Bugun...



7 Haziran’dan 1 Kasım’a HDP Notları

1 Kasım 2015 seçimlerine ramak kala kaleme alınan bu yazı, bir hayli gecikti. Ekim ayı başında tamamlanması gereken yazımız, -öncesi ve sonrasıyla- Ankara Garı Katliamı’yla devreye giren alt üst oluştan nasibini aldı. Ancak “hiçbir zaman” geç değilse -ki değildir-, diyeceklerimizi, “Gerçek; anlamda altüst edilmiş bir dünyada doğru, bir yanlışlık, bir kaza anıdır,”[2] vurgusu eşliğinde aktaralım. Ve de “AKP’yi geriletmeyi bir demokrasi görevi gören yurttaşlardan”[3] değil; “Para ve güç sahibi ol

facebook-paylas
Tarih: 25-10-2015 15:09

7 Haziran’dan 1 Kasım’a HDP Notları

7 Haziran’dan 1 Kasım’a HDP Notları

 

SİBEL ÖZBUDUN - TEMEL DEMİRER

 

“Kendini tanı.”[1]

 

1 Kasım 2015 seçimlerine ramak kala kaleme alınan bu yazı, bir hayli gecikti. Ekim ayı başında tamamlanması gereken yazımız, -öncesi ve sonrasıyla- Ankara Garı Katliamı’yla devreye giren alt üst oluştan nasibini aldı. Ancak “hiçbir zaman” geç değilse -ki değildir-, diyeceklerimizi, “Gerçek; anlamda altüst edilmiş bir dünyada doğru, bir yanlışlık, bir kaza anıdır,”[2] vurgusu eşliğinde aktaralım.

Ve de “AKP’yi geriletmeyi bir demokrasi görevi gören yurttaşlardan”[3] değil; “Para ve güç sahibi olan herkese, nefes alan herkesin eşit olduğunu göstereceğiz!” diyen Spartacus’un taraftarlarından olduğumuzun altını bir kez daha çizip, 1 Kasım seçimleri ve bağıntılı konularda diyeceklerimizin, “7 Haziran 2015 Seçimleri’ne Dair -Gerekçeli- Tavrımız”[4] ve “Açık Sözlü Olmak İyidir! (7 Haziran Sonrasına Dair Değerlendirme)”[5] başlıklı yazılarımızın ana yönelişinden muaf olmadığını hatırlatarak başlayalım…

 

7 HAZİRAN SEÇİMLERİNDE NE OLDU?

 

 

7 Haziran seçimleri, “Bugün göğsümü gere gere şöyle yazabiliyorum: Bir kişi kaybetti, Türkiye kazandı,”[6] türünden “zafer” ya da “kayıp” vurgularından çok, yol açtığı “Seçimlere rağmen yönetememe krizi”yle[7] betimlenmesi gereken bir realitedir.[8]

Evet, AKP “geriledi”, HDP ilerledi; ama her şey bu ve bu kadar değildi!

Yani “HDP olağanüstü bir başarı kazandı,”[9] söylemi ancak parlamentaristlerin “hüsnü kuruntusu”yken; Bahçeşehir Üniversitesi’nden Yard. Doç. Dr. Çağdaş Şirin ve Boğaziçi Üniversitesi’nden Doç. Dr. Koray Çalışkan’ın ‘7 Haziran Milletvekili Genel Seçimi Sandık Çıkış Araştırması’na göre, HDP, son haftada yüzde 4.4 oranında bir oy kazanmıştı. Ayrıca HDP’ye son bir ayda oy vermeye karar verenlerin oranı yüzde 5.5 ve son üç ayda karar verenlerin oranı ise yüzde 7.3’ken, HDP seçmeninin yüzde 82.9’u ise kararını aylar öncesinde vermişti.

Araştırmaya göre diğer partilerden HDP’ye gelen oy oranı ise, yüzde 14 AKP, yüzde 9 CHP ve yüzde 1 MHP’dendi…

HDP seçmeninin yaklaşık dörtte biri, 2011 seçimlerinde, oyunu daha önce AKP ve CHP’ye verdiğini söylerken; HDP’ye oy verenlerin yüzde 18’i 18-24 arası genç seçmendi. Yüzde 16’sı, 25-30 yaşlarında, yüzde 14’ü ise 31-44 yaş aralığında yer alıyordu. 65 yaş üstü oy verenlerin oranı ise yüzde 7’ydi.[10]

Mehveş Evin’e göre, “Batı’dan aldığı oyları büyük oranda artıran HDP’nin, muhafazakâr Kürt seçmeni kazandığı kadar CHP’den ‘emanet’ oy aldığı herkesin malumu. Ancak HDP’nin başarısını salt AKP/başkanlık korkusu veya karşıtlığı üzerinden yorumlamak yetmez”ken;[11] “Büyük kentlerde Alevî yörelerinde HDP’ye kayış oldu.”[12]

HDP’nin başarısını bir “sol çıkış” ya da “Türkiyelileşme”yle açıklamaya kalkışmak oldukça öznel bir izahtır ve sahih olmaktan uzaktır.

Her ne kadar, Murat Belge, “HDP bu ülkede uzun zamandır ya da belki hiç olmamış bir ‘sol muhalefet partisi’ olma imkânını yakaladı”;[13] Ergin Yıldızoğlu, “HDP eş genel başkanlarının seçim sonuçları üzerine yaptıkları konuşmalar HDP’nin yeni halkçı bir ‘tarihsel blokun’ partisi olmaya aday olduğunu gösterdi”;[14] Bülent Küçük, “HDP Türkiyelileştikçe, Türkleri Türkiyelileştiriyor. Yani HDP bölgesel ve kimlik politikasını aştığı ölçekte, batının bütün coğrafyasına yayıldığı ve bütün meselelere bir yanıt verdiği ölçekte Kürtlerden çok Türkleri Türkiyelileştiriyor”;[15] Ahmet Saymadi, “Sosyalistler, emeklerini ve mücadelelerini HDP’ye aktarmasalardı, sol politikalar HDP’de hâkim olmasaydı, yüzde 13’lük seçim başarısı sağlanamazdı. Bu başarının arkasında sosyalistlerin payı büyüktür. Bunu görmezden gelmek, etkilerini sadece oy bazlı ele almak doğru değil,”[16] deseler de, gerçeklik hiç de böyle değildir…

Nuhat Muğurtay’ın, ‘Muhafazakâr Kürtler ve HDP: 7 Haziran Seçimlerini Hatırlamak’ başlıklı araştırmasında net biçimde ortaya koyduğu gibi, 7 Haziran 2015 genel seçimleri sonrası, AKP’nin çoğunluk hükümeti kuramamasına etki eden en kritik mesele Batı ve Doğu’daki Kürt muhafazakâr seçmenlerin oy verme tercihiydi. Seçimin kaderini belirleyen muhafazakâr Kürt oylarının önümüzdeki erken seçimde dikkate alınması gerekir. Muhafazakâr Kürt oyların HDP’ye kayma sebebi olarak kimi yazarlar Gezi protestolarını işaret ederken, birçok yazar ve siyasetçi Kobanê olaylarının çok etkili olduğunun altını çizdi. Bütün bunlar var olan durumu kısmen açıklamakla birlikte, oldukça yetersizdir.

Öncelikle şu sorunun cevabını verelim, sonuçların ardından, gerçekçi analizlerde üzerinde sıklıkla durulan Kürt muhafazakârları kimdir? Aile bağları geleneksel olan, köy kökenli, genelde tercihini sağ partilerden yana kullanan ve PKK’nin dine mesafeli olduğunu düşündüklerinden ötürü PKK ideolojisine sempati duymayan, yani sosyo-ekonomik kriterlerle anlamlandırmanın mümkün olmadığı, daha çok kültür ve gelenek kodlarıyla anlaşılabilecek bir kesimden bahsediyoruz.

Kürt muhafazakârları 2015 genel seçimlerinde oylarını daha önce politikasından tatmin olmadıkları HDP’ye yönlendirdiler. AKP için seçimlerin en önemli başarısızlığı, yaklaşık yüzde 5’e tekabül eden bu kesimin ve ilk defa oy veren genç kitlenin oylarını kaybetmesi oldu. HDP’nin başarısı, yüksek beklentilerin aksine, seçim kampanyasının asıl hedefi olan Batı’daki Alevî, seküler veya sol oylar değil, geniş Kürt kesimlerden ve bölgede yaşayan bir kısım Kürt Alevîler’den gelen oylar sayesinde elde edildi. Türkiyelileşme - yani kendini Türk siyasetine onaylatma çabası - projesiyle yola çıkan HDP, Kürt oylarının topluca kendisine kanalize olmasıyla, hem yüzde 10 seçim barajını yıktı hem de mecliste MHP ile aynı sayıda sandalye kazanacak şekilde oylarını tarihi bir şekilde arttırdı…

HDP seçim kampanyasında Kürt kimliği üzerinden değil ezilenler üzerinde vurgu yapması ve kendisini Batı’daki Türklere kabul ettirme çabasıyla fazlasıyla meşgulken, doğallığında AKP’ye oy veren Kürt muhafazakâr oyları alarak ciddi bir başarı elde etti…

Kürt muhafazakârlarının HDP’ye yönelmesi batı ve doğu’nun sinerjisi ya da Türkiyelileşmesi sonucunda değil, AKP’nin bugüne kadar şiar edindiği ve sadece Kürt sorununa indirgenemeyecek hedeflerden Kürt muhafazakârlarının şüphe duyması sonucunda ortaya çıktı. Öncesinde Roboskî vb. birçok etkenin varlığına rağmen AKP’yi destekleyen muhafazakâr Kürtler’in tek motivasyonu AKP’nin Kürt sorunu konusunda yaptığı hatalar değil; hâlihazırda “genel reformcu” yapısının tıkanmasıdır. Bu tıkanma seçmenlere yansımış ve mevcut durum ortaya çıkmıştır.

Bunun yanında, 7 Haziran seçim sonuçları açıklandıktan sonra bazı İslâmi yazarlar ise saf değiştiren muhafazakâr Kürtleri kast ederek “Masum Müslüman Kürtler kandırıldı,”[17] şeklinde yazılar kaleme aldı. Bazı yazarlar ise Kürt oylarının kaymasında, “AKP’nin bir rolü olmadığını, Kürt siyasetini manipüle eden örgütlerin AKP ile dindar Kürtler arasına nifak soktuğu”nu[18] vurguladı.[19]

Şunun görülmesi gerek: “HDP’nin seçmen tabanının büyük bir kısmı Kürtler. Siyasallaştırdığı taleplerin büyük kısmı Kürt sorununun çözülmesini hedefliyor”ken;[20] “Türkiyelileşme” denilen şey de geçici hükümetin eski Kalkınma Bakanı, HDP İzmir milletvekili Müslüm Doğan’ın, sanayicilerle, ticaret yapan insanlarla görüşmelerinde, HDP’nin artık parti olarak Türkiyelileştiğini söylemek değildir herhâlde![21]

 

“RADİKAL-DEMOKRAT” ŞEKİLSİZLİK

 

HDP, seçimlere doğru devreye soktuğu “radikal-demokrasi” şekilsizliğiyle birçok kimsede hayal kırıklığına yol açarken; bir yanıyla da Karl Marx’ın, “Dağınık olan sistem değil, sistemin çarkları hâline dönüşmeye meyilli olan insan aklı,” saptamasını doğruluyordu sanki…

Örneğin Alp Altınörs’ün, “7Haziran ile HDP’nin meşruiyeti”nin[22] artması yahut Juliana Gözen’in, “7 Haziran’da aldığı oylar ve ‘Yeni Yaşam’ çağrısıyla sisteme karşı olan güçleri çatısı altında toplayan ve iktidarın başkanlık hayallerine kibrit suyu döken HDP’nin tutumu da, yaşadığımız kaotik ortamda dengeleri değiştirebilir,”[23] öngörülerindeki abartılar gibi…

Ya da “7 Haziran’ın kazananı ve kaybedeni benim gönlümden geçtiği şekilde belirlendi. Bu yeni biçimlenişle HDP Kürt siyasi hareketinde ‘yeni’ dememiz gereken bir rolü oynayabilecek noktaya geldi… Bu durumda ‘dağ’ ve ‘ada’ bunu sindirir mi, kabullenir mi, bilemem. Olabilir. Ben bir Kürt siyaset adamı olsam, şu konjonktürde, varımı yoğumu sivil siyaset yoluna yatırırdım,”[24] diyen Murat Belge’den; “7 Haziran 2015 seçimleri Türkiye için yeni bir milattır… HDP Türkiye’nin yeni ana muhalefeti,”[25] diye ekleyen Kongra-Gel Başkanı Remzi Kartal’a…

Veya Kemal Bülbül’ün, “Haziran 2015 genel seçimiyle bir başka ‘diktatörlük’ hülyası efendi hazretlerinin sihirli sandığında bitti”;[26] Paris’teki Sosyal Bilimler Akademisi öğretim üyesi sosyolog Prof. Dr. Nilüfer Göle’nin, “8 Haziran sabahı uyandığımızda ilk göze çarpan, rahatlamış bir toplum, daha iyimser insanlar… HDP hem kendini, hem Türkiye’yi dönüştürüyor,”[27] saptamalarının gerçeklikle ilintisi yoktu!

“Washington’da HDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş, seçimin kazananı olarak görülüyorsa da, HDP’nin başarısının sürdürülebilir olup olmadığı konusunda şüpheler var”ken;[28] doğruyu Murat Çakır şöyle formüle ediyordu:

“7 Haziran seçimlerinde elde edilen başarının muhalif kesimler arasında yol açtığı rahatlama, rehavet ve burjuva demokrasisinin karikatüründen ibaret olan T.C. parlamenter sistemine duyulan anlaşılmaz güven, Suruç Katliamı ile çok acı bir şekilde cezalandırıldı. Kapitalist devlet ve burjuvazinin sınıf tahakkümü, kendilerini salt seçim sonuçlarıyla sınırlandırmayacaklarını Suruç’ta bir kez daha kanlı bir biçimde kanıtladılar.”[29]

Kim ne derse desin, 7 Haziran sonrasında “13 yıl önce seçimle iktidara gelen AKP-Erdoğan, bu iktidarı seçimle bırakmamak için ülkeyi felakete sürüklemeyi göze alacaktır/ almaktadır.”[30]

“Erdoğan seçim sonrası Türkiye’yi kilitlemiş, rehin almış durumda. Bu kilidi açmak, rehine durumunu ortadan kaldırmak gerekiyor. 7 Haziran seçimleri üzerinden bir ayı aşkın bir zaman geçmesine rağmen sanki Türkiye’de seçimler olmamış, AKP iktidardan düşmemiş gibi bir durum yaşanıyor...

HDP seçimin hemen ardından zaman kaybetmeden güçlü demokratik hamleler yapabilirdi. Türkiye’nin gündemini belirleyen ve politik doğrultusunu şekillendiren etkili bir performansı çok rahatlıkla ortaya koyabilirdi. Demokrasi güçleri seçimin ortaya çıkardığı olumlu sonuçları yeterince değerlendiremiyor…

Devrimci ve demokratik güçler içinden geçtiğimiz bu devrimsel süreci iyi ve doğru değerlendiremez, mücadelelerini radikalleştirerek yürütemezse çok büyük kaybederler,”[31] diyen Besê Hozat’ın altını çizdiği doğrular da unutulmamalıdır…

Gerçekten de seçim sonrası hayal kırıklığına yol açan “radikal-demokrasi” şekilsizliğiyle Saray 7 Haziran 2015’te yediği şamarın şokunu atlatacak manevralarla ilk günden beri arzuladığı yeniden seçime gidilmesini diğer siyasi partilere 1.5 ay gibi kısa zamanda kabul ettirdi.

8 Haziran günü herkese “6 ayda ne değişecek?” dedirten yeniden seçim döndü dolaştı adeta tek seçenek hâline geldi. Fakat seçimin tekrarlanması fazlaca farklı bir sonuç getirmeyecek kanısını ortadan kaldırmadı.

Bunca “erken seçim” şamatası altında asıl soru şu: Ya yeni bir seçim de Tayyip Erdoğan’a ve partisine parlamentoda başına çoğunluk getirmezse ne olacak? Kim kiminle koalisyon yapacak? Bugün Saray ve etrafının asla istemediği koalisyon kaçınılmaz olursa tekrar seçime gidelim mi denilecek?

Bu soru Tayyip Erdoğan’ın ihtirasının ötesinde önem taşıyor; Parlamentonun ve parlamentarizmin bir oyun olma niteliğini gösteriyordu.[32]

Tam da bu koordinatlarda ‘Partizan’ın değerlendirmeleri büyük önem taşımaktadır:

“HDP aldığı oyun hakkını veren, halkın gelişerek büyüyen tepkisini seçim sonuçlarının meşruiyetini ve oluşan rüzgârın etkisini de arkasına alarak kullanan bir siyasal konumlanış içinde olmamıştır. Düşük profilli bir muhalefet hattı oluşturmuş ne parlamenter zemini ne de eylem ve sokak ayağını etkin şekilde kullanmamıştır. Liberal burjuva kesimlerin ve AKP ile çelişkisi olan egemen sınıfların diğer kliğinin ‘barış’ söylemlerinin etkisi altında kalan bir kafa karışıklığı ve politik muğlaklık içinde olmuştur. Türk ve Kürt halkının ortaya çıkan çatışmada gayet sarih ve net bir şekilde tespit ettiği haklı ve haksız ayrımını, politik ve ideolojik bir cüretle güçlendirmek ve geliştirmek bir yana bu düzeyde bir netlikle ifade etmekten bile uzak bir duruş sergilemiştir.

PKK’ye tek taraflı ateş kes çağrıları yapılmasını isteyen psikolojik savaş ikliminden kurtulamamış, halkın barış isteyen tutumunu adeta ‘üçüncü’ bir taraf konumunda en fazla ‘çift taraflı ateşkes’, ‘seçim güvenliği’ gibi muğlak barış politikasıyla karşılamaya çalışmıştır... HDP, seçimde devrimci-demokrat söylemlerle elde ettiği başarıyı sistem içileşme, reformist çizgi kargaşası ve bunun doğurduğu muğlakla şekillenen siyasetten yana kullanmıştır. Sistemin kadim liberal unsurlarının psikolojik ablukasında kalmış, daha fazla başarı (daha büyük oy oranı) için geri olana daha fazla prim veren bir siyasal yönelim içinde olmuştur. Adeta seçim oyununa ve başarısına kilitlenmiş, bu anlamda halkın devrimci enerji ve iştahını bu oyunun hapishanesi içine sokma eğilimi oluşturmuştur.

HDP seçim hükümetine bakan vererek bu yaklaşımına son halkayı da eklemiştir. Karşı-devrimci dalgayı şiddet, silah ve baskıyla arttıran, bu noktada kararlılık beyan eden bir hükümet yapısının bileşeni olmuştur. Bu anlamda fiilen işlevsiz kalacağı bir yetkiyi eline almaya çalışmış, ancak halka karşı işlenecek suçların görünürdeki karar organında yer alarak ona meşruiyet katmıştır. HDP’nin ‘savaşı engellemek için’, ‘seçim güvenliği için’ gibi gerekçe ve yaklaşımları tipik bir reformizmdir. Ancak daha önemlisi bu tablo demokratik-ilerici damarlardan kan kaybeden bir tutuma işarettir. Halkın değişim ve devrim isteyen talep ve isteklerini, bunu HDP aracılığıyla gerçekleştirme hevesini siyasal olarak geri bir politikaya eklemlemek anlamına gelecektir. Bu ve benzer yönelimler HDP’nin reformist, demokratik niteliklerinin parlamenter zeminde daha fazla güçlenmesine paralel aşındıracağını, halka yönelik saldırılar karşısında sistemde daha fazla yer edinerek bu süreci aşmayı esas kılacağına dair tehlikelere işaret etmektedir.

Bu eleştirilerimiz sınıfsal çizgilerle netleştirilmiş, halkın çıkarları, devrimci yönelim, devrimin yol ve yöntemleri gibi kesin ayrım çizgilerimizle belirlenmiş eleştirilerdir. Açık ve doğrudan eleştiriler yapmak hâlâ ilerici, demokrat ve müttefik gördüğümüz bir güce yönelik olmazsa olmazımızdır. Bu bağlamda HDP’yi hâlâ halk saflarında reformist bir oluşum ve demokratik halk devriminin müttefik gücü olarak tanımlamaya devam ettiğimizi belirtelim.”[33]

Gerçekten de Selahattin Demirtaş’ın, ‘Milliyet’ gazetesine, “Biz AKP’nin ne düşmanı, ne de karşıtıyız,”[34] derken; “Peki, öyleyse nesin?” sorusunu da hak ettiği koordinatlarda hatırlanması gereken V. İ. Lenin’in şu satırlarıdır:

 “Bu dönemin karakteristik özelliği, bazı ‘mutlak’ hayranlarının pratik çalışmaya küçümseme ile bakmaları değildir, tam tersine, küçük çapta pratikçilikle teoriye karşı tam bir umursamazlığın bileşimidir. Teoriyi bayağılaştırma girişimlerinde bu dönemin kahramanlarının asıl tasası ‘büyük lafları’ doğrudan doğruya reddetme değildi. Bilimsel sosyalizm, bütün hâlinde bir devrimci doktrin olmaktan çıktı, her yeni çıkan Alman ders kitabının içeriğinin ‘serbestçe’ sulandırdığı bir bulamaç hâline geldi; ‘sınıf mücadelesi’ sloganı daha geniş ve daha enerjik bir eyleme teşvik eden bir etken olmaktan çıktı, ‘iktisadi mücadele siyasal mücadeleye kopmaz bağlarla bağlı bulunduğuna’ göre, bir çeşit merhem görevini yerine getirdi; parti düşüncesi, militan bir örgütün yaratılması için bir çağrı olmuyor, tersine, bir tür ‘devrimci bürokrasili’ ve ‘demokratik’ biçimlerle çocukça oynamayı haklı göstermek için kullanılıyordu.”[35]

Olup bit(mey)eni bundan daha iyi ne anlatabilir ki?

 

HDP DEDİ Kİ!

 

Buraya kadar izaha gayret ettiklerimiz; “Jusqu’ici tous va bien/ Buraya kadar her şey yolunda” hoyratlığıyla ele alınamaz ve 80 vekil kazanmış olsa da HDP’nin dedikleri “es” geçilemez!

“Yeni dönemde kriz çıkarmak istemeyen HDP”nin[36] Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş, “Seçimden birinci (AKP) ve ikinci (CHP) çıkmış partiler koalisyonu denemeli… Koalisyon içinde yer almayız fakat Türkiye’yi krize sokacak pozisyonda olmayız,”[37] vurgusuyla “Özerklik talebinin, baskılara karşı sivil bir isyan olduğunu belirterek, silah yoluyla özerklik ilanını doğru bulmadığını,” söyledi.[38]

‘El Pais’ gazetesine verdiği özel bir röportajda ise Demirtaş, “Biz açık olarak PKK’nin yaptıklarının doğru olmadığını savunuyoruz. Bazı hareketlerini onaylamıyoruz ve derhâl son vermelerini istiyoruz,”[39] derken; PKK yöneticilerinden Duran Kalkan’ın, “HDP neyi başarmış ki, bize silah bırakma çağrısı yapıyor?” sözlerine ise, “Hiçbir şey kazanmadıysa; bu çağrıyı yapabilecek kadar halkın desteğini alıp, özgüven kazandı,”[40] yanıtını verip ekledi:

“Partimiz Türkiye toplumunun hiçbir toplumsal gerçeklerini inkâr ederek siyaset yapmıyor. Bütün değerler Türkiye’nin ortak değeri olarak kabul edilecekse hiçbir şeyi dışlayamazsınız… Şiddetin panzehiri demokrasidir. Biz demokrasiyi genişletelim.[41] Şiddet şu ya da bu şekilde çözümlenecektir.[42] Türkiye’de şiddet kullanan sadece PKK değil; şiddetin panzehiri demokrasidir. Demokrasinin azaldığı yerde şiddet artıyor. Hükümetin tavrına bir bakın; PKK eylem yapıyor, HDP’yi lanetliyorlar... Bu noktaya gelmek için ne kadar kayıp gerekiyor. ‘Ben şiddet istiyorum’ diyen bize oy vermesin, biz şiddet istemiyoruz, barış içerisinde çözüm istiyoruz diyenler bize oy versinler. 6 milyon oy alan bir partiye herkesin saygı duymasını beklerdik”![43]

Nihayet HDP’yi “liberal, reformist” bir parti olarak tanıtan ABD’li gazeteci David Ignatius’a ABD’nin PKK ile devlet arasındaki “barış süreci”ne yardım edebileceğini söyleyen Demirtaş, ABD’yi sürecin devamı için “teşvikler yaratmaya” çağırırken;[44] 1 Kasım 2015 seçimleri için de “Yüzde 20 oy oranını hedefliyoruz,”[45] derken; HDP Parti Sözcüsü Ayhan Bilgen de ekliyor: “İktidara hazırlanıyoruz”![46]

Ne demeli?!

 

HDP’DEKİ İSLÂMCI SÖYLEM

 

Ha, bir de HDP patentli İslâmcı söylem var![47]

Mesela ‘Al Jazeera’ye konuşan HDP Diyarbakır Milletvekili Altan Tan, 7 Haziran sonrasının “Heder edildiğini” belirtip, “PKK’nın tek taraflı çatışmasızlık ilân etmesini ve HDP’ye daha fazla alan açmasını” isterken;[48] “devrimci halk savaşı” ve “iç savaş” hakkında da şunları söyledi: 

“İç savaş felakettir. Suriye, Irak ve Lübnan örnekleri önümüzde. Devrimci halk savaşları 1960’ların Latin Amerikası’nda kaldı. Afrika’da, Angola’da, Kongo’da, Bolivya’da kaldı. Yapanlara da bir hayrı dokunmadı. Ardından diktatöryal rejimler geldi. Bunlar fantezilerdir. Bugünün dünyasının gerçekleri ile örtüşmez. Son kamuoyu araştırmalarında hep birlikte gördük. Kürt halkının yüzde 84.2’si bu mevcut hendek kazmaları, devrimci halk savaşı dedikleri pozisyonu benimsemiyor. Halka rağmen halkçılık olmaz. Halka rağmen de devrim olmaz. Nikaragua’da Sandinistalar devrimle gelip seçimle gittiler. “Bu halkın kafası basmıyor, ben ona doğruyu öğreteyim” demek de olmaz. İstanbul’dan, Urfa’dan, Diyarbakır’dan, Hakkâri’den, İzmir’den bu ülkenin 6 milyon insanı destek verdi, bizleri demokratik siyaset için Ankara’ya yolladı. Bunun ötesindeki yolları bu halk tasvip etmiyor. Tekrar söylüyorum: Yakarak, yıkarak, halkın yarısını perişan ederek elde edeceğiniz sonuç barış değil. Pirus zaferi, o da zafer değildir.”[49]

“Tan’a göre Kürt siyasi hareketi, üç konuda kafa karışıklığı yaşıyor.

1-Savaş mı, barış mı?: Yeni bir demokratik Türkiye Cumhuriyeti’ni mi inşa edeceğiz, yoksa savaşarak, çatışarak, ayrışarak bölünecek miyiz? Bu konuda Öcalan’ın kararı var. Dedi ki, “Bundan sonra Türkiye Cumhuriyeti toprakları içinde Kürt siyasetinin silahla hak arama dönemi sona ermiştir. Bundan sonra demokratik, legal, fikri bir siyasi mücadele olacaktır”. Bu tarihi bir karardır. Burada netleşmemiz gerekir. “Ben demokratik bir Türkiye istiyorum, bu iş olmazsa vurayım, kırayım, alayım bohçamı ayrılayım” olmaz. Nikâha giderken boşanma planı da yapılmaz…

2-Batı bloku mu, Ortadoğu mu?: Biz Avrupa Birliği ve Batı bloku içinde bir Türkiye ve Ortadoğu mu tasarlayacağız, yoksa İran-Rusya ekseninde bir Ortadoğu mu? Bu konuda da hem Öcalan’ın hem de birçok arkadaşımızın kafası net: Batı içinde bir gelecek tasarlanmasından yanalar. Ama kafası net olmayan arkadaşlarımız var. Bu konuda bütün arkadaşlarımızın netleşmesi ve bir karar vermesi gerekiyor.

3-Demokratik yol mu, şiddet mi?: Türkiye’de ortak bir hayat kuracaksak bunu demokratik yollarla mı yapacağız, yoksa savaşarak mı? Mesela demokratik özerklik... Bunu silahla, savaşarak, hendek kazarak mı elde edeceğiz, yoksa Ankara’da konuşarak, yeni bir anayasa yaparak, valileri halkın seçeceği bölgesel yönetimlerin yetkilerini arttırarak mı, yani düz bir yoldan giderek mi elde edeceğiz? Silahla bu işin olmayacağı konusunda hepimizin netleşmesi lazım.”[50]

Yine Tan’a göre, “HDP’nin bu üç soruya yanıtı şu: Kürtler, Türk halkıyla birlikte, yüzü Avrupa Birliği’ne dönük, kendi geçmişini de koruyan, Ortadoğu’daki halklarla dost, demokratik bir Türkiye inşa edecektir. Sayın Öcalan da böyle düşündüğünü 21 Mart 2013’teki mektubunda yazmıştır. Geldiğimiz nokta itibari ile bu mücadele de demokratik, sivil ve fikri olmalıdır. Kandil’dekilerin önemli bir kısmı bu şekilde düşünüyor. Tabii böyle düşünmeyenler de vardır.”[51]

Buna ne demeli?! Kürtleri “ya (silahlı) çatışma ya parlamenter pasifizm/dayatmalara boyun eğme/teslimiyet sahte ikilemine teslim etmek, silahlı mücadeleyi şeytanlaştırarak reformizme teslim olmak değil mi bu?

Bir de şu durum var: Bir dini veya mezhebi tutmak, öne çıkarmak, görüşlere din üzerinden haklılık sağlamak da ilericilerin işi değildir. Ava giderken avlanırlar…

“Gerçek İslâm” tartışması fikirlerin din üzerinden onay görmesine neden olur. Fikirlere din üzerinden gerekçeler ve meşruluk arama çabası dinin referans alınmasıdır. Bu da toplumun akıl yoluyla değil din yoluyla gerçeklere ulaşmasına neden olur. Din üzerinden fikirlere meşruluk arama toplumu daha hümanist olmaya değil bağnazlaşmaya götürür. Halkı anlayacağım, bağ kuracağım diye Ramazan’da sokaklarda ilerici belediye ve örgütlerin iftar sofraları kurması, seçim çalışmasında üzerinde ayet, dini sözler yazan hediyeler dağıtılması halkı, her zaman kendisine din üzerinden ulaşılması, din üzerinden ikna edilmesi beklentisine sokar. İyi niyetle başlanılan yolun sonu halkı yobazlaştırmaktır…

Ama bir dini veya mezhebi tutmak, öne çıkarmak, görüşlere din üzerinden haklılık sağlamak da ilericilerin işi değildir. ”Gerçek İslâm”, “İslâmîyet’te bunun yeri şöyle”, o değil ben gerçek Müslümanım”, “benim kardeşim de türbanlı” tartışması dinin meşruluk alanını geliştirerek fikirlerin din üzerinden onaylanmasına neden olur ki ilericiler bu alanda İslâmcılarla, gericilerle yarışamaz. Ava giderken avlanırlar. Bu tartışmadan, din üzerinden meşruluk arama çabasından uzaklaşılmalıdır.[52]

 

GEÇİCİ HÜKÜMET (VE LEVENT TÜZEL’İN) TUTUMU

 

Geçici (savaş) hükümetine katılım (ve Levent Tüzel) tutumu, HDP için negatifinden önemli bir sınav (ve sırat köprüsü) olmuştur.

Ahmet Davutoğlu’nun geçici hükümet için bakanlık teklifi götürdüğü HDP Milletvekili Levent Tüzel’in bu teklifi reddetmesine ilişkin hikâye herkesin malumuyken; HDP’nin resmi görüşünü dillendiren parti sözcüsü Ayhan Bilgen, “Diğer iki arkadaşımızın savaş hükümetleri konusundaki hassasiyeti Tüzel’den daha geride değil. Partimizin savaşla ilgili duyarlılığa da aynı netliktedir. Biz bu konuyu parti kurullarımızda değerlendirdik. Eş başkanlarımız kamuoyuna net açıklamalar yaptı. Tüzel, partimizle seçimde ittifak yapmış olan EMEP’in hukukuyla, tercihi ile hareket etti. Bu konu şüphesiz parti kurullarında değerlendirilecektir. Ama bizim gündemimiz çok önemsemediğimiz için bir icracı hükümet olarak görmediğimiz için, bu konuda bir görev olduğunu düşündüğümüz için bu konu bizim gündemimizde değil. EMEP’le ittifak doğrultusunda yer alan bir arkadaşımızın kendi tercihi olarak değerlendiriyoruz,” derken;[53] Hollanda’nın Lahey kentindeki konuşmasında Selahattin Demirtaş, söz konusu bakanlıkları hak ettiklerini düşündükleri için hükümete girdikleri belirtip, bu bakanlıkların kendilerine oy veren seçmenlerin emaneti olduğunu dile getirerek, şunları söyledi:

“O bakanlıklar AKP’nin tapulu malı değildi, sizin malınızdı biz o emanetinize sahip çıkmak için oradaydık. Bu bakanlıklar, hem AB hem Kalkınma Bakanlığı olarak HDP’nin nasıl bir iktidar, nasıl bir hükümet anlayışıyla gelecekte ülkeyi yöneteceğinin sadece küçük bir göstergesi olacak. Bizim bakanlarımız, yani halkın bakanları siz orada kolay kolay savaş kararı almayın diye, siz orada devletin imkânlarını AKP’nin seçim çıkarları için kullanmayın diye oradalar. Sizin tam da ensenizdeler. Siz gidip sarayda Bakanlar Kurulu toplantısı yapmayın diye bakanlarımız orada. Çünkü bizim bakanlarımız, kusura bakmayın sarayda Bakanlar Kurulu toplantısına katılmazlar. Saray bizim açımızdan hükümetin başı değil. Saray bizim açımızdan Başbakan yetkilerine, Başkanlık yetkilerine sahip değil. Saray eğer anayasadaki yetkilerini kullanır, saray eğer halkın iradesine saygılı olursa biz de saygılı oluruz. Ama bizi tanımayanı biz tanımak zorunda değiliz.”[54]

Levent Tüzel’in geçici hükümette yer almaması konusunda EMEP Genel Başkanı Selma Gürkan, “EMEP olarak yaptığımız değerlendirmede, yeniden seçim kararının bir seçim hükümeti ve aynı zamanda bir savaş hükümeti olacağını düşündük. Bu savaş hükümetinde yer almanın doğru olmayacağı yönünde bir karar verdik. Kurucu genel başkanımız Levent Tüzel de kendisine teklif edilen bakanlığı partimizin kararı doğrultusunda reddetti. Ama şunu biliyoruz HDP ile ittifak hâlinde seçimlere girdik. Farklı bir partiyiz ama demokrasi mücadelesinde ittifak hâlinde mücadeleye devam edeceğiz. Kimi kritik noktalarda ayrı düşünebiliriz. Bu HDP içinde bir çatlak olarak değerlendirilmemeli.”[55]

“Partimizin kararı, HDP ile olan ittifak hukuku açısından herhangi bir yanlışlık içermemektedir. Aksine ittifak hukuku böylesi farklı tutum ve yaklaşımların olabileceğini içeren bir hukuktur. Partimiz bu güne kadar üzerinde mutabık olduğumuz ittifak hukukuna uygun davranmıştır. Sayın Demirtaş bunu en iyi bilen kişilerden birisidir,”[56] derken; EMEP de konuyla ilgili şu açıklamayı yaptı:

“Türkiye, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın ve onun yönettiği AKP’nin yukarıdan yaptığı dayatmalarla 1 Kasım’da yeniden seçime gidiyor.

Yeterli süre olduğu hâlde, hükümeti kurmak için ikinci bir isme görüşmeler yapma hakkı tanımayan Erdoğan’ın, Türkiye’yi seçime götürecek hükümeti oluşturma görevini yeniden Ahmet Davutoğlu’ya vermesi, bu siyasi dayatmalar zincirinin bir devamıdır.

Davutoğlu bu kapsamda, HDP listesinden seçime giren ve İstanbul milletvekili seçilen partimizin önceki Genel Başkanı Levent Tüzel’e, kabinede yer almayı teklif etmiştir.

Öncelikle; bu seçim hükümetinin oluşturulma süreci, AKP’nin ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 13 yıllık siyaset geleneğine uygun olarak, tamamen anti-demokratik biçimde gelişmiştir. Bakan olarak önerilecek isimlerin, partileri aracılığıyla belirlenmesi yoluna bile gidilmemiştir.

İkinci olarak; içeride ve dışarıda bir savaş hükümeti olarak davranan ve emekçi düşmanı politikalara imza atan Recep Tayyip Erdoğan ve AKP’nin kuracağı bir hükümetin, Türkiye halklarına vereceği hiçbir şey yoktur. Bu hükümet de önceki hükümetler gibi özgürlüklere ve halka karşı bir saldırı hükümeti olacaktır.

Partimiz böyle bir seçim hükümetinde yer almayı yukarıda özet olarak sıraladığımız nedenlerle uygun görmemektedir.”[57]

Yine konuya ilişkin olarak Levent Tüzel seçim hükümetine katılmama gerekçesini basın toplantısında şöyle açıkladı:

“Bugün de öncelikle benim de diğer HDP’li vekil arkadaşlarımızın, eş başkanlarımızın çağrısı gibi, öncelikli dileğimiz bu haksız savaşın halka karşı yürütülen savaşın derhâl durdurulması. Kürt halkı adına, Türkiye halkları adına, demokrasi adına mücadele ettiğini söyleyen her kimse, bu savaşın tarafı olmaması gerektiğini söylüyorum.

Sayın Başbakan, bakanlık görevi tevdi etti. Kabul edip etmediğimizi saat 6’ya kadar iletmemizi istediler. Resmi görüşümüzü kendilerine ileteceğiz. AKP hükümeti ve aslında bir numara diyeceğimiz sayın cumhurbaşkanı ‘seçimlere ben mi giriyorum’ diye hâlâ konuşan cumhurbaşkanı, muhtarlar toplanıyor, başbakan müftüleri topluyor. Bir devlet anlayışını adım adım uyguluyor, topluma empoze ediyor. Evet seçime kendisi giriyor. 7 Haziran’da da böyleydi 1 Kasım’da da böyle. Ve ben inanıyorum ki 7 Haziran seçim sonuçları ortaya çıktığında, 1 Kasım’a kadar işleyecek süreci 8 Haziran’dan itibaren AKP kurmayları planladılar. Ve bu senaryoları simülasyon üzerinde yürüttüler. Özel güvenlik bölgeleri ilan edilmesi, iç güvenlik yasasının devreye sokulması, cenazede canı yanan insanların sözlerinin hakaret sayılıp tutuklanmaları ve bir dizi hukuksuzluk.

Anayasa yok, hukuk yok, teamül yok. Her şey cumhurbaşkanı başbakan ikilisinin keyfiyetleri çerçevesinde uygulanıyor. Ve şimdi bizim katılmamızı istedikleri, tekrarlanacak seçimin yürütülmesini sağlayacak seçim hükümetinin de bu işleyişin bir devamı olacağı çok açık. Hem halka karşı yürütülen savaş, hem baş gösteren ekonomik kriz, işte kamu emekçileriyle imzalanan toplu sözleşmede örnekte olduğu gibi, hem ülkedeki halkları refaha kavuşturacak bir dil tersine nefret söylemini hâlâ sürdürüyorlar. Hâlâ HDP’yi düşmanca hedef gösterir hâlde olmaları aslında bu hükümetin aynı çizgide iş yapacağını gösteriyor.

Teslim edelim, kabul edelim ki yeni hükümetin de ana işlevi bu olacaktır. Her tür keyfiyetle, entrikayla arzu ettikleri sonucu elde etmek için her şeyi göze almak… Ama bu hepimizden kaybettiriyor. Canımızdan, geleceğimizden, ortak yaşamımızdan. Temsil ettiğim Emek Partisi’nin de esas kaygısı budur.

Bölgede olanlar hayli kaygı verici. AKP hükümeti çok açık Kürt hareketine, barış isteyen güçlere, HDP’ye tuzak hazırlıyor. Bugün hükümette HDP’nin varlığını bile sindirmekten çok çok uzakta demokrasi kültürü kesinlikle yok. Yılların teamülü Kılıçdaroğlu’na işlemedi. En küçük bir saygı gereği parti yönetimlerine, önerecekleri vekillerin isimleri sorulmadı. Başbakan benim hakkımdır benim anayasal yetkimdir deyip işin içinden çıkmaya çalışıyor.

Emek Partisi olarak biz bu politikayı hiçbir zaman onaylamadık. HDP olarak da elbette hiçbir zaman onaylamadık. İttifak gücü olarak katıldığımız, kader ortaklığı yaptığımız güçler, demokrasi güçleri bu dayatmaları, entrikaları hiçbir zaman kabul etmedi. Halka sığındık. Bundan sonra da bu süreç böyle olacak böyle işleyecektir. Barış bloğunun hepimizi içine alan Türkiye halklarının, bloğun çağrıları önemli. Bugün bile bu haksızlık, kirli operasyonlar durdurulmalı diyoruz. Siyasi iktidara çağrımız budur.

Böyle oldukça şimdi bu hükümetin devamı olarak gördüğümüz, kural tanımayan, HDP üzerinde de baskı kurmaya çalışan bu halka saldırı hükümeti karakteri taşıyan geçici de olsa bu seçim hükümetinde görev almayı doğru bulmuyoruz. Kurucu genel başkanı olduğum ve HDP ile ittifak kurduğumuz vekil olarak temsil edilmiş olduğum bu çalışma içerisinde, kararımız bu yönde teşekkül etti. HDP parti yönetimi ile de paylaştık. Sayın Başbakan’a bu görevi bu nedenlerle kabul etmeyeceğimizi bildirmiş olacağız.”[58]

Yine EMEP GYK üyesi Mustafa Yalçıner de, twitter hesabından “Bir sosyalist, hiçbir ‘ulvi’ gerekçeyle, geçici ya da değil, bir gerici burjuva halka karşı saldırganlık hükümetinde yer almaz,” dedi![59]

Tam da bu tabloda Levent Tüzel (ve EMEP)’in tavrı konusunda Erdal Karayazgan, “Selahattin Demirtaş (ve MYK) temeli olan bir yaklaşım ile seçim hükümetinde görev alınması kararı aldı. Levent Tüzel de temeli olan başka bir yaklaşım ile kendi demokratik hakkını kullanarak görevi kabul etmedi. Aklın yolunun bir olmadığının ‘doğallığına’ (farklıların ve farklılıkların olduğu gerçeği) tanık oluyoruz.

AKP de (yani Erdoğan) sanki her bakanlık teklifinin kabul edilmesi zorunluluğu varmış gibi ‘totaliter’ ve de her zamanki fırsatçı ve etiğin/ ahlâkın en dip noktasının bile altında (eksi durumunda) olan ‘siyaset’ anlayışıyla bunu beklendiği gibi kullanmaktan (yani başka bir isim vermekten imtina ederek) her zamanki pervasızlığı ile kaçınmadı.

HDP değil AKP (Erdoğan) pas pas oldu bana göre. Reel siyasettir AKP (Erdoğan) kazançlı çıkmış olabilir. (bir bakanlığı daha elde etmiş olabilir vb.) AKP’ye (Erdoğan) belirsiz bir ‘kazandırmama’nın karşılığı Levent Tüzel’in demokratik hakkı olarak kabul edemediği bir kararı ‘zor’ altında (Parti kararının parti üyesine baskın çıkması) uygulaması olabilir mi?”[60] derken; Murat Çakır da çok haklı olarak ekliyordu:

Devlet, HDP’nin başarısını engelleyemediği için yeni bir manevra ile HDP’yi sisteme entegre etmeye çalışıyor. Hâlbuki HDP’nin yapması gereken seçim sürecinde ve sonrasında yaşanan politik gelişmeleri dikkate alarak Seçim Hükümetinin meşru olmadığını ilan etmek ve sine-i millete dönmektir. Parti olarak meşru sayılmayan uygulamalar sonucunda, bütünsel bir senaryonun parçası olarak oluşturulan bu hükümete katılmak doğru değildir. HDP açısından bunun pratiği ise 7 Haziran seçimlerinin meşru sonuçlarının devlet tarafından yok sayılarak, burjuvazinin bu çarpık demokrasi anlayışını halklar nezdinde deşifre etmek, 1 Kasım seçimleri için yerellerde bütün gücüyle, Türkiye’nin tüm barış ve demokrasi güçleri, onların siyasal örgütleri ile en geniş ittifakı sağlayarak oy oranını yükseltmek için aktif bir seçim kampanyası yürütmektir. Aktif bir seçim kampanyası, yerellerde Halkların Demokratik Meclisleri’nin oluşturulması, Demokratik Halk İktidarının nüvelerinin oluşturulması ve bu organlar ile seçim kampanyalarının yürütülmesidir. 

Bazıları bizi ‘politik vizyonumuzun darlığı’ ile suçlayabilirler. Politik vizyonun genişliği ve darlığı onun sınıfsal analizine bağlıdır. Biz, aktif, kıvrak, popüler ve güncel politikaya müdahale eden bir siyaset tarzına kesinlikle karşı değiliz. Belirleyici olan onun niteliği ve ilkeselliğidir, biçimi değildir. 

Bu anlamda EMEP MYK’sının Levent Tüzel arkadaşımıza yapılan bakanlık önerisi ile ilgili olarak almış olduğu kararı da yerinde buluyoruz. Levent Tüzel yanlış yapmamıştır. Evet, kendisi HDP Milletvekilidir ve HDP PM üyesidir. Ancak buradan yanlış sonuçlar çıkarmamak gerekir. EMEP, HDP bileşeni değildir, HDK bileşenidir.”[61]

Gerçekten de Kültür Bakanı Yalçın Topçu’nun, iki HDP’li bakan için “ya istifa etsinler, ya azledilsinler” dediği;[62] “Geçici hükümet için Başbakanlık, istisnalar haricinde tüm kamu kurum ve kuruluşlarındaki naklen veya açıktan atamaları durdurdu. İlk seçim hükümetinde yer alan bakanlar ‘takdirlerine dayalı’ hiçbir atama yapamayacak,”[63] notunun düşüldüğü; “Ben HDP’yle koalisyonu doğru bulmadım, tavırlarından dolayı. Barışçıl bir siyasete geçmedikçe bizim HDP’yle işimiz yoktur. HDP Türkiye’yi kardeş kavgasının eşiğine getirdi. Biz HDP seçmenine saygıda kusur etmeyiz. Anayasal bir zorunluluk olarak o partiden 3 isme teklif götürdük,”[64] diyen Başbakan Davutoğlu’nun Bakanlar Kurulu listesini açıkladıktan sonra HDP’li iki bakanın görev alanlarına gönderme yaparak “Bakalım kendi arkadaşlarının başında olduğu bir bakanlığın yatırımlarına ‘savaş barajları’ demeyi sürdürecekler mi?”[65] sorusunu dillendirdiği dizaynda geçici hükümette HDP’lilerin ne yapıp, yapamadığı herkesin malumu ve olan sakın estetize edilip, abartılmasın!

Nihayetinde HDP’li bakanlar Müslüm Doğan ve Ali Haydar Konca istifa etti[66] ve istifa eden HDP’li Bakan hakkında Figen Yüksekdağ, “İki bakanın kararı oldukça doğru ve yerinde bir karardır,” derken; partilerinin bilgisi ve onayı dahilinde bu kararı alan her iki bakanın, “Hükümetin uyguladığı savaş koşullarının giderek ağırlaşması” ve “HDP’li iki bakanın karar mekanizmalarına dahil edilmemesi” nedeniyle istifa ettikleri açıklandı![67]

Bakanlar Kurulu toplantısı sürerken istifa edip, Cizre ve Varto’daki çatışma ortamını istifalarına gerekçe olarak sunan[68] HDP’li AB Bakanı Ali Haydar Konca ile Kalkınma Bakanı Müslüm Doğan geçici hükümette ne yaptı?

Mesela AB Bakanı Ali Haydar Konca, “Seçim Hükümeti’nde bakan olarak yer almamızın nedeni, tam da içinden geçtiğimiz bu çatışmalı ortamı durdurmak üzerinedir. Bir an evvel, hemen bu sokağa çıkma yasakları dahil, bölgedeki güvenlik odaklı yaklaşımların son bulması, operasyonların bitirilmesi ve ellerin tetikten çekilmesi gerektiğini düşünüyoruz. Derhâl bu yaklaşımlar son bulmalı, yeniden barış ortamına dönebilmenin ortamını yaratmaya çaba göstermeliyiz… Önümüzdeki ilk Bakanlar Kurulu toplantısında bu konuyu gündeme getireceğimizi ve bir sonuç alıncaya kadar konuyu gündemde tutacağımızı ifade etmek isteriz.”[69] “HDP’nin komplolarla barajın altına itilmesi Türkiye’nin bölünmesini getirecektir,”[70] dedi demesine de, sonuçta bunlar sadece denilmiş oldu!

Tıpkı, “Bakanlığımız süresince, haksız, adaletsiz, halktan ve emekten yana olmayan politikalar terk edilecektir,” vurgusuyla akan kanın durması ve barışın tesisi konusuna önem verdiklerini, bu kapsamda Bakanlar Kurulu’nda gündeme getireceklerini ifade edip, “Araç ve makinelerin yakılmasına karşıyız,”[71] diye eklemeyi ihmal etmeyen Müslüm Doğan gibi.

Çünkü “Bakanlar Kurulu toplantısında ‘Ne oldu da çatışma başladı?’ diye sordunuz mu?” sorusuna Kalkınma Bakanı Müslüm Doğan, “Böyle bir fırsat olmadı. Bakanlar Kurulu’nda belli konular ele alındı. Eğitim ve bütçeyle ilgili görüşmeler oldu. Ama özel görüşmelerimizde ifade ettik. Bunun neden kaynaklandığını devlet bilmek zorunda. Ortak vatanımızda barış içinde yaşama koşullarını yaratmak zorunda. Bunu biz de sorguluyoruz. 7 Haziran öncesi şartlar neden bir tarafa bırakıldı? Bakanlar Kurulu toplantısında bu konu bire bir gündeme gelmedi,”[72] yanıtını verecekti!

Tüm bunlar böyleyken; şu an itibariyle yazdıklarına bin pişman olduğunu düşündüğüm Tuncay Yılmaz, “İstanbul Milletvekilimiz Levent Tüzel, Kocaeli Milletvekilimiz Ali Haydar Konca ve İzmir Milletvekili Müslüm Doğan arkadaşlarımızın seçim hükümetine girmeyi kabul etmeleri ve bakanlıkları iktidar yürüyüşümüzün yeni bir etabı olmuştur. Düzen güçleri her türlü engelleme çabasına rağmen HDP’nin iktidar yürüyüşünü durduramıyorlar. Şimdi seçim hükümetinin bakanlar kurulunda yer alacak üç arkadaşımız seçim sonrasının kalıcı hükümetinde yer almaya devam edecekler ve Erdoğan çetesinin döküntüleri o alanı terk etmek zorunda kalacaklar,”[73] derken; “HDP bir savaş kabinesinde mi?”[74] “Vurun HDP’ye, kırılsın beli!”[75] nidalarıyla Aydın Engin’in zırvası da şöyleydi:

Şimdi anayasa gereği bir seçim hükümeti kurulacak… Anayasa gereği bu hükümette HDP’li 3 milletvekili de yer alacak. Bakanlar Kurulu’nda herhangi bir dümen çevrilmeye kalkışıldığı anda 3 HDP milletvekili bunu anında biz yurttaşlara aktaracak. Birisi hükümeti Beştepe’den idare etmeye kalkışıldığında “Hooop dedik efendi” denecek ve dikensiz gül bahçesinde siyaset yapmaya çabalayan o zat mosmor olacak… Yani şu içimizin karardığı günlerde birazcık da olsa keyifleneceğimiz günler bizi bekliyor. Müjdeyi benden aldınız. Haydi hep birlikte: Keh keh…[76]

Bu kadar da değil, Tüzel’in tutumu üzerine Demir Küçükaydın da, şunları kaleme alabildi:[77]

“Şimdi muhtemelen Erdoğan şöyle yapacaktır. Levent Tüzel’in yerine başka bir HDP’li değil; HDP ile hiçbir ilgisi olmayan başka birini atayacaktır… İnşallah Erdoğan böyle davranmaz. İnşallah basireti bağlanır da başka bir HDP’li atar… İnşallah Erdoğan Leven Tüzel’in yerine başka bir HDP’liyi görevlendirir de HDP’yi iyice paspas etmez”![78]

Kabul edilmelidir ki orta yerde parlamentarist bir pragmatizm söz konusudur!

Ve bu konuda KCK Yürütme Konseyi Eşbaşkanlığı, HDP’li vekillerin kabineye girmesinin kendileri açısından durumu değiştirmeyeceği vurgusuyla, “Şimdi bu ortamda hangi seçimden, seçim sürecinden, seçim hükümetinden söz edilebilir? Normal bir zamanda anayasanın hükmü olan farklı partilerden oluşan bir seçim hükümetinden söz edilebilirdi... Bir iki HDP milletvekilinin bu seçim hükümetinde olması bu hükümeti anayasa gereği oluşmuş bir seçim hükümeti hâline getirmeyecektir... Şu anda tüm demokrasi güçlerinin görevi, Kürt halkının kendi kendini yönetmesine saldıran AKP hükümetinin bu politikalarına karşı mücadele etmek ve mücadeleyi yükseltmek olmalıdır,”[79] derken; 1 Kasım seçimlerinde HDP listesinden aday gösterilmeyen Levent Tüzel de haklı olarak ekledi: “Bakanlığı kabul etmediğim için aday gösterilmemem eleştirilecek bir durum”![80]

 

KABULLENEMEDİĞİMİZ REEL POLİTİKER PRAGMATİZM

 

Kabul edilmemesi gereken bir reel politiker pragmatizmle yüz yüzeyiz!

HDP Eş Genel Başkanı Figen Yüksekdağ, sivil toplum örgütleri tarafından Ankara’da 17 Eylül 2015’de yapılan yürüyüşte bayrağın sembol olarak kullanılmasına tepki gösterip, “Bizim karşı çıktığımız, itiraz ettiğimiz şey, bayrağın, bayrağın kutsiyetinin ve bayrağın birleştirici değerlerinin ırkçılığa, şovenizme ve devlet terörüne alet edilmesidir. O bayrağın alında, kızılında Kürt’ün, Türk’ün, Laz’ın, Çerkez’in, bütün Türkiye halklarının kanı var. O bayrağın kızılı oradan gelmiş. O bayrağın kızılının gölgesini Türkçülüklerine, kafatasçılıklarına, faşizmlerine alet etmeye kalkmasınlar. Bu halklarının kanının oluşturduğu bayrağını bir ulus adına başka bir ulusa karşı kimse kullanamaz. Biz o nedenle Türk bayrağının kullanılmasını, bayrağın kutsiyetine ve değerlerine yapılmış bir hakaret görüyoruz,” dedi![81]

Bunu kabul edebilir miyiz? Etmiyoruz![82]

Kalkınma Bakanı Müslüm Doğan, bayrak yürüyüşünün demokratik bir hak olduğunu belirtti![83]

Buna “Evet” demek mümkün mü? Elbette değil!

TBMM Genel Kurulu, 25. Dönem 2. Yasama Yılı açılışında HDP Ankara Milletvekili Sırrı Süreyya Önder, Başbakan Davutoğlu’nun da PYD’ye teşekkür ettiğini, bunun belgelerle kayıtlarda mevcut olduğunu belirterek, “O dönem Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı olan Sayın Feridun Sinirlioğlu ile birlikte ben Süleyman Şah Türbesi’nin taşınmasını organize ettik.”[84] “Taşınma sonrası Davutoğlu Rojava’ya teşekkür etti,”[85] dedi.

Bu iş size mi düştü? Keşke düşmeseydi! Ve keşke T.C.’nin “alengirli” işlerinin ihalesine, hatta “düzen-içi” bir misyona bu denli hevesli olmasanız!

“HDP’li Celal Doğan Erdoğan’la görüştü”…[86]

“Erdoğan’la yaptığı görüşmesine ilişkin olarak, Tayip bey, ‘Çözüm sürecinden vazgeçmedim ama kırgınım’ dedi.”[87] “Kimse AKP ile müzakere etmiyor. Müzakere, Cumhurbaşkanı ile partiler arasında oluyor,”[88] deyip; “HDP şiddetle, silaha el vurduğu zaman o partide olmam”[89] vurgusunun altını çizen (7 Haziran 2015 seçimleri öncesi CHP’den ayrılarak HDP’ye geçen!) HDP G. Antep Milletvekili Celal Doğan’ın Erdoğan ile gerçekleştirdiği sürpriz görüşmenin parti yönetiminin bilgisi dahilinde olduğu belirtildi.[90]

Erdoğan’ı meşrulaştırmaktan başka neye yaradı? Olmasaydı keşke!

HDP Mersin Milletvekili Dengir Mir Mehmet Fırat, 14 Ağustos 2015 tarihinde “Sayın Cumhurbaşkanım” hitabıyla Erdoğan’a yazdığı mektupta barışın tekrar tesis edilmesi için rol oynaması çağrısında bulunarak ekledi:

“Şu anda mensubu olduğum ve siyasi mücadelemi bünyesinde sürdürdüğüm Halkların Demokratik Partisi’ni ve O’nun Eş Başkanlarını siyasi rakip olarak görmenizin, bu saatten sonra ülke çıkarları ile bağdaşmadığı kanaatini taşıyorum…

HDP hiç bir silahlı yapının siyasi uzantısı ve kolu değildir.IRA-Sınn Fein ilişkisine benzer bir ilişkinin HDP-PKK arasında da olduğunu düşünmek yanlıştır, yanıltıcıdır.

Bu durum HDP’yi savunma adına ortaya koyduğum bir tespitten çok bir realiteyi ifade etmektedir.

Zira Partimiz; ‘PKK’ye silah bıraktırabilecek olan parti biziz’ de demiştir. Ancak bunun altı boş çağrılarla olamayacağını da ifade etmiştir.”[91]

Ya sonra mı? Dengir Mir Mehmet Fırat’ın, Cumhurbaşkanı’na hitaben yazdığı açık mektuba Saray’dan bir ses gelmezken, “Çözüm masası yeniden kurulur mu?” sorusunu, “HDP erken seçimde almış olduğu oyu korur veya artırırsa AKP’nin yeniden tek başına iktidar olma süreci sona erer ise evet kurulur,” diye yanıtladı![92]

Bu ne perhiz, bu ne lahana… demezler mi?

Son bir şey daha: Vay Celal Doğan’dan, Dengir Mir Mehmet Fırat’dan medet uman barışa!

 

ELEŞTİREL HDP DEĞERLENDİRMELERİ

 

HDP konusunda, onları doğrudan etkilemese de birçok eleştiri söz konusudur.

Örneğin Ömer Ağın, “HDP devrimci duruşunu güçlendirmelidir!”[93] ya da Metin Yeğin, “Liberal söylem olayları açıklamaya yeterli değil. Liberallere gösterilen ‘teveccüh’ ise tamamen gereksiz. HDP de, KÖH de, sol da liberal söylemden kurtulmak zorundalar”[94] veya Murat Çakır, “AKP, CHP ve MHP esas itibariyle sermaye fraksiyonlarının çıkarlarını gözeten bir siyaseti temsil etmektedirler. HDP ise bu cephe karşısında Gezi ve Kobanê ‘ruhlarını’ birleştiren bir alternatif potansiyeli içerisinde barındırmaktadır. Bu potansiyeli ete-kemiğe büründürmek; barışçıl, demokratik, eşitlikçi, sosyal ve ekolojik yönelimli halklar hareketine dönüştürmek, en başta HDP bileşenlerinin sorumluluğundadır. Sokağın gücünü kullanabilen, işçi sınıfının - örneğin metal işçilerinin direnişi ile kimlikler ve milliyetler sorununun çözümünü birleştiren, emperyalist stratejilere ve kapitalist sömürüye karşı çıkan bir HDP, halkların gerçek alternatifi hâline gelebilir. HDP ayaklarını yere basmalıdır, aksi takdirde düzenin çarklarından birisi olmaktan kurtulamayacaktır,”[95] türünden içeriden eleştirilerini dillendirirlerken; Mustafa Peköz de, şunların altını çiziyordu:

“7 Haziran seçimlerinde güçlü çıkan ve hatta seçimlerin tek galibi sayılan HDP, tuhaf bir şekilde edilgen kaldı ve politik sürece müdahalede beklenilen etkiyi gösteremedi. HDP henüz bir parti gibi hareket edemiyor. Kurumsal yapılarını işletmede ciddi sıkıntılar yaşıyor. 7 Haziran seçimlerinde olduğu gibi bugün de seçim çalışmalarının önemli bir kısmı Selahattin Demirtaş’ın sırtında yürüyecek gibi görünüyor. 80 milletvekili olan bir parti olarak toplumsal dinamikleri harekete geçirmede beklenilen refleksleri gösteremiyor. Kendi misyonunu oynamayan ve politik bir merkez kurmada ciddi sıkıntılar yaşayan HDP, devletin çok yönlü saldırılarına karşı halkın toplumsal tepkisini yeterince harekete geçiremiyor, dahası böylesi bir rol üstlenme sorumluluğundan kaçıyor izlenimini veriyor. Yüzde 13 oy almış bir partinin savaşa karşı güçlü bir barış refleksi göstermesi son derece önemli olmasına rağmen, buna yönelik ciddi bir politik karşı koyuşu örgütlemiyor. Örneğin devletin topyekûn savaş gerekçesi hâline getirdiği Suruç katliamını ne iç kamuoyunda ne de uluslararası alanda gündemleştirebildi. Türkiye’nin politik gündeminin merkezine konulması gereken bu katliam bir ay içerisinde fiilen unutuldu.

HDP, seçimlerden sonra belirlemiş olduğu politikaların birçoğunda yanlış bir yönelim içerisine girdi. Politik yönelimlerinin hatalı olmasının çok ötesinde sistemle ilişkilenişi esas alan bir hatta ilerliyor. Bu bakımdan HDP’nin yanlışlarına dikkat çekmek hem gerekli hem de bir görevdir.

Birincisi, HDP’nin rejimin önemli isimlerinden biri olan Celal Doğan’ı Cumhurbaşkanı Erdoğan ile görüşmeye göndermesi bütünüyle yanlıştı. Doğan kendi kafasına göre gitmedi, Eş Başkanların bilgisi dahilinde Erdoğan ile görüşmeyi gerçekleştirdi. Erdoğan, her parti içerisinde devletin geleneksel çizgisine yakın olanları tercih etti ve böylelikle aslında kendi pozisyonunu meşrulaştırdı. Seçimlerde kendisi hakkında söylenilenlerin ne kadar geçersiz olduğunu partilere kabul ettirdi. Ayrıca Celal Doğan neden HDP’den aday oldu? Bu soruya verilecek yanıt, aynı zamanda HDP’nin devlet tarafından denetlenmesi ve sistem içerisine çekilmesi bakımından üzerinde düşünülmesi gereken çok önemli bir nokta. Bu nedenle Mart 2015’te yayımlanan makalemde Celal Doğan’ın aday gösterilmesinin yanlış olduğuna dikkat çekmiştim. Bugün de aynı düşüncemi koruyorum.

İkincisi, Figen Yüksekdağ’ın bütün koalisyon görüşmelerine açığız değerlendirmesi ve daha sonra iki Eş Genel Başkan’ın AKP-CHP Koalisyonuna destek veririz açıklamaları yanlıştı. HDP, sorunların çözümünü sistemin iki önemli partisi arasındaki koalisyon üzerinde olacağına kendisini ikna etti. Üzerinde yükseldiği toplumsal dinamikleri canlı tutmak yerine, egemen sınıfların belli bir kesiminin ‘uzlaşıcı’ görünmesi ve mutlaka olası bir ‘koalisyon içerisinde yer alması gerektiği’ uyarısının etkisi altında kaldı. İktidar gücü olan AKP ile iktidardan pay almak isteyen CHP’nin sistemin sürekliliği bakımından stratejik politikaları esasen aynıdır. Bunlara destek vermenin kimseye bir yararı olmayacağı çok açıktır.

Üçüncüsü HDP’nin geçici hükümete bakan vermesi de son derece yanlış ve politik sonuçları da ağır olan bir sürecin başlangıcı olarak görmek gerekir. Gündemde olan seçim hükümeti değil, savaşı yoğunlaştıracak ve toplumsal muhalefeti bastırmakla görevlendirilmiş bir teknokrat bakanlar kuruludur. HDP, hükümete iki temsilci vererek Erdoğan tarafından organize edilen ve savaş politikalarına ağırlık verecek olan teknokrat hükümetini meşrulaştırdı. İki HDP’li bakanın, devir-teslim işlemi yaptırmaması veya kırmızı plakalı arabaya binmemesinin ciddi bir değişim olarak gösterilmesi de çok basit ve tuhaf bir davranıştır…

Dördüncüsü, uzlaşma ve birleştirici kavramlarını uygun yerde ve zamanda kullanmayan, bunu daha çok sistem dışında kalan ve demokrasi mücadelesinde yer alan kurumsal yapılar arasında geliştirmek yerine parlamentoda sistem partileri arasındaki uzlaşıya indirmek de son derece yanlış ve tehlikelidir. Politika belirli ilkeler ve değerler içerisinde yapılır. Örneğin egemen sınıfların bir kesiminin taleplerini dikkate alarak uzlaşıcı görünmek için sistemin en önemli iki partisinin kuracağı koalisyona destek vermeyi savunmak, bugünkü rejimi kılcal damarlarına kadar desteklemektir. Bunu ‘parlamentoda politika yapıyoruz, toplumda gelen talepleri dikkate alıyoruz’ gibi bir bakış açısıyla savunmaya çalışmak da, sistem partilerine benzemektir...

Beşincisi, HDP, Kürtlere yönelik çok yönlü sürdürülen savaşa karşı 80 milletvekiliyle içte ve uluslararası alanda aktif bir rol üstlenmesi gerekirken oldukça pasif ve kendiliğindenci bir politika izliyor. Hemen her gün Kürtlerin seçilmiş yerel yöneticileri tutuklanıyor. Belediye Eş Başkanları, HDP ve DBP yöneticilerinin tutuklanmaları öyle sıradanlaşmış ki haber değer bulunmuyor. Bunlar halkın yereldeki temsilcileridir, halkın gerçek iradesini temsil ediyorlar. Ancak HDP, bu tutuklamalara karşı gerekli politik refleksi örgütleyemiyor. Hatta biraz ağır olacak ‘yok hükmünde’ sayıyor.

Altıncısı, 7 Haziran’da Türkiye’nin iç politik dengeleri ve iktidar çatışması nedeniyle egemen sınıfların bir kesimi belki de bir kereye mahsus olmak üzere HDP’yi destekledikleri biliniyor. HDP, bu desteği süreklileştirmek isterken, karşıdaki güçler ise HDP’nin bütünüyle sistem içerisine çekilmesinde ısrar ediyor. Bunun en somutlaşmış biçimi de Kürt Hareketiyle arasına mesafe koyması ve ondan bağımsız hareket ettiğini göstermesidir. HDP, bu modaya uymuş olacak ki, görüşmeleri bütünüyle sonlandıran, ateşkesi tek taraflı bozan ve savaşa karar veren devlete yönelik politikalarını çok daha aktifleştireceğine PKK’ye yönelik eleştirel söylemlerini arttırmaya başladı. S. Demirtaş’ın PKK’ye çağrı yaparak ‘ama’sız silahların bırakılmasını dillendirmesi ne anlama geliyor?”[96]

Bunlara Celal Başlangıç’ın, “Haziran 2015 seçiminin bildirgesinin açıklanmasından tam 163 gün geçmişti ve HDP’nin 2 Ekim 2015 tarihinde 1 Kasım seçimleri bildirgesinin bir önceki bildirgeyle 2 Ekim 2015 tarihli arasındaki en büyük fark, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın ne yapılacağı konusuydu.

21 Nisan’da bildirgede yer alan ilgili maddeyi Yüksekdağ okumuştu: ‘Diyanet İşleri Başkanlığı kaldırılarak devletin din ve inanç alanından elini çekmesi sağlanacak.’

Diyanet İşleri’ni kaldırma konusu HDP içinde de çok tartışılmıştı. AKP sözcüleri tarafından da ağır biçimde eleştirilmişti HDP. Ancak okunan bildirgede görüldü ki, Diyanet İşleri Başkanlığı’nı ‘kaldırmak’ yerine her inancın temsil edileceği Din ve İnanç İşleri Kurulu’na ‘dönüştürmek’ önerisi geliştirilmişti. Anlaşılan tartışmalar ve eleştiriler bu bildiride dikkate alınmıştı,”[97] diye formüle ettiği konuda şunlar da eklenmeli:

“Dini, devletten devleti de dinden özgürleştirecek çözüm önerisi yok. Tek mezhepli devletten, çok dinli devlete yol açan yaklaşımlar var. Şöyle ki; HDP ‘Diyanet İşleri Başkanlığı ‘Din ve İnanç İşleri Kurulu’ olarak yeniden yapılandırılacak’ diyor ama bu kurulun sivil mi, özerk mi yoksa kamu kurulu mu olduğunu belirtmiyor.

‘Devletin din ve inanç alanından elini çekmesi sağlanacak, din ve inanç işleri topluma, inanç sahiplerine bırakılacak’ diyor ama sonraki paragrafta 150 bin Sünnî İmamı ilgilendiren ‘Diyanet İşleri çalışanlarının özlük hakları korunacak’ diyerek dinin finansmanını kamuya ait ‘diyanet bütçesi’ üzerinden korumayı taahhüt ediyor. Bu ise ciddi bir çelişki barındırıyor.

HDP’nin ‘Din ve İnanç İşleri Kurulu inanç topluluklarının temsilcilerinden oluşacak, aralarındaki ilişkiyi düzenleyecek ve koordinasyonu sağlayacak’ tutumu ile CHP’nin ‘Devlet tüm inançlara ve bireysel tercihlere eşit mesafede duracak, Diyanet İşleri Başkanlığı çoğulcu ve kapsayıcı bir yapıya kavuşturulacak’ tutumları farklı ifadelerle dile getirilmiş olsa da, öz itibariyle çok benzerlik taşıyor.

HDP devlet kurumu olan ‘Diyanet’in’ ya da ‘Din ve İnanç İşleri Kurulu’nun, ’din, teoloji üretim’ faaliyetine ilişkin tek bir söz söylemezken, HDP Din ve İnanç İşleri Kurulu için ‘din siyaseti üreten bir kurum olmayacak’ derken, CHP de benzer bir anlayışı savunarak ‘Diyanet gündelik siyasetin dışında tutulacaktır’ diyor. Bunu söylemek tek başına yetersiz. Bu yeni bir şey de değil. Mevcut Anayasanın 136. Maddesine göre ‘Diyanet İşleri Başkanlığı, lâiklik ilkesi doğrultusunda, bütün siyasî görüş ve düşünüşlerin dışında kalarak’ hizmet vermesini buyurmuş. Fakat varlığı laikliğe aykırı olan Diyanet hiç bir zaman siyasetin dışında kalmamıştır.

Diyanetin adı değişse de, mezhepçi yapısı çoğulcu ve kapsayıcı hâle getirilse de, devletin kurumu olarak kaldığı sürece, Türkiye gibi bir ülkede çoğunluk inancına dayalı siyasetin ve iktidarların vesayetinden kurtulma şansı ve imkânı olmaz.”[98]

Eleştiriler daha da çoğaltılabilir. Ancak en hayatilerinden birini daha belirterek ilerleyelim!

V. İ. Lenin’in, “Emperyalizmin mümkün olan en kısa tanımını yapmak gerekseydi, emperyalizm, kapitalizmin tekelci aşamasıdır derdik. Bu tür bir tanım en önemli öğeyi içermiş olurdu, zira bir yandan, mali sermaye, çok büyük birkaç tekelci bankanın banka sermayesinin, tekelci sanayi birliklerinin sermayesiyle birleşmesidir; öte yandan, dünyanın paylaşılmas




Kaynak: Mail grubundan

Editör: yeniden ATILIM

Bu haber 908 defa okunmuştur.


Etiketler :

FACEBOOK YORUM
Yorum

İLGİNİZİ ÇEKEBİLECEK DİĞER Basından yazılar Haberleri

YAZARLAR
Bizi Takip Edin :
Facebook Twitter Google Youtube RSS
ÇOK OKUNAN HABERLER
  • BUGÜN
  • BU HAFTA
  • BU AY
HABER ARŞİVİ
SON YORUMLANANLAR
  • HABERLER
  • VİDEOLAR

Web sitemize nasıl ulaştınız?


nöbetçi eczaneler
HABER ARA
YUKARI YUKARI