Bugun...


Temel Demirer

facebook-paylas
KAPİTALİST İKTİDARIN EĞİTİM(SİZLİĞ)İ VE COĞRAFYAMIZ
Tarih: 09-12-2017 10:24:00 Güncelleme: 09-12-2017 10:24:00


KAPİTALİST İKTİDARIN EĞİTİM(SİZLİĞ)İ VE COĞRAFYAMIZ

I) İKTİDAR MESELESİ

II) “NE”Yİ, “NİÇİN”İ, “NASIL”IYLA EĞİTİM

II.1) “OKUL” FASLI

II.2) EĞİTİM(SİZLİK) Mİ?

III) SORU(N)LARI TÜRK(İYE) EĞİTİM(SİZLİĞ)İ

III.1) AKP PATENTLİ DEVLET VE EĞİTİM(İ)

III.2) HÂL VE GİDİŞ YA DA DURUM

IV) ÜNİVERSİTE VE KIYIM GERÇEĞİ

IV.1) BARIŞ İÇİN AKADEMİSYENLER

V) GENÇLİĞİN KONUMU VE GELECEK(SİZLİĞ)İ

VI) ALTERNATİF EĞİTİM

VII) BİR KAÇ ŞEY DAHA

“Non vitae,

sed scholae discimus.”[2]

 

Sürdürülemez kapitalizm ve coğrafyamız gerçeklerinden hareketle eğitim ve iktidar sorununa değinmek, hem kolay hem de “zor” bir meseledir.

“Nasıl” mı? Gayet basit!

Eğer, “Tımarhane ve hapishane, iktidarların sopası olmuştur tarihte,” vurgusuyla Michel Foucault’nun, “Hapishanelerin, fabrikalara, okullara, kışlalara, hastanelere ve bütün bunların da hapishanelere benzemesi şaşırtıcı değil mi?” saptamasından haberdarsanız mesele yoktur; ama değilseniz ne iktidarı ne de eğitim(sizliğ)ini kavrayamazsanız…

O hâlde kapitalist eğitim(sizliğ)ini anlamak için öncelikle iktidar meselesinden başlamamız gerekiyor.

 

I) İKTİDAR MESELESİ

 

Andrew Heywood’a göre, “En geniş anlamda iktidar, arzulanan bir sonuca ulaşma gücüdür ve zaman zaman bir şeyi yapmaya muktedir olmaya atıfla kullanılır. Bu anlam birinin kendisini hayatta tutabilmesinden ekonomik büyümeyi teşvik eden bir yönetim gücüne kadar her şeyi kapsar. Ancak, siyasette iktidar, bir ilişki olarak düşünülür; yani başkalarının davranışlarını, onların tercih etmedikleri yönde etkileme gücü olarak. Bu da ‘toplum üzerinde iktidar’ sahibi olmaya atıfla kullanılır. Daha dar anlamda iktidar, güç veya manipülasyona yakın biçimde ve içinde rasyonel iknayı da barındıran ‘etki’nin aksine cezalandırabilme veya mükafatlandırabilme gücü olarak kullanılmaktadır.”[3]

İktidar, muktedir olma durumudur ve iş bölümü var oldukça, her hâlükârda iktidar vardır, var olacaktır.

Yönetmek için gücü elinde bulunduranların yapma gücü, icra yeteneği ve yeterliliği olarak iktidar, Arapça “Kadir” sözcüğüne yani “Gücü yeten olmak” anlamına denk düşer.[4]

Özetle yapabilme becerisine sahip olmak, kudretli olmak; siyasal olarak toplumda gücü elinde bulundurmadır. Bu da rıza ile zora dayanır. İktidar, kontrol ve zorla hayata geçirilir; tartışılmaz bir gerçek olarak ve kolayca anlaşılabilir tarzda uygulanır. (Marksizm-Leninizm, siyasal iktidarı ekonomik iktidarla açıklar. Öteki iktidar biçimlerini bir görüngünün farklı veçheler olarak mütalaa eder.)

Edward Said’in, “Tekdüzeleştirme sürecinin meşruiyet kazanması ve ötekinin görünür görünmez türlü biçimlerde ortadan kaldırılması olarak” tanımladığı iktidar, hâkim olma yetisidir.

Yani başkalarının davranışlarını etkileyebilme, kontrol edebilme ve kendi istek ve arzularına göre yönlendirebilme gücüdür. İktidarın iki öğesi bulunur: Bunlardan birisi güç ve zorlama, ikincisi ise benimse(t)mektir. İktidar araçlarıysa, i) Kuvvet kullanma, zor; ii) Ekonomik imkânlar; iii) Ödüllendirme, propaganda; iv) Meşruiyet tesisiyken; her iktidar bir gasptır.

İktidar ya da iktidar ilişkisi, “emretme ve itaate” dayanırken; üretim ve deneyime dayalı insan özneleri arasındaki ilişki olarak tanımlanır ve iktidar sahibinin, ilk refleksi onu korumaktır.

Max Weber’in tanımıyla, “İktidar, başkalarının neler yapacağını, olabildiğince doğru biçimde, önceden görebilme yeteneğinden başka bir şey değildir”.

Hannah Arendt’e göre, “İktidar (power), uyum içinde eylem kabiliyetine tekabül eder. İktidar tek bir kişiye değil gruba aittir ve grup bir arada olduğu sürece var olabilir. Bir kişi için ‘iktidarda’ derken aslında onun ait olduğu grup-topluluk adına eyleme kudretine sahip olduğundan bahsederiz. Grup ortadan kalktığında kişinin iktidarı da sona erer.”[5]

Ve aynı konuda, “İktidar, alınması düşünülen sonuçların ürünü olarak tanımlanabilir,”[6] der Bertrand Russell da…

Özetle yönetme gücünü elinde bulunduran kişi ya da kurumun, karar verebilme ve bunu uygulayabilme yeteneği olarak da kavranması mümkün olan iktidar her yerdedir; Lev Nikolayeviç Tolstoy’un, “İktidar, kitlelerin bir araya toplanan, yoğunlaşan iradelerinin açıklanan ya da açıklanmayan sessiz bir kabul edişle, seçilen idarecilerin üzerinde toplanmasıdır,” saptamasındaki üzere…

Ve nihayet “iktidar”; -“Bir Özgürlük Pratiği Olarak Kendilik Kaygısı Etiği”nde altını çizdiği bütünsellikte[7]- Michel Foucault’ya göre, bir eylem kümesinin başka bir eylem kümesi üzerindeki eylemleridir. İktidar alıp kullanılan elle tutulan somut bir şey değildir. Bir ilişkiler ağıdır. Tek bir iktidar yoktur. İktidarlar vardır. Özgürlük ile karşılıklı vazgeçilemez bir ilişkileri vardır. Özgürlük iktidarın ön koşuludur.

Ayrıca yine Michel Foucault’nun ifadesiyle, “Tek işlevi bastırmak olsaydı, iktidar kırılgan bir şey olur”ken; güç ile karıştırılmaması gereken şeydir. İktidar ve güç terimleri eşdeğer olarak kullanılsa da birbirinden farklı anlamları vardır. Güç bir ilişkiyi anlatır.

Güç, nesneler üzerinde etki edenken; E. M. Cioran’ın, “İktidarı arzulamak, insanlığın uğradığı en büyük lanettir,” notunu düştüğü iktidar;[8] gücü elinde bulundurma yetkisi olduğu kadar, bir sınıfın diğer tüm toplumsal sınıfları yönetme becerisidir de.

Tam da bunun için bir öznenin başka bir özneye kendi iradesini sanki onun iradesiymiş gibi (ya da iradeye rağmen somut sonuçlar alabilecek şekilde) kabul ettirme sanatına iktidar denir.

Bunlarla bağıntılı olarak “iktidar”, insanlar üstünde icra edilen bir güç olmaktan çok, insanların zaten yapabilecekleri şeyleri yapabilme kudretlerine sahip olmadıklarını sandıkları anda ortaya çıkar... Kendi sorunumu çözebiliyorsam, onu çözebilecek birilerine ihtiyaç duymam![9]

İnsanlığın en büyük sorunu “iktidar”dır.[10] İnsan güce taptığı oranda iktidar hevesi pekişir, yine aynı oranda güçlü olana biat eder. İktidarın mutlaklaşmasının ölçüsü, iktidar olanın da ona tabi olanın da güce tapınma ölçüsüdür. Hiçbir durumda iktidarın dayattığı güç baskısı tek taraflı değildir, iktidarın üstten dayattığı, ona tabi olanların alttan desteklemesi olmadan fazla anlam taşımaz, süreklilik kazanamaz. Çünkü iktidar hiçbir zaman sadece dayatma değil, aynı zamanda “tanınma”dır. George Orwell’ın, “Halkı yönetme gücünü elinde bulunduran kişi ya da kişilerdir. Güç tatlıdır. Bu tadı alanlar elinden asla bırakmak istemezler. İktidara sahip olanlar bu gücü kaybetmemek için her şeyi yaparlar. İktidarın tadını alanların önemli bir kısmı, bu konumu kaybetmemek için deri değiştiren yılanlar gibi her gün başka kimliklere bürünürler,” saptamasındaki üzere…

İnsan güce sadece güç olduğu için biat etmeye veya biat ettirme meyline kapılırsa, gücün kölesi hâline gelir. İktidarda olan da gücün kölesi olur, ona tabi olanlar da! İktidarda olan her şeyini gücü elinde bulundurmaya bağladığı oranda, gücünü yitirdiği anda, her şeyini yitirme kaygısı ile kendi gücünün kölesi olur. İktidarda olmayan, zaten bu dayatmanın nesnesine dönüşür. İktidarın dayatmasına itiraz etmekte gösterilen her türden çekince ve çekingenlik iktidarın mutlaklaşma sürecini biraz daha öteye taşımaktan, itirazın imkânlarını daha da daraltmaktan başka işe yaramaz.[11]

“İktidar ve hatırlama arasındaki ittifakın bir de ileriye dönük (prospektif) yanı vardır. Hükümdarlar sadece geçmişi değil aynı zamanda geleceği gasp ederler, hatırlanmak isterler, kendilerini unutturmayacak işler yaparlar, bu eylemlerinin anlatılması, müziksel olarak işlenmesi, anıtlarda sonsuzlaşması ya da en azından arşivlenmesi için çaba gösterirler. İktidar ‘kendisine geriye yönelik meşruluk ve ileriye yönelik ebedilik kazandırır’…”[12]

Nihayet iktidar sizi nerenizden yaralarsa, orası kimliğiniz olurken; insanın iktidara karşı savaşımı, belleğin unutuşa karşı savaşımıdır ve Michel Foucault’ya göre de, iktidarın olduğu yerde direnişde olmak zorundadır.

 

II) “NE”Yİ, “NİÇİN”İ, “NASIL”IYLA EĞİTİM

 

Eğitime gelince; o da Devletin İdeolojik Aygıtları’ndan (DİA) olup, boyun eğdiren, biçimlendiren bir iktidardır; hem de bilginin gerekliliğini, düşünmeyi, sorgulamayı, yetenekleri geliştirmeyi, ezberlemeyi, okulu, öğrenmeyi, öğreteni, öğreneni yukarıdan aşağıya zihinlerden gündelik hayatımıza dek şekillendiren türden…

Eğitim, kurumlarıyla devletin/ iktidarın sosyal fabrikalarıdır; düzene, sisteme karşı çıkmayacak, sorgulamayacak, düşünmeyecek, ezberci, tek tip bireyler yetiştirilir okullarda. Devletin elindeki en büyük silah eğitimdir. Bu yüzden sadece kendisine bağlı kurumlardan alınan eğitimi meşru kabul eder. Eğer aldığın eğitim devlet eliyle verilmemişse, resmi olarak hiçbir geçerliliği yoktur.

Eğitilen beyin, eğitim müfredatını verene hizmet eder, elbette istisnai durumlar ortaya çıkar, çünkü hiç bir uygulama homojen şekilde başarılı olamamıştır, olamaz da, çünkü bireyin özgünlüğü ve içinde bulunduğu kültürel yapısı bu farklılığı ortaya çıkarır. Eğitim toplum için birey yetiştirmez, aksine devletin gerçek sahibi sermaye sahipleri için birey yetiştirir ve onların ihtiyacı yönünde projeler üretir.

Gerçekten de, iktidar ile sosyal bilimler ilişkisinin, enerji ile fizik ilişkisi gibi olduğunu belirten Bertrand Russel’ın[13] işaret ettiği üzere, enerji fizik için neyse, iktidar da sosyal bilimler için oydu. Çünkü iktidar kamusal alanın düzenlenmesinden toplumsal yaşamı belirleyen tüm ilişkilere kadar belirleyici ve yön verici bir kavramdı.

Bu bağlamda eğitim meselesi de bir iktidar veya sınıf egemenliği meselesidir. Yönetenlerin toplum tasarımı nasıl bir eğitim sorusunun yanıtını verir. Başka açıdan bir ülkenin eğitim programına bakılarak nasıl bir toplum tasarlandığı anlaşılabilir.

DİA kavramının altını çizen Louis Althusser de, eğitimi bir DİA kurumu olarak sınıflandırılmıştı[14] ve haksız da değildi.

Tarihteki bütün sınıflı toplumlarda eğitim, egemen sınıfın ideolojisinin yeniden üretiminin ve topluma yayılmasının, kabul ettirilmesinin bir aracı olarak işlev gördü. Egemen sınıflar, hegemonik konumlarını koruyabilmek ve bireyleri üretim ilişkilerine uygun olarak yetiştirmek için eğitimi kendi çıkarları doğrultusunda kullandılar. Bu bağlamda eğitim, egemen sınıfların ideolojik araçlarından biriydi her zaman.

Eğitimin başlıca amacı, egemen sınıfların çıkarlarına göre şekillendirilen, toplumu mevcut sistemin devam etmesi gerektiğine ikna etmek, yeni kuşakları sistemin kendini yeniden üretebilmesi için gerekli formasyona sahip hâle getirmekti. Egemen sınıfın kalıpları dışına çıkan eğitim anlayışları, tarihin her döneminde şiddetle reddedilmiş, yasaklanmış ve engellenmişti.

Çünkü sistemlerin var olma süreçlerinin en iyi kurgulandığı alan eğitimdi. Eğitimin yapısal kurgusu var olan sistemin beklentilerini net olarak ortaya koyarken; okullardaki müfredat programları bu yapının birer yazılı belgesi şeklinde her şeyi açıklıyordu. Kaldı ki, eğitimin oturtulduğu zeminin tasviri zaten amacın ne olduğunun bir tarifiydi.

 

II.1) “OKUL” FASLI

 

Ve nasıl olursa olsun, sınıflı sömürücü yapılarda eğitim iktidara köle yetiştirirken; iktidarlar değişse de, sömürü sistemi için kölelik daima baki kalmaktaydı.

“Nasıl” mı? Hangi iktidar gelirse gelsin, okullarda kendi rejimini dayatacaktır. Önceden “Kemalist” şimdi “Dindar” deniliyor, ne fark eder. Okul tıpkı bir fabrika gibi iktidarın belirlediği, farklı görünen tek düşünceye sahip, kapitalizme uyumlu kişiler yetiştiriyor. İktidar olan her anlayış insanları yine mezun oldukları okullardan köle olarak çıkaracaktır. İktidarlar ve anlayışları değişse de insanların kapitalizme uyumlu bireyler hâline getirildikleri eğitim değişmeyecektir.

Mark Twain’in, “Okul hayatımın eğitimime karışmasına izin vermedim,” notunu düştüğü konuda Walther Borgius, 1930’da şöyle yazmıştı: “Okul rafine bir iktidar aracıdır. Çocuktan başlayarak bütün devlet uyruklarını itaate alıştırmak, devletin ne kadar gerekli olduğunu etinde ve kemiğinde hissettirmek, her özgürlük fikrini daha filizlenmeden bastırmak, düşünceleri çitlerle çevrili güzergâhlara yönlendirmek ve onları rahatça yönetilebilir, minnettar tebaa olarak terbiye etmek üzere kurulmuştur.”

Gerçekten de günümüzde okullarda verilen eğitimin amacı, vatandaşı kapitalist devletin istediği şekliyle sorgulamayan, korkan, sadece kendi çıkarını düşünen, günü kurtarmaya çalışan aşırı faydacı birey hâline getirmektir. Böyle bireylerden oluşan toplum kolayca yönetilebilir. Yani korku sayesinde kitlesel gücü kullanması engellenir.

Stanley Kubrick’in de, “Bence okullarda yapılan en büyük yanlış, çocukları korkuyla motive ederek bir şey öğretmeye çalışmaktır. Not alma korkusu, sınıfta kalma korkusu gibi. Bir konuya ilgi duyarak öğrenmek ile korku ile bir şeyi öğrenmek arasında nükleer bir patlama ile bir kıvılcım kadar fark vardır,” uyarısını dillendirdiği okul gerçeğine ilişkin olarak anımsatmadan geçmeyelim:

Tüm dünyada okula giden her üç öğrenciden biri zorbalığa maruz kalıyor. Okul yönetimi kimi zaman şiddete uygun tepkiyi vermiyor. Bu da okulun güvensiz, tehlikeli bir yer hâline gelmesine yol açıyor. Örneğin ABD’de korkudan okula gitmeyenler çoğalıyor.[15]

Bir korku odağı olarak kapitalist eğitim, onları manipüle ederek, insanları bir ev, bir araba almaları ve ev kurmaları için bir ömür geçirmeye ve bu süreçte etliye sütlüye karışmamaya hazırlıyor.

Ayrıca okul politik, toplumsal ve ekonomik güce sahip olanları (kodamanları) korurken; tanıdığımız ilk uzman öğretmendir. Mutlak bilgiye sahiptir. Eleştirilemez! Hatası yüzüne vurulamaz. Bu formasyonla şekillendirilen birey kendisine söylenene değil söyleyenin titrine bakmaya koşullandırılmıştır.

Egemen sınıf, aynı değerlere sahip, homojen ve kolay yönetilebilir bir toplum yaratabilmek için eğitimin başarıyla verilebilmesinin ne kadar gerekli olduğunun farkındadır. Ulus-devletlerde okulların parasız, zorunlu ve uzun süreli olması da bu yüzdendir.[16]

Okul ideolojik bir kurumdur ve devletin ideolojik bir aygıtı olarak; yönetici sınıfın egemenliğini korur; bireylere egemen sınıfa boyun eğmelerini sağlayacak bilgi, beceri, tutum ve davranışları aktararak; toplumsal düzene saygı duymalarını ve devlete itaat etmelerini öğretir. Eğitim aracılığı ile devlet, bireyleri standartlaştırmak ve düzen içinde disipline ederek aynı hizaya sokmak istemektedir.[17] Bunu gerçekleştirebilmek için okulun, terbiye etme işlemcisi olan pedagojik bir makineye dönüşmelidir.

Okullardaki çeşitli uygulamalar, bireyleri; egemen gücün disiplinsel iktidarına özgün biçimlendirme sürecinin nesnesi hâline getirmelidir.[18] Böylece bireylerin düzene uygun yetiştirilmesi mümkün olabilir ve egemen sınıf nesneleşen bireyler üzerinde toplumsal kontrolü, onların razı olmalarını da temin ederek kurabilirler.

Okul, sisteme uygun insan tipini yetiştirerek; bireylerde otoriteryen egemenliğin ve tabi olmanın temellerini kurar. Okullardaki ezberci, tekrarcı ve nakilci bir eğitimin amacı da budur; bireylerin etkin özneler olma ihtimalini körelterek uysal bir tebaaya dönüştürebilmek… Çünkü sorgulamayı, eleştirmeyi, özgürce düşünmeyi ve düşüncelerini ifade etmeyi öğrenemeyen birey zaman içinde pasifleşir. Pasifleştirilen bireylerin oluşturduğu bir toplumu yönetmek ise daha kolaydır. Bu sebeple, eğitim konusu tartışılırken toplumsal ve siyasal yapı, siyasal iktidar ve egemen ideoloji gibi konuların ele alınıp; bu öğeler arasındaki ilişkiler de açıklanmalıdır.

Monolitik bir ulusun inşa edilmesi için, tek tip yurttaşlar yetiştirme isteği, ulus-devletlerde bireylerin öznelliği üzerinde pedagojik bir iktidar kurma çabasına dönüşür. Eğitim sisteminin her kademesinde; toplumsal düzendeki egemenlik biçiminin devamını temin etmek için resmi ideolojinin aktarımı tüm etkinliklerde sürekli öne çıkarılır. Bu ideolojinin yayılması için ders kitaplarından, özel gün ve haftalardaki, resmi bayramlardaki kutlamalara ve törenlere kadar her alanda yoğun ve sürekli bir aktarım söz konusudur.

Devlet eğitim ile bireyi kendi çıkarları doğrultusunda sosyalleştirirken; diğer taraftan da onda içselleştirilmiş bir sosyal denetim mekanizması kurmayı amaçlamaktadır. Okullarda düzene uygun kafaların yetiştirilebilmesi sayesinde, bireyler hâllerine razı olabileceklerdir. Böylece egemen sınıf kendi çıkarlarını koruyabileceği gibi düzenin devamını sağlayabilecek “kölelik toplumu”nu[19] yeniden ve yeniden üretebilir. Bu durum eğitimi ve okulları eleştiriye ve sorgulamaya açık hâle getirmektedir.

Bu kapsamda okullar; Platon’un, “Geometri bilmeyen kapımdan içeri adımını atmasın”; Firdevsi’nin, “Bilgili olan, güçlü olur”; Zygmunt Bauman’ı, “Bilginin, deyim yerindeyse, görme ya da işitmeden çok koklamaya özgü bir niteliği vardır; kokular da, bilgi gibi, yok edilemez; yalnızca daha güçlü kokularla bastırılarak ‘duyulmaması’ sağlanır,” diye betimledikleri işlevi yerine getirmekten uzaktır.

İşte bunun içindir ki Mine Söğüt’ün, “Okuldaki bilgiler gerçek hayatımızda neye yarar?”[20] sorusunu dillendirdiği koordinatlarda verili durum, Carl Edward Sagan’ın, “Bilim ve teknolojiye zarif bir şekilde bağlı olan; ancak bilim ve teknoloji hakkında neredeyse hiçbir şey bilmeyenlerden oluşan bir toplumda yaşıyoruz,” diye tarif ettiği üzeredir.

 

II.2) EĞİTİM(SİZLİK) Mİ?

 

Tekrarlamak pahasına sıralayalım:

Dönüştürücü bir işlev içeren kapitalist eğitim, -genellikle- beyin yıkamak için kullanılır. Uzun vadede istenilen insan profilini oluşturabilmek için süper bir yöntemdir.[21]

Egemen eğitim felsefesi, insanı özgürleştirici değil, zihnen iğdiş edici, ehlîleştiricidir.

Prof. Dr. Veysel Bozkurt’un, “Eğitim, bilgi ve becerilerin kuşaktan kuşağa aktarılması ve bireyde istendik davranışların yaratılmasıdır”…

Bertrand Russell’ın, “People are not born stupid, they are born ignorant. Education makes them stupid”…[22]

Oscar Wilde’ın, “Eğitim takdire şayan bir şey. Fakat unutulmamalıdır ki, bilmeye değer hiçbir şey öğretilemez”…

Johann Wolfgang von Goethe’nin, “Eğitim göre göre bizler birer hiç olmuşuz”…

Albert Einstein’ın, “İnsanın okulda öğrendiklerinin hepsini unuttuğunda arta kalandır,” notunu düştükleri kasıtlı kültürlen(diril)medir eğitim!

Kolay mı? Kapitalist modern zamanlarda insanı eğitmekten çok eğip bükendir; ya da Friedrich Nietzsche’ye göre, “Kamu yararı adına bireylerin yok edilmesi”dir.

Kapitalist egemen tedrisat, bir ahmaklaştırma operasyonudur; soru sordurmaz, yanıt vermez, sadece empoze eder. Bu bağlamda okullar, kapitalizmin kitlesel kontrol araçlarıdır… Özgür düşünceye ket vurulmasıdır… Ezber, itaat ve sorgulatmamaktır… İnsanları kalıplara sokmaktır… Beyin yıkamakta yöntemdir… Devlete itaat etmek ve kapitalizme köle üretmek için vardır…

Bu kapsamda sınıflı sömürücü devlet eğitimin tüm aşamalarında ideolojik ilkelerini dayatır; insanlara, bu “tek ideolojik” sınırları içinde yaşatılması öğretir/ dayatır; “statüko”yu hükümranlık objesi olarak kabullendirir.

Kapitalist eğitimi geliştirip, reforme ederek iyileştiremezsiniz. Çünkü gelişmiş eğitimle ancak daha itaatkâr, daha kalifiyeli işçiler, memurlar ya da patronlar yetiştirebilirsiniz. Kısaca onlar da kapitalizme bir şekilde entegre olurlar. Eğitim, ister eşit, ister bilimsel, ister parasız, ister anadilde, ister dayaksız, serbest kıyafetli ya da akıllı tahtalı olsun, ister özel derslerle verilsin ister sınavlı, ister sınavsız, dershanesiz olsun eğitim içeriği bakımından içinde otoriteyi, hiyerarşiyi, militarizmi, düşünce kontrolünü, tek tipleştirmeyi barındırmasıyla asla iyileştirilemez. Her değişen iktidarla yeniden düzenlenmiş, düşünce mantığını müfredatlara yerleştirmiş ve okulla düşüncelerini empoze ettiği insanları oluşturmuştur. Eğitim ne kadar reforme edilip, geliştirilse geliştirilsin, her daim köle imal edecektir. Çünkü kapitalist eğitim sistemi, burjuva ideolojisinin bir parçası ve aracıdır.

Kapitalist toplumda da eğitimin anlamı, sınıflı sömürücü öncellerinden farklı değildir. Ancak kendisinden önceki toplumlara göre çok daha karmaşık bir işleve ve işleyişe sahiptir. Kapitalizm için eğitim, bir yandan burjuva sınıfın toplum üzerindeki egemenliğini sürdürebilmesinin bir aracı ve eğitim kurumları da burjuva ideolojisinin üretildiği ve yayıldığı yerlerdir. Öte yandansa okullar, sermayenin hizmetine sunulmak üzere nitelikli işgücünün yetiştirildiği, kapitalistler sınıfı için meta üretiminin yapıldığı kurumlardır. Bu durum kapitalizmin ortaya çıkışından bu yana böyledir ve bu niteliği gittikçe artmaktadır.

Bu kapsamda dini kurumlar, eğitim sistemi, hukuk sistemi, medya gibi tüm araçlar ideolojik aygıtın birer parçasıdırlar. Burjuvazi bu araçları son derece etkin bir şekilde kullanarak ve her gün bu araçlara yenilerini ekleyerek, hatta kimi zaman kendisine karşı olan araçları bile tersyüz edip içini boşalttıktan sonra topluma iade ederek ideolojik bombardımanını sürdürür.

Tam da bulardan ötürü “Çocuklarınızın eğitilmesini istemiyorlar. Çok fazla düşünmenizi istemiyorlar” vurgusuyla şöyle der Jordan Maxwell: “Bu yüzden ülkemiz ve tüm dünya gün geçtikçe eğlenceyle, medyayla, televizyon programlarıyla, lunaparklarla, uyuşturucuyla, alkolle ve aktivitelerin her çeşidiyle dolu hâle geldi, insanların zihnini meşgul tutmak için. Yani çok fazla düşünmeniz, önemli insanların işine gelmiyor.

Uyanmanız ve anlamanız gerek ki, hayatınızı yönlendiren insanlar var ve siz bunun farkında bile değilsiniz. Perdenin arkasındaki adamların istediği en son şey, bilinçlenmiş ve düşünme yetisine sahip bir toplum. Bu yüzden sürekli olarak düzmece bir yaşam, din, medya ve eğitim yoluyla bizlere sunuluyor. İlginizi dağıtmak ve sizi her şeyden habersiz bırakmak istiyorlar. Ve gerçekten de bu işi iyi yapıyorlar.”

Evet kapitalist toplumda dünyaya gelen herkes, doğduğu andan itibaren bu ideolojik bombardımana maruz kalır. Önce aile içinde, sonra okulda ve ardından üniversitede verilen eğitim tek bir amaca yöneliktir; bireyi kapitalist toplumla uyumlu bir hâle getirmek ve bu şekilde tutmak. Okul evresi bittiğinde ideolojik eğitim başka araçlarla devam eder. Bu kapsamda burjuva medyanın ulaştığı güç korkutucu boyutlardadır. Medyanın yanı sıra din, kültür, ahlâk gibi araçlarla süre giden ideolojik eğitim kişiyi ölünceye kadar bırakmaz.

Burjuva devletin toplumun tamamını genel ve zorunlu bir eğitime tabi tutması kuşkusuz kendisinden önceki toplumlarla karşılaştırıldığında muazzam bir ilerlemedir. Fakat bu noktada burjuva eğitimin amacı, toplumu oluşturan bireyleri, kendisinin ve yaşadığı dünyanın bilincinde olan ve edindiği bilgiyi toplumun yararına kullanan özgür insanlara dönüştürmek değil, bu bilgiyi burjuva sınıfın çıkarları doğrultusunda kullanan ve bunu da fazla soru sormadan itaatkâr bir şekilde yerine getiren ücretli kölelere dönüştürmektir.

Toplumun geneline uygulanan eğitim sistemi ile sadece küçük bir azınlığın, burjuva çocuklarının aldığı eğitim arasında, her alanda olduğu gibi derin bir uçurum vardır. Egemen sınıfın çocuklarının okuduğu okullar ile toplumun geri kalanının eğitim gördüğü okullar arasındaki fark, kapitalist toplumun sahip olduğu eşitsizlikle doğru orantılı olarak her geçen gün daha da artmaktadır.

Burjuva devletin bütün ideolojik argümanları eğitim sisteminin içeriğine de yansımıştır. Ders kitaplarında öğrencilere verilen sosyal bilgiler baştan aşağı gerici ve idealist bir içerikle doludur. Öğrencilerden bunları anlaması değil ezberlemesi istenir. Araştıran ve sorgulayan, doğru bulmadığını eleştiren, doğru bildiğini sonuna kadar savunan bir kafa yapısı burjuva eğitim anlayışıyla asla bağdaşmaz. Onun istediği kendisinin doğru dediğine doğru diyecek, yanlış dediğine yanlış diyecek, kısacası egemen ideolojiyi tartışmasız kabul etmeye yatkın, pasifleşmiş ve edilgen hâle gelmiş beyinlerdir.

 

III) SORU(N)LARI TÜRK(İYE) EĞİTİM(SİZLİĞ)İ

 

Buraya kadar değindiğimiz üzere egemen eğitim; sınıfsal, toplumsal cinsiyet, etnik ve diğer ayrıcalıkları barındıran adaletsiz, eşitsiz kapitalist sistemi yeniden üretir.

2004 verilerine göre kişi başına ortalama eğitim süresi 4.1 yıl olduğu Türkiye’deki ekonomik, sosyal tüm eşitsizlikler, gelir dağılımının son derece bozuk olması ve toplumsal adaletsizliğin çok yaygın olmasından ötürü soru(n)lar alabildiğine yaygın ve derindir.

Bu konuda verilerin kesin diline müracaat edersek; ‘Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü’nün (OECD) eğitim endeksine göre Türkiye 38 ülke arasında ancak 35’inci sırada.[23]

OECD raporuna göre Türkiye, “eğitimde refah” sıralamasında 10 üzerinden 0 puanla Meksika’yla birlikte son sırada yer aldı.[24]

‘BM Çocuklara Yardım Fonu’nun (UNICEF) çocukların refah koşullarına yönelik hazırladığı raporda, Türkiye, “eğitim kalitesi” kategorisinde sonuncu sırada yer aldı.[25]

‘UNESCO Küresel Eğitim İzleme Raporu’na göre, Türkiye’de öğretmenlere duyulan güven 10 üzerinden 6.5 iken, eğitim sistemine duyulan güvenin 4.5 olduğu vurgulanıyor. Türkiye’de engelli öğrencilerin yüzde 70’i okuldan erken ayrılıyor. Bu 25 Avrupa ülkesi içindeki en yüksek orandır.[26]

Türkiye’de öğretmenlere duyulan güven, eğitim sistemine duyulan güvenin üzerindeyken; öğretmenlere duyulan güven 10 üzerinden yaklaşık 6.5 iken eğitim sistemine duyulan güven yaklaşık 4.5’dir.[27]

Eğitim ve üniversite hayatımızda evet öğrenci, hoca, okul sayıları büyüyor fakat kalite gittikçe düşüyor.

WEF raporuna göre, ortaöğretimin kalitesi konusunda Türkiye uluslararası sıralamada 2008 yılında 91’inci sıradaydı. 2016-2017 raporunda 105’inci sıraya düştü![28]

PISA, uluslararası eğitim düzeyi değerlendirme sistemi. 2015 yılında ise her üç alanda da ciddi gerileme var. 70 ülke arasında sıralama yıllara göre şöyle: AKP’nin 14 yıllık iktidarında her üç alanda da ciddi gerileme yaşanıyor. Her üç alanda da 35. sıradan 50. sıraya gerileyen bir durum var.[29]

Açıklanan PISA sınavlarının sonuçlarına göre Türkiye bütün dallarda OECD ortalamasının epey gerisinde. 72 ülkeden 15 yaş civarında 540 bin öğrencinin katıldığı sınavlarda Türkiye matematikte 420 puanla 49’uncu sırada yer aldı… Fen bilimlerinde ise 425 puanla 52’nci oldu… Okuduğunu “anlama”da 428 puanla ancak 50’nci oldu…[30]

Yani OECD bünyesindeki PISA testinin 2015 sonuçları Türkiye için pek de iç açıcı değil; OECD’de sondan ikinci sırada… 2015 sonuçlarına göre, öğrencilerin ortalama puanları 2012’ye göre çok düştü: Bilimde 38, okumada 47, matematikte ise 28 puan... 2015’te bilim ve matematikte 2006 seviyesine, okumada ise 2006 puanının da altına düşmüş durumda…[31]

Özetle PISA sınav sonuçları birçok sorunun göstergesiyken;[32] OECD’nin, üye ülkelerdeki cinsiyet eşitsizliği üzerine yayımladığı bir raporda, Türkiye’yle ilgili birçok olumsuz saptamalar yer aldı. Rapora göre; genç kadınlar eğitime ulaşmada geçmişe göre daha iyi bir durumda ama üniversitede Fen, Matematik ve Bilgisayar bölümlerini seçmiyor. Kadınların erkeklerden ortalama olarak yüzde 15 daha az kazandığı vurgulanan raporda, OECD ülkelerinde kız çocuklarının ve genç kızların eğitim olanaklarına erişim açısından erkekleri yakaladığı, ancak çalışma hayatında hâlâ erkeklerin gerisinde olduğu anahtar bulgulardan biri oldu.

Ortaöğretimde erkek ve kız çocukları arasındaki farklılıkları PISA[33] testlerine dayanarak inceleyen raporda, Türkiye eğitimde cinsiyet eşitsizliğinin en çok görüldüğü OECD ülkesi oldu. Türkiye, raporun üye ülkelerde çalışma yaşamındaki cinsiyet eşitsizliğini inceleyen bölümünde de sonunculuğu kimseye kaptırmadı. OECD dışındaki ülkelerin de göz önüne alındığı sıralamalarda ise Türkiye ancak feodal gelenekler nedeniyle kimi bölgelerde kızların okula yollanmadığı Çin’i geçebildi. Raporun kadınların yasama organlarındaki temsiliyetini ele alan sıralamasında ise Türkiye ancak Macaristan ve Japonya’yı geçerek sondan üçüncü olabildi.[34]

OECD verilerine göre, “Türkiye’nin eğitim seviyesi çok düşük (25-34 yaşındakilerin yarısı lise bitirmemiş)… Kadınların eğitime katılımı çok düşük (OECD’de kadın-erkek beceri farkının en yüksek olduğu ülke).”[35]

Milli Eğitim Bakanlığı’nın (MEB) yatırımlara ayırdığı pay, 15 yılda yüzde 50’ye yakın oranda düştü. Özel okul enflasyonuna yol açan bu politika, yoksul çocukları tarikat yurtlarına itti. 2002’de devlet bütçesinden MEB’e yatırım yapması için verilen ödenek payı yüzde 22.34 iken, 2018’de bu oran yüzde 11.24’e düşürülüyor.[36]

‘Eğitim İzleme Raporu’na (2015-2016) göre, kapatılan dershanelerin yerine kurulan temel liselerle eğitimde özel okulların payında 2015 yılına göre 2016’da yüzde 2 oranında artış yaşandı.[37]

Bunlarla birlikte MEB 2016-2017 eğitim öğretim yılsonu örgün eğitim istatistiklerine göre, 935 bin 832’si kız, bir milyon 38 bin 42’si erkek olmak üzere toplam bir milyon 973 bin 874 çocuk eğitim dışında kalırken; ilkokul okullaşma oranı son 10 yılın en düşük seviyesine indi. Verilere göre ilkokul çağındaki çocukların net okullaşma oranı yüzde 91.18’e düştü. Geçen yıl toplamda ilkokulda 4 milyon 972 bin 430 öğrenci öğrenim görürken, 482 bin 188 çocuk ise okullaşamadı. Okullaşamayan çocuklardan 249 bin 698’i erkek, 232 bin 490’ı ise kız çocuklardan oluştu.[38]

Türkiye’nin eğitim karnesi, hem akademik başarı hem de çocuğun iyi olma hâli bakımından zayıfken; ‘Eğitim İzleme Raporu 2016- 2017’ başlıklı rapora göre, Türkiye’de 538 öğrenciye 1 psikolojik danışman ve rehber düşüyor. Çocuk işçiliği ve çocuk evliliği bazı çocukların eğitim kurumlarına erişimini engelliyor. Türkiye’de 6-18 yaş arasında ekonomik faaliyette bulunan 900 bin çocuk bulunuyor; bu çocukların yüzde 44’ü mevsimlik tarım işinde çalışıyor. Bu çocukların neredeyse yarısının okula erişimi bulunmuyor; kayıtlı mevsimlik tarım işçisi çocukların birçoğu da okula düzenli devam edemiyor.[39]

MEB istatistiklerine yansıyan rakamlar Türk öğrencilerin okula devam rakamlarının OECD ülkeleri ortalamasının bir hayli gerisinde olduğunu ortaya koyarken; “okulu asma” olarak tabir edilen derse mazeretsiz gelmeme oranlarında Türkiye yüzde 17.2, OECD ortalaması ise yüzde 5 oldu.[40]

yazının devamı için



Bu yazı 2921 defa okunmuştur.

FACEBOOK YORUM
Yorum

YAZARIN DİĞER YAZILARI

YAZARLAR
Bizi Takip Edin :
Facebook Twitter Google Youtube RSS
ÇOK OKUNAN HABERLER
  • BUGÜN
  • BU HAFTA
  • BU AY
HABER ARŞİVİ
SON YORUMLANANLAR
  • HABERLER
  • VİDEOLAR

Web sitemize nasıl ulaştınız?


nöbetçi eczaneler
HABER ARA
YUKARI