Dik Durup, Diklenen Dizeler[*]
“Anlamak aşmaktır.”[1]
Dik durup diklenmek, sanattan siyasete yaşamın ve elbette insan olmanın
kalmanın “olmazsa olmaz”ıdır. Özellikle de vazgeçişin, teslimiyetin, kaçışın öne çıktığı karanlık kesitlerde…
Yani “Kaç yol arkadaşı kaldı şimdi geriye
gençliğin ilk acılarını birlikte keşfettiğimiz
kaç yol arkadaşı
sürüyerek götürdüğümüz dargın beraberlikleri saymazsak
ne kalıyor elimizde
ölenler
terk edenler
bir de telefonları, adresleri, kendileri değişenler,”
dizelerinde tarif ettiği üzere Murathan Mungan’ın…
Tam da böylesi koşullarda meydan okumak; dik durup diklenmek; baş eğmemektir insanı insan; sanatı sanat; siyaseti siyaset yapan…
* * * * *
Ivan Sergeyeviç Turgenyev, “Bir delikanlı edasıyla dimdik duruyordu. Yukarılara doğru yükselmek istercesine bir havası vardı. Oysa insan bu eğilimini yirmili yaşlardan sonra kaybeder,”[2] diye tanımlasa da; bütün bir yaşamda vazgeçilmesi mümkün olmayan bir “iddia”dır meydan okumak; dik durup diklenmek özgür insan(lık)ın iradesidir; başkaldırıdır; vazgeçişlerin, kayıtsızlıkların panzehiridir; kalbin “olması gereken” tempoda çarpmasıdır.
Mücadeleyle, baş eğmemekle mümkündür…
İnatla, inat etmekte ısrar ile umutların tükenmesine müsaade etmemektir…
Haksızlık, hukuksuzluk karşısında onurunu korumaktır…
Eğilip bükülmeden, uçurumun kıyısında bir ağaç gibi yalnız ve tek başına sessizce gülümseyerek kaçınılmaz fırtınanın kopacağından emin, vazgeçmeyen insan(lar)ın kararlı duruşudur…
Adnan Yücel’in
“Saraylar saltanatlar çöker
kan susar bir gün
zulüm biter.
menekşeler de açılır
üstümüzde leylaklar da güler.
bugünlerden geriye,
bir yarına gidenler kalır
bir de yarınlar için direnenler,”
dizelerindeki üzere, hayallerin gerçekleştirilmesi için göze almışların harcıdır; “Yeter Artık” diyebilmektir!
Yapılması gereken eylemdir; omurga gerektirir elbette…
Tıpkı “Her önermeyi sorgula, mevcut anlayışa meydan oku ve hiçbir şeyi, sırf başkaları kesin olarak nitelendirdiği için doğru olarak kabul etme,” diyen Albert Einstein gibi…
Ya da “Kendi benliğinden vazgeçen ve bir robot hâline gelen kişi, çevresindeki milyonlarca diğer robota benzemeye başlar. Artık kendini yalnız hissetmez, kaygı duymaz. Ama ödediği bedel yüksektir; kendi benliğini yitirmiştir,” uyarısındaki üzere Erich Fromm’un…
* * * * *
Şiir/ şair içinde geçerlidir ifade ettiklerim…
Mesela “Şiirimiz mor külhanidir ağabeyler,” deyip alkışlananı değil, görmezlikten gelineni kurcalayan; şiirin kural dışı fotoğrafıdır Ece Ayhan’ın karadili… Ne biat eder ne de itaat!
Külliyen itiraz olarak geçilmiştir kütüklere… İcazet olmayınca da hem nalına hem mıhına vurmuştur olanca gücüyle…[3]
Ve gür sesiyle,
“Olacak ne dedikse.
Olacak bütün bunlar
Olacak güzel anam,
Tatlı bacım, kardeşim.
Olacak bütün bunlar
Kısa çöp uzun çöpten hakkını alacak!
Bu dünya kalmayacak haramilere!”
Ya da “Nesini anlatayım ben özgürlüğün
Gün olur zincire vurulmaktır özgürlük,
Gün olur göğsünü gere gere ıslık çalmak caddelerde!”
Veya “ulan öldürdüler bizi bu pezevenkler
bir tek günümüz geçmiyor ahsız Ofsuz
bir tek günümüz geçmiyor borçsuz harçsız
bir tek günümüz be yahu, bir tek günümüz oh diyesi
ulan öldürdüler bizi bu pezevenkler
yahu kimin bu topraklar
yahu kimin bu denizler
bu ormanlar bu trenler bu gemiler uçakla
bu madenler kimin yahu?
kıydılar alımıza morumuza bu pezevenkler
kıydılar yazımıza baharımıza
işimiz gücümüz mayın taramak
işimiz gücümüz ölü taşıma
işimiz gücümüz umuda yatmak
ulan öldürdüler bizi bu pezevenkler,” dizelerindeki üzere Hasan Hüseyin Korkmazgil’in…
* * * * *
Dik durup diklenmekten söz edince
“Dolan göğümdeki hava
Salın yanımdaki fakir
Salın proletarya
Geber başımdaki bi
Kirtim kirt Kirtim de kirt
Kirtim de kirtim
Kirtim kirt,” dizelerini haykıran Enver Gökçe unutulabilir mi?
“Tescilli komünist şair”imizdir O;[4] “Bilinciyle ve ruhuyla örnek bir insandır. Halkının ve yurdunun acılarını kendi acısı bilmesiyle örnektir. Zulmün ve zalimliğin her türüne hedef olduğu hâlde, zulme ve zalimliğe karşı dik duruşuyla örnektir. Boyun eğmeyişiyle örnektir. Devrimci aydın kimliğiyle örnektir. Sesini başta kendi yurdu/ halkı, insanlığın acılarından emzirmiştir. Başkaldırı ruhuyla ve direnme ruhuyla emzirmiştir... Her şeyden önce, Enver Gökçe’nin yüreği, has şiirin cevheridir.”[5]
“Gel kardeşim, gel beri
Hey kurt hey kuş hey börtü böcek
Ah gidenler gelir mi geri
Açar mı bugün dört bahardır kanayan çiçek
Demek daha bizim yaşımızda/ İnsanlar ölecek,”
diyerek mahpuslar yatmış, işkence tezgâhlarından geçmiş, sürgünler yemiş, ‘Fedailer Mangası’ diye adlandırılan, 40 Kuşağı’nın şairlerindendi Enver Gökçe... Mazlum ve mahzun sözcüklerinin bir kimliğe bu derece uyduğu çok az sanatçı vardı.
Şiiri, sanatı bir yana; hayatı boyunca zalime ve zulme karşı durmuş, meşakkatle geçmiş bir ömür boyunca aydın kimliğine örnek bir duruş sergilemişti.
“Ben, bizden olan bütün insanların dostu;
adı, haritalarda bile bulunmayan
bir köyündenim Anadolu’nun
güzel şeylere hasrettir memleketim
güzel şeylere hasret bu dünya.
yıllardır, kanda ve ateşte mısralarım
yanan şehirlerin,
ağır tankların tekerlekleri arasında
biliyorum, yaylım ateşlere girilmiştir gönlümüzce.”
1940’da şiir yazmaya başladı. İlk şiiri Ankara’da çıkan Yurt ve Dünya Dergisi’nde yayımlandı. 1948’de Türkiye Gençlik Derneği’ne üye olduğu için tutuklandı. Üç aylık bu tutukluluğun ardından, 1951’deki Türkiye Komünist Partisi’ne yönelik büyük tevkifatta yeniden tutuklandı. İki yıl Sansaryan Han’da hücrede tutuldu ve ağır işkenceler gördü. Toplam yedi yıl hapis yattı, İki yıl da sürgünde yaşadı.
Sonrası geçici işler, düzeltmenlik, gördüğü işkencelerin eseri olan rahatsızlıklar, yoksulluk nedeniyle yılın belli aylarını köyünde geçirme zorunluluğu, işsizlik, acı dolu yıllar… Bulduğu bazı işlerden sakıncalı olduğu gerekçesiyle çıkarılması… 12 Eylül faşizminin getirdiği acılar daha da yıprattı onu. Ardından Ankara Seyranbağları Huzurevi’nde sona eren onurlu ama zorlu bir hayat…
Hücrede, tabutluklarda geçirdiği yıllarda yakalandığı hastalık, hayatının sonuna kadar yakasını bırakmayıp, ölümüne neden oldu. Muzaffer İlhan Erdost’un söylediği gibi, “Enver Gökçe’nin cezaevlerinden aldığı, cezaevlerinin ağır koşullarının bedenine sızdırdığı sayrılıklar, Onun gövdesini saran sayrılıklar, kuşkusuz bedeninin özünü, beynini de kuşatır. Bu nedenledir ki, destansı uzun şiirler, uzun dizeler, gövdesinde yürüyen hastalıklarla birlikte, boyundan ve eninden daralır. Yani giderek kısalır dizeler, tek sözcüklere dönüşür. Ama süt filizi ekinin taneleşmesi gibi, daha yoğunlaşır, daha sertleşir.”[6]
“Dünyanın
Yarısı
Kızıl
Çağl
Yansı
Kan
İrin
V
Çok
Şükür
Hayvanlar
Gibi
Sürüp
Çıkarılır
Faşizm
Harlı
Yangınında
Devrimin,”
dizelerindeki üzere örneğin…
Özetle O; halk şiir geleneğini derinden kavramış, gelenekle bağlarını güçlendirdikçe, onu devrimci bir tarzda dönüştürmeyi başarmış özgün bir şairdi. Bu yanıyla, serbest nazımdan da Orhan Veli, Oktay Rıfat, Melih Cevdet’in temsilcisi olduğu “Garip” şiir akımından da çok uzak, kendine özgü bir şiir dünyası kurmuştu.
Yetiştiği çevrenin bu direngen tavrını, dilsel özelliklerini, mücadele azmini, Eğin türkülerinin can yakan ezgisini ve halk deyişlerinin gücünü sırtlanarak; toplumsal düzenin yozluğu, dönemin zalimliği üstünden acılı insanları anlatan şiirler yazdı;[7]
Meğer
Müşkil işmiş hürriyet
Savunmayla yetmiyor
Bir başka sevda
Telden/ Demirden geçsen
Mapusu delsen
Ne fayda!” gibi…
Özetin özeti: “Kendini halkına, mücadelesini davasına adayan şair, susarak anmanın, anarak yaşamanın bileyi taşı oldu hep. Büyük yalnızlığın yaratıcılığında sayısı az da olsa büyük yapıtlar verdi. Mülkiyet hırsını çoktan yenmişti. Yunus’tan insancılığın Pir Sultan’dan başkaldırı geleneğinin bileşimi bir kişilik, insancı bir sosyalist, devrimci bir komünist olarak yaşadı. Hümanizmi insandaki en temel özellik belledi. Bu düşünceyi yalın yaşamının ışıklı öğesi yaptı hep. O, bir örümceğin hücre yalnızlığı... Dil Tarih’te Ruhi Su korosunda bir korist... Sürgünlü işsizliğinde hapis... Açlıkla ölüm sınavı... Köy günlerinin 9 yaşındaki Enver’i... Eğin Aşutkalı bir anı... Tabutluklar’ın işkenceli günleri... Susarak anmanın, anarak yaşamanın bileyi taşı”ydı![8]
* * * * *
Sonra da
“Ben ömrümce muhalif yaşadım
Devletçe de menfi bir TİP sayıldım
Onun için kan grubum
RH NEGATİF,” dizeleriyle müsemma Can (Yücel) Baba…
Hep menfi sayılmış, ömrü boyunca düzenle kan alıp vermemiş. Yaşamı boyunca gerçek bir muhalif duruş sergilemiş. Ne resmiyete, ne de resmi ideolojiye hiç yüz vermemiş bir şairdi O.
Sanatı ve şiiri, “Kişinin dış baskıların hışmı karşısında kendi özünü hırpalattırmamak için, hatta yitirmemek için kullandığı bir savunma mekanizması, baskının, acının üstüne gidiş” olarak nitelendirirken; düzene ve sisteme karşı racon kesen bir öfkeli, insana karşı ise sevgi doluydu.
Aşmıştı o duvarı:
“Bir gece sevgi duvarını aştık
düştüğüm yer öyle açık seçik ki
başucumda bir sen varsın bir de evren
saymıyorum ölüp ölüp dirilttiklerimi
yalnızlığım benim çoğul türkülerim
ne kadar yalansız yaşarsak o kadar iyi,” dizelerindeki üzere![9]
İşte birkaç örnek:
i) Can Yücel hakkında 12 Eylül darbe döneminde yazdığı ‘Beşi Bir Yerde’ şiiri nedeniyle Kenan Evren ile dört darbeciye hakaretten açılan davadaki savunması unutulacak gibi değildir: “Hâkim: ‘Şiirinizde hep göt diyorsunuz. Daha kibar söylenemez mi?’ Can Yücel: ‘Türk Dil Kurumu sözlüğüne göre bu memlekette göte göt denir’…”
ii) 18 Mart 1998’de ise bir konuşmada dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’e hakaret ettiği gerekçesiyle bir yıl iki ay hapis cezasına çarptırılacaktır. Cezasını affetmesi için Demirel’e sayısız dilekçe gönderilir. Şairin yorumu ise şöyledir:
“Ben kahraman değilim
Demirel beni affedecekmişse
Kolay gelsin!
Benim endişem,
Ya beni affetmeden önce
Eceli gelip ölürse...
Ama onu affetmeye benim
Sıkletim yetmez
Ne de cesedim...”
iii) Şair Turgay Fişekçi gülümseten bir anıyı şöyle aktarır: “1990’ların başlarında şiirin sesini bir parça olsun basın yayın organlarında duyurabilmek için dokuz şair, altı ay süreyle şiir yayımlamama, yani şairler grevi yapma kararı vermiştik. Bu eylemimizi en iyi nasıl duyurabiliriz diye konuşurken, en gerçekçi öneri Can Yücel’den gelmişti: ‘Dokuzumuz birden topluca donsuz fotoğraf çektirelim. O zaman her yerde basılırız’...”
iv) Bir diğer anı da Vecdi Sayar’dan: “Nasıl unuturum, Sinematek’in Nâzım anması yasaklandığında, polisleri ikna edişimizi: ‘Tamam Nâzım gecesi yapmıyoruz ama seyirciyi kapıdan çevirmek olmaz, şiir gecesi yapacağız, Nâzım’dan söz etmeden’; sonra senin sahneye çıkıp
‘Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkında
Ne sen bunun farkındasın, ne de polis farkında’ deyişini…”[10]
Evet şiirin hiç yaşlanmayan çocuğuydu; kahkaha çiçekleri üreten, sözcüklere takla attırtan, rengârenk dizeleri fır döndüren biriydi O...
Sokağın diliyle konuşan bir dil cambazı...
İmgelere pabucunu ters giydiren bir sihirbaz...
Kahkahayı dirence, direnci kahkahaya dönüştüren bir büyücü...
Eleştiriyi hiç ıskalamayan... İroniyi mızrak, kara mizahı miğfer kılan bir silahşör!
Bakmayın dizelere küfrü, sövgüyü kattığına, sağa sola sapanını doğrulttuğuna, hedef aldıkları bal gibi hak etmiştir o taşlamaları!
Yaşadığı gibi yazan, yazdığı gibi yaşayan... Bütün bunları engin kültür birikimiyle taçlandırandı...[11]
Örneğin Che Guevara’nın ‘İnsan ve Sosyalizm’ ve Mao Zedung ile ABD’li bir generalin günlüğünden oluşan ‘Gerilla Harbi’ kitaplarını Türkçeye çevirdiği için içeri düşmüştü. Generalin yazdığı bölümlerden mahkûm olmayı da “CIA’nın bana attığı kazık” diye nitelemişti!
“Yaşamım benim en güzel şiirim” derken; yaşamında ve şiirinde hep ironi vardı.
“Humor, bir sığınma, savunma mekanizmasıdır. Savunma ama, bir başkaldırıya, bir saldırıya dönüşür... Çok ağır geçen hayatımızın içinde, ironi, bütünselliği bozmayacak ana çaredir. Bir direnç kahkahasıdır,” diyordu.
“Dönülmez Faşizmin ufkundayız
Vakit çok geç” derken haklıydı!
“Tencere dibin kara
Seninki benden kara” diye sesleniyordu “Şili’deki Tencereye”.
“Kurtarıcılar kurtara kurtara
Kurtardılar Memleketi memleket olmaktan” derken o günleri arar duruma gelineceği bilemezdi elbette.
“Shakespeare Üzre” şiirinde
“Türkiye’nin Manimarkası’nda bir şeyler kokuyor/
Kimine göre tuz, kimine göre et,
Hamlet! Hamleeet!”
derken 12 Eylül faşist darbesini yaşıyorduk.
“Garson dedim, bana biraz sabır ver
Allah’tan isteyeceğinizi benden istiyorsunuz paşam, dedi
Öyleyse bir Allah ver dedim
Gitti, bir daha da gelmedi,” derken direnç kahkahalarını yeşerten yine oydu...
“Gücüme gidiyor bu Allah kurtarsın! Lafı
Müdürü gelir: Allah kurtarsın!
Savcısı gelir: Allah kurtarsın!
Gardiyanı gelir: Allah kurtarsın!
Bir hâl olduk, Allah bilir, günde kaç posta
Allah tarafından kurtarıla kurtarıla.
Oysa biz, insanları kurtarma zahmetinden
Kurtarmak için Allah’ı
Düştük, değil mi, bu yola!”…
“Koyunlar keçiler ve koçlar için
Ne kadar bayramsa Kurban Bayramı
Bu barış var ya, bu barış
Cephedekiler için o kadar barış”…
“Şu göğüs kafesimi genişleten
umudum var oldukça,
güzel günlere olan inancım
hiç bitmeyecek”…
“Bilmelisin ki,
duvarda asılı duran diplomala
insanı insan yapmaya yetmez”…”
“Kendi kulağına küpe takan adamı taşlayıp
g.tümüze kazık sokan adamları
alkışlayan bir toplumuz”…
“Çalmadık, çırpmadık…
Yediysek cebimizden,
harcadıysak ömrümüzden,”
dizeleri de kulaklara küpeyken; en önemlisi de;[12]
“En uzun koşuysa elbet Türkiye’de de devrim
O, onun en güzel yüz metresini koştu
En sekmez lüverin namlusundan fırlayarak..
En hızlısıydı hepimizin
Acıyorsam sana anam avradım olsun
Ama aşk olsun sana çocuk, aşk olsun!” diye haykıran ‘Mare Nostrum
Bizim Deniz’iydi…
Şair adamdı vesselam “Küfür burjuvazinin ağzında lağım çukurudur, işçi sınıfının ağzında açan çiçektir,” vurgusuyla, “Bu memleketin jeopolitik konumu, küfürsüz yaşamaya uygun değil,” diyen Can Baba “Şarabi Şair”di, şiirini hınzır, külhani raconlardan yararlanarak siyasal inançlarıyla yoğurdu.
Cemal Süreya’nın deyimiyle, dönemin “serşair”i Yücel’di. Taşlama ile toplumsal duyarlılığın ağır bastığı şiirlerinde, dobra dili ve özgünlüğüyle dikkat çekiyordu. Doğa, insanlar, olaylar, kavramlar ve heyecanları şiirlerine temel alırdı.
Selahattin Hilav’ın, “Gerçek şairler, dili azat edenlerdir, diyebiliriz. Nitekim Can’da, tutsaklıktan kurtularak yaşamın iç yüzünü ortaya döken ve özündeki gizli hakikâtleri de gösteren bir dille karşı karşıyayız. Bu dil akıl öğretmez, efsaneleri pekiştirmez, kişilere tapınmanın, soyut hümanizma hayallerinin hizmetkârlığını yapmaz. Besinsel ve cinsel açlığı, idealler ve ilkeler ileri sürerek gözden kaybettirmez. Yaşamamışlığı ve hödüklüğü örten sulugözlülük ve yapmacık hassasiyet üretmez, bunları başkalarına bulaştırmaz; kısacası, yalana hayat hakkı tanımaz,” diye tanımladığı Can Yücel; Cemal Süreya’ya göre de, ironisi, argo ve küfrüyle “zekânın iyi niyeti”dir: “Argo ve küfür bir arınma işlemidir Can Yücel’de. Kötülüğe, kötü düzene karşı aşılanmak için kutsal’ı delik deşik eder. Tabii eski kutsal’ı. Ve yeni kutsal adına. Bu yüzden sürekli olarak tarihsel olaylarla bugünkü olayları iç içe işler. Şiirsel eylemini kurmak, sürdürmek için en elverişli yolu seçmiştir: parodi. Gerçekten de parodi toplumsal eylemle şiirsel eylemi birleştiren bir yoldur. Tarihi, gazete güncelliğine getirir. Bunu yaparken halk kaynaklarına, halk ağzına, daha çok halk türkülerinin deyişlerine yaslanır.”
Turgay Fişekçi’e göreyse, “Dilde bir yandan kendine özgü vurgu ve tonlamalar yaratırken bir yandan da konuşma dili, eski ve çağdaş şiir, geniş bir kültür ve dil bilgisine kattığı sevgi-alay-acı karışımı duygu yoğunluğuyla da aydınlık, insancıl, toplumcu, benzersiz bir şiir yarattı,” O…
Refik Durbaş ise, “Kişisel ve toplumsal yaşamın acı bir dönemini dile getiren, öfkeli, alaycı, boyun eğmeyen, siyasal şiirlere ağırlık verilen bir kitap”tır; Selahattin Hilav ise, “Yalanı, aldatmacayı, çelişkiyi, kafasızlığı, toplumsal düzenin ürünü olması açısından ele alan, bunların farkına varmış gibi kimi zaman kendini de konu edinen, ama aldatanın ve aldananın gülünçlüğünü şiirin berraklığında yansıtan bir mizahtır,” sözleriyle değerlendirir onu.
Şükran Kurdakul’un, “Sözünü budaktan esirgemeyen bir kabadayı”; Zeynep Oral’ın da, “İmgelere pabucunu ters giydiren sihirbazdı,” diye betimlediği Can Yücel’in amacı sadece yazmak ve okutmak değildi, şiirin sesini de duyurmaktı; dizelerini halkının dilinden esinleyendi; muhalif, sözünü sakınmayan tok bir sesti. Can Baba’ya göre bütünselliğin dışında şiir yoktu. Hayat ve ölüm de bir bütündü ve şiir bu bütünden çıkan çılgınlıktı.[13]
Can Baba hayatının son döneminde “Mekânım Datça olsun” vurgusuyla; “Kuzum Datça’ya gömün// Beni Datça’ya gömün/ Şu deniz gören mezarlığın orda” deyip; William Shakespeare’in bir şiirini de, “Seni koyup gitmek var ya esas o koyuyor adama!” diye çevirmişti.
Vasiyetine uyularak üstüne Datça’da çok sevdiği günebakan çiçekleriyle son yolculuğuna uğurlandı. 2011’de mezarına saldırılır, mezar taşı kırılır. Mezarı yakınında bulunan “Can Evi” de bu olayın ardından kapatılır. Eşi Güler Yücel tepkisini, “Can, ‘Mekânım Datça olsun’ dedi, mekânını cehenneme çevirdiler,” sözleriyle dile getirir. Can Yücel’in mezarını, içki içiliyor gerekçesiyle 2011’de balyozla parçaladıkları iddiasıyla 4 yıla kadar hapis cezası istemiyle yargılanan iki kişi ise 2013’te beraat eder.
Tüm saldırılara, saldırganlara rağmen Can Baba’da, dik durup, diklenen gür ses hâlâ dimdik ayakta ve zulme karşı yeni bir dünya için karanlıklara meydan okumaya devam ediyor…
1 Nisan 2021 13:49:47, İstanbul.
N O T L A R
[*] Kaldıraç, No: 242, Eylül 2021…
[1] Fransız Atasözü.