Bugun...


Temel Demirer

facebook-paylas
AN-KARA’DA BİR KIPKIRMIZI CUMARTESİ
Tarih: 27-11-2017 18:53:00 Güncelleme: 27-11-2017 18:53:00


Devlet aygıtı,
şiddet tekelini
elinde tutar!”[2]

 

Gabriel García Márquez, ‘Kırmızı Pazartesi’de herkesin geleceğini bildiği, tüm ayrıntılarının konuşulduğu, “Geliyorum,” diye haykıran bir cinayetin hikâyesini anlatır.[3]

Tıpkı tarihe An-kara’nın acı bir günü olarak kaydedilen, “kıpkırmızı cumartesi” katliamı gibi...

Yaşamanın ölmekten daha zor olduğu coğrafyamızda, 14 bin insanın, barışseverin yaşadığı, tanık olduğu -unutulmaması gereken- bir katliamdır sözünü ettiğim. (Patlama anındaki slogan, “Bu meydan, kanlı meydan”dı!)

Bilmiyor olamazsınız; coğrafyamızda katliamlara tanıklık eden kanlı meydanlarımız çoktur; aynı 1 Mayıs gibi, 6-7 Eylül, vd’leri gibi.

Değişen bir şey yok gibiydi; aynı gökyüzü, aynı keder; o mahur beste çaldı yine, o kadar!

“Ne de çok özlemişiz gökyüzüne kansız bakmayı” diyen insanların katledildiği o günde, gökyüzünü yine kana buladı ağalar, beyler, paşalar...

“İstifa edecek misiniz?” sorusuna İçişleri Bakanı’nın, “Güvenlik zafiyeti yoktur. Miting alanı barikatlarla güvenlik altına alınmıştı. Olay miting alanının dışında gerçekleşti,” cevabını verebildiği tabloda daha önce Suruç’taki, Diyarbakır’daki patlamayı da izlemiştik! Hiç birine ilişkin ciddi bir açıklama yapılmadı; komisyon kurulması engellendi; tek dertleri, sorumluluğu üzerlerinden atmak oldu!

Kötülüğün sıradanlaştığı bir iklimde, yeni doğan her güne barış düşüyle uyanan insanların katledildiği o acı, kan dolu cumartesi sabahı nihayetinde bir devlet katliamıydı.

“Bu ülkede bizden habersiz kuş bile uçamaz,” diyenlere rağmen bunlar yaşanıyorsa eğer, birileri göz yummuştu.

Abartmıyorum: Kötü zamandan geçiyoruz; çok sık yaşıyoruz bunları artık; güzel olan her şey katlediliyor, öldürülüyor. (Bir Acem şairi “Ölüm adildir” diyormuş; yalan!)

Kelimelerin kifayetsiz kaldığı -nefret dolu vicdansızların- katliamında acıyı tarif etmek imkânsızlaştı...

Faili “meçhul”(!) ancak sorumlusu belli olan (!) katliam büyük komplo teorilerine ihtiyaç duyulmayacak kadar ayan beyandı…

Sıradanlaşan katliamların bir halkası olan An-kara için Selahattin Demirtaş’ın, “Vahşice barbarca bir saldırı gerçekleşti. Diyarbakır ve Suruç’un tıpa tıp benzeri ve devamı,” saptaması çok şeyi açıklığa kavuşturuyordu!

Kolay mı? Yıllardır terör estirilen katliamlar ülkesiydik!

Travma üstüne travma yaşanan/yaşatılan, ölümün piyangoya dönüş(ü(rüldü)ğü bir coğrafyada yaşıyor; Roboskî’de, Reyhanlı’da, Suruç’ta, An-kara Garı’nda katlediliyoruz…

Diyarbakır-Suruç-An-kara, Gezi/ Haziran İsyanı’ndan sonra muhalefete karşı en acımasız saldırıların uç noktasıdır.

Bu felaket ardından “Şiddetle kınıyorum…”; “Birlik ve beraberliğimize...”; “Sonuçsuz kalmayacak!!”; “Seçim yaklaştı, kaostan faydalananlaaar...”; “İstikraaaar...” diye haykıranlar; yani coğrafyamızın katliam(lar) tarihini yazanlar; acılara sevinenler, zalimler için insan hayatı bu kadar ucuzdu!

Ve nihayet bunların ardından “1 Kasım’da sağlıklı bir biçimde sandığa gitmekten” bahsedilse de bu, mümkün müydü?

 

1) 10 EKİM’İN SORU(N)LARI: NEDİR, NİYEDİR?

 

10 Ekim’in yanıtlanması gereken soru(n)ları vardır.

Mesela canlı bombaların daha evvel kovuşturulup, takip edildiği hâlde, o gün alana nasıl girdikleri gibi…

Kolay mı? “Müthiş istihbaratlar aldık, hem de öyle böyle değil” diyerek, 1 Mayıs’ta İstanbul’da ulaşımı felç edenler, An-kara Katliamı’nda neredeydi?

An-kara’nın göbeğinde, başkentin ortasında, Türkiye’nin merkezindeydi Gar Katliamı! (Ankara’nın göbeğine bir sürü kamera olan, polislerin gezdiği meydana bombalar yerleştirmişler demek kimse görmeden… Ya da üzerinde kilolarca patlayıcı olan biri elini kolunu sallaya sallaya oraya girdi ha? Hadi canım sen de!)

Türkiye’nin başkentinde, devletin en önemli kurum ve binalarına yakın mesafede yaşandı toplu cinayet! (MİT kendisine birkaç km ötedeki patlamanın istihbaratını alamıyor; öyle mi? Yersen!)

AKP Genel Merkezi’ne 15, Kaç-ak Saray’a 10 dakika mesafede katledildi insanlar(ımız). (Devletin bundan en azından habersiz olduğunu söyleyen, ya beyinsizdir, ya da…!)

Tüm bunlara rağmen, tepedeki, MİT, polis masumdu ve “suçlu”/ “sorumlu” yoktu…

Bir an Barış Karacasu’nun, “Az önce adli tıpta idim. Yakınlarını bulamamış, cenazelerini arayan insanlar var orada. Eşini bulamayan bir adam vardı. Eşinin öldüğü açıklanmış (yanında olan herkes ölmüş) ancak cenazesi yok. İçerde ne var diye sorduk, neden hâlâ teşhis edilemediğini sorduk. Öğrenmek istedik. Önce özür diledi adam. ‘Nasıl söylesem’ dedi. ‘İçeride 8 torba insan’ var,” diye betimlediği sonuçlara yol açan toplu kırım için hatırlayın: Patlamanın ardından, o ana kadar ortalıkta gözükmeyen polisin yaralılar, ölüler ve yardıma çalışanlar üzerine saldırıya geçmesiyle (gözaltı, TOMA, tazyikli su), “Çocuklarımı bulamıyorum” diye haykırıyordu bir kadın!

Ve sağ kurtulan Hamide Yiğit, “… ‘Tesadüfen hayatta kalanlardan biri olarak gözlerimle gördüklerim ve bildiklerim şunlardır,” vurgusuyla ekliyor:

“Ne alanda ne de çevresinde hiçbir polis yoktu…

Patlama olduktan sonra izdiham olmasın diye olağanüstü bir çabayla, kitle opera köprüsüne doğru hızlıca yönlendirildi…

20 dakika kadar sonra opera köprüsü tarafından çevik kuvvet polisi geldi ve kitlenin önüne geçip gaz bombası attı, kitlenin patlama yerine doğru geri kaçmasını sağladı. Polisler ortamı bu şekilde provoke ettikten sonra sağ aralıktan gençlik parkına girdiler ve ortadan kayboldular…

Patlama yerinden akan kitle ile polisin gaz bombasından kaçarak geriye yönelen kitle karşı karşıya getirildi. Tam anlamıyla bir izdiham yaşanması hedeflenmişti adeta.

Öte taraftan patlama noktasına AKM yönünden polisin gelip barikat kurduğunu da o anda öğrendim. Ambulansın gelmesini engellediği için burada kitle tarafından geri çekilmeye zorlandı. Ondan sonra ambulanslar girdiler.

Ambulanslar en erken yarım saat sonra (ve polisten sonra) geldi. Polisin önden gelip, yerlerde ölü ve yaralılar varken iki yönde kitleye saldırdığı, sonra yaralıları taşımak üzere ambulansların girdiği bilinsin.

Kaç ambulans olduğunu tam olarak bilmiyorum, ama gördüğüm ilk iki ambulanstan sonra özel araçlar, taksiler, dolmuş ve miting ses araçlarının yaralı taşıdığını gördüm. Arada ambulanslar da geçiyordu. Ama ambulanstan daha fazla özel araçlar yaralı taşıdılar.

Sıhhiye miting alanı girişinde ise polis barikatı ve TOMA bekliyordu. Görevlerini o noktada yapmak üzere hazırdılar.

Açık ve net söyleyebilirim ki, ortada olmayan polisin sonradan kitlenin üzerine iki yönden yürümesi, ‘tesadüfen’ sağ kalanların hepsinin birbirini ezerek ölmelerini sağlayabilirdi. Bunda kasıt varsa, polis eliyle katliamın 2-3 katına çıkarılması hedeflendi. Eğer böyle bir kasıt yoksa polisin bu ataklarını yönetenlerin affedilmez hatası söz konusudur. Çünkü önleyici değil, öldürücü ataklardı.

Aynı buluşma noktasından Sıhhiye miting alanına daha önce defalarca yürüdük ve her birinde polis korteji önümüz sıra hep yürürdü, ‘öncü kuvvet’ gibi… ama bu sefer bir tane bile polis görmedim.

Aynı Suruç Katliamı’nda olduğu gibi… Bizi gölge gibi adım adım izleyen polisler Suruç’ta yoktu, Ankara’da da yoktu- katliam gerçekleşene kadar.”[4]

Türk(iye) siyasi tarihinin dönüm noktalarından biri -tüm dönüm noktaları gibi kan ve ölüm odaklı- 10 Ekim insan(lığımız)a atılmış en büyük bombaydı; tıpkı 1977 1 Mayıs’ındaki gibi…

Cehennem gibi katliamın tanımı, “Vahşet”ti; coğrafyamızın insanlıktan çıktığının ilanıydı.

Yaşamını yitirenlerin çoğunun öğrenci, eğitimci, emekçi olduğu katliam, “Barış istersek neyle karşılaşırız?” sorusunun Türk(iye) iktidarınca yanıtıdır; barışa, kardeşliğe atılan bombadır. Birçok bileşenin katıldığı bir mitingde gerçekleş(tiril)miş toplu kıyımdır, cinayettir; bir çeşit gözdağıdır.

Eskiden faili meçhul cinayetler olurdu. Şimdi faili meçhul katliamlar var. Yani muhalifler artık teker teker değil; topluca yok ediliyor!

Meseleye ilişkin olarak “Cumhurbaşkanı’ndan başlayarak yerel polis teşkilâtına kadar MİT ve ordu istihbaratı dahil devletin tüm birimlerinin katliamdaki sorumlulukları ortadadır. Bu sorumlulukların düzeyi hatta muhtemel işbirlikleri ancak zamanla somutlaşabilir. Tüm bunlar ortaya çıkmadan bile devletin gösterdiği refleksler tekfirci, mezhepçi terör örgütünün amaçlarıyla paralellik göstermektedir…

Yüzbinler ‘katil devlet’ diye haykırıyor. Erdoğan’ı, AKP’yi katliamdan sorumlu tutuyor. Bu sloganlar öfkeyle ağızdan çıkmıyor sadece, Türkiye devletinin, Maraş’tan, 1 Mayıs 77’den, Kanlı Pazar’dan, Sivas’tan ve daha nice katliamın altından çıkmış olduğu gerçeği ve bilincinden kaynaklanıyor.”[5]

Hatırlamak yeter: Emniyet müfettişlerinin yazdığı rapora göre, eylem günü görevli polislerin “mitingde canlı bomba olabilir, kendinize dikkat edin” şeklinde uyarıldığı ortaya çıktı. Tabi o bomba patlasın istemişler herhâlde ki, eyleme katılacak halkı uyarmamışlar. Yol kontrol uygulamalarına ise tam bombacıların şehre girdiği sıralarda ara verilmiş.[6]

Canlı bombanın kim olduğu biliniyor. Eylemde canlı bomba saldırısı olacağı istihbaratı da var. Bu eyleme katılanların “Normalde her taraf polis olurdu, çevremizde hiç polis yoktu” şeklindeki şaşkın ve şüpheci gözlemlerinin ne derece doğru olduğu ortaya çıkıyor. Bazı polis müdürleri “Eylemi iptal edelim” derken, iki polis müdürü “Marjinal gruplar olay çıkarır” diyerek eylemin iptal edilmesini engelliyor. Derken bu vahşi katliam gerçekleşiyor. Üzerine ölü, yaralı ve onlara yardım edenlerin üzerine gaz sıkılıyor.

Olaydan sonrasını bir hatırlayalım. Bütün istihbaratların daha baştan IŞİD’i gösterdiği açık. Bunu hükümetin bilmeme olasılığı yok. Müfettiş raporları konuyla ilgili 62 istihbarat bilgisi olduğundan söz ediyor. Hükümetin canlı bomba istihbaratına sahip olduğunu, IŞİD’li olduğunu da bildiğini, ama günlerce trolleri ve adamları aracılığıyla “HDP oy almak için kendi eylemini bombalatıyor” propagandası yaptığını, bizzat Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Bu eyleme DAİŞ denemez. PKK, PYD, El Muhaberat var, kokteyl bir saldırı” dediğini de dikkate alın. Ne kadar kötü niyetli insanlarca yönetildiğimiz açıkça ortaya çıkıyor.

Üstüne, bu katliama kadar tek başına iktidar olacak oyu görünmeyen AKP’nin, sonrasında oy patlaması yaptığını da hesaba katın. 1 Kasım 2016’da yapılan bir seçim falan değildi. 1 Kasım seçim kılığına sokulmuş bir darbe. Nasıl ki 12 Eylül’ün taşları Maraş Katliamı ile döşendiyse, 1 Kasım Darbesi’nin taşları da bizzat Suruç ve Ankara Katliamları’yla döşendi.

Şimdi sormak hakkımız: Neden AKP’nin düzenlediği “Teröre Lanet Yürüyüşü’nde böyle bir patlama olmuyor da; ezilenlerin düzenlediği ‘Emek, Barış, Demokrasi Mitingi’nde oluyor bu patlamalar? Söz konusu katliamlar Suruç’ta, HDP’nin Diyarbakır mitinginde kime yaradı; Ankara’da da ona yarayacak?

Bu şaşırtmayan bir patlamadır, saldırıdır; korku salma, (1 Kasım 2015 tarihli) seçim kazanma katliamıdır. (İstihbarattan bağımsız böyle eylemler yapılamayacağına göre müsebbibini düşünün artık!)

“Ankara’da hevaller, ateistler, komünistler uçuruldu” nidalarıyla bayram yapanlarca öldürüldük, parçalandık; bu, ölümü normalleştirme eylemidir; korku katliamıdır; Ankara’yı kan gölüne, can pazarına, mahşer gününe çevirendir...

Coğrafyamızda “Neden hep solcular, Kürtler, Alevîler, yoksullar ölmek zorunda” diye sordurtan; anlatmaya kelimelerin kifayetsiz kaldığı 10 Ekim Katliamı, itiraza tahammülü olmayanlarca gerçekleştirildi!

 

2) VAHŞET TABLOSU: SORUMLULAR, YAPANLAR

 

İtiraza tahammülü olmayanlarca gerçekleştirilen 10 Ekim Katliamı, Ece Ayhan’ın, “buraya bakın, burada, bu kara mermerin altında/ bir teneffüs daha yaşasaydı/ tabiattan tahtaya kalkacak bir çocuk gömülüdür/ devlet dersinde öldürülmüştür,” dizelerindeki bir devlet dersiydi!

Devlet dersinde öldürülen, Malatyalı lise öğrencisi Eren Akın ve onun gibi niceleriydi... (Öteki tüm canların yanı sıra 9 yaşında bir çocuğumuzun da yaşamını yitirdiği katliamdı.)

Bu katliamın ya da ölümün ne olduğunu anlatan ise “Kandan ayağım kayıyordu,” cümlesiydi…

Oysa 10 Ekim 2015 Cumartesi günü saat 10:04’te Ankara Garı’nda binlerce kişi toplanmıştı “barış” için. Halaylar çekilirken, türküler söylenirken bir anda, birkaç saniye arayla duyulan iki kulak sağır edici, tüyler ürpertici patlamayla her yer kan gölüne döndü.

Dehşete düşüren görüntülerdi, kopan eller, bacaklar, kanayan kafalar, ölü bedenler, feryat figanlar, yardım isteyenler…

Yardıma koşanlar, kalp masajı yapanlar, “Canlı var mı?” diye bağıranlar, yakınlarına ulaşmaya çalışanlar, çalan telefonları nasıl cevaplayacağını bilemeyen insanlar…

Cinayet mahalline yardım ekiplerinin/ ambulansın ulaşmasını engelleyen TOMA’lar/ çevik kuvvet, yaralıların ve yaralılara yardımcı olanların bulunduğu yere biber gazı sıkan polisler...

Evet, evet “Güvenlik zafiyeti yok” diyen bir bakan; ölen anneler, babalar, evlatlar ve yok edilen vicdanlar...

Sağa sola saçılmış et parçaları, kan gölcükleri…

Kanlar, kopan vücut parçaları, ağlayanlar...

Çevreye saçılmış ölü bedenler içinde yaralıya kalp masajı yapan kadın...

O kan gölünün ortasında, o kadar insanın içinde yapayalnız görünen, muhtemelen hayatta olduğuyla ilgili bir yakınıyla telefonda konuşurken sesi ağlamaktan kesik kesik gelen bir genç kızın ağzından dökülen o korkunç cümle: “Herkes öldü.”

En çok kahreden ve dehşete düşürenlerden birisi de, katliamda yaralanıp, belki de son saniyelerini, dakikalarını da o korkunç biber gazına maruz kalıp, onu soluyarak öl(dürül)enlerdi...

Örneğin miting alanındaki ‘Hürriyet’ gazetesinden Faruk Bildirici, “Patlama öncesi hiçbir polis kontrolü, arama ve güvenlik önlemi yoktu. Miting alanında sadece 2-3 tane trafik polisi arabası vardı. Patlama sonrası önce ambulanslar geldi, daha sonra TOMA’lar ve polis arabaları,” diyordu…

Sonrasında “5 saniye arayla iki ayrı patlama meydana geldi. Patlama olduktan sonra aşağı koşmaya ve olay yerinden uzaklaşmaya çalıştık. Tam bu sırada gardaki güvenlikler bizi patlama alanına doğru itti. Patlamadan hemen sonra olay yerine ambulans yerine polis geldi. Biber gazlı saldırı oldu, ambulanslar yaklaşık yarım saat sonra geldi.”[7]

O biber gazı atılmamış olsaydı, etraftaki doktorlar sayesinde yaşayacaklardı belki de... (Polis, o insanlara biber gazı sıkmak için gelmişse katili nerede aranıyordu ki hâlâ?!)

Ambulansların geçmesine izin vermeyen polis(ler)i dağıtmaya çalıştı insanlar. Çevik Kuvvet, yolu kapattı; ambulansı bekletti. (Ölü ve yaralıların üzerine gazı, suyu polis panzerleriyle kim sıkıyor? Suruç’ta bombalananlara “İyi olmuş lan” diye gülenler kimdi?)

TTB’den Dr. Nazmi Algan, “Patlamadan sonra yardıma koyulduk, çevik kuvvet bize müdahale etti. Halk üzerlerine yürüyünce çekildiler,” dedi.

Ambulans sirenleri Ankara’yı sarıp sarmaladı.

“Yaşıyor musun?”, “Hayatta mısın?” diye telefonlar açıldı endişeyle.

Fotoğraflardan, görüntülerden isimler, yüzler tespit edilmeye çalışıldı.

Görüntüler kan dondurucuydu. Görüntüler korkunçtu.

TTB, “Et parçalarının üzerinden yürüyerek müdahale yaptık,” dedi.

Korku imparatorluğumuzda yaşanan “sıradan” bir gündü!

Görevliler, yaralıların ameliyatları devam ederken “Kan ihtiyacı yoktur” açıklaması yaptılar. Oysa TTB yaptığı açıklamada “0 rh (-) kan ihtiyacı var,” diyordu.

Hacettepe, İbni Sina, Numune Hastaneleri’nde kan vermek için uzun kuyruklar oluşturuldu.

Hastane önünde acı var, öfke var, gözyaşı var. Bir teyze kaybının arkasından Kürtçe ağıtlar yakıyor. Bir diğeri “Ben Şirin’imi geri istiyorum” diye haykırıyor. Atılan tüm sloganlar ise bombayı patlatanı işaret ediyor: “Katil Erdoğan!”

Ve üzerinde “Barış, Kardeşlik” yazan pankartlarda ölüler taşınıyordu.

10 Ekim’de Ankara Tren Garı’nın önünde açılan, “Ne de çok özlemişiz, gökyüzüne kansız bakmayı” pankartı, güneşi özleyenlerin çığlığıydı; o pankartı önce sedye yaptılar, sonra kefen…

Nihayet “Bu meydan kanlı meydan” diye haykıran insanların gözüne baka baka katliam gerçekleştirilmişti; ve 1969’daki “Kanlı Pazar” için bestelenen o ezgilerin eşliğinde…

İyi de “Sorumlu(lar) kim” mi?

“IŞİD/AKP/devlet/ (düzen)” mi yoksa “hepsi” mi demeli?

Doğrusu hepsi!

“Katil kim?” diye sormak saflıktır. Katil bir kişi değildir; katil, bu kokuşmuş düzenin kendisidir. Kendini düzenin bekçileri olarak görenler, tekerlerine çomak sokma ihtimali olanları ezmektedir. Dün o bekçiler asker postalı giyiyordu, bugün tespih çekip “Ya rabbi şükür” diyorlar. Ama zihniyet, aynı zihniyet! (“Siz beni seçmediniz, ben de sizi öldürürüm” diyen bir patlamanın ardından “AKP Derin Devleti yok” diyebilir misiniz?)

Hiç kimse bize bu katliamın faili meçhul olduğunu söylemesin; bombaları da, bombacıları da, onları azmettirenleri de, koruyup kollayanları da tanıyoruz.

18 Mayıs’ta Adana ve Mersin’deki, 5 Haziran’da Diyarbakır’daki, 20 Temmuz’da Suruç’taki patlamalardan tanıyoruz; “aynı seriden” olduklarını biliyoruz.

Evet, katilleri tanıyoruz.

Katiller; diktatörlük hevesleri 7 Haziran seçimlerinde kursaklarında kalanlardır.

Katiller; 400 vekil alamadıkları için ülkeyi iç savaşa sürükleyenlerdir.

Katiller; aylardır akreplerle, TOMA’larla, tanklarla, toplarla ülkeyi kan gölüne çevirenlerdir.

Amaçlarını biliyoruz.

Amaçları; bizi korkutarak, bizi yıldırarak, bizi sindirerek on üç yıllık zulüm ve hırsızlık düzenlerini sürdürmektir.

Amaçları; Gezi İsyanı’ndan bu yana diktatörlüğe karşı direnen milyonlarca yurttaşın iradesini kırmaktır.

Amaçları; halkın iradesine rağmen Kaç-Ak Saray’daki iktidarlarını devam ettirmektir.

Bu; göz göre göre ikinci Suruç vakasıdır; AVM’lerde bile millet donuna kadar aranırken başkentin göbeğindeki faciasıdır; insanları paranoyağa çevirerek oy devşiren yapının icraatıdır.

Makalenin devamı için



Bu yazı 2331 defa okunmuştur.

FACEBOOK YORUM
Yorum

YAZARIN DİĞER YAZILARI

YAZARLAR
Bizi Takip Edin :
Facebook Twitter Google Youtube RSS
ÇOK OKUNAN HABERLER
  • BUGÜN
  • BU HAFTA
  • BU AY
HABER ARŞİVİ
SON YORUMLANANLAR
  • HABERLER
  • VİDEOLAR

Web sitemize nasıl ulaştınız?


nöbetçi eczaneler
HABER ARA
YUKARI