Bugun...


Temel Demirer

facebook-paylas
ZOR(UNLU) BİR MESELE: ALTERNATİF DEVRİMCİ-HALKÇI YEREL YÖNETİM
Tarih: 07-07-2019 19:27:00 Güncelleme: 07-07-2019 19:27:00


ZOR(UNLU) BİR MESELE: ALTERNATİF DEVRİMCİ-HALKÇI YEREL YÖNETİM[*] 

Hiçbir şey kesin değilken,

her şey mümkündür.”[1]

 

“Devrimci-Halkçı Yerel Yönetim”lerle de sınırlı olmayan “Alternatif Yerel Yönetim” konusunda konuşmak, yazıp-çizmek kolay değildir. Çünkü derin bir tarihsel arka plan bilgisine; ayrıca da enternasyonal ölçekte aktüel pratiklere vakıf olmayı gerektirir…

Ancak bu kadar da değil. Sokrates’in, “Bir şeyleri değiştirmek isteyen insan, önce kendinden başlamalıdır,” saptamasından mülhem tarihsel deneyimlerin, aktüel pratiklerin yanısıra, ekonomi, meclisler, mimari, kültür-sanat, kadın, ekoloji vb. dalları kucaklayan bir bütünsel perspektife sahip olmak da “olmazsa olmaz”dır.

Bu alanda “Başka bir dünya mümkün”le yetinerek; soyut “iddia”lara bel bağlayarak yol alınması mümkün değildir. (Karl Marx’ın komünizm tasviri kapitalizmin sistematik eleştirisi ve aşılması üzerine kurulmuştur. Onu kendisinden önceki ütopik sosyalistlerden ayıran şey, tam olarak budur.)

Dünyayı değiştirme mücadelesine, onun öznesi ezilenlerle tabandan/ yerelden hareketle örmeye başlamakla mükellefiz. Ancak böylelikle kapitalist vahşet karşısında, alternatifimizi anlatacak/ yeşertecek kanalları oluşturabiliriz.

“Nasıl” mı?

Kapitalizm karşısında ezilenlerin iktidar yürüyüş güzergâhında önemli mevzilerinden, duraklarından biri olarak yerel yönetimler; söz, yetki ve kararın yığınlara mal edilmesinde önemli bir kaldıraçtır.

Bu açıdan dünyayı anlamakla kalmayıp, onu değiştirirken nasıl bir perspektife sahip olmak gerektiğini ortaya koymada yerel yönetimler önemli bir başlıktır.

O hâlde dünyayı “11. Tez”deki üzere değiştirmek isteyenlerin, kapitalist sermayenin tasallutu altındaki kentlerde idari ve siyasi anlamda alternatif modeller üretmeleri zorunludur.

Kimileri bu zorunluluğa “es” geçseler de; toplumcu/ kamucu bir yerel yönetim siyasetinin dönüştürücü etkileri küçümsenemez. Çünkü bu imkân, tabanın temsilini genişleterek toplumsallaştırabilmektir.

Konuya dair birçok deneyim tarihin kaydı altındadır. İşte tam da bunun için, dün ile bugün arasında bir köprü kurarak, yarını inşa edebilmek mümkündür.

Manga Carta’nın 1215 Haklar Bildirgesi’yle ilişkili gerçeğinin altı çizilmesi gereken yerel yönetimler, tek başına ne sistemin basit bir uzantısı, ne de sistemden bağımsız demokrasi adacıkları falan değildir. O, sermaye birikiminin eşitsiz gelişimine bağlı olarak belirli bir mekânsal ölçekte tanımlanan yönetsel, sosyal ve ekonomik ilişkiler bütünüdür. Söz konusu ilişki süreçleri, sınıf mücadelelerinin seyrine bağlı olarak, Fatsa ve Ovacık’ta yapılmaya çalışıldığı gibi halktan ve emekten yana değişebilmektedir.

Yani toplumcu/ kamucu bir yerel yönetim siyaseti “Bürokrasiyi ve kırtasiyeciliği azaltır,” saptamasındaki özelliği yanında, demokrasiyi özgürleştirir. Yani demokrasilerin gelişebilmesi, aşılması için güçlendirilmesi gereken kurumlar/ imkânları da içerir yerel yönetim(ler)!

 

BURJUVA BELEDİYECİLİK

 

Coğrafyamızda “yerel yönetim”den anlaşılan şey “belediyecilik”tir…

Arapça da “Ülke” anlamına gelen “Belde” kelimesinden türemiştir “Belediye” sözcüğü; her zihinde hemen, -hadi çoğunlukla diyelim!- “rüşvet”, “ihale yolsuzlukları”nı anımsatır.

Gerçekten de kapitalizm koşullarında usulsüzlüklerin, devasa rüşvetlerin döndüğü bir “kamu kuruluşu” olarak belediyeler; rant pazarlayıcısı veya rant temelli yapılanmalardır.

Aslı sorulursa belediyeler, tarihsel olarak meta üretimi ve ticaretin merkezleri olarak kapitalizmin gelişme aşamasında kentleri yönetmek için kuruldular. Kuruluşun itici gücü kentin yeniden üretimine olan gereksinimdi. Kentin egemeni burjuva sınıfının sermaye birikimi için kente ve emek gücüne ihtiyacı vardı; emek gücünün ise barınmaya, suya, ısınmaya, karnını doyurmak için ekmeğe, giyinmeye ve bunları satın alacağı yerlere…

Bu çerçevede belediye örgütlenmesi esas olarak burjuva sınıfının ve işçi sınıfının asgari ortak ihtiyaçları üzerinde yükseldi…

Aradan geçen birkaç yüzyılın ekonomik, sosyal, bilimsel, toplumsal gelişmelerinin sonucunda bugünün dünyasında belediye yine aynı amaca hizmet ediyor; kentte üretim ve tüketim zincirinin aksamadan sürmesi için kenti ertesi güne, kent emekçisini üretime hazırlıyor. Belediyeyi kuran sınıfsal ilişkiler bugün de geçerli; sadece daha karmaşık, daha yüksek beklentiler, daha çeşitlenmiş ihtiyaçlar söz konusu…

Kapitalizmin tahrip düzeyi en yüksek dönemine tanıklık ediyoruz. Söz konusu dönemde toplumsal sorunlara karşı yazılan reçetedeki ilacın adı neo-liberalizmdir. “Özelleştirme”, “yerelleştirme”, “serbestleşme”, “şeffaflık”, “verimlilik”, “performans” gibi liberal içerikli kavramlarla değiştirilen ve “sağcılaştırılan devlet”, artık küresel kapitalizmin doğrudan yerel iktidar aygıtına dönüşmüştür.

“Sağcı devlet” anlayışı tüm belediyeleri kuşatmıştır. Yeni devlet yapısının getirdiği kamu yönetimi anlayışının farkında olarak sürece direnen belediye sayısı bir elin parmakları kadardır.

Özetle kentler hızlı bir dönüşüm içersindeyken; değişimi belirleyen temel politikalar, kentin kendi dinamikleri yerine, kenti getiri sağlama aracı olarak gören küresel sermaye uzantıları tarafından oluşturulmaktadır.

Kentlerdeki, belediyelerdeki, neo-liberal politikaların, yağma ve talan uygulamalarının sonucunda, sağlıksız yaşam alanlarına ve kitlesel nüfus yoğunluklarının buluştuğu ortamlara dönüşmektedir. Toplumsal alanda yaşanan sosyal ve kültürel yozlaşmanın, getiri ekonomisinin etkin olmasını sağlayan piyasacı bir anlayışın siyasete egemen olmasının, plansız sanayileşme ve çarpık kentleşmenin etkisi ile kentler, sağlıksız bir büyüme göstermektedir. Yolsuzluğun, yoksulluğun, işsizliğin derinleştiği kent ortamlarında, piyasacı güç ve dinamikler ile emekçi sınıfların karşı karşıya bulunduğu yeni bir süreç yaşanmaktadır.

Tahribat büyüktür: insan, doğa ve tüm canlıların yaşam alanları tahrip edilmiştir. İnsan kendine ve kentine yabancılaştırılmış, doğa acımasızca katledilmiştir. Kentler yaşanamaz hâldedir. Piyasa kentin üzerine kâbus gibi çökmüştür; belediye piyasanın hizmetine girmiş; insan ise tüketim çarkının dişlisi hâline getirilmiştir.

 “Toplumsal Eşitlik”, “Dayanışma”, “Demokratik Yönetim”, “Üreticilik ve Paylaşımcılık”, “Planlamacılık ve Kalkınma”, “Ortak Yaşam Kültürü ve Kentlilik Bilinci”, “Doğal ve Tarihi Çevrenin Korunması” bu tabloda imkânsızdır.

Artık her şey piyasanın ihtiyaçlarına göre biçimlendirilmeye çalışılan “kent” ve “belediyeciliği”dir!

Özetle burjuva yerel yönetim anlayış(sızlığ)ı kendini, bayındırlık hizmetleri (ve rant) üzerinden kurup; belediyeciliğin de kanalizasyon, yol, kaldırım hizmetine karşılık gelen bir tanıma hapsolmasına yol açarken; bu çalışmaları da halkın eşit yararlanacağı biçimde değil de; partiye üye ve oy kazandırma çalışmaları olarak kendini var etmiştir.

Bu durumda devrimciler kenti değişim değeri üzerinden değil, kullanım değeri üzerinden okurlarken; alternatif bir yerel yönetim siyaseti de ağırlığını bu bağlam üzerine kurmalıdır.

 

YEREL YÖNETİM NEDİR?

 

Elbette, dünyaya aşağıdan bakanların anladığı belediyecilik yani yerel yönetim bu değildir. “İyi de nedir” mi?

Bilindiği gibi kapitalist toplumda devletin işlevi, üretim ve yeniden üretim sürecinin koşullarını sağlamaktır. Doğrudan üretim süreciyle ilgili kararları alma yetkisi de merkezi otoriteye aittir. Yerel yönetimlerse, üretim süreçleriyle değil, yeniden üretim süreciyle ilişkilidirler. Yeniden üretimin sürekliliği için gerekli olan altyapı, ulaşım, mekânın örgütlenmesi, genel sağlık ile değişim sürecinin ve tüketimin devamı için gereken çevresel önlemler, kapitalist toplumda yerel yönetimlerin işlevleri olarak şekillenmiştir.

Öncelikle ve kesinlikle reddedilmesi gereken bu çerçevedir.

Merkez ile yerel arasındaki ilişkinin niteliği devlet, devrim, demokrasi ve demokratik toplum modeli bağlamıyla ele alınmalıyken; burjuva devletin bürokratik ve merkezi karakterinden kaynaklanan yerele müdahale yöntemleri bu çerçevede sorgulanmalıdır.

Ayrıca “yerel yönetim” akla ilk ge(tiri)len şey “Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı” olmaktan[2] kesinlikle çıkar(tır)ılmalıdır.[3]

Halkçı-devrimci seçenek için yerel yönetimlerin “olmazsa olmazı”, sıradan insanların yani işçilerin, emekçilerin, işsizlerin, yoksulların kendilerini yönetmeyi öğrendikleri, siyaseti toplumsallaştırdıkları birer okul olma niteliğini taşımasıdır.

Bu da devrimci siyaset açısından yerel yönetimlerin, doğrudan/katılımcı demokrasinin yaşama geçirilmesinin araçları olduğunu ortaya koyar.

“Kapitalist sistem dahilinde yer almakla birlikte, yerel yönetimler, halkçı/devrimcilerin, sosyalistlerin elinde, oluşturmayı istediğimiz dünyanın örneği olarak inşa edilebilir”lerken;[4] yerel yönetim programı, sosyalist devrim programının yalnızca bir parçasını oluşturmaktadır. (Ancak belediyeleri sosyalistlerin kazanması ile sosyalizm gelmeyecektir elbette.)

Devrimciler yerel yönetimler aracılığıyla, sosyal belediyecilikten farklı olarak özyönetim politikalarını hayata geçirecek araçları yaratmayı hedeflerlerken; ekonomik talepleri siyasal taleplere dönüştürerek, “kendinde kentli”den “kendisi için kentli”yi yaratmalıdır.

Bu güzergâhta toplumsal çıkarların korunarak yaygınlaştırılması; yönetsel açıdan eşitlikçi ve katılımcı örgütlülüğün “rantı değil, yeterli ve eşit hizmet üretimi”nin önünü açmasını; kentte yaşayanları “müşteri” değil, yurttaş olarak gören bakış açısının kamusal alana mal edilmesini hayata geçirmelidir.

Gerçekten de kamu yararını öne çıkaran toplumcu belediyecilik, halkın sorunlarına sahip çıkmak ve çözüm üretmek, “yerel iktidara” giden yolda önemli bir aşamadır.

İşte bunun içindir ki kapitalizme alternatif yerel yönetim modellerinin, farklı yönleriyle ortaya konulup; bu yoldaki tarihsel deneyimlerin kavranması önemlidir.

Kapitalizmin yerel yönetimler “anlayış(sızlığ)ı”na karşı, iki farklı sosyalist deneyimin öne çıkartılması gelecek acısından önemlidir. 

Bu deneyimlerden ilki olan “Sovyet Modeli”; yerel sovyetleri devletin sönümlenme sürecini hızlandırmak amacıyla kullanılabilecek asli kurum olarak görmüştür. Sistem devlet işlerinin yerel birimlere devredilmesi ve bu birimlerin gönüllüler tarafından yürütülmesi ilkesine dayanır. Bu modelin özelliği yerel Sovyetlerin aynı zamanda iktidar organı olmalarıdır. Ancak tarihsel deneyimde sovyetlere devredilen işlevlerin gönüllülerce yürütülmesi ilkesi kısmen gerçekleşmiş, yerel sovyetlerin birer iktidar organı olarak varlıkları hem yerel hem de merkezi düzeyde ciddi bir ağırlık kazanamayarak giderek işlevsiz yapılara dönüşmüştür.

Kapitalist yerel yönetim anlayışına karşı yaşanan diğer önemli bir örnek ise coğrafyamıza aittir; aynı zamanda “reel sosyalizm”in somut eleştirisi olarak 1970’lerde gelişen Fatsa örneğidir. Bu örnek esas olarak dönemin anti-faşist mücadelesinde yerini alarak, anti-faşist bir mevzi olarak yerel yönetimin ilk örneklerinden oldu. Halkın yönetime katılmasının ilk örneği oldu. Kurulan komiteler aracılığıyla halk yönetimlere katıldı. Fatsa toplumsal iktidar mücadelesi ile politik iktidar mücadelesini bir bütün olarak gören devrim anlayışının ve halk demokrasisinin en güzel örneklerindendir.

 

POZİTİF ÖRNEKLER

 

Devrimci-halkçı bir yerel yönetim deneyimi olarak Fatsa çok önemliyken; 1 Mayıs Mahallesi deneyimi de, kent mekânına aşağıdan müdahalenin çok değerli bir başka örneğidir.

Gerçekten de 1970’li yıllarda coğrafyamızda sosyal belediyecilik yaklaşımı Ankara’da mimar Vedat Dalokay, İstanbul’da Ahmet İsvan ve İzmit’te Erol Köse ile denenirken; 1970’li yılların sonunda Ordu’nun Fatsa ilçesinde ve İzmir’in göbeğindeki Gültepe’de ortaya çıkan iki halkçı-devrimci belediye örneği; Fatsa da (Terzi) Fikri Sönmez ile Gültepe’de Aydın Erten’in kişiliğinde tecessüm eder.[5]

Alternatif devrimci-halkçı yerel yönetim örnekleri konusunda elbette ki çok şey söylenebilir.[6] Ancak söyleneceklerin merkezinde Terzi Fikri ile yoldaşlarının Fatsa’daki pratiğinin, o döneme kadarki bütün sağ ve “devletçi sol”un bütün yerel yönetim anlayışlarının reddi üzerine kurulan bir örnek olduğu olgusu durmaktadır

HDP, ÖDP Belediyeleri ile CHP Belediyeciliği’ne “alternatif” (Dikili, Nilüfer Belediyesi v.b.) halkçı yönetim politikalarıyla Terzi Fikri ile yoldaşlarının deneyimlerinden etkilenseler de; bunu yeni bir boyuta taşıyamamışlardır.

Neresinden bakılırsa bakılsın; devrimci-halkçı yerel yönetim modelinin doğru bir şekilde ortaya konulabilmesi için bütün örneklerin daha özenli bir şekilde incelenmesi bir zorunluluktur.

Mesela… Hane başına 10 tona kadar bedava su verip; uyguladığı su politikasının yanı sıra ekmek fiyatını 50 kuruşa indirmiş ve öğrencilerin toplu taşıma araçlarını bedava kullanmalarının önünü açan Dikili Belediye Başkanı, Dikili’nin Don Kişot’u Osman Özgüven…

2700 nüfuslu Samandağ’ın en küçük beldesi Aknehir’in “Halktan bağımsız halkı yönetemezsiniz,” diyen ÖDP’li belediye başkanı Mehmet Mübarek’in sosyal belediyeciliği…

2009 yerel seçimlerinde Samandağ’ın ÖDP’li belediye başkanı Mithat Nehir’in, “hak belediyeciği”…

Malatya’nın merkezine 80 km uzaklıkta dağlar arasına gizlenmiş Ağılbaşı beldesinin 2009 yerel seçimlerini ÖDP’li Cengizhan Kılıç kazanmasıyla bu beldede işler imece usulü ve halkın katılımıyla yapılır…

Rize’nin Çamlıhemşin ilçesinde Mart 2009 yerel seçimlerinde Çamlıhemşin Mahalleler Birliği’nin Bağımsız Belediye Başkanı İdris Lütfü Melek’in, “Yerel yönetim sorununu, bir sokağın, bir mahallenin, bir kentin, bir toplumun kendi kendini yönetme, toplumsal bir yönetim kültürü anlayışı yaratma sorunu olarak ele alıyoruz… Demokratik, katılımcı, eşitlikçi, kolektif bir yerel yönetim öngörüyoruz,” ifadesi…

BDP’li, HDP’li belediyelerin “Özgür Demokratik Yerel Yönetimlerle Demokratik Özerkliğe” şiarı hayata geçirmeye kalkıştıkları…

Ve nihayet Dersim’de “Yerel yönetimler alanında geçmiş deneyimlerini aşan yeni ve daha ileri örnek modeller yaratmak zorundayız. Sosyalistlerin bunu başarması mümkündür,” diyen Mazgirt Belediye Başkanı Tekin Türkel ile Mehmet Fatih Maçoğlu’lu Ovacık Belediyesi deneyimi…

 

PARİS KOMÜNÜ

 

Tüm bu örneklerin ardında -şöyle ya da böyle; şu veya bu oranda- “sıradan insanların iktidarı” olarak anılan 1871 Paris Komünü gerçeği yatar.

Karl Marx’ın, “Komün, Fransız toplumunun tüm sağlıklı öğelerinin gerçek temsilcisi ve dolayısıyla gerçek ulusal hükümeti olduğu kadar, aynı zamanda bir işçi hükümeti ve böylece, kurtuluşunun gözü pek bir savunucusu niteliği ile sözcüğün gerçek anlamında uluslararası bir hükümet idi de,”[7] saptamasıyla betimlenen o gerçek ki; 18 Mart 1871 tarihli Paris Ulusal Muhafız Merkez Komitesi Bildirisi’ndeki ifadeyle, “Paris proleterleri, egemen sınıfların ihanet ve beceriksizliği karşısında kamu işlerinin idaresini kendi ellerine almak suretiyle durumu kurtarma saatinin gelip çattığını anlamış bulunuyorlar… Anladılar ki, devlet iktidarını ele geçirerek kendilerini kendi kaderlerinin efendisi kılmak, zorunlu görevleri ve mutlak haklarıdır.”

Paris Komünü soyut kamu mülkiyeti fikrinin, işletmelerinin yönetiminin ve denetiminin fabrika/ işyeri komite/ konseylerinde olması güvencede olursa, anti-demokratik olmayan bir gerçekleşmenin mümkün olduğunu gösterirken; tarihte işçi sınıfının ilk iktidar deneyiminin, ilk işçi devletinin, Paris belediye meclisi üzerinden-içerisinden çıkmış olduğunu da ortaya koyar.

Tam da bu bağlamda Ernest Belfort Bax’ın 2011 tarihli ‘The Paris Commune’ başlıklı yapıtının Komün’ün yerel yönetim pratiğine ilişkin bölümü öğrenmemiz gerekendir…[8]

Paris Komünü “yerel yönetim” olarak kendisini dokuz komisyon ya da delegasyon şeklinde örgütlemişti. Bu birimler, erzak bölümü, belediye hizmetleri bölümü, mali bölümü, savaş bölümü, kamu güvenliği bölümü, adalet bölümü, dış işleri bölümü, eğitim bölümü ve emek bölümüydü. 

Erzak bölümü, Thiers rejiminin erzak taşıyan trenlerin Paris’e gitmesini engellemeye başladığı ve Paris’i Alman ve Versay orduları arasında bir tür tarafsız bölge olarak tutmanın mümkün olduğu Nisan ayı sonuna kadar çok fazla zorlukla karşılaşmadı. Zaten şehirde de gerektiği takdirde uzun bir kuşatma altında bile kendisine yetecek kadar erzak bulunuyordu. Belediye hizmetleri bölümü, postane, telgrafhane, darphane, matbaa, hastaneler gibi kurumların genel denetiminden ve buralarda çalışan kişilerden sorumluydu. Postanenin sorumluluğu Theisz adlı bir işçideydi. Bütün çalışanların maaşı derhâl yükseltildi ve çalışma saatleri azaltıldı. Komün’ün kurulmasının ardından bütün üst düzey yöneticiler kaçtı ve bütün kurumların, dolayısıyla Komün’ün yönetimi işçilerin eline geçti.

Darphanenin sorumluluğunu ise deneyimli işçi Camelinat yüklendi ve para ve posta pullarının basımında tarihe geçecek işler başardı. Hastaneler ise eski tüfek devrimci Treilhard eliyle yeniden örgütlendi ve altyapısı güçlendirildi. Mali bölümü, katip ve muhasebeci Jourde’nin yönetimindeydi. Bu komisyonda ayrıca enerjik bir ajitatör işçi olan Varlin de vardı ve Ulusal Muhafızlar ve savaş giderleri de dahil bütün kurumların ödemelerinden sorumluydu. Bütün bölümler işçiler tarafından yönetiliyordu ve herkes işçi maaşı alıyordu. 

Başında Causeret’nin bulunduğu savaş bölümü, en kötü yönetiliyor gibi görünen bölümdü. Buradaki herkesin savaşa ilişkin farklı fikirleri vardı ve topların nasıl kullanılacağına ilişkin şiddetli tartışmalar nedeniyle pek çok sıkıntı yaşanacaktı. Yanlış mühimmatlar dağıtıldı, önemli görevler boş kaldı ve komiserlikler başarısız biçimde örgütlendi. Barikatların kurulmasında da stratejik plan eksikliği nedeniyle hatalar yapıldı. En büyük sıkıntı ise bölümlerin görev tanımlarının muğlaklığının, yetki aşımına ve karışıklıklara neden olmasıydı. Bu durum özellikle savaş ve kamu güvenliği (polis) bölümleri arasında geçerliydi.

Kamu güvenliği bölümü, ateşli genç devrimci Raoul Rigault’nun idaresindeydi. Rigault deneyimsizdi ve bu türden bir görev için uygun değildi. Daha fenası, Rigault’nun yanında oldukça uçarı ve yangına körükle giden gençlerin bulunmasıydı. Birkaç yargısız infaz yapıldı ve bazı gazeteciler birkaç saatliğine de olsa gözaltına alındılar. Yine de Komün, bu bölümü üzerinden Komün’e karşı savaşanların eşleri ve ailelerine karşı asla ayrımcılık yapmadı ve “Komün’ün bütün yoksullara ve kimsesizlere verecek ekmeği var” sloganı hayata geçirildi.

Kamu güvenliği bölümüyle adalet bölümü işbirliği içinde çalışıyordu. Bir gaz dükkânında saklı olduğu düşünülen silahlar aranırken dükkânın kasasına el konması vakasında, ilgili komisyon üyesi derhâl görevinden azledildi. Para, 22 Ocak’ta Hotel de Ville’in yakılması emrini vermesi nedeniyle tutuklanan Gustave Chaudrey’nin üzerinden çıkacaktı. Adalet bölümü, tutuklama ya da gözaltı kararı verilmeden önce çok titiz bir soruşturma yürütülmesini sağlıyordu. Adalet bölümünün bu konudaki titizliği, daha sonra, kamu güvenliği bölümüyle gerilime yol açacak ve Raoul Rigault istifa edecekti. Burada Rigault’nun bütün eksikleri yanında asla zalim bir uygulamaya imza atmamış olduğunu not düşelim.

Dış işleri bölümü, esas olarak, çok uzun yıllardır ihmal edilen taşraya hizmet götürebilmek, diğer yandan da Versay’daki gerici rejimin, yalan ve propagandayla yapmaya çalıştığı etkiyi kırabilmek adına kurulmuştu. Ancak 18 Mart’ı izleyen günlerdeki hareketler Versay tarafından ezilince, Paris dışında çok az ajitasyon yapabilecekti. Departman, belli yerlere temsilciler yolladıysa da, burada meçhul Parislileri tanıyan yoktu. Komün’ün yegâne şansı, büyük taşra kentlerinde silahlı halkı örgütlemek yoluyla Versay rejimine karşı bir denge ve oyalama durumunu ortaya çıkarmaktı ancak harekete dönük inanılmaz bir ilgisizlikle karşı karşıya kalmışlardı. Yine de söylemek gerekir ki, bölümüne ayrılan 100.000 franklık bütçe, bütün bunları başarmak için oldukça yetersizdi.

Eğitim bölümü, okullarda dini tedrisatı ve sembolleri kesinlikle yasaklamakla birlikte, yeni tedrisat dönük olarak hazırlık aşamasından ileriye geçemedi. Komün’ün ilk ve orta öğretim için bir şema hazırlamış olduğu tahmin ediliyor ancak buna ilişkin geriye herhangi bir iz kalmış değil. Elise Réclus ile Benoit Gastineau, Ulusal Kütüphane’yi harika şekilde idare ettiler; Ressam Gustave Courbet ise bir sanatçılar komitesiyle birlikte müzeler ve resim galerilerinden sorumluydu. Paris semt yönetimlerinin bir kısmı ise eğitim bölümünden daha aktifti. Bunlardan biri, kendi başına inisiyatif alarak çocuklar için ücretsiz giyecek ve beslenme hizmeti veriyordu. Bir diğeri ise yaptığı harika deklarasyonda, Devrimci Komün okulunda çocuklara, insanları sevmeyi, adaleti sevmeyi ve kendilerini geliştirmeyi, ancak bunu bireysel gelişim olarak değil, “bütün insanların çıkarına olacak şekilde” gerçekleştirmeyi öğretme göreviyle mükellef olduğunu açıklıyordu. Aynı zamanda öğretmenler ise “fiziksel, ahlâki ve entelektüel olgulardan hareketle deneysel ve bilimsel yöntemi” hayata geçiren bir eğitim tarifi yapıyorlardı.

En fazla çalışan ve 18 Mart devrimiyle vücut bulan sosyalist ilkelerin ruhuna en fazla üfleyen bölümü, kesinlikle, Avusturyalı yoldaş Leo Frankel başkanlığındaki “Emek ve Mübadele” delegasyonuydu. Bu bölümü, emek koşulları ve işverenler ile işçiler arasındaki mevcut her türden iş ilişkisi ile ilgili bilgileri derleyip toplamak üzere sistematik biçimde işe koyulacaktı. Departman aynı zamanda gümrük vergilerinin gözden geçirilmesi ve mali sistemin dönüştürülmesiyle de görevliydi. Departmanın yayınladığı rapor, Komün Devrimi’nin “istihdam dışı kalmış işçilere her türlü destek garantisi veren bir toplumsal örgütlülüğün” hızla kurulması iradesinden hareketle rehin eşyaların yoksullara dağıtılması ve bütün tefecilik ve rehin faaliyetlerinin yasaklanmasını öneriyordu. Komün, işçileri sermayenin sömüründen kurtaracağını ilan etmişti.

Emek bölümü ayrıca fırıncılar için gece mesaisinin yasaklanmasını ve işçilere verilen para cezalarının ve maaş kesme cezalarının yasadışı olduğunu ilan edecekti. Komün, kullanılmayan fabrika ve atölyelere el konulmasına ve kooperatif temelinde işletilmek üzere işçi sendikalarına devredilmesine hükmetti. Bu hüküm her ne kadar kısmen detaylandırılmışsa da, tarihte ilk defa kapitalist sınıfın üretim araçlarına işçi sınıf tarafından el konulmasının ilanı oldu ve bu nedenle de yeni bir çığır açtı. Ne yazık ki koşullar bunun hayata geçmesine izin vermeyecekti. 

Peki, Komün süresinde Paris nasıl bir şehir görünümündeydi? Sakin, barışçıl ve dahası neredeyse hiç suçun işlenmediği bir şehir. Bu son olgu konusunda dost düşman hemfikirdir. Komün’e en ufak bir sempati duymayan orta sınıf İngilizler bile, Devrim idaresinde geçen iki ay boyunca Paris’teki güvenli hâl ve düzene istemeyerek şahit olmuşlardı.[9]

 

MARİNALEDA ÖRNEĞİ

 

Paris Komünü’nden bugüne uzanan güzergâhın (Fatsa ve Ovacık kadar) önemli bir durağı da Marinaleda’dır.

Marinaleda, İspanya’nın güneybatı köşesindeki özerk bölge Endülüs’ün, Sevilla iline bağlı belediyedir ve buranın başkanı da siyasal görüşünün oluşmasında Karl Marx, V. İ. Lenin, Ernestro Che Guevera gibi isimlerin etkisinin olduğunu belirten, Robin Hood ve Don Kişot gibi lakaplar ile anılan Juan Manuel Sánchez Gordillo’dur.

“Bizim değerlerimizi yeniden düşünmeye ihtiyacımız var. Tüketim toplumu, para, bencillik ve bireycilik üzerine yeniden düşünmeye ihtiyacımız var. Marinaleda sadece küçük bir örnek. Biz bu deneyimi dünya çapında genişletmek istiyoruz,”[10] diyen Belediye Başkanı Gordillo, doğrudan ve katılımcı demokrasiyi uygulamalarının sebeplerini ve ekonomik demokrasi ile birlikte ele alınmadığında neden anlamsız olduğunu şu cümlelerle açıklar:

“Biz iktidarın nötr olmadığını düşünüyoruz, emekçilerin elindeki iktidar katılımın temel alındığı bir karşı iktidar olmak zorundadır. İşte bu yüzden halk meclislerini en yüksek karar alma mekanizması olarak oluşturduk. Doğrudan demokrasinin temsili demokrasiden daha iyi olduğunu fark ettik, çünkü insanlar dört senede bir politikaya katılmak yerine günlük yaşamlarını ilgilendiren konularla ilgili tartışmalara ve karar alma mekanizmalarına katılıyor, ama doğrudan demokrasinin burjuva demokrasisinden daha iyi olduğunu görmemize rağmen, ekonomik demokrasi olmadan, politik demokrasinin kocaman bir uydurma olduğunu çabucak keşfettik.”[11]

 

BİZİM FATSA

 

Ve Fatsa; Can Yücel’in hakkında şu dizeleri kaleme aldığı ütopyaydı:[12]

“Terzi Fikri öyle bir giysi dikti ki Fatsa’ya/ O Gürcü öyle bir gürledi ki arkadaşlarıyla/ Noktalar, noktalı virgüller, askeri operasyonlar/ Kimseler çıkaramaz Fatsa’nın sırtından!/ Emek hakkının sımsıcak çıplaklığını”…

Ya da 12 Eylül’ün başı Kenan Evren’in, “Orada Terzi Fikri diye biri çıkmış. Devlet benim diyor. Komite kurmuş. Fatsa’yı o komite yönetiyor. Ne yapılıp, yapılmayacağının kararını halk veriyor. Veya halk adına o komite. Yani kararı devlet vermiyor. Devlet otoritesi sıfır. Devletin kanunları Fatsa’da işlemiyor,” dediği yer…

Fatsa deneyimi sadece sosyalistlerin yüz akı değil, aynı zamanda dünya siyasi literatürüne de geçmiş bir olgudur.

Gerçekçi olup, imkânsızı istediler; Fatsa’yı yarattılar. O yaşanmış hikâyeler ise, hayatın ve mücadelenin kendisiydi. 

Devrimciler ile Fatsa’da çok şey değişmişti. Artık yönetenler üretenlerdi; oradaki insanlar, kendilerini ilk kez bu memleketin sahibi gibi hissetmişlerdi. Bu yeni yönetim biçimi, kendi yaşam biçimini oluşturmuştu. Hatta, kendi kültürünü, kendi ahlâkını, kendi adaletini…

Fatsa’daki en büyük başarılardan biri devrimcilerin adayı Fikri Sönmez’in belediye başkanlığı seçimini kazanmış olmasıydı. Ancak Fatsa esas olarak bir belediyecilik projesiyle sınırlı değildi; daha fazla bir şeydi: “Başka türlü bir yaşamın örneği”ydi… 

Fikri Sönmez, tutuklanıp mahkemeye çıktığında, “Ben ne yaptımsa halkım için, halkımla birlikte yaptım” derken kendini savunmuyor aslında askeri cuntayı ve siyasi oligarşiyi mahkûm ediyordu. 

Bu özellikleriyle halkın yönetimde söz ve karar sahibi olabilmesinin en önemli ve öncü bir uygulaması olarak Fatsa deneyimi, hem yaşandığı dönemde hem de daha sonraki dönemlerde adından bir hayli söz ettirmeyi başarmıştı.

Söz konusu başarı öyküsünün özeti belki de başkan Fikri Sönmez’in şu değerlendirmelerinde yatmaktadır: “Size bu düzen değişmeden Fatsa’da düzen değişir, soygun, yoksulluk biter demedik. Birlikte iyi şeyler yapabileceğimizi gösterebiliriz dedik ve de yapılabildiğini gösterdik.”

Başkanın şu tespiti başka bir gerçeğin de altını çiziyordu: “Yerel Yönetimler, demokrasiler sonucu oluşmuş değildir. Tam tersine demokrasiler yerel yönetim deneyimlerinin sonucu olarak gelişme göstermişlerdir.”

Başkan Fikri Sönmez böyle söylüyorken; dönemin başbakanı Süleyman Demirel hiç de böyle düşünmüyordu. 30 Ağustos 1980 tarihli Sıkıyönetim koordinasyon toplantısında aynen şöyle diyordu: “Fatsa’da meydana gelen olay ‘Fatsa Cumhuriyeti’ olayıdır. Orada devlet yoktur. Seyirci kalmıştır. Henüz Fatsa’nın başındayız. Bu mesele yarım bırakılamaz. Bırakılırsa yüz Fatsa çıkar.”

Böylece Fatsa devletin bir numaralı hedefi hâline getiriliyordu. Peki, sorunu buraya getiren gelişmeler nelerdi? Bunun için önce 4 Temmuz 1980 tarihli ‘Milliyet Gazetesi’nde yayınlanan şu habere bakmakta yarar vardır.

“Seçimleri, karaborsaya ve yolsuzluklara karşı mücadele edeceğini söyleyen, halkın söz ve karar sahibi olacağı bir belediyecilik anlayışını savunan Fikri Sönmez kazandı. Seçimlerden bir ay sonra halkın seçtiği temsilciler aracılığıyla içinde AP’li ve MSP’lilerin de bulunduğu 11 Halk Komitesi kuruldu. Halk bu komitelerde örgütlendi ve çalışmalar kısa zamanda başarı kazandı.

Dört yılda yapılamaz denilen Fatsa sokakları kadın, çocuk herkesin katılımıyla sürdürülen ‘Çamura Son’ kampanyasıyla bir hafta içinde yeniden düzenlendi.

Yaklaşık 400 kumarcının bulunduğu ilçede kadınların yardımıyla kumar oynanmasına son verildi. Parası ödendiği hâlde alınamayan itfaiye aracının yerine, eski bir itfaiye aracı çalışır hâle getirildi. Karaborsa önlendi. Yüksek faizle tefeciler köylerden birken faizlerini toplayamadılar. Halka satılmadan depolarda bekletilen yağlar, stokçuların depoları açılarak halk komiteleri eliyle dağıtıldı.”

Gelişmeler böyleydi. Fatsalılar huzur ve güven içerisindeydiler. Öyle ki AP ilçe yöneticileri bile parti merkezlerine çektikleri bir telgrafta, “Bize yapacağınız en büyük iyilik Fatsa’nın idaresini bize bırakmanızdır,” diyorlardı.

‘Milliyet Gazetesi’nde yer alan habere göre MSP ilçe başkanı da, “Fatsa’da ateş ile barut yok. Değişik görüşler her zaman bir aradayız. İlçede zorlama yok, tazyik yok, herkese insan gözüyle bakılıyor,” demektedir.

Halk komitelerinde de görev yapan bir AP’li de, “Bu gün belediye bir şey yapacağı zaman halka danışalım diyor. Ama biz, ‘halk bizi seçmiş, tekrar halka danışmanın ne anlamı var’ diye düşünürdük. Şimdi mahallelerde halk komitelerine danışılmadan bir şey yapılmıyor,” diye eklemektedir.

18 Mayıs tarihli ‘Demokrat Gazetesi’nde de halk komiteleri ile belediye ilişkisi şöyle resmediyordu:

“Onbir mahalle komitesi belediyenin halkla bütünleşmesini sağlamış, sorunlar kahve toplantılarıyla halka anlatılarak birlikte çözüm yolları aranmıştır. Mahalle Komitelerinin aldıkları kararlar belediye halkla ilişkiler müdürlüğü başkanının da içinde bulunduğu beş kişilik yürütme kurulunda değerlendirmeye konu yapılarak öneriler daha sonra belediye encümenine sunulmuştur.”

10 Temmuz tarihli ‘Milliyet Gazetesi’nde de aynı konuda şöyle denilmekteydi:

“Komiteler, mahallelerin büyüklüğüne göre üç ila yedi kişilik gruplardan oluşuyordu. Bunlar çözemedikleri bazı sorunları bizzat belediye başkanına kadar getiriyorlardı.”

Mümtaz Sosyal da 15 Temmuz tarihli ‘Milliyet Gazetesi’ndeki köşesinde aynı konuyu işlemekteydi:

“Fatsa’da Türkiye’nin başka köşelerinde olmayan bir şey vardı. İlçede Onbir halk komitesi kurulmuştu. Komiteler halkın oyula seçilmekteydi ve her mahallede halk şikâyetlerini bu komitelere yapmakta, komiteler sorunları doğrudan doğruya çözmeye çalışmakta, çözemediklerini belediyeye aktarmaktadırlar.

Ne var ki Fatsa’da yaratılan yönetim halkı işin içine katmadan ülke yönetmeye hevesli olanların keyfini kaçırmıştır. Böyle olunca da orada seçimle işbaşına gelmiş bir yerel yönetim sorumlusunun sanki ezilmesi, yok edilmesi, yerin dibine batırılması gereken bir düşman gibi görmeye başlamışlardır.”

Başkan Fikri Sönmez de bu komitelerin çalışmalarını şöyle anlatıyordu: “Benim bahsettiğim düzen sadece belediye yönetim düzenidir. Bu düzende, halkla birlikte meselelerimizi görüşüp, tartışıp çözmeye çalışıyoruz.”[13]

Ve nihayet Fikri Sönmez daha sonra bu komitelere dair şunları söylemişti:

“Bu komiteleri halkın kendisi seçiyor. Her mahalledeki halk, şikâyetlerini bu komitelere yapıyor ve bunlar da sorunları çözmeye çalışıyorlardı. Bunlar arasında günlük bazı sorunlardan, bulunmayan gıda maddelerine, yanmayan sokak lambalarına ve resmi dairelerde izlenmesi gereken işlere kadar hemen her türlü sorun bulunuyordu. (…)

Bu örgütlenme, fiyat ve satış ilkelerini saptayarak karaborsa, stokçuluk ve kaçak hayvan kesimini önlemek, liman ve taksi işletmelerinin aracı rantlarını ortadan kaldırarak belediyeye gelir sağlamak gibi yararları olmuştur.

Yine bu komiteler sayesinde belediye gelirleri bir önceki yılın sekiz ayına oranla üç ayda iki katına çıkarabilmiştir. Normal yollardan ancak dört yılda yapılabilecek bir çakıllama hizmetini imece yöntemiyle bir haftada tamamlamayı başarabildik. (…)

Komitelerde siyasi parti ayrımı yapılmıyordu. Saptanan öneriler teknik yönden denetlenmek için belediye organlarına götürülüyordu. Belediyenin gerekli gördüğü işleri de yine bu komitelerde hep tartışma konusu yapılmıştır. (…)

Burada kurulan mahalle komitelerinin ideolojik bir niteliği de vardır. Ve bu nitelik tekelci rantları yoksul kentliye dağıtarak, tutucu merkezi yönetime karşı yerel erki ve yerel demokrasiyi güçlendirmektedir.”[14]

Özetle varlığını 14 Ekim 1979’dan 11 Temmuz 1980 tarihine kadar 270 gün sürdüren Fatsa gerçeği; -çok kısa sürede- merkezi yönetimin yarattığı tüm olumsuz koşullara karşın, başarılı bir devrimci-halkçı belediyecilik örneği sergilemiş; bıu özelliğiyle kurulu düzenin savunucularını hem korkutmuş, hem de onları bu başarıya saldırmaya yöneltmiştir.

Fatsa’daki dönüşümü yön veren ilkeler: i) Amaç halkın iktidarını tesis etmek; ii) Demokrasinin sadece seçimlerde oy kullanmak olmayıp, karar ve katılım olduğunun altını çizmek; iii) Halkın belediyelerde söz ve karar sahibi olmasının, yönetime ve kararlara katılmasının önünü açmak; iv) Halkın eleştiri ve takdirine açık olmaktır.

Özetin özeti Fatsa örneği: “Demokrasi gelirse mi halk iktidara gelecek” diyenlere; “Hayır, örgütlü halk iktidara gelirse, demokrasi gerçekleşir” yanıtıdır.

 

OVACIK PRATİĞİ

 

Fatsa Karadeniz’in, Ovacık ise Kürt illerinin ilçesi. Her iki ilçenin de, coğrafyamız siyasal tarihinde önemli yeri vardır. Çünkü, buralardaki “halktan yana” ve “öz yönetim tarzı” belediyecilik anlayışı örnek oluşturdu.

Fatsa’nın “devamı” olarak Ovacık deneyimi, devrimci yerel yönetimler anlayışı ve pratiğinde yeni bir mevzidir.

Ovacık’ta alternatif iktidar mücadelesi için belli bir somutlukta örnek oluşturmak, bu örnek üzerinden alternatif düşüncenin yaygınlık kazanmasını sağlamak için ileri adımlar atıldı. Ovacık’taki alternatif belediyecilik, ideolojik anlamda önemli mevziler kazandırdı, kazandırıyor da.

Mehmet Fatih Maçoğlu’nun, “Devrimci halkçı yönetim programı bir bölgenin tamamına doğasına hayvanına bitkisine ve sokağına söz söyleme programıdır. Bu program Ovacık’tan yüz bulmuş görünüyor olsa da esas, Terzi Fikri’nin Ordu Fatsa’da bize öğrettiği, Mehdi Zana’nın Diyarbakır’da kadını yönetime koymasıyla bize öğrettiği, yine Hozat, Mazgirt’ten ve sonra da Ovacık ilçesinde vücut bulduğu bir anlayıştı. Üretim ilişkiler meselesi o bölgedeki fizibilite raporları çıktıktan sonra toplumsal ekonomik, istihdam sorunun yüz bulduğu ve biz sosyalistlerin ve devrimcilerin söz söyleyebildiği bir anlayıştı. Üretim alanlarımızı genişlettik, bugün üretim istediğimiz alana doğru, istediğimiz seviyeye doğru ilerliyor. Kooperatifleşmelerimizi yapabildik, kooperatifteki kadın ayağını örgütleyebildik. Bugün alanlarda sadece üretim yapan değil, tam tersi kendi torbasını, kendi çantasını yapabilen, kadının artık kendisini örgütleyebildiği ve ekonomik özgürlüğüne kavuştuğu bir anlayış oluştu,”[15] diye özetlediği deneyimin umut olmasındaki esas mesele yasallık-meşruluk dengesinde kapitalist sistem sınırlarının zorlanması ve yeni kapılar açmasıdır.

Ovacık’taki uygulama ve deneyim, yerelin kapitalistleşme eğilimlerine karşı anti-kapitalist kolektiviteleri örgütleyip, bu faaliyetin merkezine doğrudan emekçileri koymaktır.

Bu bağlamda alternatif, kamucu yerel yönetim anlayışı “Özerklik”in altını çizerek, devrimci yerel yönetimlerle “Aşağıdakilerin Demokrasi”sinin önünü açmanın bir yolu olması yanında; yerinden ve yerelden yönetimi, demokratik bir yerel yönetim modelini geliştirmek, böylece yerel demokrasiyi güçlendirmek ve özerk meclisler idari yapısının tüm toplumda benimsenmesi için mücadele etmekle özdeştir.

Aslında Terzi Fikri’nin Fatsa’sından Ovacık’a ya da Arjantin’deki mahalle meclisleri, Meksika’da EZLN komün toprakları üzerindeki öz yönetim organları, Kolombiya’da FARC kurtarılmış bölgeleri, Brezilya’da MST toprak işgalleri ve komünleri ve dünyanın çatısı Nepal’de kurulan Birleşik Halk Komiteleri -yeterli olmasa da- geleceğin önünün açılması için umudun örgütlenmesidir.

 “Burası özerk isyancı Zapatista bölgesidir. Burada yöneticiler, boyun eğerek yönetirler,” diyen EZLN’nin Caracol’ları; Güney Brezilya’nın Rio Grande do Sul eyaletinin başkenti Porto Alegre Belediyesi’nin “Katılımcı Bütçe Uygulaması”; Endülüs’de “Elde etmek istediğimiz hakları elde edebilmek için sürekli mücadele hâlinde olmak,” diye haykıran İspanyol Fatsa’sı Marinaleda; 70’li yıllarda, çevreci ve toplumcu mimar Jaime Lerner’in, üç dönem boyunca Curitiba’da (Brezilya) belediye başkanlığı pratiği veya Meksika ve Güney Asya’daki uluslararası devrimci-halkçı yerel yönetim deneyimleri enternasyonal planda ezilenlerin gelecek için bugüne itirazıdır…

 

NE YAPMALI?

 

Yani devrimci-halkçı yerel yönetimler, örgütlü toplum yaratma ve dünyayı değiştirme mücadelesinin önünü açma çabasının parçasıdır; kişilere endeskli olmayan, kolektif yönetim biçimidir!

Malum; kitleler örgütlenmeden, örgütlü toplum yaratılmadan toplumsal değişime öncülük yapılamazken; toplumsal yaşamın planlanması-örgütlenmesi mücadelesinin kaldıracı olarak yerel yönetim meclisleri bu örgütlenmenin bir biçimidir…

Evet; burjuva düzenin sınırlarıyla çevrelenmiş yerel yönetimlerde sosyalist iktidar kurulamaz. Ama bunun aksini mutlaklaştıran “iddia”da saçmadır.

Mücadelenin önünü, tüm imkânları değerlendirerek, yerel yönetimlerde sosyalist anlayış ve modelini “örnekleyip”, örgütleyerek, geliştirebiliriz. Yani politikayla, sokakla iç içe geçirerek…

“İyi de nasıl” mı?

Kapitalizm kentleri ihtiyacına göre biçimlendirirken; ezilenlerin itirazını ve örgütlenmesini bu dayatmanın karşısına dikmekten; alternatif yaratarak direnmekten başka çare yoktur.

O hâlde yerellerde direnme fikrini ve eylemini geliştirme ve direnişi sınıf kavramı içinde ele alacak çalışmalar yapmalı…

Bu doğrultuda maddi üretimden sanatsal üretime dek uzanan süreçte kooperatifleşmeyle sorunların çözümü konusunda çalışmalar yapmak ve kolektif yaşam tarzını geliştirmek için örgütlenmek…

Örgütlenme araçları olan kooperatif ve diğer kolektif yapılarda, yöneten önderlerle üyeler arasında özgürce tartışan ve kararlar alan demokratik meclislere dayalı iç yapı oluşturma. Bir bakış açısı birliği içinde fikirsel çeşitliliğe saygıyı geliştirme. Kooperatif etkinliklerini, planlama ve özyönetim ilkeleriyle öne çıkarmak…

Toplumsal katmanlar arasında güç birliğini pekiştirerek, geliştirmek. Kent yoksulları, sendikalar, kooperatifler ve ilerici meslek örgütleriyle güç birliği yaparak iç ve dış sömürücülerin partilerine karşı emek eksenli politik seçenek inşa etmek üzerinden ittifakların tabanını genişletmek…

Kadın ve erkek eşitliği geliştirip, pekiştirmek…

Yaşamın her alanını kucaklayacak şekilde eğitim verme ve sürekliliğini sağlayacak çalışmaları düzenlemek…

Yeni bir dünya inşa etmenin mümkün olduğunu; eşitsizliğe, iç ve dış sömürüye karşı daha eşitlikçi bir düzenin kurulabileceği inancını geliştirme gibi başlıklarla özetlenebilir.

Tam da bu tabloda Henri Lefebvre’nin de,[16] Murray Bookchin’in de[17] sözünü ettiğini “kentsiz kentleşmeyi” durdurmak için -Friedrich Nietzsche’nin ifadesiyle- “Nitimur in vetitum/ Yasaklanmış olana ulaşmaktır amacımız.”

O hâlde “Kentin üretimi ve kent içinde de toplumsal ilişkilerin üretimi söz konusu olsa da, bu bir nesne üretiminden ziyade, insanlar tarafından insanların üretimi ve yeniden-üretimidir. Kentin bir tarihi vardır; o bir tarihin, yani tarihsel koşullar içinde bu eseri gerçekleştiren gayet belirli insan ve grupların yapıtıdır,” uyarısını unutmadan haykırmalıyız:

“Toplumun demokratikleşmesi yerelden geçiyor. Bu nedenle kentsel mekânı yeniden üretmek, kamusal alanları kazanmak, yerelde bir demokrasi talebini canlı tutmak, halkı siyasetin öznesi hâline getirmek gerekli. Mevcut otoriter rejime itiraz gerekli ama yeterli değil. Aynı zamanda yeni bir demokrasi inşa edebilmeliyiz”…

“Halkın kendisiyle ilgili kararlar alacağı, kendi gereksinimlerini saptayacağı mahalle meclisleri katılımcı demokrasinin en temel unsuru. Bunun için mahalleleri yeniden keşfetmeli, insanların buluşup konuştuğu bir kamusal alan niteliği kazandırılmalı. Halkı edilgen bir dinleyici olmaktan çıkararak siyasetin içine çekmeli. Siyasetin aktörü yapmalı”…

“Kent hakkının ayrılmaz bir parçası, katılımcı demokrasiyi gerçekleştirecek bir yerel yönetim planlamasının yapılması”…

“Kentsel karar süreçlerinin demokratikleşmesi ile bütün kent yaşayanlarının kentsel siyasetin öznesine dönüşecekleri ve yaşamlarını etkileyen kararlarda söz sahibi olacakları, halka götürülecek en önemli vaadi”…

“Kent hakkı; kentte yaşayan herkesin ama özellikle ezilenlerin, yoksulların, dışlananların eşit olarak sahip olduğu bir hak. Kent hakkı yaşadığımız toplumu ve mekânı değiştirme hakkı. Özgürlük haklarını, yerleşme hakkını, ortak alan hakkını, konut hakkını, temiz bir çevrede yaşama, içilebilir temiz suya sahip olma hakkını bir bütün olarak kapsar. Kent hakkı kent yaşamına katılma, kentin merkezinde yer alma hakkı. Kent çeperinde, gecekondularda yaşamaktan kurtulma hakkı. David Harvey’in deyimiyle, kent hakkı kenti değiştirerek kendimizi de değiştirme hakkı. Kentte üretilen artı değeri kontrol etme hakkı”dır![18]

Bu(nlar) elbette kolay değildir, biliyoruz; ancak, “Biz hiçiz, aradığımız şey ise her şey...”[19]

 

22 Mart 2019 14:14:13, İstanbul.

 

N O T L A R

[*] SMF’nin 25 Mart 2019 tarihinde Ovacık’da Hayati Güngören’in; 29 Mart 2019 tarihinde Hozat’da Yılmaz Cesur’un yerel seçim etkinliklerinde yapılan konuşma… Kaldıraç, No:213, Nisan 2019… Devrimci Halkçı Yerel Yönetimler Deneyimi: ‘Topraktan Göğe’, Sancı Yay., 2019 içinde yayınlandı…

[1] Margaret Drabble.

[2] Yrd. Dç. Dr. Metin Erten, Nasıl Bir Yerel Yönetim?, Anahtar Yay., 1999.

[3] “Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı”nda; yurttaşların kamu işlerinin sevk ve idaresine katılma hakkının demokratik bir ilke olduğu ve bu hakların doğrudan kullanım alanının yerel düzeyde olduğunun altı çizilmiştir.

“Avrupa Kentsel Şartı”nda ise yerel demokrasi açısından yerel yönetimlerde halkın doğrudan katılımının sağlanmasının önemine dikkat çekilmiş ve kentte yaşayan yurttaşların temel hakları sıralanmıştır.

“Avrupa Kentli Hakları Deklarasyonu”nda da katılım hakkına yer verilerek, kurum ve kuruluşlar arasındaki dayanışmanın esas olduğu kent yönetimlerinde; gereksiz bürokrasiden arındırma, yardımlaşma ve bilgilendirme ilkelerinin sağlanması şartı getirilmiştir.

Bunlar sadece “hoş” ama pratikte boş laflardır…

[4] Sibel Özbudun, “Yereli Birlikte Yönetmek - Nasıl Bir Dünya İstiyorsak Öyle Bir Yerel Yönetim”, Newroz, Yıl:6, No:223, 31 Ekim 2012.

[5] Murat Şahin, Direnişin Adı Gültepe, Heyemola Yay., 2011.

[6] Manuel Castells, Kent, Sınıf, İktidar, Çev: Asuman Erendil, Bilim ve Sanat Yay., 1997; David Harvey, Sosyal Adalet ve Şehir, Çev: Mehmet Morali, Metis Yay., 2006; David Harvey, Umut Mekânları, Çev. Zeynep Gambetti, Metis Yay., 2008; David Harvey, Asi Şehirler: Şehir Hakkından Kentsel Devrime Doğru, Çev: Ayşe Deniz Temiz, Metis Yay., 2013; Devrimci-Halkçı Yerel Yönetimler: Umut ve Mücadele Mekânlarından Deneyimler, Derleyen: Ahmet Kerim Gültekin-İbrahim Gündoğdu, Patika Kitap, 2013; Aksakal Pertev, Bir Yerel Yönetim Deneyimi, Simge Yayınevi, 1989; Kartal Kemal, Ekonomik ve Sosyal Yönleriyle Türkiye’de Kentlileşme, Adım Yay., 1992; Keleş Ruşen, Kentleşme Politikası, 5.Baskı İmge Kitapevi Yay., Ankara 2000.

[7] Karl Marx, Fransa’da İç Savaş, Çev: Kenan Somer, Sol Yay., 1977.

[8] https://archive.org/details/shorthistoryofpa00baxeuoft/

[9] Soner Torlak, “Paris Komünü’nde Yerel Yönetim”… http://birgunkitap.blogspot.com/2014/08/paris-komununde-yerel-yonetim-ernest.html

[10] Taner Bayram, “Maaşlar Eşit, Evler 15 Euro ve Polis Yok! Gerçekleşmiş Bir Ütopya: Marinaleda”, 13 Ekim 2015… https://onedio.com/haber/maaslar-esit-evler-15-euro-ve-polis-yok-gerceklesmis-bir-utopya-marinaleda-604820

[11] “Marinaleda; İspanya’da Yeşeren Sosyalist Ütopya!”, 17 Temmuz 2014… https://www.karasaban.net/marinaleda-ispanyada-yeseren-sosyalist-utopya/

[12] Bkz: Kerem Morgül, A History of the Social Struggles in Fatsa 1960-1980, Boğaziçi Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve Inkilap Tarihi Enstitüsü, 2007, Yüksek Lisans Tezi; Hade Türkmen, Radicalisation of Politics at the Local Level: The Case of Fatsa During the Late 1970s, ODTÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2006, Yüksek Lisans Tezi; Ayhan Özden, Fatsa, Fırtına Günlerinden Notlar, Kalkedon Yayınevi, 2013; Tuncay Çelen, Denizler’den Terzi Fikri’ye Türkiye, İmge Yay., 2011, 702 s.; 5. Sinan Demirbilek, Terzi Fikri, İki Darbe Bir Yaşam, Ozan Yay., 2011, 304 s.; Pertev Aksakal, Bir Yerel Yönetim Deneyi (Fatsa Devrimci Yol Davası), Simge Yayınevi, 1989; Pertev Aksakal, Fatsa Gerçeği, Penta Yayınevi, 2007; Sedat Göçmen, Fırtınalı Denizi Yolcuları, Ayrıntı Yayınları, 2013.

[13] Tercüman Gazetesi, 22 Temmuz 1980.

[14] Yunus Türkölmez, “Devrimci Belediyecilik ve Fatsa Örneği 2”, 5 Ekim 2016… http://www.gazeteesenler.com/devrimci-belediyecilik-ve-fatsa-ornegi-h8468.htm

[15] Ali Haydar Gözlü, “Komünist Başkan Maçoğlu: Dersim Türkiye ve Dünyaya Model Olacak”, 15 Ocak 2019… http://www.rudaw.net/turkish/kurdistan/150120198

[16] Henri Lefebvre, Şehir Hakkı, Çev: Işık Ergüden, Sel Yay., 2016.

[17] Murray Bookchin, Kentsiz Kentleşme, Çeviri: Burak Özyalçın, Ayrıntı Yay., 1999.

[18] Henri Lefebvre, Şehir Hakkı, Çev: Işık Ergüden, Sel Yay., 2016.

[19] Friedrich Hölderlin, Deliler ve Dahiler, Çev: Gürsel Aytaç, Omnia Yay., 2010.

 



Bu yazı 15085 defa okunmuştur.

FACEBOOK YORUM
Yorum

YAZARIN DİĞER YAZILARI

YAZARLAR
Bizi Takip Edin :
Facebook Twitter Google Youtube RSS
ÇOK OKUNAN HABERLER
  • BUGÜN
  • BU HAFTA
  • BU AY
HABER ARŞİVİ
SON YORUMLANANLAR
  • HABERLER
  • VİDEOLAR

Web sitemize nasıl ulaştınız?


nöbetçi eczaneler
HABER ARA
YUKARI