “işçi sınıfı” veya “proletarya”yı belirli bir ücret karşılığı emek gücünü satan ve üretim araçlarına sahip olmayan sayıca fazla birey yığınları olarak tanımlar. Ayrıca aşırı derecede fakir, işsiz, evsiz, ya da fahişelik yapanlar da bu kategoriye dahildir.

Karl Marx’a göre feodalizmin çöküşüyle mülksüzleşen insanların, belli bir ücret karşılığında emek gücünü satmasıyla oluşan işçi sınıfı “bal yapan arılardır”; kapitalist sistemin devamlılığı için en gerekli olan ve geçim kaynaklarının sahiplerine ekonomik ve siyasal bağımlılığı bulunan sınıftır.

Proletarya, her şeyden önce sınıf bilincine sahip olmalıdır. Çünkü işçi sınıfının köleleşmesinin nedeni, üretim araçlarını tekelinde tutanlara ekonomik bağlılıktır. Bu durumda proletaryanın kurtuluşu, kapitalist tekelin yıkılmasından geçer.

Ancak, “Dünyada proletaryanın geleceği kuracak, bunun imkânlarına sahip sınıf görünümü vermediği… Bu bakışla bakıldığında, ‘tarihî bir zorunluluk’ olarak bir ‘devrim’ yok…” diyen Murat Belge’nin umudunu tamamen kestiği, artık bir devrimin lideri, öncüsü olacak, nitelikte görmediği kitle;[14] burjuva sınıfının zorunlu düşmanı, kapitalizmin mezar kazıcısıdır. Çünkü sınıflı-sömürücü sistem “değişim” dedikleri başkalaşımları yaşasa da, “değişimde” değişmeyen, ücretli köleliğin kendisidir; işçi sınıfının sömürüsünün her daim baki olduğudur.

Jack London’ın ‘Demir Ökçe’sinde en can alıcı biçimiyle betimlediği; emeğini işverene satan; kapitalizmin mezar kazıcısı özelliğiyle; “devlet olmayan devlet”in sönümlenmesiyle kendi varlığına da son verecek biricik güç özelliği taşıyan işçi sınıfı, çoğunlukla gücünün ve potansiyelinin farkında değildir. Bir diğer deyişle alın teri ile yoğrulan hayatta pek çok meslek grubunun kendini bir türlü içinde görmediği sınıftır.  Geçinmek adına iş yaparken, yaptığı iş sonunda kendinden kat kat fazlasını patrona kazandıran, sermayenin ezdiği herkes işçidir ve bu sınıfa üyedir oysa…

İşçi sınıfı dediğiniz, sadece ter kokan, gecekondu meskenli, köyden göçen, eğitimsiz ve amelelikle uğraşanlar değildir. Muhasebeci, bankacı, doktor, mühendis, reklamcı, gazeteci... vs. hepsi de bal gibi işçidir. Kolektif işçi sınıfının üyesidir. Hepsinin de cesarete, karaktere ve özgür kafaya ihtiyacı vardır ki hakkını savunmak için eyleme geçebilsin.

Marksist görüşe göre, kapitalist toplumda burjuvazi tarafından sömürülen, emeğinden başka satacak hiçbir şeyi olmayan emekçi sınıf, kendisini sömüren mülkiyet düzenini yıkacağına ve yalnızca kendisini değil, fakat tüm insanlığı kurtaracağına inanılan evrensel ihtilalci sınıftır.

Bu bağlamda, kapitalizm içinde, orta sınıfın yok olup, işçi sınıfının bir parçası hâline gelmesi sürecine proleterleşme; proletaryanın, kapitalist devleti yıktıktan sonra, sosyalizme geçişi hızlandırmak ve üretim araçlarını sosyalleştirmek amacıyla kuracağı rejime proletarya diktatörlüğü adı verilir.

Karl Marx’ın “İşçi sınıfının zincirlerinden başka kaybedebileceği bir şey yok ama kazanacağı bir dünya var,” notunu düştüğü “son devrimci sınıf”, yani işçi sınıfının devrimciliği öznel ve nesnel gerekçelere dayanmaktadır.

İşçi sınıfının devrimci bir sınıf olmasının nedeni, nesnel olarak, tamamen üretim sürecindeki yeri ile ilişkilidir. Mevcut kapitalist üretim ilişkileri içinde üretim araçlarından yoksun kalmış olması, yani üretimdeki ve sömürünün kaynağındaki vazgeçilmez “nesnel” konumu onu tek devrimci sınıf kılar. Bu nesnel konum gereği oluşan işçi sınıfı bu hâliyle “kendinde sınıf” olarak algılanmalıdır.

Meselenin öznel yanı ise işçi sınıfının tarihsel çıkarlarının farkına varması ile ilgilidir. Karl Marx bunun ancak karşıt sınıfla pratik bir mücadele içinde gelişebileceğini ifade etmiş ve yaşanan dönüşümün sonucunda “kendi için sınıf” hâline geleceğini vurgulanmıştır.

İşçi sınıfının “son” devrimci sınıf olmasına gelince: ‘Komünist Parti Manifestosu’ okunursa görüleceği üzere, işçi sınıfının çıkarlarının kendisi dahil tüm sınıfları ortadan kaldırmak olduğu gerekçeleri ile ifade edilmiştir. Yani işçi sınıfı, kapsamı mülkiyet ilişkileri ile belirlenmiş, mevcut düzene son verme potansiyelini “nesnel olarak” barındıran, gerçekleştireceği devrimin ardından üretim araçlarının özel mülkiyeti ilga edileceğinden kendisi dahil tüm sınıfları yok edeceği için “son” devrimci sınıftır.

Ancak işçi sınıfının devrimciliği, sınıf bilinci+örgütlülüğü+mücadele kapasitesiyle oluşur; yani otomatik değildir.

Geçerken anımsatayım: Çok önceleri Friedrich Engels’in, “Bugünün işçisi, sanki özgürmüş gibi görünür. Çünkü, o bir kez ilk ve son olarak satılmaz, gündelik, haftalık, yıllık olarak parça parça satılır; özgürmüş gibi görünür. Çünkü onu, sahibi bir başkasına satmaz; bunun yerine belli bir kişinin kölesi olmadığı, tüm mülk sahibi sınıfın kölesi olduğu için, kendisi, kendini satmaya zorlanır,”[15] notunu düştüğü işçi sınıfı günümüz dünyasında içler acısı bir hâldedir. Çünkü dibin dibi olan en alt katmanda olan işçi sınıfı maalesef, toplumun diğer üst sınıfları burjuvazi patron sınıf gözünde makinelerin bir parçasına indirgenerek, yabancılaşmanın nesnelerine tahvil edilmişlerdir.[16]

Bu hâl -emeğini satıp, üretim araçlarında somut biçimde söz sahibi olamadığı hâlde- işçi sınıfının bazı “sosyalist” çevreler tarafından -harekete geçemedikleri için!- suçlanmasına yol açmıştır! Öncelikle şunu unutmamak gerekir ki sınıfın eyleme geçmemesi, onun eylemselliğe karşı olduğu anlamına gelmez. Yeterli şartların (sınıf bilinci+örgütlülüğü+mücadele kapasitesi) olmadığı anlamına gelir!

Tam da bu noktada “İşçi sınıfı bitti” çığlıkları eşliğinde, “mutlak kapitalizm düşüncesi(zliği)”ni pazarlayanların illüzyonları; sürdürülemez kapitalizmin dizginsiz kâr hırsını, savaşları, “Yeni Dünya Düzeni” diye sunulan “demokrasi”, “insan hakları” yalanlarını ört bas edemezken unutulmasın: Günümüz dünyasında ideolojik kuşatmalar hâlâ gücünü koruyor. Fakat ekonomik istatistikler hâlâ aynı şeyi vurguluyor. Merkez kapitalist ülkelerde üretimin oranı asla düşmüyor. İstatistikler gösteriyor ki; işçi sınıfının merkezinde bulunduğu üretimler hâlâ dünyada ağırlığını koruyor.

Örneğin Prof. Charles Goodhart ve Manoj Pradhan’ın bir araştırmasına göre, gelişmiş ülkelerde emek piyasası nüfusu 1990’da 685 milyon kişiymiş. Çin ve Doğu Avrupa bu nüfusa 820 milyon yeni işçi ekleyerek dünya işçi sınıfı rezervini ikiye katlamışken;[17] Karl Marx’ın, “Çok sayıda işçinin, bir ve aynı ya da farklı, ama aralarında ilişki bulunan süreçlerde bir arada yan yana çalışmalarına, elbirliği etmek ya da elbirliği içinde çalışmak denir. (…) Elbirliği yapan işçi sayısı arttıkça, sermayenin egemenliğine karşı direnenler de artar ve bununla birlikte sermayenin bu direnmenin üstesinden gelmesi için karşı baskı gereği de fazlalaşır”;[18] V. İ. Lenin’in, “Ne zaman ki birey olarak işçi, kendisinin bütün işçi sınıfının bir üyesi olduğunu fark eder, ne zaman ki o teker teker, işverenlere ve hükümet görevlilerine karşı verdiği küçük günlük mücadelenin, bir bütün olarak burjuvaziye ve bütün hükümete karşı verdiği mücadele olduğunu fark eder, yalnızca onun mücadelesi sınıf mücadelesi olur!” uyarılarını anımsama zamanıdır!

yazının devamı için



Bu yazı 4240 defa okunmuştur.

FACEBOOK YORUM
Yorum

YAZARIN DİĞER YAZILARI

YAZARLAR
Bizi Takip Edin :
Facebook Twitter Google Youtube RSS
ÇOK OKUNAN HABERLER
  • BUGÜN
  • BU HAFTA
  • BU AY
HABER ARŞİVİ
SON YORUMLANANLAR
  • HABERLER
  • VİDEOLAR

Web sitemize nasıl ulaştınız?


nöbetçi eczaneler
HABER ARA
YUKARI