Bugun...


Temel Demirer

facebook-paylas
24 Haziran Seçim(ler)i Ve Tavır(ımız)
Tarih: 15-06-2018 05:53:00 Güncelleme: 16-06-2018 01:22:00


24 Haziran Seçim(ler)i Ve Tavır(ımız)-[*]

 

Sibel Özbudun-Temel Demirer

“İlkelerine bir kez olsun
İhanet eden insan,
hayat ile olan
saf ilişkisini yitirir.”[1]

Hayatı, devrimci mücadelenin ihtiyaç ve yönelimlerini reel politiker kaygılarla okuyup, buna uygun olarak da “eğilip/ bükülmeyi” doğru bulmayanlardanız. Bu böyle olunca da, “seçim” faslını farklı okuyoruz.

İş bu nedenle ne liberal Hayko Bağdat’larla,[2] ne de -çok önceleri 7 Haziran 2015’de açık tavır koyup, “Bizim vekilimiz değil,” notunu düştüğümüz[3]- dinci Altan Tan vakasıyla[4] benzeşen tutum(umuz), “HDP’ye oy vermeniz için HDP’li olmanız gerekmiyor,”[5] gerçeğinden hareketle bir zaruretin “Ama”lı desteğinden aşka anlam taşımıyor.

Çok önceleri de ifade ettiğimiz gibi, “HDP önemsizdir” falan demiyoruz; HDP’nin soru(n)lardan malûl olduğunun altını çiziyoruz yalnızca… Ancak HDP’ye atfettiğimiz önemi, pragmatizme kurban etmiyoruz, etmek de istemiyoruz!

Evet, HDP’ye ve Selahattin Demirtaş’a zaruret sonucu “Ama”lı oy vermesine vereceğiz; ancak bu HDP ve Selahattin Demirtaş’ta somutlanan yönelişe topyekûn bir destek anlamına gelmediği gibi, (emperyalizm ve kapitalizm gerçeğine kör!) “radikal demokrasi” ucubesine de temelli bir itirazı “es” geçmiyor.

İşçi sınıfının tarihsel misyonundan söz eden bir sosyalistten, “radikal demokrasi”ye “Evet” demesi beklenemez; kaldı ki, bir zamanlar “Yetmez ama evet” deyip sonra bunun öz-eleştirisini vermeyenlerin başkanlığının da bir kıymet-i harbiyesi ol(a)maz.

“Zaruret”ten neyi kastettiğim(iz), şu an itibariyle coğrafyamızda totalitarizmde ifadesini bulan ve 24 Haziran 2018 seçim hamlesiyle kurumsallaştırılmak, kalıcılaştırılmak istenen keyfi zorbalıktır.

Coğrafyamızın yönetilebilir olmaktan çıktığı koordinatlarda bu gidişata (ve yalakalarına!)[6] “Dur” demek; yüzlerce “Evet”i, bu gidişat karşısında tek bir “Hayır”a tahvil etmek; işçi sınıfı ve sosyalistlerin acil görev(ler)indendir (ve olmalıdır da!)

O hâlde reel politikerliğe “Hayır” diyen duruşumuzun altını özenle çizerek, devrimci politikadan anladığımızın “siyasetin toplumsallaştırılması” olduğuna dikkat çekelim.

 

I. AYRIM: NEDEN (Mİ)?

 

Öncelikle “Êdî Bese/ Artık Yeter” diyorsanız; bu, düzenin uygulamalarından çok nedenlerine karşı olmakla mükelleftir; aksi hepimize, “Zavallı koyun sürüsü… Çobanı da besler, kurdu da, köpeği de,” deyişinde ifadesini bulan reel-politikadır!

Aslî gerçeği söyleyen, dillendiren reel-politika yoktur. Çünkü aslî gerçeği dillendiren reel-politiker olamaz.

Kim ne derse desin, kapitalizm koşullarında reel-politika emeğin çıkarlarından farklı çıkarlara sahip olanların üslup ve yöntemidir.

En kudretli uyuşturucu, reel-politikerin ağzından çıkan kelimelerdir; Onlar Bernard Shaw’ın, “Pratik politikacılar parlamentoyu kullanarak herhangi bir şeyin yapılmasını engelleme sanatında usta olmuş kişilerdir,” diye tanımladıklarıdır.

Çok kez gördüğümüz, tanık olduğumuz üzere, bir reel-politiker kaybetmemek için her şeyi yapar; bukalemun gibi kılıktan kılığa, renkten renge girer.

Oysa siyaseti toplumsallaştıran devrimci politikanın var oluş nedeni aslî gerçekleri gizleyenlere karşı her ne pahasına olursa olsun, ideali (sosyalist ütopyayı) öne çıkarmaktır. Ki bu da Charles Péguy’un, “İnsan fikirleri için ölebiliyorsa, bu idealdir, fikirleri için yaşayabiliyorsa politikadır,” saptamasıyla müsemma bir hâl…

Karl Marx’ın, “Halk devrimci zaferler yerine, yasal zaferlere alıştırılıyor, karar tarihi erteleniyor, halkın tansiyonu düşürülüyor,”[7] notunu düştüğü reel-politika takıntısı olanlardan kaçınılmalıdır. Onlar ilginç olurlar, ancak bir şey eksiktir; bir delik, bir boşluk vardır; onu siyasetle kapatmaya çalışırlar. Bu onları şekilsiz yapar. Yani her şeyi bildiğini sanan reel-politikere, soru sorma ki sana yalan söylemesin.

Her taşın altında bir reel-politiker pusudayken; onlar için politika yükselmenin bir aracından başka bir şey değildir; Mark Twain’in, “Diyelim, salağın tekisin; diyelim, milletvekilisin. Hay Allah. Aynı şeyi söyleyip duruyorum” ya da Henry Brooks Adams’ın, “İktidara gelmiş bir dost, yitirilmiş bir dosttur,” deyişlerindeki üzere…

Reel-politiker beceri, yarın, gelecek hafta, gelecek ay ve gelecek yıl neler olacağını söyleyebilme, sonra da bütün bunların neden doğru çıkmadığını açıklayabilme yeteneğiyken; “Politikacının üç şapkası olmalıdır: Biri ringe atmak için, biri kafadan atmak için, biri de eğer seçilirse içinden tavşan çıkarmak için,” diye uyarır Carl Sandburg.

Özetle reel-politika, hiçbir hazırlığa, birikime gerek görülmeyen tek meslektir. İş bundan ötürü, kitleler savaşta sadece bir kez öldürülür, reel-politikada ise birçok kez…

Kapitalizm koşullarında yerküre ve coğrafyamızın sorunu, emekçileri tümünün her zaman aldatılabileceğine, deneyimlerine dayanarak inanan çok fazla reel-politikacının olmasıyken; bu tarz-ı siyaset, soru(n)ları çözmek değildir, sorun edenleri susturmaktır.

Çünkü reel-politika, insanları, kendilerini ilgilendiren konulara burunlarını sokmaktan alıkoyma “sanatı”dır. Tam da bunu için “sihirbaz” ile reel-politikacı birbirlerine çok benzerler: İkisi de dikkatimizi yaptıkları işten başka yere çekerler ve böylece yürütülmek istenen bir reel-politikayı meşrulaştırırlar.

Kendini kamuya ait olarak gören devrimci politikaya sırt dönmenin cezası, aptallar, reel-politikerler tarafından yönetilmektir; hata yapıp, bunu başkalarının üstüne atmak da onlara özgüdür.

Oysa devrimci politika, yurttaşların toplum ve yönetsel işlerle ilgili olarak, yasama ile yürütme arasındaki diyaframı parçalayarak, doğrudan yaptıkları şey ve eylemdir.

Ve nihayet yerküre ve coğrafyamızın ulaştığı koordinatlarda reel-politika, nafile olmaktan ötede değer ve anlam ifade etmeyen açarsızlıktan başka bir şey değildir.

Çünkü…

 

II. AYRIM: DURUM(UMUZ)

 

Dünyada büyük güçler arası kutuplaşma hızlanırken coğrafyamızda kutuplaşmalar ve çürüme derinleşiyor. İktidar, yandaş basın bağırıyor: “Ülke yaşamsal bir tehlikeyle yüz yüze. Muhalefet aklını başına toplamalı. Yoksa...”

Gerçekten de, coğrafyamız yaşamsal bir tehlikeyle yüz yüze. Bu vahim hâlin mimarı, ülkeyi yıllardır yöneten AKP liderliğindeki siyasal İslâmdır. Hem yangını çıkarttılar hem de yangın var diye bağırıyorlar…

“Dışardan borçlan, içerde kamu malını sat, ormanları yok et rant yarat (haracını al), yandaşlar arasında paylaş ekonomisi”, borç oranlarını, mali dengeleri, sürdürülemez düzeylere taşıdı. AKP’nin toplumsal mühendislik projesi, güvenlik paranoyası, toplumsal dokuda, adalet, mal ve can güvenliği, birey (özellikle kadın ve çocuk) hakları ve özgürlükleri alanlarında büyük yaralar açtı. Ülkenin kültürel alanı, adeta, kafalarını kadın, çocuk bedenine, cinsellik korkusuna takmış tarikatçı meczupların eline teslim ediliyor. Siyasal İslâmın sivil milislerinin saldırganlıkları yasal koruma altına alınırken Diyanet “Cihat”ı över, silahlı “Cihat”ı yüceltirken, Kürt ve YPG sorunu da adeta “din savaşları” kapsamına alınırken, birileri medyada, öldürmeye hangi semtten başlamayacaklarını tartışıyor. 

 ‘Türkiye’de Kutuplaşmanın Boyutları’ başlıklı araştırma, Müslüman-Laik, Kürt-Türk farklılıkları üzerinden ileri derecede kutuplaşmış, her an patlamaya hazır bir toplum resmi çizmesi boşuna değil.[8]

Bunlara paralel olarak emperyalist merkezler arası ilişkilerde kritik bir durum şekilleniyor; AKP Türkiye’si olağanüstü koşullarda seçimlere gidiyor; Afrin’den sonra savaşı derinleştirmeye niyetli olduğunu açıklıyor. Coğrafyamızda, bir “mükemmel” fırtına gelişiyor adeta.

Kolay mı? Kapitalizmin tarihi, ülke ekonomileri arasındaki eşzamanlı hareketlerin özellikle yapısal kriz dönemlerinde şiddetli ekonomik hatta siyasi çalkantılara açıldığını gösteriyorken; eşzamanlı hareketlerin arkasında ekonomik dinamiklerde ve politikalarda benzeşme yatıyor. Bu, sorunlarda da benzeşme anlamına geliyor. Böylece, sığınacak güvenli limanlar tükeniyor, ülkeler arasında ekonomik rekabeti (dünya ekonomisinin sınırlı kaynaklardan pay alma yarışı) sertleştiriyor. Eşzamanlı hareket zirve/dip noktasında sert bir sarsıntı yaşıyor.

Türkiye ekonomisi, cari açık, bütçe açığı, dış borç, enflasyon, TL’nin hızla değer kaybetmesi gibi göstergelerle tehlikeli sinyaller veriyor. Siyaset de öyle... Seçimlere giderken iktidar, seçim güvenliği sistemlerini, sonuçları çalmasına olanak verecek yönde, fütursuzca allak bullak ediyor.

Bu gelişmeler, arkasındaki korku, seçimlerden sonra ülkeyi, siyasal İslâmın totaliter rejim inşa sürecinde baskıyla hızlandırılmış yeni bir toplumsal mühendislik atılımının beklediğini düşündürüyor.[9]

“Türkiye toplumu çöküyor” diyen Prof. Dr. Hamit Bozarslan’a göre hemen her gün tarihi olaylar yaşayan bir toplumun kolektif bir bellek kurması, dolayısıyla toplum olarak kalması mümkün değil. Türkiye’de devletin rasyonalitesi tamamen imha edildiği için ülkeyi çalkantılı bir gelecek bekliyor”ken;[10] “Bir cumhuriyetimiz var mı hâlâ?” sorusunu dillendiren Fatih Yaşlı ekliyor:

“Türkiye toplumu hızla İslâmize edilirken, Türkiye toplumu milliyetçi hamasetle yönetilmeye devam edilirken, Türkiye’de siyaset adım adım sağcılaştırılırken ve tüm bunlar üzerinden Cumhuriyet’ten geriye son kalan şeyler de yok edilirken, bu yıkım projesinin diliyle konuşarak, bu yıkım projesini karşıya almayarak, hedef tahtasına oturtmayarak, bu yıkım projesiyle cepheden bir karşılaşmayı göze almayarak varılacak bir yer yoktur. Bu projenin dışında durmadıkça, bu projenin dışından konuşmadıkça, bu projeyle hesaplaşılmadıkça, bu projeye alternatif sunmadıkça buradan çıkılamaz, bu yıkım durdurulamaz, Cumhuriyet’in daha yenisi, iyisi, güzeli kurulamaz.”[11]

 

II.1) EKONOMİK HÂL(İMİZ)

 

Deneyimli spekülatörlerden Warren Buffet’ın deyimiyle “Sular çekilince denize kimin donsuz girdiği ortaya çıkar”. Şimdi sular çekiliyor ve AKP rejiminin ülkeyi derin bir resesyonun, borç krizinin eşiğine getirdiği görülüyor.

10 yılda, çevre ülkeleri, merkez ülkelerin küresel finans sisteminin çöküşünü engellemek için başlattıkları düşük faiz, 12-13 trilyon dolar parasal genişleme politikalarının yarattığı ucuz ve bol kredi dalgasından yararlandılar.

O Merkez Bankaları, şimdi bu genişleme politikasını terk ediyor. ABD’nin, yükselen güçlerin basıncına, hegemonyasının gerileme sürecine uyum sağlama zorluğunun uluslararası alanda yarattığı riskler artıyor. Bu iki etkene bağlı olarak, dolar değerleniyor, ticaret savaşları başlıyor, petrol fiyatları yükseliyor.

“Yükselen piyasaların” yararlandığı dalga geri çekilirken, bu “denize” kimlerin donsuz girdiği ortaya çıkıyor. Listenin başında Arjantin ve AKP Türkiye’si var. Arjantin önlem almaya başladı. AKP rejimi yine realiteden kaçma çabasında!

AKP’de temsil edilen siyasal İslâmın rejimi altında Türkiye ekonomisinin, borçlanarak büyüme sarmalı ivme kazandı. Devlet, daha önemlisi özel sektör borçları hızla arttı, cari açık büyüdü. Şimdi ucuz, bol kredi dalgası geri çekilirken, siyasal İslâmın “ahbap çavuş kapitalizmi” (borçlan, rant yarat, yandaşlarla paylaş, kimi projeleri gelirlerinin kapasitesinin çok üstünden garanti et, faizleri ve piyasa sinyallerini bastır) modelinin gerçeği de ortaya döküldü.

Türk Lirası’nın kaybı 2018’in ocak başından bu yana yüzde 20’yi geçti. Ocak sonundan bu yana borsa yaklaşık yüzde 15 geriledi. Enflasyon hızlanıyor. The Economist bu hafta yorumunda Türkiye’yi “reytingi çöp derecesine düşen yükselen piyasa” olarak niteliyordu.

AKP rejimi ise bu kritik durumun realitesini kavramaktan çok uzak. Londra’da, rejimin liderini dinlemeye gelen uluslararası yatırımcılar, kendilerine verilen “faiz-enflasyon ilişkisi” dersinde, Reuters’in aktardığına göre “kulaklarına inanamadılar, şok geçirdiler”. ‘The Financial Times’, “Yatırımcılar Erdoğan’la yemeğe oturdular, iştahları kaçtı” diyordu.

AKP liderinin, danışmanlarının, yandaş “ekonomistlerin” ekonomik duruma ilişkin saptamaları, Türkiye’yi, kaçınılması son derecede zor bir depresyonun, döviz krizinin beklediğini gösteriyor.

Türkiye kapitalizminde, “ekonomik büyüme” dış kaynağa/krediye bağımlıdır. Bu kaynağı getirenlerin Türkiye ekonomisinin borç ödeme kapasitesine güvenleri hızla dağılıyor. Bu sırada, TL ve borsa değer kaybederken, AKP’yi destek sınıfları, ranta dayalı ekonomik çıkarlar ayakta kalabilmek için düşük faizde, devlet kaynaklarından beslenmekte ısrar ediyorlar: Kriz giderek derinleşiyor.

Seçimlerden sonra Türkiye’yi yönetecek olanlar, borçların çevrilmesi, ihracat malları üretimi için gerekli ithalatın finansmanı, ülkenin enerji gereksiniminin karşılanması için gerekli dış kaynak girişini canlandırmak (uluslararası piyasalara güven vermek) için faizleri hızla olağanüstü düzeylere yükseltmek zorunda kalacaklar: Özel sektörde iflaslar, buna bağlı olarak işsizlik hızla artacak, toplam talep gerileyecek, ekonomik büyüme negatif alana, hatta depresyon düzeyine düşecek.

Ya da Türkiye’yi yönetenler, düşük faiz politikasında ısrar edecekler. O zaman önlerinde TL’nin değerini korumak, borsanın çöküşünü önlemek için konvertibiliteyi, sermaye hesaplarındaki serbestliği kaldırmaktan, kimi servetlere el koymaktan başka çare kalmayacak. O zaman da dış kaynak akışı tamamen duracak, borçlar çevrilemeyecek, üretimde, ihracat kapasitesinde, tüketimde şiddetli bir depresyon gündeme gelecek…[12] Hal bu iken, AKP Hükümetini erken seçim kararı almaya iten ekonomideki iflas tablosu şöyle

EKONOMİDEKİ İFLAS TABLOSU[13]

HALKIN TENCERESİ KAYNAMIYOR

Hayat pahalılığı her geçen gün halkın belini daha da bükmeye devam ediyor. Türkiye İstatistik Kurumu tarafından açıklanan 2018 mart ayı verilerine göre, yıllık enflasyon yüzde 10’u aşmış durumda. Gıda enflasyonu ise mart ayında yüzde 2 arttı. Yıllık gıda enflasyonu da yüzde 10’u aştı. Üretici fiyatlarında 12   aylık ortalamalara göre yıllık artış yüzde 15’i geçti.

İŞSİZLİK, BÜYÜMENİN MASKESİNİ DÜŞÜRDÜ

Hükümet 2017 yılında Türkiye ekonomisinin Türkiye İstatistik Kurumu marifetiyle yüzde 7,4 büyümesiyle övünürken, işsizliğe çare bulamadı. İşsizlik yüzde 10’un altına düşmedi. Tarım dışı işsizlik yüzde 13’e çıkarak son 8 yılın zirvesine tırmandı. Gerçek işsizlik yüzde 18 olurken, genç işsizliği yüzde 20’ye ulaştı. Her 3 genç kadından biri işsiz kaldı.

KREDİYLE KONUT ALMAK HAYAL OLDU

Konut sektöründe “kira öder gibi ev sahibi olma” dönemi sona erdi. 2017 yılı başında yüzde 0.88 olan aylık kredi faizi hızla tırmanarak en düşük yüzde 1.15’e çıktı. En düşük faiz isteyen bankada yıllık faiz yüzde 15’e ulaşırken, bazı bankalarda bu rakam yüzde 21’e kadar çıktı. 10 yıl vadeyle kredi başvurusunda bulunan bir yurttaş en düşük faizle aylık 3 bin 81 lira ödeme yaparak 10 yıl sonunda 371 bin 527 lira bankaya ödeme yapmak zorunda. Özel bankalarda ise bu miktar 390 bin 769 lirayı aşıyor.

CARİ AÇIK 60 MİLYAR DOLARA KOŞUYOR

Türkiye ekonomisinin 2017 yılında yaşadığı görece yüksek büyümenin ithalata dayalı olması ülkedeki cari açığı yükseltti. Şubat verilerine göre 2018’in ilk 2 ayında cari açık 11.19 milyar dolara çıktı. 12 aylık cari açık ise 53 milyar dolar olarak 60 milyar dolar seviyelerine göz dikti.

ÖZEL SEKTÖRÜN DÖVİZ BORCU TAVAN

Artan maliyetler karşısında bunalan özel sektör, borçlarını daha fazla borçlanarak döndürmeye çalışıyor. Merkez Bankası’nın açıkladığı verilere göre şubat sonu itibariyle özel sektörün yurtdışından sağladığı kredi borcu (ticari krediler hariç) 2017 yılı sonuna göre 8.2 milyar dolar artarak 248 milyar dolara çıktı. 1 yıl içinde gerçekleştirilecek olan anapara geri ödemelerinin toplamı ise 72.1 milyar dolar oldu.

BÜTÇE DELİK DEŞİK

İktidar yandaşlarına sunulan süper teşvikler, “mega projeler” adı altında şirketlere ödenen paralar, artan savaş harcamaları, Saray’ın rekor harcamaları devletin bütçesini deldi. 2018 yılı bütçe açığının 66 milyar lira olması tahmin ediliyor. Artan bütçe açıkları ise halkın üzerine daha fazla vergi yükü konarak kapatılmaya çalışılıyor. Yüksek zam ve vergilerden bunalan halkın daha yüksek maaş talepleri ise görmezden geliniyor.

“FAİZLERİ İNDİRECEĞİZ” DEDİKÇE YÜKSELTTİLER

Yapılan sorumsuz harcamalar nedeniyle bütçeyi delen hükümet, oluşan borcu döndürebilmek için faizleri hızla yükseltme yoluna gitti. Yüzde 8 olan faiz aylar içinde hızla yüzde 12.75’e kadar yükseltildi. Piyasa faizi ise yüzde 14’ü aştı. Buna karşın tahvil alan yabancılar, süreç içerisinde enflasyonun düşmeyeceğini anlayıp ülkeden kaçmaya başladı. Mevcut faizin dolardaki yükselişi durduramaması üzerine piyasada Merkez’in faizleri daha da yükseltmesi görüşü güç kazanmış durumda.

OHAL’DE YATIRIMLAR DURDU

15 Temmuz Darbe Girişimi’nin ardından OHAL ilan eden iktidar, ülkeyi baskı ve zor kullanmadan yönetemez hâle geldi. Toplamda 7 kez uzatılan OHAL’le birlikte çıkarılan KHK’ler, devlet kurumlarında aşınmaya yol açtı. Hukuksuz uygulamalar ‘hür teşebbüsleri’ tedirgin etti. İstihdam sağlayıcı yatırımlar durdu, büyük şirketler borçlarını ödeyemez duruma gelip bankaların kapısını çalmaya başladı.

ARAÇ KULLANMAK LÜKS OLDU

Akaryakıt fiyatlarında her gün yeni zamların yaşanması araç kullanmayı adeta lüks hâle getirdi. Yılbaşında 5 lira 57 kuruş olan benzinin litre fiyatı 6 lira 6 kuruşa, 5 lira 14 kuruş olan motorinin litre fiyatı 5 lira 57 kuruşa yükseldi. Böylece benzin yılbaşından bu yana yüzde 9, motorin ise yüzde 8 oranında zamlandı. Yılbaşında 40 litrelik depoya sahip benzinli bir araç 220 liraya dolarken, şimdi ise 242 liraya doldurulmak zorunda kaldı.

TL PULA DÖNDÜ

Ekonominin her alanında yaşanan kriz ortamı Türk Lirası’nın değerini eritti. 2018’in başında 3 lira 76 kuruş olan dolar şimdi 4 liranın üzerine çıktı. 4 lira 50 kuruş olan avro da 5 lirayı geçti. Böylece liranın değeri, dolar ve avro karşısında yüzde 10 oranında düşmüş oldu.

SANDIĞA DA PARA GİDECEK

Ekonomide yaşanan onca sıkıntının ardından Saray’ın aldığı erken seçim kararı, yoksulluğun pençesindeki halkın sırtına bir de yapılacak seçimin maliyetini ekleyecek. 2015 seçimlerinin devlete yükü 1 milyar lirayı aşmıştı. Enflasyon oranı da hesaba katıldığında, 2018 seçimlerinin faturasının 1 milyar liranın oldukça üzerine çıkması bekleniyor.

 

 

Bu kadar da değil! OHAL’in ilan edildiği 20 Temmuz 2016’dan bu yana geçen yaklaşık iki yıllık sürede, Türkiye ekonomisinde temel göstergeler ciddi şekilde bozuldu. 107 bin kişi kamudan ihraç edilirken, aktif büyüklüğü 47 milyar TL’ye ulaşan ve 49 bin kişinin çalıştığı toplam 1022 şirket ve ticari işletmeye kayyım atandı.[14]

Cumhurbaşkanı Erdoğan, patronlara hitap ederken açıkça “OHAL’i sizin için ilan ettik, greve izin vermiyoruz” derken, OHAL döneminde 7 greve yasaklama geldi. OHAL öncesinde 14 yılda 8 grev yasaklanmıştı.

Cumhurbaşkanı, OHAL döneminde sık sık faize karşı olduğunu söylese de, 20 Temmuz 2016’da yüzde 7.5 olan Merkez Bankası (TCMB) politika faizi, 7 Haziran 2018’de yüzde 17.75’e yükseldi. OHAL döneminde faizde artış 1025 baz puanı buldu. 20 Temmuz 2016’da yüzde 9 olan 2 yıllık gösterge tahvil faizi, 8 Haziran 2018’de yüzde 18.72’ye kadar yükseldi. Bu rakam, Aralık 2008’den bu yana kaydedilen en yüksek rakam oldu. Vatandaşın, şirketlerin ve devletin borçlanma maliyetleri katlandı. faiz maliyeti, 100 milyar lirayı aştı.

OHAL ilan edildiğinde yüzde 8.79 olan enflasyon (TÜFE), Mayıs 2018’de yüzde 12.15’e fırladı. Vatandaşın alım gücü düştü. 20 Temmuz 2016’da 4.36 TL olan benzin dün itibarıyla İstanbul’da 6.24’e, 3.76 TL olan mazot da 5.69 TL’ye yükseldi. OHAL döneminde liranın değeri erirken, ücretler de dolar cinsinden eridi. OHAL ilan edildiğinde 3.03 olan dolar/TL kuru, 2018 Mayıs’ında 4.92’ü görürken, üst üste gelen faiz artışlarının ardından ancak 4.50’ye kadar geriledi. Avro/TL kuru ise aynı dönemde 3.33’ten 5.76’ya yükseldikten sonra 8 Haziran 2018 itibarıyla 5.27’ye geriledi. TL’nin dolar karşısındaki değer kaybı yüzde 62’yi, Avro karşısındaki değer kaybı ise yüzde 72’yi aştı.

2016 yılı ocak-temmuz döneminde 1.3 milyar TL fazla veren bütçe, 2018’in ocak-nisan döneminde ise 23.2 milyar TL açık verdi. Cari açık da yine OHAL döneminde katlanarak aylık bazda 2.6 milyar dolardan 4.8 milyar dolara, yıllık bazda ise 28.9 milyar dolardan 55.3 milyar dolara yükseldi. Yüksek faiz, kur, cari açık, enflasyon, işsizlik oranlarına ek olarak 222 milyar dolarlık reel sektör döviz açığı, 453 milyar dolarlık dış borçla Türkiye, Haziran 2018 itibarıyla dünyada en kırılgan ekonomiler arasında yer alıyor.[15]

Özetlersek: AKP döneminde, devletin borcu 3 kattan fazla büyüyerek 876.5 milyar TL olmuş. Özel sektörün dış borcu yüzde 700 artarak 307.8 milyar dolara çıkmış. Kişi başına kamu borcu yüzde 400’den fazla artarak 10 bin 981 TL’ye ulaşmış. AKP’nin döneminde cari açık, önceki 52 yılın toplam açığını 13’e katlayarak 561.6 milyar dolar olmuş. Türkiye’nin 80 yıllık dış ticaret açığı da 247 milyar dolardan 960.6 milyar dolara fırlamış. 16 yılda tüketicinin banka borcu yaklaşık yüzde 7 bin 500 artmış. Bu dönemde 1 kilogram ekmeğin fiyatı yüzde 400 artmış. AKP iktidarının 6 yılında milyonerlerin sayısı 32 binden 127 bine çıkmış. Gençler arasında işsizlik yüzde 20’nin üzerinde.

Böyle bir sürecin, AKP ve şoven milliyetçiliğin ağzında bir sakıza dönen “beka” sorunundan çok farklı, çok daha gerçek bir “beka” sorununu, toplumsal ilişkilerin dokusunu çözmeye, toplumun değerlerini çürütmeye başlayarak gündeme getirmesi kaçınılmaz: Gerçekten de rapor, boşanmaların yüzde 38, fuhşun yüzde 790, çocukların cinsel istismarının yüzde 434, kadına yönelik şiddetin yüzde 1400, cinayetlerin yüzde 261, cinsel tacizin yüzde 449, tutuklu ve hükümlü sayısının yüzde 285, uyuşturucu bağımlılığının yüzde 678 arttığını gösteriyor![16]

Bu ekonomik hâli biçimlendiren OHAL’e gelince…

 

II.2) NEYİN OHAL’İ

 

2017 yılı bilançoları patronlara, “OHAL’i sizin için getirdik. Herhangi bir sıkıntınız var mı?” diye soran Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı haklı çıkardı. Şirketlerin her dakika elde ettikleri kârlar adeta göz kamaştırıyor. Peki ya terazinin diğer kefesinde olanlar? İşte orada bir ‘afet’ var!

18 Mayıs 2017, TÜSİAD toplantısı… Erdoğan: “OHAL iş adamlarının neyini engelledi?”

3 Haziran 2017, MÜSİAD toplantısı… Erdoğan: “OHAL önünüzü açıyor. Öyle ikide bir grev bilmem ne yok…”

12 Temmuz 2017, yabancı yatırımcılarla toplantı… Erdoğan: “Biz OHAL’i iş dünyasının daha rahat çalışması için getirdik. İş dünyasında herhangi bir sıkıntınız, aksamanız var mı? Şimdi grev tehdidi olan yere OHAL’den istifade izin vermiyoruz.”

“En iyi zamanlardı ve en kötü zamanlardı.” Charles Dickens’ın “İki Şehrin Hikâyesi” böyle başlar. OHAL’in ilan edildiği 21 Temmuz 2016 gününden bu yana yaşananları anlatan en iyi söz de bu olsa gerek. Zira, “bir sıkıntınız var mı” diye sorulanlarla “aklı olan kaçtı” sözlerine muhatap olanların yaşadıkları aynı değil.

Önce “en iyi zamanları” yaşayanlara bakalım…

2017’nin 9 aylık bilançoları adeta göz kamaştırıcı. Öyle ki, mesela Yazıcılar Holding, kârını dile kolay yüzde 776 oranında artırmış. Kim mi bu Yazıcılar? Hani yerli oto sevdalısı şirketler var ya, işte onların büyük ortaklarından. Kamil Yazıcı ve ailesi holdingin yüzde 68’ine sahip. Kalan yüzde 32’nin sahibi ise OHAL’in verdiği güvenle olsa gerek, evde bira imal edip içenleri hedef alan Tuncay Özilhan. Sahibi olduğu Efes Pilsen’den gelen 343 milyon lira, Coca Cola’dan gelen 386 milyon lira demek ki yetmiyor.

Efes’ten saat başına 41 bin lira kâr demek bu. Oysa fabrikasında çalışan bir işçi saatte sadece 10.9 lira kazanabildi. Bunun da 21.3 lirasını her ay enflasyon yedi zaten. OHAL sürdükçe Özilhan hesap makinesinin soluna, işçisi ise neredeyse unutulmaya yüz tutmuş sağdaki hanelere doğru hızla yol alıyor.

Koç ailesi belki de ülkenin en ‘sevilen’ patronlarından. Batılı, iyi eğitimli, sanata kültüre düşkün. Mavi gözlü, sarışın Ali Koç, çiçeği burnunda Fenerbahçe başkanlığıyla da göz dolduruyor.. Ne var ki; Aygaz, Türk Traktör, Tofaş, Ford Otosan, Renault, Karsan, Otokar ve Arçelik gibi büyük işletmeleri de kapsayan metal işçilerinin eylemleri nedeniyle son aylarda biraz huzursuzlardı. Metalciler az kıpırdanınca grev yasağı da yetmedi ve herkese en fazla yüzde 6’nın dayatıldığı bir dönemde ortalama yüzde 25 ile son yılların rekor zammını aldılar. Fakat Koç Holding’in yüzde 59 kâr artışı yaptığını görünce bu zamma “iyi” demeye de insanın dili varmıyor!

Koç ailesi dakika başına 7.341 lira kâr etti… Yani bir işçinin ortalama aylık kazancının neredeyse 3 katı. OHAL’in son yılında ailenin toplam kârı 3.8 milyar lira. Elbette köklü ve büyük bir grup. Lakin, Arçelik’in Beylikdüzü fabrikasındaki 900 işçiye son zamla ödediği aylık ortalama ücret toplamı 3 milyon lira civarındayken, fabrikanın bir günlük kârı 2 milyon lirayı buluyor.

Devr-i saadetin müstesna şirketi BİM her zamanki gibi dolu dizgin. Yüzde 34 artışla saatte 75 bin lira kârı kasasına koydu bile. 40 bine yakın çalışanı da saatte 7 liradan az paraya mahkûm kaldı tabii ki. Tüm çalışanların saatlik kazancını toplasak şirketin bir günlük kârına yaklaşamaması bir trajedi mi? Değil, çünkü o ‘terazi’ rakip MİGROS’ta da emeği farklı tartmıyor. Oradaki yazar kasalardan dakika başına çıkan kâr da 1.386 lira.

İnşaatçıları aslında yazmaya gerek yok. Ne de olsa zamanın ruhunu temsil ediyorlar. Yine de bir kaç örnek işte: İş kazalarının birer cinayete döndüğü sektörün büyüklerinden ENKA’nın kârı yüzde 43, TEKFEN’in yüzde 146, havalimanları denilince akla gelen TAV’ın kârı ise yüzde 82 arttı. ‘Kaderleri’ iskeleden düşmek, konteynerlarda yanmak olan işçilerin saatlik ücreti ise, bu kârların yanına yazılmaktan kendi utanırdı.

Bir de herkesin harıl harıl kredi borcu ödediği bankaların durumuna bakalım…

Akbank yüzde 31, Denizbank yüzde 41, Finansbank yüzde 45, Garanti yüzde 19, Halkbank yüzde 37, İş Bankası yüzde 23, Yapı Kredi yüzde 16, Vakıf Bank yüzde 47 kâr etti. Ama asıl parlak tablo sigorta faaliyetlerinde dikkati çekiyor. Zorunlu BES, zorunlu Trafik Sigortası, zorunlu Deprem Sigortası derken bu kadar zorunluluğun yüksek kâra dönüşmemesini beklemek hayal olurdu. Fazla söze gerek yok, rakamlar konuşsun: Ak Sigorta yüzde 404, Anadolu Hayat yüzde 47, Anadolu Anonim Türk Sigorta yüzde 64, AvivaSA yüzde 42, Güneş Sigorta yüzde 121.

Bilanço listesi böyle uzayıp gidiyor ve sonuçlara bakınca “Erdoğan’ın söylediklerinin eksiği var fazlası yok” diyor insan. Peki ya “en kötü zamanlar”ı yaşayanlar? İşte oradaki ‘bilanço’lar gerçekten birer afet…

SGK’nın prime esas kazançları dikkate alındığında plastik sanayiinde çalışanların yıllık kaybı 300 lirayı buluyor. Bu kayıp, metalde 293, madenlerde 288, tekstilde 259, gıdada 256, inşaatta 218 lira. Verilen zamlar daha çalışanın eline geçmeden enflasyonun ve dolar kurunun gazabına uğruyor. Şirketler her ay, her gün, her saat, her dakika kârını artırırken; çalışanlar her saniye daha az kazanıyorlar. Ve OHAL her 3 ayda bir uzayıp gidiyor…[17]

Bu ekonomik hâl ile uyumlu politik tabloya gelince…

 

II.3) POLİTİK TABLO

 

Politik tablonun, OHAL/ KHK sultasının otoriterliğinde somutlandığı coğrafyamızda kendi mevzuatını oluşturan OHAL, kendi yargı sistemini de oluşturdu.

Örneğin OHAL sürecinde yayımlanan KHK’ler kapsamında alınan kararlar ve yapılan işlemler nedeniyle açılan davalarda, hukuka aykırı olsa bile yürütmenin durdurulmasına karar verilmesi yasaklandı.[18]

15 Temmuz’un ardından devletin acil olarak özel harekât polisine ihtiyacı doğdu. Bunun için KHK hızına başvuruldu. Polislerden farklı olarak, 27 yaşındaki lise mezunlarının özel harekât adayı olması, adaylarda KPSS koşulunun aranmaması sağlandı. Özel harekâta, yine KHK ile, teşkilât içinde özel bir konum verildi.[19]

KHK ile ihraç edilen Anayasa Profesörü İbrahim Kaboğlu’nun, “anayasasızlaşma eşiği” olarak[20] tanımladığı sınırsız bir keyfilikten malûl OHAL hukuk(suzluğ)u, hem kendisini yasama denetiminden kurtardı, hem de seçilmişlerin üzerinde baskı kurdu... Seçilmiş yerine 106 belediyeye kayyım atandı. Bunların 93’ü HDP’li, 9’u AKP’li, 3’ü MHP’li biri de CHP’liydi.[21]

Evet KHK’ler ile mevzuatta, olağanüstü hâlin ilan ediliş nedenleri ve süresi ile sınırlı olmayan, çok sayıda köklü değişiklik yapıldı. Yargı, milli savunma, iç güvenlik, kamu personeli, sosyal güvenlik, medya, milli eğitim, yerel yönetimler gibi pek çok alanda “torba yasa tekniği” ile 1202 yeni madde ile 370 yasada düzenleme yapıldı…

KISA BİR OHAL DÖKÜMÜ[22]

115 binden fazla kamu çalışanı görevlerinden ihraç edilerek, ömür boyu cezalandırıldı. Kamudan ihraç edilenler özel sektör tarafından istihdam edilmedi. İhraç edilen kamu görevlilerinin yüzde 25’ini kadınlar oluşturdu.

Yargı camiasının yüzde 27.3’ü, mülkiyenin yüzde 19.7’si, Emniyet teşkilâtının yüzde 8.87’si, TSK’nin yüzde 4.4’ü, din hizmetleri sınıfının yüzde 2.8’i, sağlık hizmetlerinin yüzde 1.9’u, yerel yönetimlerin ise yüzde 1.8’i ihraç edildi. KHK’lerle kamu kesiminin 3.4’ü devletten uzaklaştırıldı.

KESK’in açıkladığı rapora göre, ihraç edilen kamu görevlilerinden 4 bin 218’i KESK’e bağlı sendikalara üye.. 159 bin 506 kişi gözaltına alındı.

Yine KESK’in derlediği rakamlara göre, “ihraç edilen 100 binden fazla kişi içerisinde çeşitli engelleri ve süreğen hastalığı olanların sayısı 2000 kişi” olarak tahmin ediliyor. Bu kişiler, ihraç edilerek gelirsiz ve sosyal güvencesiz bırakıldı.

Gözaltına alınanların yüzde 60’ı FETÖ, yüzde 30’u PKK, yüzde 9’u IŞİD, yüzde 1’i ise sol örgütler ile ilişkilendirildi. 47 bin 523 kişi tutuklandı.

Nisan 2017-Aralık 2017 tarihleri arasında örgüt propagandası, hakaret, nefret söylemi gibi gerekçelerle, 36 bin 432 sosyal medya hesabı incelemeye alındı. 16 bin 378 kişi hakkında işlem yapıldı.

2 bin 271 özel öğretim kurum ve kuruluşu, 49 özel sağlık kuruluşu, 146 vakıf, 1427 dernek, 15 vakıf yükseköğretim kurumu, 19 sendika kapatıldı. Kapatılan derneklerden 11’i kadın çalışmaları, 1’de çocuklar üzerine yoğunlaşmıştı.

117 üniversiteden 5 bin 822 akademisyen ihraç edildi. İhraç edilen hocaların 386’sı Barış için Akademisyenler Bildirgesi’ne imza atmıştı. İhraç edilen akademisyenlerin 5’te birini kadınlar oluşturdu.

TMSF raporlarına göre, büyüklüğü 47 milyar TL’yi bulan bin 22 şirket ve ticari işletmeye kayyım atandı. 49 bin 928 çalışan kayyım yönetimi altına girdi.

Sadece bununla da sınırlı değil!

Yine Prof Dr. İbrahim Kaboğlu’nun, “Yürürlüğe konan KHK’ler hukuken yok hükmündedir…12 Eylül döneminde bir hukuk umudu vardı. Yaşadığımız dönem umudun hiç olmadığı, iktidarı kullananlar tarafından dillendirilmediği bir şey. Amaç hukuku tesis etmek değil, kaldırmak oluyor”; Yargıçlar Sendikası Başkan Yardımcısı Bülent Yücetürk’ün, “Ortada bir yargı kalmamıştır,”[23] notunu düştüğü vahim tabloda; 20 Temmuz 2016-27 Aralık 2017 tarihleri arasında:

• Toplam bin 194 maddeden oluşan 30 adet KHK yayımlandı ve mevzuatta 1000 maddenin üzerinde yeni düzenleme yapıldı. Çoğunluğu OHAL’in ilan ediliş nedenleriyle ilişkili olmayan bu düzenlemelerle, milli savunma ve iç güvenlikten yargı ve personel rejimine, ekonomi ve sosyal güvenlikten idari yapıya, eğitim ve sağlığa kadar birçok alanda devlet-toplum ilişkilerini yeniden yapılandırmayı amaçlayan değişikliklere gidildi.

• OHAL süresince 115 bin 516 kamu çalışanı için ömür boyu kamu görevinden ihraç kararı verildi. 24 Aralık 2017 itibariyle 117 üniversiteden, 386’sı Barış için Akademisyenler bildirisine imza verenler olmak üzere, 5822 akademisyen ihraç edildi.

• KHK’lerle 49 özel sağlık kuruluşu, özel öğrenci yurtları ve pansiyonları da dahil olmak üzere 2 bin 271 özel öğretim kurum ve kuruluşu, 146 vakıf ve 1427 dernek, 15 vakıf yükseköğretim kuruluşu ve 19 sendika kapatıldı. Kapatılan gazete ve dergiler, yayınevi ve dağıtım kanalları ile özel radyo ve televizyon kuruluşlarının sayısı, kapatılma kararları kaldırılan 26 adedi hariç, 148’e ulaştı.

• Aktif büyüklüğü 47 milyar TL’ye yaklaşan ve yaklaşık 49 bin 928 kişinin çalıştığı bin 22 şirket ve ticari işletmeye kayyum atandı.[24]

“Olağanlaş(tırıl)an” OHAL eşliğinde inşa edilen yapıda, yani AKP’nin 16 yıllık iktidarında coğrafyamızda ekonomiden demokratik ve siyasi haklara, yargıdan çalışma hayatına kadar birçok alanda dibe vurdu.

• PTT, Ziraat Bankası, Halk Bankası, Borsa İstanbul, Türk Telekom, TPAO, BOTAŞ, ETİ Maden, Çaykur gibi birçok kurum ve varlık ile buralarda çalışan kamu emekçileri Türkiye Varlık Fonu kıskacında, ne olacakları belirsiz. 14 şeker fabrikasının da özelleştirilmesi kararı alındı.

• Kamu iktisadi teşebbüsü (KİT) kapsamındaki 26 kurumda, benzer şekilde özel bütçeli 26 kurumda çalışan taşeron işçiler kadro düzenlemesinin kapsamı dışında bırakıldı.

• 2002 yılında cezaevlerinde 34 bin 808’i hükümlü, 24 bin 621’i tutuklu olmak üzere 59 bin 429 kişi vardı. 2017’de 140 bin 248’i hükümlü, 88 bin 745’i tutuklu, toplam 228 bin 993 kişi var.

• Türkiye hukukun üstünlüğü endeksinde 113 ülke arasında 101., basın özgürlüğü sıralamasında 180 ülke içinde 155. sırada yer alıyor.

• Uyuşturucu bağımlılığında yüzde 700 dolayında, cinsel taciz vakalarında yüzde 450, çocuklara yönelik cinsel istismarlarda yüzde 434, kadına şiddet olaylarında yüzde 1500 artış oldu.

• 2017’de, 409 kadın erkekler tarafından katledildi. 322 kadın cinsel işkenceye uğradı. 387 çocuk cinsel istismara maruz kaldı.

• 2017 ‘Küresel Toplumsal Cinsiyet Uçurumu Raporu’na göre Türkiye 144 ülke içerisinde 131. sırada. Ekonomide cinsiyet eşitliğinde 128., eğitimde 101., sağlıkta 59., siyasette cinsiyet eşitliğinde ise 118. sırada bulunuyor.

• Temel hak ve özgürlükler OHAL ile askıya alındı. 31 KHK ile en az 116 bin dolayında kamu görevlisi ihraç edildi.

• Kamu emekçilerinin hak kayıpları arttı. Ücretli kesimin milli gelirden aldığı pay bir yıl içinde 5 puan daha azaldı. İşsizlik ve ekonomik sorunlar nedeniyle kendini yakma ya da intihar etme vakalarında ciddi artışlar yaşandı.

• İhraç olduktan sonra intihar ederek yaşamını yitirenlerin yanı sıra travmalar ve yoğun stres nedeniyle de yaşamını yitirenlerin sayısı giderek arttı. En az 44 kişinin intihar ettiği kayıtlara geçti. n İçişleri Bakanlığı’nın Nisan 2017-Ağustos 2017 dönemine ilişkin verilerine göre, toplam 20 bin 345 sosyal medya hesabı incelenerek tespit edilen 8 bin 789 kişinin 1198’i gözaltına alındı. Mart 2018 itibarıyla 173 bin web sitesine, 100 bin haber ve sosyal medya içeriğine, 800’den fazla Twitter hesabına erişim engellendi. Ortalama olarak her yıl 12 bin kadar erişim engelleme kararı verildi.[25]

 

II.4) “SEÇİMLİ OTOKRATİK REJİM”

 

Buraya kadar izaha gayret ettiğim(iz) somut zemininde, coğrafyamızın “seçimli otoriter rejim”i yükselmektedir.

Siz bakmayın Ahmet İnsel’in, “Türkiye’de tam anlamıyla bir diktatörlük rejimi mi hüküm sürüyor? Yanıt kesin bir evet değil,”[26] demesine!

Coğrafyamızdaki rejimi klasik otoriterlikten ayırt eden özelliğin, “Burada gerçek seçimlerin hâlâ yapılabiliyor olması”na yönelik “iddia” ise, unutulmasın: Otoriter rejimlerde de seçim yapılır ama bu seçimler ne gerçek ne de demokratik olurlar. Bu başka bir şeydir!

Bunun adı, “seçimli otoriter rejim”dir. Burada seçim(ler), göstermelik ve sahtedirler; otokrat hep kazanır... Çünkü gerçek bir muhalefet yoktur. Muhaliflerin hepsini öldürmüş, sürmüş ya da hapsetmiştir. Yani demokratik değildir. 

Evet “seçimli otoriter rejim” ya da tersinden okursanız, “demokrasisiz seçimli rejim”, melez bir durumdur; bir geçiş ve mücadele momentidir.

Söz konusu hâl, sadece coğrafyamıza özgü falan da değildir; XXI. yüzyılın üstünde dolaşan bir yeni hayalettir.

XXI. Yüzyılın ilk çeyreğinde giderek yaygınlaşan, kurumlaşan bir siyasal rejim türü bu. Ne tek parti diktatörlüğü olan ne geçen yüzyılın totaliter rejimlerine bütünüyle benzeyen ama bunlarla ortak özellikler barındıran bu siyasal rejimler için genel bir ifadeyle popülizm kavramı kullanılıyor. Ancak popülizm kavramının göreli muğlaklığını tanımlamakta yetersiz kaldığı birçok örnek var.

Hem otokrat niteliği baskın olan hem genel oya dayalı, çoğulcu seçimlerle iktidara gelip düzenli aralıklarla yapılan seçimlerle meşruiyetlerini tazeleyen rejimler bunlar. Otokrasi, bütün güç ve yetkilerin bir kişinin elinde toplandığı siyasal rejimi ifade eder. Bu mutlakıyetçi bir sultanlık rejimi de olabilir, şimdi giderek örnekleri çoğalan seçimli, cumhuriyetçi bir otokrasi de.

Yukarıda sayılan ve başka örneklerin ilave edilebileceği rejimlerin ortak özelliklerinden biri, hukuk devletini askıya alma eğiliminin yüksek olmasıdır. Otokratik gücün dönemsel siyasal gereksinimine uygun biçimde içerik ve biçim değiştiren, belirsiz bir hukuk düzeni hâkimdir. Bu anlamda, keyfilik rejimi nitelikleri baskındır. Yasal şiddet olanaklarını kullanma yoğunluğu açısından aralarında nicel farklar olsa da, bu rejimlerde yargı, otokratın güdümlü baskı ve sindirme aracına dönüşür.

Seçimli otokrasilerin diğer ortak özelliği, bütün devlet kurumlarının yürütmenin, yani otokratın doğrudan yönetim ve tahakkümü altına alınmasıdır. Bunu halkın gerçek egemenliği kullanması olarak tanımlıyor despotik güçler. Ama hangi halk? “Bizi destekleyen gerçek halk, gerçek millet” bu. Geri kalanı ise, “Bize karşı çıkan hainler, satılmışlar, düşmanlar”. Bu keskin kutuplaşmaya dayanarak, özgürlükler milli/yerli çıkarlar adına, tarihi haksızlıkları düzeltmek gerekçesiyle ya da milletin yitirilmiş şan ve gücünü yeniden tesis etmek amacıyla kısıtlanıyor. Medyanın teksesli hâle gelmesine özen gösteriliyor.

Seçilmiş otokrat, genellikle bir yeniden kuruluş projesini dile getirip bunu kısmen hayata geçiriyor ve bir kültür savaşının önderliğini yapıyor. Putin’in Yeni Rusya’sı ile Erdoğan’ın Yeni Türkiye’si arasındaki içerik yakınlığı, Modi’nin Yeni Hindistan söyleminde de karşımıza çıkıyor. Bir mağduriyet hâlinin ifadesini, uzun yıllardan beri iktidarda olmalarına rağmen sürekli canlı tutan bu rejimler, mağdur olmanın kutsal meşruiyeti ile ideolojik içerik boşluğunu doldurmaya çalışıyorlar. Toplumun düşman olarak gösterilen kesimine yönelik kin ve nefret otokratlar tarafından sürekli canlı tutulup, besleniyor. Bazıları bunu hakareti sıradanlaştırarak yapıyor.

Günümüzün seçimli otokrasileri, XX. yüzyıl totalitarizmlerinin yaptığı gibi, iktidara gelince seçimleri lağvetmiyor. Ya da göstermelik partilerin katıldığı seçimlere izin veren tek parti diktatörlükleri kurmuyor. Bu rejimler, genellikle demokratik bir ortamda ve demokratik kurumlar aracılığıyla iktidara gelip iktidarda kaldıkça diktatörlüğe meylediyorlar. Son zamanlarda Rusya’da, Türkiye’de olduğu gibi, ya hukuki bahaneler icat ederek muhaliflerin seçimlere katılımını engelliyorlar; ya da açık biçimde yalnız kendi işlerine gelen bir seçim sistemi dayatıyorlar. Ama göreli çoğulcu seçimden vazgeçmiyorlar.

Seçilmiş otokrasiler elbette şahıs rejimleridir. Otokratın iktidarda kalma süresinin ötesinde, geride bıraktıkları kurumsal, kültürel, toplumsal mirasın boyutu, bu rejimlerin geçici olmama ihtimalini güçlendiriyor.

İktidara karşı çıkmanın gayri meşru ilan edildiği ortamlar -örneğin savaş, başka ülke toprağını ilhak, sınırların değişmesi gerektiğini sürekli ima etmek- yaratarak, hegemonyalarını pekiştirmeye çalışıyorlar.[27]

Aslı sorulursa bu hâl konusunda; 1749’da doğmuş, 54 yaşında ölmüş, XVIII. yüzyıl İtalya’sında ‘Risorgimento Hareketi’nin olgunlaşmasında önemli bir rol oynayıp; İtalya’nın birliği ve özgürleşmesi anlamını yükleyen İtalyan düşünür ve tiyatro yazarı Vittorio Alfieri’nin, 1777’de yayımladığı ‘Tiranlık Üzerine’ başlıklı yapıtının[28] ikinci bölümündeki birkaç paragraf hepimize çok şey anlatır:

“Kanunları uygulamakla görevli olan kişinin, cezalandırılmayacağı güveniyle, kanunları yaptığı, ortadan kaldırdığı, ihlâl ettiği, yorumladığı, engellediği, askıya aldığı ve hatta sadece yoklarmış gibi yaptığı her türlü yönetimi, ayrım gözetmeden, tiranlık olarak tanımlamak gerekir. Bu kanun ihlâlcisi, kan bağı yoluyla ya da seçimle, el koyarak veya meşru biçimde gelmiş olsun, iyi veya kötü, bir ya da birçok kişi olsun; kim ki, kendine bu yetkiyi veren etkili güce sahiptir, o tirandır. Bunu kabul eden her toplum tiranlık, bundan eziyet çeken her halk köledir.

Benzer şekilde, kanunları var etmekle görevli olanın aynı zamanda bunları uygulayan kişi olabildiği yönetimi de tiranlık olarak adlandırmak gerekir. Burada belirtmek gerekir ki, kanunlar yani herkese eşit olan görkemli toplumsal sözleşme, halkın meşru seçilmişlerinin oyunu alarak sadece ve sadece çoğunluğun iradesinin ürünü olmalıdır.

Eğer çoğunluğun iradesini kanuna dönüştürmekle görevli bu seçilmişler, kendi kaprislerine göre bunları uygularlarsa, tiran olurlar; çünkü bu kanunları yorumlamak, yürürlükten kaldırmak, değiştirmek veya kötü biçimde uygulamak veya hiç uygulamamak onların isteğine bağlıdır.

Ayrıca belirtmek gerekir ki, adil bir yönetimle tiranlık arasındaki fark, ahmaklıkları nedeniyle ya da kasıtlı biçimde bazılarının iddia ettiği gibi, ilan edilmiş kanunların var olup olmamasıyla ilişkili değildir. Fark, bunu uygulamakla yükümlü olanların, hiçbir hâl ve koşulda bunları uygulamayı reddedememeleri ya da değiştirememelerinde yatar.

Dolayısıyla bir yönetim, kanunu uygulayanla onu yapan veya kanunu yapanla onu uygulayan aynı kişi olduğu zaman tiranlık olduğu gibi, kanunu uygulamakla yükümlü olanın, kanunları yapana hiçbir zaman hesap vermediği zaman da mükemmel bir tiranlık söz konusudur.” 

Ve coğrafyamızda hâlen yaşanılmakta olan, budur, böyledir.

Devamı için(Tıkla)

 



Bu yazı 6726 defa okunmuştur.

FACEBOOK YORUM
Yorum

YAZARIN DİĞER YAZILARI

YAZARLAR
Bizi Takip Edin :
Facebook Twitter Google Youtube RSS
ÇOK OKUNAN HABERLER
  • BUGÜN
  • BU HAFTA
  • BU AY
HABER ARŞİVİ
SON YORUMLANANLAR
  • HABERLER
  • VİDEOLAR

Web sitemize nasıl ulaştınız?


nöbetçi eczaneler
HABER ARA
YUKARI