Bugun...


Temel Demirer

facebook-paylas
EGEMEN MEDYAYA İTİRAZ VE ALTERNATİ
Tarih: 27-03-2019 00:26:00 Güncelleme: 27-03-2019 00:26:00


EGEMEN MEDYAYA İTİRAZ VE ALTERNATİF[1]

 

“Eğer dikkat etmezseniz,
medya mazlumlardan nefret etmenize
ve zalimleri sevmenize sebep olur.”[2]

 

 “İtaatkâr işçiler istiyorlar!” vurgusuyla George Carlin’in, “Düşük maaş, uzun çalışma saatleri ve azaltılmış olanaklarla, en fazla makineleri çalıştırıp, kağıt işlerini yapacak kadar zeki ve en az bütün bu boktan işleri pasifçe kabul edecek kadar aptal insanlar istiyorlar. Karşılığını aldığınız anda sıfır olan fazla mesailerinizden sonra, şimdi de sosyal güvenlik paranız için geliyorlar. Emeklilik ikramiyenizi istiyorlar. O parayı geri istiyorlar ki Wall Street’deki cani dostlarına versinler… Bütün gün neye inanacağınızı söylerken kafanıza vuran sopa bu! Medyaları kafanıza vura vura neye inanacağınızı, ne düşüneceğinizi ve ne satın alacağınızı söylüyor,” diye tarif ettiği kapitalist zorbalığın medyatik yalan(lar) dünyasında yaş(atıl)ıyoruz.

Gerçeği olduğu gibi değil, gösterilmek istendiği gibi sunan; hızlı, yüzeysel, rekabetçi, kapitalist bir zaman silgisi olarak yalan(lar)la insan(lık)ı, iktidar için sürüleştiren çoban rolünü oynadığı dizaynda, sermaye yönlendiriciliğinde medya sınıfsal bir güç odağıdır.

Toplumsal bellek oluşturmada önemli rolü oynayan iletişim ağı; insan(lar)a tüketim ve biat kültürünü empoze eden iktidar aygıtı olarak “medya” sözcüğünün kökeni Latince “medium”dan geliyor. “Medium”, “araç”, “orta”, “ortam”, “aracı” anlamlarına gelir. Egemen sınıfın, ilişkilerinin sürdürülmesinden kaynaklanan çıkarlarının korumak için kitlelerin bilinçlerinin şekillendirilmesine hizmet eder.

Yani medya size ne düşünmeniz gerektiğini söyleyemez; ne üstüne düşünmeniz gerektiğini söylerken; medyayı kim(ler) kontrol ediyorsa, zihinleri de onlar kontrol eder.

“Medium”un çoğul hâli olarak da, insan(lar)ın kararlarını manipüle etmede kullanılan etkili aygıttır; yani Bill Hicks’in, “Medya ve popüler kültür, insanların aptal ve duyarsız kalmaları için egemen sınıfların kullandığı baskıcı araçlardır”; Jean Baudrillard’ın, “Haberin ahlâksızlık aşamasıdır medya,” notunu düştüğüdür.

Kolay mı? C. Wright Mills’in, “Medya, kitle insanına kim olduğunu anlatır, ona kimlik kazandırır. Medya kitle insanına ne olmak istediğini anlatır, ona hırs, beklenti ve tutkular kazandırır. Medya kitle insanına buna nasıl ulaşacağını anlatır, ona tekniği kazandırır. Medya kitle insanına öyle olmadığı hâlde öyle olduğunu nasıl düşüneceğini anlatır, ona kaçış imkânı verir,” diye tarif ettiği iletişim araçlarının tümüdür.

Medyanın gücünden çok, gücün medyası varken; “Dördüncü Kuvvet” olarak sunulan, herkesi on beş dakikalığına da olsa meşhur edebilen manipülasyon aygıtı olması yanında; Erdoğan Demirören’leri, Aydın Doğan’ları, Cem Uzan’ları “yaratan”dır.

“Ana akım”, “yandaş”, “yalaka” medya kapitalist toplum mühendisliğinin bir parçasıyken; “Medya, bir sokak köpeğidir. Mahalle ondan sorulur ama iyi ailelerin bahçesine giremez,” Jacques Beliérdette’in altını çizdiği üzere…

“Medyayı daha sorumlu ve demokratik hâle getirmeye ne dersiniz? Çok dar sınırlar var bunun için. Şirketleri nasıl demokratikleştirebiliriz demek gibi bir şey bu,”[3] diye tarif edilen koordinatlarda “medya demokrasi ile vardır” sözü doğru değildir. Medya, “demokrasi”nin olmadığı dönemlerde yani diktatörlükle yönetilen ülkelerde de vardır. Burada çıkan sonuç, medyanın sınıfsal karakteridir.

 

I) MEDYA NEDİR?

 

“Eğer bir ülkede kendi insanlarını kandıran bir medya varsa, o ülkenin başka bir düşmana ihtiyacı yoktur,” der M. Lidan…

Haksız da değildir. Çünkü medyanın görevi, özü gereği sorumlu bir anlayışla toplumu gerçekler doğrultusunda bilgilendirmek olsa da; egemen medya artık yalanla, çarpıtılmış haberlerle, ayrıştırıcı ve ötekileştirici yapısıyla bir canavara dönüşmüş durumda. TV’lerin haber sunuş biçimlerine, gazetelerin manşetlerine bakıldığında medyanın azgınlaşmış hâlini görmek mümkün.

Pratkanis E. Aronson, “Her gün birbiri ardına ikna edici mesaj bombardımanına tutuluyoruz. Medya dünyasından gelen bu çağrılar argümanın haklı ve tutarlı olmasından değil, sembollerin ve en temel insani hislerimizin manipülasyonu vasıtasıyla ikna edici oluyor. İyisiyle, kötüsüyle, içinde yaşadığımız çağ bir propaganda çağı” diye belirtir ve ikna metodunu demokratik ama propagandayı despotik bir yöntem olarak görür.[4]

Propagandanın toplumun en önemli sorunu olarak tanımlandığı böyle bir ortamda ondan korunmanın yolu da olay ve olgulara eleştirel bakabilmektir. Bize sunulan ve dikte edilen her şeyi gerçekmiş gibi algıladığımızda bu tuzaktan kurtulmak mümkün değildir.

Medya başta olmak üzere birçok alanda uygulanan algı yönetimi, kitleyi kendi çıkarları doğrultusunda manipüle etmek ve onları hedefledikleri amaçlar uğruna kullanılan bir nesneye dönüştürmektir. Bir tür psikolojik savaştır.

Gerçeği çarpıtarak ve çarpıtılanı gerçekmiş gibi sunarak algıyı kendi çıkarlarınca yönetmek, kimden gelirse gelsin gerçeğin öğrenilmesine engel lanet bir yöntemdir. Gerçeği ortaya çıkaracak özgür düşünebilmeye engel olan bu yöntem her türlü imkânını devreye sokar. Özellikle televizyon bu alanda son derece etkili bir silahtır. Bu silah da her zaman iktidarlara hizmet eder. Hele de gelinen noktada farklı düşünen, muhalif kanallar kapatılarak, tek sese, tek söyleme ayarlanmış durumda…

Medyanın söyledikleri ya da yazdıkları kadar ifade etmedikleri ve yazmadıkları da önemlidir.[5]

Ancak özgürce yazmak ve ifade etmek; “Basın özgürlüğü diye sokağa dökülenler ikiyüzlüler”[6] suçlamalarıyla müsemma sermaye medyasını açısından mümkün değildir.

Haber üretimi ile haberlerin hazırlanışı ve akışı, güç ve sermaye odaklarınca kıskaca alınmış bir dizaynda medya yönlendirici bir erek ve işleyiş taşımıyor mu? Böylesi bir kapitalist dünyada hangi etik kabullerden söz edilebilir?

Kaldı ki medyanın endüstriyel boyuta sıçraması sonrasında gazetelerin, dergilerin, TV kanallarının en stratejik bölümleri “ekonomi servisleri” oldu, dersek abartmış olur muyuz?

Medyanın ana gelir kaynağı reklam olunca ve reklama erişim, habere erişimin önüne geçince, objektif habercilik, yorumda özgürlük ve çeşitlilik, öncelikle ekonomi haberciliğinde, hakkın rahmetine kavuşmaz mı?

 

I.1) GAZETE VE TV

 

“Türkiye’de gazeteciliğin sefaleti”nden[7] söz edilirken ve George Orwell’in çok bilinen bir sözüyle, “Gazetecilik, başkasının basılmasını istemediği şeyi yayımlamaktır. Geri kalan her şey halkla ilişkiler”ken; sadece hatırlatmakla yetinelim!

Napoléon Bonaparte, “Üç gazete, beni yüz sancaktan daha çok korkutur”…

Oscar Wilde, “Gazeteler de dejenere oldu. İçlerinde güvenilir olan da çıkıyor”… “Modern gazetecilik, kendi varlığını ‘en güçlülerin hayatta kalması ilkesi’ ile açıklar”...

Emma Goldman, “Haberleri günlük basından takip ediyorsunuz. Oysa bu basın, gerçeği arayanlar için yeryüzünde bakılacak en son yerdir”…

Malcolm X, “Ger hûn baldar nebin, rojnamevan li we, kesên ku zilm li wan hatiye kirinê nefretê; kesên ku zilm dikin re jî hezkirinê dest bixe./ Eğer dikkatli değilseniz, gazeteler sizin zulüm gören insanlardan nefret etmenizi ve zulmü uygulayan insanları sevmenizi sağlar”…

Tom Stoppard, “Gazeteler dışında hür basına bir itirazım yoktur”…

Can Dündar, “Gazetelerin 2. sayfasında ünlülerin nasıl yaşadıkları, 3. sayfasında ünsüzlerin nasıl öldükleri yer alır,” diye uyarır hepimizi!

Ya Roald Dahl’in, “Lütfen, yalvarıyorum gidin televizyonunuzu çöpe atın ve boşalan yere güzel bir kütüphane kurun,” dediği TV’ler mi?

“Hakikâtin imaja yenik düştüğü, her şeyin ‘eğlenceli’ bir biçimde sunularak içeriksizleştirildiği, müthiş bir enformasyon bombardımanının insanları parçalara ayırarak tepkisizleştirdiği, hafızanın kaybolduğu, algılamanın ve muhakeme yeteneğinin azaldığı bir dönemde televizyon bir cazibe merkezi olarak hayatımızın başköşesine oturdu. Yirmi dört saat yayın yapan kanallarla tam bir görüntü sarhoşluğu yaşıyoruz. Alışkanlıklarımız, konuşma biçimimiz, ilişkilerimiz televizyona endekslendi sanki. ‘Eğlenceli’, ‘renkli’ bir hayat yaşamaya başladık. Resmi ideolojinin yasaklıları, toplum kıyısında yaşayanlar bütün ‘giz’leriyle evlerimizde artık. Kameralar pervasızca mahremiyetimizin en ücra köşelerine giriyorlar. Şiddetin bütün türleriyle tanıştık. ‘Reality show’larla kan ve acının da bir satış değeri olduğunu, reklam alabileceklerini öğrendik. Kapitalizmin en temel özelliği olan rekabetin insanları nasıl vahşileştirdiğini, iğrençleştirdiğini gördük. Duygularımız, tepkilerimiz, duyarlılıklarımız törpülendi... Tek sesli devlet televizyonunun ardından gelen bu denli çok seçenek karşısında nihayet ‘demokratikleştiğimize’ inandık; uzaktan kumanda aletini ‘özgürce’ kullanma hazzıyla kendi ‘gücümüzün’ farkına vardık.”[8]

Kolay mı? “Televizyon, kurulu düzeni tekrarlayıp duran imgeler ve yankısı olan sesler bırakır boşluğa; yeryüzünde bunların ulaşamadığı tek bir nokta yoktur. Bütün dünya kötü dizilerin bir banliyösü gibidir, bizler ithal malı duyguları, bir konserve misali tüketirken, hayatı oluşturmak, düşünerek, paylaşarak yaşamak yerine salt izlemek üzere şartlandırılan televizyon çocukları yetiştiriyoruz. Latin Amerika’da ifade özgürlüğü, birkaç radyo istasyonunda ve yerel gazetelerdeki protestolarda bulunmak hakkından ibarettir. Polisin kitap yasaklamasına gerek kalmadı ki, fiyatları kitapların yasaklanmasına yetebiliyor”du Eduardo Galeano’nun işaret ettiği gibi…

“TV” deyip geçmeyin sakın ola![9]

Televizyonun gücü ortada… İngiltere’de bağımsız televizyon kanalı ITV’de 1979’da greve gidilmişti. Grev süresince hiçbir program yayımlanmadı. Yine de yaklaşık bir milyon seyirci, grev biter de yayın başlar diye, 75 gün boyunca sürekli boş ekranı seyretti.

Bir örnek de Güney Amerika’dan: Brezilya’da bir televizyon kanalı, 8 Mart 1980’de Rio de Janeiro yakınlarındaki bir çiftliğe Jüpiter gezegeninden uçan dairelerin geleceği haberini verdi. 50.000 Brezilyalı çiftliğin önünde toplanarak uçan daireleri beklemeye koyuldu, geceyi orada geçirdi. Sabah olunca, büyük bir hayal kırıklığı içinde herkes evinin yolunu tuttu. O arada televizyona ve hükümete karşı gösteriler yapıldı. Ama en çok öfkelenenler, sözünü tutmayıp da televizyonu yalancı çıkaran Jüpiterlilere sövüp sayanlardı.

Kennedy, 1960’da Nixon’a karşı seçimleri kazanıp Beyaz Saray’a adım attığında, “Rüzgârın yönünü televizyon değiştirdi” demişti. Başkanlık seçimleri, ABD’de televizyon için büyük bir kaynak olmuştur hep. Ülkenin tarihinde en büyük “rating”i yine 1960 seçimi öncesi Kennedy ile Nixon arasındaki “Büyük Tartışma” programı almıştı. Dört bölümden oluşan programın ilk bölümünü 75 milyon, ikinci bölümünü 61 milyon, üçüncü bölümünü 70 milyon, son bölümünü de 63 milyon seyirci izlemişti.[10]

Toparlarsak; Danny Glover’ın, “Günümüzde, medya diktatörlüğü askeri diktatörlüğün yerini alıyor. Büyük ekonomik gruplar medyayı kullanıyorlar ve kimin konuşabileceğine, kimin iyi adam kimin kötü adam olduğuna karar veriyorlar…”

Stephen Colbert’in, “İşler şöyle yürüyor: Başkan birtakım kararlar veriyor. O karar verici. Basın sekreteri bu kararları açıklıyor ve siz basındakiler o kararları yazıp dizdiriyorsunuz. Karar ver, açıkla, yaz. Sonra da tashihini yapıp evine git…” 

John Dewey’in, “Gericiler gücü elinde tutuyor; yalnızca ordu ve poliste değil, basın ve okullarda da…” biçiminde özetledikleri egemen medya konusunda Robert Fisk, “Gazetecilik bir süredir artık doğrudan iktidarlara kenetlendi. Ve tümüyle iktidar dilini kullanır hâle geldi!”[11] derken; “Medya asla sadece medya değildir”! Hele ki kapitalizmin merkezlerinde...[12]

Bir örnek bile bunun böyle olduğunu gösterir; şöyle ki: Avrupa Gıda Bilgi Konseyi (EUFIC) Genel Direktörü Dr. Laura Fernandez Celemin, Avrupa Beslenme Dernekleri Federasyonu (FENS) üyesi 8 ülkenin gazetelerinde, “beslenme” konulu 375 haberi incelediklerini, bu haberlerin yüzde 49’unun asılsız iddialardan oluştuğunu tespit ettiklerini açıkladı![13]

 

II) TÜRK(İYE) MEDYASI

 

Ayşe Düzkan’ın, “Halkın başına ne geldiğini bilme hakkı engelleniyor,”[14] vurgusuyla betimlediği Türk(iye) medyası için ‘Sınır Tanımayan Gazeteciler’ (RSF) Türkiye temsilcisi Erol Önderoğlu da, “Gazetecilik yapmak düpedüz suç oldu,”[15] der…

Gerçekten de Ümit Alan’ın, “AKP medyasının tümünün Akitleştiği”ni söylediği[16] tabloda; Leyla Zana’yla yapmayı planladığı, Vedat Türkali’yle de yaptığı röportajı engellenince NTV’nden ayrılmak zorunda bırakılan Banu Güven de, “Patronlar bazı kuruluşlara yerleştirilen iktidar ajanları aracılığıyla ya da bazen doğrudan ilgili makamlardan aranarak güdülüyorlar,”[17] açıklamasıyla neyin, ne olduğunu ortaya koyar.

“Bugün birçoğumuzun haber alma özgürlüğünden mahrumiyet nedeniyle medya mağduru olmasının yanı sıra medya çalışanlarının birçoğu da inanılmaz haksızlıklar yaşıyor”ken;[18] 2005’te gazetelerin yüzde 41 kadarı iktidar destekçisiydi. 7 yıl sonra 2012’de -spor gazetelerini saymazsak (400 bin satış)-, iktidar, 4 milyon 100 bin kadar satan siyasi gazetelerden yüzde 60’ını iktidar tam kontrol ediyor; yüzde 25’ini denetimi altında tutuyor, haber ve manevra alanlarını belirliyor; sadece yüzde 15 kadarı muhalif. Ayrıca TV’ler de hemen hemen benzer şekilde, çoğunlukla iktidarın ya tam denetimi altında ya da denetimli yayın yapıyorlar...[19]

Varın 2019’daki hâli siz düşünün!

Bunda şaşırtıcı bir şey yok! Çünkü Türk(iye) basını, iktidarın ellerine doğdu ne yazık ki. Hatırlayalım: Bir yandan Avrupa’da gazetelerin toplumsal hayatta ne denli etkili olduğu gören, diğer yandan Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın Mısır’da Türkçe ve Arapça bir gazete çıkarttırıp, bir de üstüne bu gazete yoluyla İstanbul’u topa tuttuğunu bilen II. Mahmut’un, yayınladığı fermandaki ifadeleriyle, “Gazete konusunu düzene koymak...” için emirle var ettiği İstanbul’daki ilk Türkçe gazete Takvim-i Vekayi, başında memurların olduğu bir sözde haber organıydı. Zaten bir zaman sonra da Saray’ın resmi duyurularını yayınlamaktan başka bir şey yapmaz oldu. Buna rağmen Türkiye’de iktidar ve medya ilişkisinin binlerce trajikomik vakasından biri olarak, devletin gazetesi, basit dizgi yanlışları yüzünden yılları bulan sürelerle ve tabii devlet tarafından kapatılıp durdu.

Sonrasında daha çok bugünün iktidar-medya ilişkisini andıran “icazet” sistemi devreye sokuldu. Komedi ise hiç bitmedi: Osmanlı’da, biri devletin diğeri de devletin gazete çıkarması için para verdiği bir İngiliz’in çıkardığı iki gazete varken, dolayısıyla devletlû, emir ve icazet verdiği iki gazeteye hükmediyorken, basınla ilgili sınırlayıcı, yasaklayıcı maddeler 1858’de Ceza Kanunu’na girdi. Bunu yasal başka düzenlemeler izledi ve gazeteci, haber yapmak için devletten izin alan bir aktöre dönüştürüldü…

Biz kendimizi bildik bileli değerli yayın yönetmenlerinin, “Geçenlerde sevgili Başbakanımız telefonla aradı” gururlanmalarını okuduk gazetelerde. İcra ettiği mesleğin, saygınlığını bağımsızlık idealinden aldığını, asıl gurur duyulması gerekenin herhangi bir iktidar odağıyla özel telefon sohbetleri gerçekleştirmemek olduğunu unutmaktan değil, bilmemekten ileri geliyor bu gururlanma hâli. En muteber sayılan “gazetecilerin”, lider uçaklarında uçarak en çok iktidar mili kazananlar olduğu bir medya sistemi, bir tek iktidar döneminde, öyle birkaç yılda oluşabilecek bir şey değil zaten. İki örnek, “Alo Fatih!”lere nerelerden geldiğimizi hatırlatmaya yetecektir.

Mehmet Barlas, 18 Nisan 2011’de Sabah’ta yayınlanan “Özal neden hâlâ bazı yaşayanlardan daha ileride?” adlı yazısında şöyle diyordu: “Gece sabaha karşı telefon çaldığında arayanın Özal olduğunu bilirdim... Aynı şekilde o gece Özal’ın benim dışımda en az 20 kişiyi daha aradığını da bilirdim.”

Ertuğrul Özkök de, Hürriyet’te, 1 Ekim 2009’da yayınlanan “Jurnalci gazetecilere yazıyorum” başlıklı köşe yazısında, “O akşam saat 23 sularında evimin telefonu çaldı. ‘Başbakanlık Konutu’ndan’ aranıyordum. Özal, ‘Ne yapıyorsun’ diye sordu. ‘Çok üzgünüm Sayın Başbakan, bunun olmasını hiç istemezdim’ dedim. ‘Boşver, sen şimdi beni dinle’ dedi ve arkasından beni hayretler içinde bırakan şu sözleri söyledi: ‘Sen şimdi gazetenin tepesindeki bu yazıya bakıp, Başbakan Hürriyet’i sildi, artık benim telefonuma bile çıkmaz diye düşünürsün. Hayır. Hürriyet ve sen başkasın, İstanbul’daki o iblisle, Zürih’teki o iblis başka. Bana her gün telefon edeceksin ve ben de her gün senin telefonuna çıkacağım.’ Tahmin edeceğiniz gibi, İstanbul’daki ‘iblis’ rahmetli Çetin Emeç, Zürih’teki ise patronum Erol Simavi’ydi. Bu sözleri sıkıntılı bir şekilde dinledim. Özal dediğini yaptı. Öldüğü güne kadar ne zaman arasam telefonuma çıktı ve onunla bu ilişkim, gazetecilik kariyerimde yükselmeme çok büyük katkıda bulundu. Ben, bazı gazetecilerin bana ‘Özköşk’ adını takmasına neden olacak kadar Özal’a yakın bir gazeteciydim,”[20] demişti…

İktidarın kontrolündeki satılık kalemler yanında Türk(iye) medyasında baskı ve sansür de hiç eksik olmadı…

Türkiye’de bazen kaba saba, bazen inceltilmiş bir biçimde olsa da zaman zaman azalıp çoğalsa da basında sansür, gelenekselleşmiş bir devlet politikası olarak hep uygulandı.[21]

Zaten Türk(iye) basını hiçbir zaman özgür olmadı. “Her dönem sansür kılıcını tepesinde hissetti. İster Padişah Abdülhamit olsun, ister İttihat Terakki’nin şanlı komutanları, ister Cumhuriyet elitleri, hatta seçilmiş başbakanlar ya da anlı şanlı generaller, Türkiye’de siyasi sistemde her şey değişti ama tek bir alışkanlık değişmedi. İktidarı ele kim geçirdiyse yaptığı ilk iş basını sansürlemek, kontrolü altına almayı hedeflemek oldu. Bu yüzden bugün AKP özelinde tartıştığımız ‘basın özgürlüğü’ konusunu sadece günümüzün gelişmeleri ile ele almaya kalkarsak bir tek AKP’ye değil Türkiye’deki şanlı basın sansür kültürüne ayıp etmiş oluruz!”[22]

İşte birkaç örnek!

i) ‘The New York Times Gazetesi’nin Pulitzer Ödüllü eski Türkiye Şefi Stephen Kinzer’e, yazılarıyla Antep’teki Roma mozaiklerinin korunmasına katkı sağladığı için Antep Belediyesi tarafından 27 Mayıs 2015’de verilmesi planlanan “Fahri Hemşehrilik Beratı” aniden iptal edildi. Beratı almak için aylar öncesinden davet edildiği törene gelen Kinzer, otele geldiğinde organizatörlerin mahçup bir şekilde, kendisine, fahri vatandaşlığının Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın kişisel emriyle iptal edildiğini söylediğini anlattı.[23]

ii) Çankaya Köşkü’nde 10 Şubat 2016’da yapılan toplantıda bölgedeki operasyon bilgilerine ilişkin açıklamanın “tek bir ağızdan” yapılması kararlaştırıldı. Başbakanlık yetkililerinin yanı sıra, Emniyet Genel Müdürlüğü, Genelkurmay, Basın Yayın Enformasyon Genel Müdürlüğü, TRT ve Anadolu Ajansı’ndan üst düzey yetkililerin katıldığı toplantıda, operasyonlarla ilgili haberlerin nasıl verileceği konusunda tavır belirlendi.[24]

 

II.1) DURUM = BASKI + SANSÜR!

 

Türkiye siyasi tarihi ve basın tarihine şöyle bir göz attığımızda, gazetecilik mesleğinin her zaman tartışmalı olduğu görülür.

Bu tartışmanın merkezinde gazetecinin kimin sözünü söylemekten mesul olduğu konusu yer alır. Gazeteci devletin hassas konularında devletten yana mı, hakikâtten yana mı tavır alır? Gazeteci özellikle de güçlü patronların hâkim olduğu 80’ler sonrası medyası içinde patronun çıkarını savunmak ya da onun çıkarlarına aykırı davranışlardan kaçınmak zorunda mıdır?

Gazetecinin elbette kendi kişisel siyasi tavrı, inancı, bağlılığı ve de geçim derdi vardır. Ancak gazeteci, mesleğin icabı gereği bütün inançlarını parantez içine almalıdır. Her şeyden önce haktan, hakikâtten yana olmalıdır.

Dünyada muhafazakâr popülist siyasetin yaygınlaştığı, demagogların hızla yayıldığı bu dönemde, neo-liberal kapitalizm tüm vahşiliğiyle hüküm sürmekte ve bu koşullarda gazetecinin hakikâti arayanı da muktedirler nazarında hiç makbul değil. Ancak yine bu koşullarda en çok ihtiyaç duyduğumuz şey hakikât.

Çünkü hakkını aramak, adaletsizliklere, hukuksuzluklara eşitsizliğe itiraz ancak gerçekleri öğrenmekle mümkün olabilir. Bu nedenle bu dönemde ne pahasına olursa olsun gazetecinin hakikâtlisine çok ihtiyacımız var.[25]

Bu krizli, sıkıntılı, baskı ve susturmaların sıradanlaştığı dönemlerde gazetecilik mesleğine sahip çıkmakta ısrarcı olmak gerekiyor; tıpkı Metin Göktepe’nin, Hırant Dink’in, Musa Anter’in hakikât arayışlarındaki gibi…

Nevşin Mengü’nün, “Çok sayıda gazeteci şu an cezaevinde... Bunu bir basın özgürlüğü meselesi olarak değerlendiriyoruz ama bence bu konu basın özgürlüğü meselesi değil. Türkiye’nin bir hukuk devleti olmaması meselesi… Bu bir hukuk meselesi. Hukuku kaybederseniz, basın özgürlüğünü sağlamanızın imkânı yok”…[26]

Umur Talu’nun, “Giderek daralan, gazetecinin dik duruşunu ezen, sendikası ortadan kaldırılan bir ortam oluştu. Medya büyürken, birey gazeteciyi un ufak eden bir durum ortaya çıktı”…[27]

Gündüz Vassaf’ın, “Geçmiş 60 yılın hiçbir döneminde Türk zindanlarında bu kadar çok gazeteci olmadı”…[28]

Avrupa Parlamentosu Başkan Yardımcısı Ulrike Lunacek’in, “Türkiye’de polisin muhalif TV ve gazeteyi basıp ardından propaganda yayınına başlaması çok ağır biçimde eleştirilmeli”…[29]

Ruşen Çakır’ın, “Türkiye’deki gazeteciliği artık polis ve savcı belirliyor”…[30]

Hıfzı Topuz’un, “Holding patronlarının baskısıyla basın özgürlüğü darbeler yedi. Göze batan gazete çalışanları ve köşe yazarlarının işine son verildi. Başbakan, ‘Sen patronsun. At bunları gazetenden. Sustur!’ diyebiliyor. Başbakan televizyon dizilerine bile karışır oldu,”[31] diye haykırdıkları tabloda Jeremy Bentham’ın, “Sansürün yol açtığı kötülükleri soruyorsanız, bunu ölçmek olanaksızdır; çünkü sansürün nerede bittiğini bilmek mümkün değildir,” sözünü hatırlamamak mümkün mü?

Türk(iye) medyasının hâl-i pür melaline ilişkin olarak hızla sıralıyorum:[32]

167 ülkenin değerlendirildirilği ‘The Economist’in, ‘2018 Demokrasi Endeksi Raporu’nda Türkiye 2017 yılına oranla on basamak daha gerileyerek 110. sırada yer aldı. Demokrasi puanı ise 4.88’den 4.37’ye geriledi. Türkiye bu sıralama ile Nijerya, Uganda, Zambiya, Lübnan, Sri Lanka’nın gerisinde kaldı.[33]

‘Özgür Gazeteciler İnisiyatifi’, 2018’de 521 gazetecinin yargılandığını, 112 gazeteciye toplam 547 yıl, 3 gazeteciye ise müebbet hapis cezası verildiğini belirtti.

‘Sınır Tanımayan Gazeteciler Örgütü’nün ‘2018 Dünya Basın Özgürlüğü’ sıralamasında Türkiye 180 ülke arasında 157’nci sıra yer aldı.

Yine ‘Uluslararası Basın Enstitüsü’ (IPI) verilerine göre, 15 Temmuz darbe girişiminden bu yana Türkiye’de 170’e yakın gazete, dergi, radyo ve TV kanalı kapatıldı, 3 bin 230 gazeteci ise işinden oldu[34].

‘Bağımsız İletişim Ağı’nın (BİA) ‘Medya Gözlem Raporu’na göre, 123 gazeteci hapiste. 304 gazeteci ve medya temsilcisi 46 ağırlaştırılmış müebbet, 3 bini 23 yıl 10 ay hapis istemiyle yargılandı. 28 gazeteci Erdoğan’a hakaret sanığı ve/veya şüphelisi oldu.[35]

Yine BİA’nın 2018 Nisan-Mayıs-Haziran verileri de şunları ortaya koyuyor: Medyanın birçok düzlemde karşılaştığı politik, yasal veya fiziki baskılara dikkat çeken raporda 315 gazeteci, köşe yazarı, yayın sorumlusunun 47 ağırlaştırılmış müebbet, bir müebbet hapis, 3 bin 34 yıl 6 ay hapis, 4 milyon 40 bin TL maddi veya manevi tazminat istemiyle yargılandığını gösteriyor. Gazetecilere, “darbecilik”, “örgüt propagandası”, “örgüt üyeliği”, “hakaret” veya “Cumhurbaşkanı’na hakaret” gibi iddialarla toplam 2 ağırlaştırılmış müebbet, 137 yıl 2 ay 19 gün hapis cezası verildi.[36]

2018’de 105 gazeteci hâkim karşısına çıktı, 45 gazeteci tutuklandı, 123 gazeteci ile 50 basın emekçisi gözaltına alındı. 102 gazeteci hapis cezası aldı, 1 yabancı gazeteci tutuklandı, 33 gazeteciye dava açıldı. 22 gazeteci saldırıya maruz kaldı, 10 gazeteci tehdit aldı, 1 gazeteci öldürüldü, 25 gazeteciye soruşturma açıldı. 11 gazeteci para cezası aldı, 27 gazetecinin hapis cezası onandı.

17 haber sitesine ve 672 habere erişim engeli konuldu. 1 gazete hakkında soruşturma başlatıldı. 2 gazeteciye tazminat davası açıldı, 1 gazeteci tazminatsız kovuldu. 1 gazeteci için suç duyurusunda bulunuldu. 3 televizyon kanalına ağır para cezası verildi ve bazı programlarının yayını durduruldu. 1 televizyon kanalı ve 1 radyo kapatıldı; 2 tiyatro oyunu yasaklandı. 3 habere yayın yasağı geldi. 1 haber ajansı kapandı; 1 gazete 18 bin lira tazminat ödemeye mahkûm edildi. 1 gazeteye 100 bin liralık tazminat davası açıldı; 5 kitap cezaevine alınmadı; 2 gazete sansüre uğradı. 1 yönetmen gözaltına alındı; 1 gazete ve matbaasına kayyım atandı. 2 sinema filmi yasaklandı. 5 köşe yazısına erişim engeli getirildi. 1 kitaba dava açıldı; 1 kitap sansüre uğradı. 3 söyleşi engellendi, 1 şair tehdit edildi. 1 gazeteye dava açıldı, 12 kitap yasaklandı, 1 röportaj sansürlendi. 1 televizyon programının yayını engellendi. 1 film etkinliği yasaklandı; 4 gazete ve 2 televizyon kanalı cezaevlerinde sansüre uğradı. 1 filmin gösterimi yasaklandı. 3 gazete kapatıldı.[37]

Gazetecilik örgütlerimizin raporlarıyla sabit olduğu üzere 2018’de 47 gazeteci tutuklandı, 76’sı hapis veya para cezası aldı. 700’ü işsiz kaldı. Üç yılda 1954 gazetecinin basın kartı iptal edildi. Çok sayıda gazeteci işten çıkarıldı.[38]

Türkiye’de çalışan gazeteci sayısı toplam 30 bin; gazetecilerin işsizlik oranı yüzde 30; 10 yılda işsiz kalan gazeteci sayısı 10 bin; gazetecilerin sendikalaşma oranı yüzde 6; sarı basın kartı olan gazeteci 15 bin; basın kartı olmayan gazeteci 15 bin; Cezaevinde bulunan gazeteci sayısı 141; basın özgürlüğü alanında Türkiye 180 ülke içerisinde 157’nci; 15 Temmuz darbe girişiminden sonra kapatılan gazete, dergi, radyo, TV sayısı 170.[39]

Türkiye’de çalışan 30 bin gazeteci, baskı ve ekonomik sıkıntılara maruz kalıyorken; ‘Türkiye Gazeteciler Sendikası’ (TGS) Başkanı Gökhan Durmuş, “Çalışan gazeteciler haber yaparken ekmekleri ile sınanıyor”; ‘Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’ (TGC) Genel Sekreteri Sibel Güneş de, “10 yılda işsiz kalan gazeteci sayısı 10 bin iken, şu an çalışan 15 bini basın kartı sahibi olmak üzere toplamda 30 bin gazeteci mevcut. Ülkede sansür ve otosansür yoğun bir şekilde gündemde. Bu durum, Avrupa raporlarına da yansımış. Bu süreçte haber yazarken ekmekleri ile sınanıyorlar,” dedi.

Bunlar elbette “tesadüf” değil; hele hele tarih(imiz)in gerçekleri karşımızdayken!

Yazının devamı için



Bu yazı 12686 defa okunmuştur.

FACEBOOK YORUM
Yorum

YAZARIN DİĞER YAZILARI

YAZARLAR
Bizi Takip Edin :
Facebook Twitter Google Youtube RSS
ÇOK OKUNAN HABERLER
  • BUGÜN
  • BU HAFTA
  • BU AY
HABER ARŞİVİ
SON YORUMLANANLAR
  • HABERLER
  • VİDEOLAR

Web sitemize nasıl ulaştınız?


nöbetçi eczaneler
HABER ARA
YUKARI