Cumhuriyetin kuruluşuna paralel günlerde tarih; kapitalist tek kutuplu dünyanın sonuna, sosyalist bir dünyanın ise kuruluşuna tanıklık etmekteydi.
Cumhuriyetin kuruluşunun ilk yıllarında kurucu irade, dünyada nasıl bir pozisyon alacağı ve hangi siyasal kutupta saf tutacağını, gelişmelere bakarak belirlemeye çalışıyor gibi bir izlenim yaratmaya, özel bir önem vermiştir.
Kurucu elitin, bu konudaki tercihi, en başından, kapitalist, emperyalist bloktan yanaydı. Ancak, Ekim devrimi ile birlikte; dünyanın iki kutuplu hale gelmesinin ortaya çıkardığı, bir dizi olanaktan faydalanmak için, bu izlenimi yaratmaları; esasen bilinçli bir tercihti.
Dış politikada, genç Sovyetler birliğine yakınlaşarak azami yardımlar alırken, aynı zamanda, bu yakınlaşmayı, emperyalist dünya’ya karşı pazarlık unsuru olarak kullanmak suretiyle, kendine geniş bir alan açmayı hedeflemekteydi.
İçeride ise; iki kutuplu dünyanın yarattığı konjonktür otoriterleşme yönünde değerlendirilerek; emekçilerin, Kürtlerin ve diğer farklı olanların özgürlük talepleri, zor yolu ile derdest edilmiştir.
İzlediği çıkarcı yolla, Jeopolitik durumunun avantajlarını da kullanarak, dışarıda, kısa sürede kendine yer edindi. Bu pozisyonuyla, içerde de özgürlük taleplerini, hiçbir engele takılmadan, kanla bastırma fırsatı elde etti.İçine girdiği mecranın doğası gereği, bir süre sonra Sovyetler Birliği ile ilişkileri sınırlandırdı, ardından kopuşu gerçekleştirdi.
Devamında anti-komünist siyaseti önceleyerek, emperyalist dünyaya doğru, yelken açtı. Anti-komünistlikte samimiyet testini geçmek ve emperyalist bloktaki yerini pekiştirmek için, NATO’nun şemsiyesi altına girmek kaçınılmaz olmuştu. Kore’de yaşanan sosyal savaş ve iki bloğun bölgeye gönderdiği yardım, rejim için NATO’ya girmenin kapılarını aralamış oldu.
‘’Komünizm, baş düşmandır.’’ belirlemesine uygun olarak; komünizmi ülkede beklemek yerine, geleceği yerlerde karşılamak /vurmak gerekliliğinin altını çizen rejim, ülkeyi Kore macerasına sürükledi. Dolayısıyla Okyanus ötesine, komünist avına çıkıldı.
25 Haziran 1950’de Birleşmiş Milletler (BM) konseyi, ABD’nin talebi üzerine Kore’ye müdahale kararı aldığında, Güney Kore’ye asker göndermeyi ilk teklif eden ülke Türkiye olmuştu.Demokrat Parti grubunun oy birliği ile onaylandıktan sonra, Kore’ye gönüllü bir milis gücü toplamak üzere bir dernek kuruldu.Ardından Türkiye, Kore’ye, 4500 kişilik ilk kafile niteliğinde 25 temmuz akşamı bir birlik gönderdiğini, gururla kamuoyuna açıkladı. Muhalefette bulunan CHP ve Millet Partisi (MP) kararı, sadece “meclisin onayı ile alınmadığı” için eleştirdi.Yani izlenen genel politikanın esasına dair, bir itirazları yoktu.
DP ve çevresi Kore’ye asker göndermenin, “Komünizme karşı cihat olduğunu, bu savaşta hayatını kayıbedenlerin “şehit” olacağı’’ fetvasını vermişti. Böylelikle Cumhuriyet, ilk kez cihad ve şehitlik kavramı ile tanışmış oldu.
Savaşa sadece Behice Boran ve Adnan Cemgil’in yöneticiliğini yaptığı Türkiye Barışsever Cemiyeti, karşı çıkmıştı. Bu kadar cılız muhalefet bile, iktidarı korkutmaya yetmişti. Cemiyetin yayınladığı bildiri toplatıldığı gibi, cemiyet üyeleri, “Milli çıkarlara zararlı ve milli direnişi sarsıcı” yayın yapmaktan tutuklandılar. Savaş karşıtı bir avuç idealistin sesi kısıldıktan sonra, karar sorunsuz bir biçimde uygulamaya konulmuştur.
22 günlük okyanus yolculuğunun ardından Kore’ye gelen askeri tugay, BM karşılama merkezine götürüldü.Daha ilk günden beslenme, tuvalet ve banyo gibi günlük işlerde uyumsuzluk çıktı. Askerlerimizin düşük eğitim seviyeleri, bu kadar büyük çaplı bir mekanize savaşa hazır olmamaları, dil bilen elemanların azlığından doğan yanlış anlaşılmalar daha tatbikatlarda ciddi sorunlara yol açtı. Ortalamanın üstünde soğuk geçen yılın yaşandığı Kore’de, sahaya inen askerimiz, motorize ekipmanı, savaşa uygun giyim kuşama sahip olmadığından hastalıktan kırılmış, araziyi tanımayan askerimizin anlamadığı İngilizce komutlardan dolayı, can kayıpları, doruklara çıkmıştır.
Kore’de savaşan bir Türk askeri, 136 dolara, bir ABD askeri ise 5500 dolara mal olmaktaydı. Yani Türk askeri ucuza malolan bir savaş ekipmanından başka bir şey değildi. Savaş tanrıları açısından maliyeti düşük bu iş gücü, daha fazla insanımızın ölümü demekti.
Kore savaşında yaşanan can kayıplarının mükafatı ise, NATO üyeliği, ordunun modernizasyonu ve Marshall yardımı oldu.Kore savaşı ile ilgili altı çizilmesi gereken bir diğer öğe ise, bütün koalisyon ülkeleri askerini BM komutasına teslim ederken, Türkiye’nin askerini, ABD’nin emrine vermiş olmasıdır.
Binlerce insanımızın ölümü üzerinden girdiğimiz NATO’dan, şimdi çıkmak için de, benzer bir yol izleniyor olması, tarihin ironisi gibidir. Yani dün NATO’ya girmek için, komünizm saldırısına karşı bulunduğu yerde mukabele etmek için, okyanus ötesine asker gönderen zihniyet, bugün Rojava tehlikesini bertaraf etmek üzere ,El Bab’a asker göndermektedir. Aynı işi tek farkla gerçekleştirmektedir. Birincisinde NATO’ya girmek, ikincisinde NATO’dan çıkmak için.
Suriye’ye Girmek, NATO’dan Çıkmak mı?
Orta Doğu’da kimin kime dost, kimin kime düşman olduğunu kestirmek mümkün değildir. Dost ya da düşman olmanın ise ömrü genellikle, sabahtan akşama kadardır.
Suriye, Orta doğu’nun bu kaypak, değişken karakteristiğinin, cisimlendiği sahanın adıdır. Bir de, bu genel geçer duruma, dünya’nın bütün küresel güçlerinin de, farklı beklentilerle sahada olması eklenince, durumun bin bilinmeyen denkleme dönüştüğü, şüphe kaldırmaz bir gerçektir.Dolaysıyla Suriye’ye yaklaşım, sağlam bir strateji ve buna uygun taktiklerin ustaca icra edilmesini gerektirmektedir.. Bunun dışındaki yaklaşımlar, bumerang gibi sahibine dönmesine yol açmaktadır. . Kaldı ki, her gün yeni bir katliam haberi ile uyanmamız bu dönüşün ilk elden habercisi niteliğindedir.
Türkiye dış siyasette, uzun zamandır rotasız uçuşlar yapmaktadır.Yol haritasından yoksun günlük siyaset, her yol ayrımında çıkmaz sokaklara saplanmasını da beraberinde getirmektedir.
Suriye krizi baş gösterdiğinde Türkiye’nin, tek hedefi, Esat rejiminin devrilmesiydi. Bu hedef doğrultusunda cihatçı güçlere her türden destek sağlamayı, kendine görev edindi. Bu çerçevede , PYD lideri Salih Müslimi’yi birkaç kez Türkiye’ye davet ederek, Esat rejimine karşı cihatçılarla birlikte hareket etmesi için ikna etmeye çalıştıysa da sonuç alamadı. PYD’nin terörist örgüt kategorisine sokulması, bu sonuçsuz görüşmelerin hemen akabinde, gündeme geldi. Bu tarihten sonra tek değişmez düşman, Rojava’nın demokratik yapısı oldu.
Esat rejiminin en büyük destekçisi Rusya’ya ait uçakların vurulması, bu bağlamın dışında düşünülemez.
Rusya ile yaşanan uçak krizinin ardından , normalleşen Rusya- Türkiye ilişkileri, Türkiye’nin Suriye’de sahaya inmesi ile yeni bir evreye girmiş oldu.Sahaya indiği ilk günlerde Esat rejimini hedef alan mesajlar veren iktidar, Rusya’nın tepkisi nedeniyle, bu mesajlarını, terör örgütlerine karşı savaşmak amacıyla sahaya indiğinin beyanları ile değiştirmek zorunda kaldı. Ancak iki ülkenin, terörist diye kast ettiklerinin, tam örtüştüğünü söylemek bir hayli zor görünmektedir.
Suriye’de sahaya inmenin önemli bir sonucu , göreceli de olsa, Rusya ile yakınlaşmak olduğu gibi başını ABD’nin başını çektiği koalisyonla ile de, uzaklaşmak oldu.Esasen Türkiye’nin, ABD ve NATO ile sorunlar yaşaması, Büyük Orta Doğu Projesi ile patlak verdi. Arap baharı sürecinde, Türkiye’nin Sünni İslam dünyası’nın liderliğine soyunması ile su yüzüne çıktı ve Suriye krizi ile derinleşerek çatışma evresine girdi.
Buna mukabil , AB ile ilişkilerin de gerildiğini söylemek mümkündür. Avrupa ülkelerinin, Türkiye’nin AB uyum yasalarını hayata geçirmek yerine otoriterleştiği iddiasına karşılık, Türkiye’nin, AB ülkelerini,teröre destekle itham etmesi, bu cephede, kolay sıvanmayacak bir çatlağın ortay çıktığını göstermektedir.
Kuşkusuz, Orta Doğunun oynak dengeleri , ABD’de yeni gelecek yönetimin, bölge politikasında olası değişikliklere gitme ihtimali ve Türkiye’nin rotasız dış politikası göz önüne alındığında, değişmez değildir.
Uzun zamandır, YPG’nin başını çektiği Demokratik Suriye Güçleri’n,i sahada desteklemek dışında, gerçekçi bir yol olmadığını düşünen koalisyon güçleri ile bu güçleri terörist gören Türkiye arasında, gerilim gözlenmekteydi. Bu gerilim, Suriye’nin derinliklerine doğru ilerledikçe, daha üst seviyede, cereyan etme eğilimi göstermektedir.
Esasen Türkiye’nin de Kore serüveni ile başlayan NATO üyeliğine son vermek istediği bir sır değil. Ancak bu ilişkiyi sonlandırırken yerine neyi koyacağı muammasına yanıt bulmaya çalışmaktadır. Şanghay beşlisi, gidilecek yere namzet gibi görünse de işlerin bu cephede de sanıldığı gibi kolay yürümeyeceğini söylemek için kahin olmaya gerek yok. Dolaysıyla şimdilik, yıllardır Amerikancı duruşu kutsayan, bu uğurda devrimci gençleri öldüren siyasal İslamcı çevreler, bundan böyle bol bol anti Amerikancı söylemle, bu kopuşta, hızlandırıcı işlev üstlenecekler. Yetmezmiş gibi, bir başka zor görevleri de, yıllardır “Moskof Gavuru” dedikleri Rusya’yı parlatmak ve sempatik göstermek olacaktır.
Böylesi sert u dönüşü, başarı ile gerçekleştirmek için, kapitalist sistemi kutsayarak,anti- Batı, anti emperyalist görünmek, siyasal İslamcıların bu dönem ruhuna her zamankinden daha derin sirayet edeceğe benzemektedir.
Gidilecek Yerin Yapı Taşlarını Oluşturmak ya da Moskova Antlaşması
90’lı yıllarda sosyalist sistemin çöküşünün ardından, tek kutuplu dünyaya, yeniden geçiş sağlandı Aradan geçen çeyrek asrı aşkın süre sonrası, yeniden iki kutuplu dünya’ya doğru yöneliş gözlenmektedir. Dünden farklı olarak her iki bloğun, kapitalist/ emperyalist karakterde olmasıdır. Türkiy,e yeniden harmanlanan dünyada kendi rejimini yeniden formatlayarak, yeni bir blokta yer alma eğimli taşıdığını en yetkili ağızlardan dillendirmektedir. Tabi ki, bu NATO ve Batı dünyasına karşı bir pazarlık olma ihtimalini dışarıda bırakmamakla birlikte, Şanghay bloğuna geçişi de dışlamamaktadır.
Dış politikamızın son on yılı, kelimenin gerçek manası ile fevri davranışlar içinde olageldi. Bu davranış kalıbının dışına çıkılmayacak gibi görünmektedir. Suriye’de ateşkes için, Rusya ve İran ile yapılan Moskova antlaşması bir dizi belirsizlik içeriyor olmasına karşın, Şanghay beşlisine gidiş yolunda, büyük bir başarı olarak servis edilmektedir.
Deklarasyonun Birinci Maddesi
“ İran, Rusya ve Türkiye, çok sayıda etnik yapı barındıran, çok dinli, mezhepçi olmayan, demokratik ve laik bir devlet olarak, Suriye Arap Cumhuriyeti’nin egemenliğine, bağımsızlığına, birliğine ve toprak bütünlüğüne saygılarını bir kez daha ifade ederler.”
Bu ilk maddenin kabulü , aynı zamanda Türkiye’nin Suriye’ye dair süregelen dış politikasının iflas etiğinin ifadesi olmuştur. Zira Şam’a gidip, Emevi camisinde namaz kılma hayalleri yerine “çok sayıda etnik yapı barındıran, çok dinli, mezhepçi olmayan, demokratik ve laik bir devlet” ifadesine geçiş yapmak ve bunu sindirerek onaylanmış olduğunu düşünmek çok zor bir ihtimaldir. Dolaysıyla bu anlaşmanın, sahaya inildiğinde, çatışma potansiyeli taşıyacak çok farklı yorumları içerdiğini söylemek mümkündür.
Deklarasyon’da, cihatçı örgütler İŞID ve eski adı El Nusra olan Şam Fethi Cephesi ateşkes kapsamına girmemektedir denilmekle birlikte bu konuda, daha ilk günden başlayarak sahada farklılaşmalar baş göstermişdir. Sahada Türkiye ile birlikte hareket eden Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) mensupları, Şam Fethi cephesini, “terörist görmedikleri için, bu örgütü kapsam içinde düşündüklerini açıkça ifade etmektedirler. Öte yandan, örgüte ismini veren amacın kendisi, Şam iktidarının devrilmesi ve kendisini iktidara taşıma isteğidir.. El-Nusra’nın iktidar amacı, aynı zamanda Esat rejimini destekleyen, Rusya ve İran ile sahada çatışır durumdadır.
Bir adım daha ilerlediğimizde Şam Fethi örgütü de, IŞİD’i terörist olarak görmemektedir. Ne kadar Ilımlı ve radikal diye ayrıştırmaya çalışırsa çalışsınlar IŞİD, Şam Fethi ve ÖSO ideolojik olarak aynı kaynaktan beslenen fundamentalist örgütlerdir. Dolaysıyla, ideolojik akrabalıkları söz konusudur. Bunların, birbirini yok etmek üzere savaşacaklarını düşünmek, siyasal polyannacılığın, uçlara çekilmiş halinden başka bir şey değildir.
Deklarasyonun bir diğer sorunlu öğesi ise YPG ve önderliğindeki Demokratik Suriye güçlerinin konumudur. Türkiye ve ÖSO’ya göre, bu iki güç terörist olduğundan, ateşkes kapsamı içinde değildir. Anlaşma metninde ise sadece El- Nusra ve IŞİD’in ateşkes kapsamı dışında olduğunu söylenmektedir. Bu konuya dair bir madde olmamasına rağmen,sahada yeni tartışmalara ve çatışmalara yol açacak gibi görünmektedir.
Her ne kadar Moskova’da yapılan görüşmeler sonucunda ,bir metin üzerinde anlaşma sağlanmış gibi görünüyor olsa da ,Rusya ve İran’ın Türkiye’ye karşı güvensizlikleri de, bu anlaşmanın pratiğe tercüme edilmesinde, farklılıklara neden olacağı aşikardır. Karşılıklı güvensizlikler, Şanghay yolunun sorunsuz ve düz olmadığının habercisi gibidir. İmkansız değil, kolay hiç değil.
Son söz yerine, AKP’nin, koalisyon ortağı olmaya namzet, MHP’nin görüşlerinin de yeni dönemde kendini his ettireceği düşünüldüğünde, MHP’nin yapacağı katkı için, bağacında Nihal Atsız’ın, Oğlu Yağmur’a vasiyetinden başka bir şey kalmamaktadır. “Yağmur oğlum! bugün tam bir bucuk yaşındasın. Vasiyetnameyi bitirdim. Kapatıyorum. Sana bir resmimi yadigar olarak bırakıyorum. Öğütlerimi iyi tut, iyi bir Türk ol. Komünizm bize düşman bir meslektir. Bunu iyi bele. Yahudiler bütün milletlerin gizli düşmanıdır. Ruslar, Çinliler, Acemler, Yunanlar tarihi düşmanımızdır. Bulgarlar, Almanlar, İtalyanlar, İngilizler, Fransızlar,Araplar,Sırplar, Hırvatlar, İspanyollar, Portekizler, Romenler yeni düşmanımızdır. Japonlar, Afganlar ve Amerikalılar yarinki düşmanımızdır.Ermeniler, Kürtler, Çerkezler, Abazalar, Boşnaklar, Arnavutlar, Pomaklar,Lazlar, Lezgiler, Gürcüler, Çeçenler içer(ideki) düşmanlarımızdır. Bu kadar çok düşmanla çarpışmak için iyi hazırlanmalı. Tanrı yardımcın olsun.” Hiç kuşku yok ki, bu kadar düşman