“Düşünce kendini düşünmeyi
unuturken aynı zamanda
kendi bekçisi hâline de gelmiştir.” [1]
Bundan dört yıl önceydi. Ekim Devrimi’nin 100. yılı. Kaldıraç dergisi Ankara’da bir sempozyum
düzenlemişti: “100. yılında Ekim Devrimi’nin Yolunda.” Bu sempozyuma “Yeni Toplumsal Hareketler Ne
Kadar ‘Yeni’?” başlıklı bir bildiriyle katılmıştım. [2] Bildirimde “yeni” sol (radikal demokrat, post-
marksist…) kuramcıların hararetle selamladığı, yatay, hiyerarşisiz, gelgeç, düşük düzeyde yapılanmış
toplumsal hareketlerin iddia edildiği kadar yeni olmadığını, kitlelerin iktisadi-siyasal iktidarlara karşı
ayaklandığı her vesilede, karşılaştıkları sorunları çözmek için bu tür kendiliğinden örgütlenmeler
oluşturduklarını öne sürmüş, örnek olarak da Paris Komünü’nü ve Sovyetler’i vermiştim. Her ikisi de
üzerlerindeki sömürü ve tahakküm cenderesine karşı ayaklanan kitlelerin, devrimci durumun getirdiği
kargaşaya karşı dümeni eline alma, hayatın akışını kendi isterleri doğrultusunda düzenleme arayışlarının bir
sonucuydu. Paris Komünü siyasal iktidarı elinde tutacak, kendisine yönelen çok-yönlü saldırıları
göğüsleyecek bir ortak akıl ve yapılanmış bir örgütlenme yaratamadığı için için 72 günün ardından yenilgiye
uğradı. Sovyet deneyimi ise, Bolşevik Partisi ile birlikte 70 yıl kadar -artılarıyla, eksileriyle- bir devlet
olarak sürdürdü varlığını.
Büyük Ekim Devrimi’nin 104. yıldönümünü selamladığımız bu toplantıda da, bıraktığım yerden
devam etmek istiyorum, izninizle…
Adını Koymak…
Bir şeyin adını koyduğunuzda onu “tanımlamış ve sınıflandırmış” olursunuz. Yani onu
emsallerinden ayırt ederek ayrı, farklı bir “ne”lik e büründürmüş, üzerinde işlenebilecek bir somutluk
kazandırırsınız.
“Tanımlama ve sınıflandırma”nın kültürel olduğu söylenir, bu nedenle. Farklı kültürel dağarcıkları
paylaşan toplumlar fiziksel, toplumsal ve düşünsel çevrelerini farklı biçimlerde sınıflandırırlar. Bunun en
bilinen örneği, Danimarkalı dilbilimci Louis Hjelmsev’in dikkat çektiği renk taksonomileridir; örneğin
bizim “yeşil” dediğimiz rengin daha açık tonları Galler dilinde gwyrdd ile karşılanırken, aynı dilde glas,
Türkçe’deki yeşil, mavi ve grinin daha az sayıda tonunu karşılamaktadır.
Ancak adlandırma her zaman bu denli “masum”, bu denli “ideolojiden arî” değildir. Dil, en azından
sınıflı toplum tarihi boyunca ideolojik bir mücadele alanı olagelmiştir. Foucault, egemenlerin
egemenliklerini sürdürmek adına “adlandırma”nın tekelini elde tutmak istediklerine dikkat çeker. Yenenler,
yenilenlerin yalnızca bedenlerine, yalnızca varlıklarına, topraklarına, mülklerine, emeklerine değil, dillerine
de müdahale eder. Onların kavramlarını temellük ederek farklı anlamlarla donatırlar. Çarpıcı bir örnek:
Polonya’da Polonya asıllı Papa II. Jean Paul ile el ele vererek “komünizmi çökertme” sürecini tetikleyen
sendikanın adı “Solidarnosc” değil miydi? İşçi sınıfı ve emek terminolojisinin en anlamlı kavramlarından
biri: Dayanışma…
Bu anlamda neoliberalizm yalnızca bir sermaye birikim modeli değildir; aynı zamanda “kavram
hırsızlığı/manipülasyonu” konusunda uzman bir düşünsel/felsefî (postmodern) iklimi devreye sokmuştur…
Son 40 yılda sınıf mücadelelerine ilişkin birçok kavramın tersyüz edilişine tanık olduk. Kapitalizmin
“neoliberal çağı”nin “kültürel mantığı” postmodernizm, “post-”, “neo-” ve “son” takı ve nitelemeleriyle tüm
bir toplumun, ama en çok da onların fikrî dünyalarını biçimlendiren entelektüellerin dünya kavrayışlarını
yeniden şekillendirdi. Oya Çitçi’ye kulak verelim:
“20. yüzyılın son çeyreğinden başlamak üzere ekonomi, siyaset ve toplumbilim tartışmalarında en
fazla kullanılan sözcükler ve kavramlar sorgulanacak olursa, ‘kriz’ ve ‘son’ sözcükleriyle ‘post’ ve
‘yeni/neo’ ön ekini taşıyan kavramların ilk sıralarda yer aldığını söylemek bir yanılgı olmayacaktır. Kriz
sözcüğü kapitalizm, refah devleti, temsili demokrasi, siyasal partiler için kullanılırken, ‘son’ sözcüğü tarihin
sonu, ideolojilerin sonu, işçi sınıfının sonu, refah devletinin sonu, sosyal devletin sonu, modernizmin sonu,
sınıf temeline dayanan siyasetin sonu tamlamalarında yer almakta; post ön eki, post-materyalist değerler,
2
postendüstriyel toplum, post-endüstriyel devrim, post-fordizm ve post-modernizm kavramlarıyla (buna bir
de post-sekülarizm”i ekleyelim -SÖ); yeni ön eki ise, yeni dünya düzeni, yeni siyaset, yeni sağ, yeni
muhafazakârlık, yeni/ neo-liberalizm, yeni sol, yeni siyasal kültür, yeni toplumsal hareketler kavramlarıyla
gündeme girmektedir.” [3]
Modernizmin tüm öğreti ve ideolojilerinin “meta anlatılar” olarak red, hiçbir toplumsal ya da siyasal
projenin bağlanmaya değmeyeceğinin ilan edildiği bu düşünsel iklimde solun payına düşen, (sosyalist
sistemin çöküşünün de hazırladığı ortamda) “sınıf” kavramının ve “iktidarı ele geçirme” iddiasının
(proletarya diktatörlüğü) reddedildiği bir “yeniden harmanlanma” oldu.
Bir mücadele öznesi olarak “sınıf” yerini kimliklere, “sınıf mücadelesi” yerini “yeni toplumsal
hareketler”e, “proletarya diktatörlüğü” yerini toplumun devletlerden “özerk” kolektif yaşam biçimlerinin
örgütlenmesi yoluyla tabandan dönüştürülmesine bırakarak belleklerden silinmeye çalışıldı.
Ancak devletin devredışı bırakıldığı, parçalı-merkezsiz öznelere dönüştürülen toplumların,
şirketlerin ve sivil toplum örgütlerinin müzakere zemini olarak “yönetişim”le kendilerini idame ettirecekleri
(neoliberal) modelin duvara toslaması uzun sürmedi… Neoliberal politikalar uygulanmaya başlar başlamaz,
kapitalist sistem kesintisiz bir krizler sarmalı içine yuvarlandı: iktisadi krizler finans krizlerine dönüşürken
iklim/çevre krizleri buna eklemleniyor, küresel ölçekte misli görülmemiş boyutlara ulaşan gelir eşitsizlikleri,
doğal çevrenin sonuna dek yağmalanmasının ve metalaştırılmasının gündeme getirdiği afetlere eklendiğinde
yekpare ve sürdürülemez bir beşeri krize (buna dilerseniz “Uygarlık Krizi” diyelim) yol açıyordu.
İnsanlık, bu duruma tepki vermekte gecikmedi… 21. yüzyıl Güney ve Kuzey Amerika, Avrupa, Orta
Doğu, Kuzey Afrika, Güneydoğu Asya ülkelerinde neoliberal politikaların yoksulluğa, açlığa, işsizliğe
mahkûm ettiği emekçilerin kitlesel ayaklanmalarıyla giriş yaptı. İsyan türlü direniş biçimlerini devreye
soktu: Wall Street’in, sokak, toprak, konut, fabrikaların işgali, barikat savaşları, bankalara, şirket
merkezlerine, uluslararası finans kurumlarına saldırılar, kolektif mutfaklar, alternatif eğitim arayışları, iş
durdurmalar, siber saldırılar, forumlar… Yani kitlesel hoşnutsuzluğun her biçimde ifadesi…
İşin garip yanı, yeni sol ideologların kitlelerin sistemin değişmesi yönündeki taleplerini sürekli
olarak “yeni sol” terimlerle okumadaki ısrarıydı… “Yeni sol” ideologlara göre, olan biten “sınıf
mücadelesi” değil, onun dışındaki her şeydi: cinsel, dinsel, etnik vb. kimliklerin “tanınma” savaşımı, yaşam
paradigmasında değişim (Zizek), küreselleşme karşıtı hareket, çevre mücadelesi, tabandan tepeye “yeni” bir
hayatı örgütleme girişimi, otoriteye karşı mücadele, tarihselliğin kontrolü savaşımı (Touraine), bürokratik-
merkezi aygıtların tasfiyesi çabası, hiyerarşilerin ilgası ve dikey ilişkilerin yatay ilişkilerle ikamesi, “şenlikli
bir toplum” kurma girişimi, vb. vb…
Alaine Touraine, Ernesto Laclau, Chantal Mouffe, Michael Hardt, Antonio Negri, Murray Bookchin
gibi “Yeni sol” (post-marksist, radikal demokrat vb.) ideologlar ağız birliğiyle “sınıfın sonu”nu ilan
ediyorlardı. Andre Gorz’un “Elveda Proletarya” çağrısına Alaine Touraine “Günümüzde sınıfların yerini
kimlikler aldı,” yanıtını vermekteydi. [4] “Kimlik” kısa sürede tüm toplumsal mücadeleler jargonunun sihirli
anahtarı hâline geldi: “toplum”a, “kültür”e, “temsili demokrasi”ye, “sosyalizm”e, “işçi sınıfı”na vb. değgin
meta-anlatılar toplum(lar)daki bastırılmış kimlikleri görünmezleştiriyor, seslerini daha fazla kısma işlevini
görüyorlardı: kadınlar, etnik-dinsel azınlıklar, farklı cinsel yönelimler… Yeni Sol’a düşen, aralarında
herhangi bir hiyerarşi ya da tabiyet ilişkisi kurgulamaksızın onları kendi (tanınma eksenli) gündemleri
çevresinde toplayarak mücadeleye çekmekti - aralarında geçici koalisyonlar oluşturabilirlerdi, ama bu
mücadeleler “iktidarı ele geçirme”dense “tanınma” ve en iyi olasılıkla toplumu tabandan dönüştürme
hedefini güttüğü için süreğen, kalıcı, örgütlü (hele, maazallah, “hiyerarşik”) bir örgütlenmeye ihtiyaç yoktu.
Bu fikirlerin büyük bir şevkle alımlandığı ABD kampüslerinde nasıl ete kemiğe büründüğünü liberal
bir akademisyenin, Mark Lilla’nın kaleminden okumak, acıtıcı ve/fakat uyarıcıdır:
“(…) Buradan çıkartılan ders, politik bir kişi olmak istiyorsan, işe geniş tabanlı bir partiye üye olarak
değil, senin için derin kişisel anlamı olan bir hareket arayarak başlaman gerektiğiydi. 1950’ler ve 1960’ların
başlarında, benlik üzerine olmamakla birlikte, benliği angaje eden çok sayıda hareket vardı - nükleer
silahsızlanma, savaş, yoksulluk, çevre. Bu konulara angaje olmak geniş dünyayla ilgilenmeyi ve iktisat,
sosyoloji, psikoloji, bilim ve özellikle de tarih konusunda bilgi edinmeyi gerektiriyordu.
Kimlik bilincinin yükselişiyle birlikte, konu temelli hareketler bir şekilde azalmaya ve benlik için en
anlamlı hareketlerin benlikle ilgili olanlar olduğu yolundaki kanı kökleşmeye başladı. Bu yeni tutumun
ABD üniversiteleri üzerindeki etkisi derin oldu. Dünya emekçilerinin -hepsinin- yazgısına olan ilgisi ile
Marksizm tedricen çekiciliğini yitirdi. Kimlik gruplarının incelenmesi artık en acil akademik ve siyasal
3
görev olarak görülüyordu, kısa sürede bölümler, araştırma merkezleri ve profesyonel kürsülerin sayısı
katlandı.
Bunun birçok yararı olmadı değil. Akademik disiplinleri areaştırmalarının erimini o güne dek bir
şekilde görünmez olan kadınlar ya da Afrikalı-Amerikalıları dâhil edecek şekilde genişletmeye teşvik
etmişti. Ama aynı zamanda grup farklılıklarına ve toplumsal saçaklara saplantılı bir hayranlığı da getirmişti
beraberinde, öyle ki sonuçta öğrencilerin zihninde oluşan tablo ülkelerinin ve tarihin mevcut hâlinin
çarpıtılmış bir görüntüsüydü - Amerikalı liberallerin ülkenin uçsuz bucaksız orta kesimleri hakkında daha az
değil daha fazla öğrenmeleri gereken bir dönemde önemli bir mahzurdu bu…” [5]
Aslına bakılırsa fazla didiklenmediğinde “kimlik” hareketlerinin Marksizm’le ya da sınıf eksenli
bakış açısıyla bağdaşırlığı vardır. Sınıf mücadelesi perspektifi, varlık nedeni doğrudan emek-sermaye
çelişkisine bağlı olmayan tahakküm biçimlerini tanır ve “kurtuluş hareketleri” başlığı altında onlarla ittifak
yollarını yoklardı: ulusal kurtuluş hareketleri, kadın kurtuluş hareketi, eşcinsel hareketi vb. Ancak kimlikler
tekil, türdeş “bütünlükler” olmamak gibi bir sorunu vardır. Kişi aynı anda farklı kimliklere ait olabilir:
kadın, Kürt, genç, Alevi, eşcinsel… Bir başka deyişle, kimlikler “kesişimsel”dir. “Kesişimsellik kuramı
insanların ırk, etnik aidiyet, milliyet, toplumsal cinsiyet, sınıf, cinsel yönelim, yaş, engellilik vb. içeren
çoğul kimliklerden oluştuğunu öne sürer. Bu tip kimliklerin her bir oluşturucu kısımdan farklı ve çok daha
karmaşık bir bütün yarattığı iddia edilir. Ancak sorun şu ki, kesişimsellik sınıfı bireyin kapitalist toplumsal
ilişkiler içerisindeki konumu ve buna değgin deneyimlerinin en önemli belirleyici gücü olarak değil, sadece
bir başka kültürel inşa olarak tanımlamakla, kimliğin bir veçhesine indirger. Yandaşlarını kapitalizmin
sistemli bir kavranılışından yoksun bırakan kesişimsellik, kutsadığı kimliklerin toplumsal kaynaklarının ve
öneminin anlaşılmasını olanaksız kılar ve ayırımcılığı, bölünmeyi ve sömürüyü besleyen sisteme,
kapitalizme karşı kolektif bir mücadelenin temellerine mayın döşer. Kesişimsellik kuramının ayrıntılarına
girmeden, sınıf-dışılaşmış şaşkınlığının, eski özgürlükçülüğün artık yarı-sürgün politikasının çağdaş bir
kimlik politikası tarzına dönüştüğünü söylemek yeterli olacaktır. Bu tarzın anlamsız ve köklü biçimde
neoliberal vargısı, kimliklerin öznel seçimlere dönüştüğü öz-kimliktir…” [6]
“Kimlik” söylem(ler)i, süreç içinde “kesişimselleştikçe”, ya da daha doğru bir saptamayla
liberalizmin etkisi altına girdikçe, bireyselleşerek birbiriyle rekabet eder hâle geldi. Böylelikle, toplumsal
muhalefet alanı, yüzlerce “mamul” kimlik iddiasının (siyah + feminist; Kürt + trans + engelli; Müslüman +
vegan + kadın…) birbiriyle yarıştırıldığı bir alana dönüşerek bir tür “akıl tutulması”nın sahnesi oldu…
“Kimlik Farsı”nın Sonu
Neyse ki, öyle görülüyor ki bu “fars”ın sonuna geliniyor. İlginç bir biçimde, kimlik savlarının uç
noktalara savrulduğu siyasal coğrafyalardan “sınıfa dönme” çağrıları yükselmeye başladı. Bugünlerde ABD
ve Britanya “sol”undan, hatta liberallerden çubuğun fazlasıyla toplumsal cinsiyet, etnisite, ırk sorunlarına
doğru büküldüğü, günümüzdeki hâliyle kimlik politikalarının mağdurların kolektif haklarının
savunulmasındansa bireysel “kurtuluş”ları besler hâle geldiği ve kapitalizmin eleştirisinin unutulmasına yol
açtığı yolunda itirazlar yükseliyor. Birkaç örnek vereyim, dilerseniz:
● “Kimlik çerçevesi siyaseti bir kolektivitenin ve baskıcı bir toplumsal yapıya karşı kolektif bir
mücadelenin bir üyesi olarak değil de, birey olarak kim olduğunuza ve birey olarak tanınmaya
indirgemektedir. Bunun sonucu olarak da kimlik politikaları paradoksal biçimde bizatihi eleştirmek üzere
yola çıktığı normları güçlendirmektedir,” diyor, Mistaken Identity: Race and Class in the Age of Trump
(Yanılmış Kimlik: Trump çağında Irk ve Sınıf) kitabının yazarı Asad Haider. [7]
● “Soldaki kimlik politikaları başlangıçta kampanyalarla ve ardından da siyasal kurumlarımız
aracılığıyla haklarını güvence altına almaya çalışarak başlıca tarihsel hataları telafi etmeye çabalayan geniş
insan topluluklarına ilişkindi: Afrikalı-Amerikalılar, kadınlar, eşcinseller, kadınlar. 1980’lere gelindiğinde
sahte bir özsaygı politikasına vekolej ve üniversitelerimizde okutulan, giderek daralan dışlayıcı öztanıma yol
verdi,” diye onaylıyor liberal yazar Mark Lilla. [8]
● “Ayrıcalıklıların iktidarını güçlendiren sınıfsal engelleri sürdürdükleri sürece liderlerimizin ırksal
kökenleri önemli değil,” diye ekliyor Emma Dawson, Avustralya’dan.. “Ve sosyal demokrat politika
açısından en kaygı verici olay, çok sayıda genç ‘ilerici’nin sınıf kavramını reddetmesi. Geçen hafta sosyal
medyada pek çok insan için sınıfın para anlamına geldiği ortaya çıktı. Pek çok kişi sınıf temelli politikaları
indirgemeci, ırk, toplumsal cinsiyet, cinsellik, engellilik gibi kesişimsel tahakküm nedenlerini dışlamanın bir
aracı olarak görüyor.
4
Ama sınıf para demek değildir. İktidar demektir. Büyük (siyahi) bilimci Adolph Reed jr.’dan
aktaracak olursam, ‘Sınıf indirgemeciliği mitosu, aşağıya doğru, kapsamlı bir iktisadi yeniden dağıtım
aleyhine kadınların, ırksal azınlıkların ve diğer marjinalleltirilmiş topluluklarının varsayımsal çıkarlarına
seslenilmesi yönündeki sınıfsal arzunun güçlü bir ifadesidir. Hiçbir şey, kişinin sınıfsal sadakatını,
muarızların sınıftan başka bir şey düşünmediği savı kadar belagatle ortaya koyamaz.’” [9]
● Avustralyalı psikoterapist Laura Duggan “kimlik” vurgusunun aslında şirket çıkarlarını pek de
rahatsız etmediğini gözlemliyor: “Bireysel kimlik ifadeleri işçilerin sömürülmesinde gerekli olan kapitalist
normlara meydan okumaz. Daha bireyci kadınları işe almak ya da şirket destekli Onur yürüyüşlerine
katılmak pek çok şirketin ethos’uyla uyumludur; tıpkı ücretleri düşük tutmak ya da sendikalaşmayı
engellemek gibi. Buna karşılık, dayanışma, kolektivist yaklaşımlar ve sendikacılık nosyonlarına belenmiş
bir işçi sınıfı kimliği, doğası gereği kapitalizme meydan okumadır; bu da onu tehlikeli kılar.” [10]
● Ve Jacobin dergisinden Bhaskar Sunkara, Batılı “devrimciler”in Zapatista sevdasını eleştirirken,
“Yirminci yüzyıl başlarında devrimciler, Neolitik Devrim’den bu yana toplumsal bir sabite olan sınıfsal
yarılmayı ortadan kaldırmaya çalışıyorlardı. Bir yüzyıl sonra, ardılları yalnızca direnerek mekânı
yoğunlaşmış iktidardan arındırmayı düşlediler - yaratmayı değil, inkâr etmeyi. Düşman artık kapitalizm
değildi; neoliberalizmdi. Mezar kazıcısı örgütlü bir işçi sınıfı değil, ‘çoğulluklar’dı,” [11]
Bu örnekler çoğaltılabilir; ama bence yeterli…
Peki ne oldu da rüzgâr birden ters yönden esmeye başladı?
Kimlik söylemlerindeki ricat bana kalırsa iki nedene dayandırılabilir. Bunlardan ilki, sınıfın
unutuluşa terk edildiği neoliberalizm/küreselleşme günlerinde gelir dağılımındaki eşitsizliğin küresel ölçekte
tarihte misli görülmemiş boyutlara varması. Yeryüzünde hiç de “üretken” ve “istihdam yaratıcı” olmayan
işleri (bilişim, finans, pazarlama, moda, kozmetik…) yöneten bir avuç plütokrat dudak uçuklatacak
servetlere hükmediyor. Örneğin “en zenginler” listesindeki ilk 10’un toplam serveti: 1 trilyon 379 milyar
dolar. Türkiye’nin 2020 yılı GSMH’sının 720 milyar dolar dolaylarında olduğunu hatırlatırsak, 10 kişinin
toplam servetinin yeryüzündeki pek çok ülkeyi gerdie bıraktığını görürüz. Kimlik söylemlerinin bu dudak
uçuklatıcı eşitsizliklerle baş etmede hiçbir işe yaramadığı artık üstü örtülemeyecek bir gerçek…
İkincisi ve daha çarpıcısı ise, kimlik söylemlerinin dünyanın pek çok ülkesinde yükselişe geçen neo-
faşit akımlarca temellük edilerek iddialarının tam tersi sonuçlara yol açmaları.
Açımlayayım: Anaakım tarafından genellikle “sağ popülist” olarak yaftalanan neofaşist hareketler,
kimlik söylemlerini iki bakımdan temellük etmekte: Bir yandan bu söylemlerin kendilerini karşıt olarak
kurguladıkları “hâkim” kimlikleri mağdur gösterip sahiplenmekle: [12] ABD’de Trump sağının en önemli
argümanlarından biri, etnik/ ırksal azınlıklar ve göçmenlerin, işsizlik ve diğer sosyal yardımlar aracılığıyla,
hayatını çalışarak kazanan namuslu beyaz işçilerin, çiftçilerin ekmeğini çaldığı, toplumun vergileriyle suça
eğilimli, işe yaramaz milyonlarca asalağı beslediği yönündeydi. Bu iddiaların Trump’a ve Amerikan neo-
faşizmine özgü olmadığını biz, coğrafyamızdaki Kürt ve göçmen düşmanlığından gayet iyi biliyoruz.
Bu söylem ABD’de, AB ülkelerinde, İngiltere’de, Doğu Avrupa’da, Hindistan’da… Velhasıl neo-
faşizmin yükselişte olduğu her yerde neoliberal kapitalizmin ölümcül soluğunu ensesinde hisseden,
konumlarını hızla yitirmekte olan emekçiler arasında “tuttu”. Öfke, sistem açısından başarılı biçimde büyük
yığınları işsizliğe, açlığa, güvencesizliğe mahkûm eden, konumlarını kırılganlaştıran sermaye düzenine
değil, küresel jeopolitik serüvenlerin yerlerinden ettiği göçmenlere, etnik azınlıklara, kısacası “en
alttakiler”e yöneltiliyordu.
Dahası neofaşizm, “hâkim kimliğe”, “ortalama ahlak”a sahip çıkarak eşcinsel karşısında
heteroseksüel, kadın karşısında erkek, göçmen karşısında yerli, siyah karşısında beyaz, Alevî karşısında
Sünnî, Kürt karşısında Türk kesiliyordu. Böylelikle “haddini aşan” kimlik iddialarına karşı “mağduriyet
ürettiği” vasatın konumunun savunucusu rolüne bürünüyor, onun yalnızca “ekmeği”nin değil, “ahlakı”nın da
savunucusu olduğu iddiasını dillendiriyordu. “Entelektüel budalalar, biz sıradan insanlara tepeden bakan
eksantrik elitler, her türlü ‘sapkınlığın’ savunuculuğuna soyunurken biz, bu ülkenin, milletiyle gurur duyan,
alnının teriyle hayatını kazanan, çalışkan, fedakâr, namuslu insanlarının yanındayız.” Mesaj, buydu…
Brezilya’da da, ABD’de de, Polonya’da da, Fransa’da da, Türkiye’de de… Trump’ın baş stratejisti Steve
Bannon’un “solcuların ırk-kimlik politikalarından ne kadar çok söz ederlerse o kadar iyi. Her gün ırktan ve
kimlikten konuşsunlar” [13] demesi boşuna değildi.
Sınıf… Ama Nasıl?
5
“Sınıf siyasete geri döndü!” demişti Mısır kökenli Avustralyalı siyaset bilimci Waleed Aly 2016’da;
“ve bunu görmezden gelerek kendimizi tehlikeye atıyoruz.” [14]
Neo-faşizmin yükselişi karşısında kimlik politikalarının yetersizliğini gören, kitlelerin yıkıcı iktisadi
eşitsizlikler karşısındaki hoşnutsuzluklarının sağ politikalarca nasıl manipüle edildiğini fark eden “ana akım
sol”un (ABD’de Demokrat Partili liberaller, Batı Avrupa’da sosyal demokrat partiler) en azından bir bölümü
açısından “sınıfa dönüş”, çubuğu bu kez tümüyle tersine bükerek emekçilerin neo-faşizan akımlar tarafından
okşanan gururlarını rencide etmeyecek bir “işçi dalkavukluğu”na teslim olmak anlamına gelmektedir. İşçi
sınıfını türdeş (beyaz, milli, erkek) bir “bütün” olarak kurgulayıp farklılık iddialarına karşı düşmanca bir
tutum almak… “Birçok âlim ve siyasetçi için sınıfı tartışmak, neredeyse tanımı itibariyle, ırkçılığa,
cinsiyetçiliğe ya da diğer tahakküm biçimlerine karşı mücadelelerin meşruluğunu reddetmek anlamına
gelmektedir,” diyor Sparrow. “Bize bunların en iyi olasılıkla sınıfın yaslandığı iktisadi buyrultuları
perdeleme, en kötü olasılıkla da emeğin dürüst evlatlarını ilerici politikalardan uzaklaştırmaya yönelik
politikalar olduğunu söylüyorlar.” [15]
Oysa “sınıf”ı, “servet, statü, eğitim, kültürel sermaye, vb. terimleriyle tanımlayan Amerikan
sosyolojisi çerçevesinde değil de, bireylerin üretim araçları karşısındaki konumlarını temel alan Marksist
yaklaşım çerçevesinden tanımlıyorsak, bu durumda iki şeyi kabul etmemiz gerekir:
1. Bugün dünya nüfusu, üretim araçlarının mülkiyet ve denetimini, dolayısıyla da ulusal ve
uluslararası siyasal denetim mekanizmalarını ellerinde tutan küçük bir azınlık ile üretim araçlarından
yoksun, geçimini temin edebilmek için işgücünü satmaktan başka hiçbir açarı olmayan devasa bir çoğunluk
ekseninde ikiye bölünmüştür: bir başka deyişle kapitalist sınıf ile işçi (emekçi) sınıfı.
2. Neoliberal kapitalizmin küreselleşmeci eğiliminin üretim süreçlerini uluslararasılaştırması
sonucunda, işçi sınıfı da “ulusal” sınırların ötesine geçerek “küreselleşmiş”tir. Bu anlamda Avrupalı
sendikalı erkek işçi de, ter atölyesinde çalışan Bangladeşli kadın işçi de, Karadeniz’de tütün toplayan
Suriyeli işçi de işçi sınıfının üyeleridir. Bu hâliyle işçi sınıfı, 19. yüzyıl ve 20. yüzyılın büyük bölümünde
egemen olan, ortak bir “sınıf kültürü”nü paylaşan, türdeş, örgütlü sınıf görünümünü yitirdi. Bir yandan
neoliberal istihdam politikalarının saldırıları (istihdam güvencesinin tasfiyesi, örgütsüzleştirme,
taşeronlaştırma, yerinden etme, yarı-zamanlılaştırma, güvencesizleştirme…) bir yandan da üretimin küresel
ölçekte yayılması, işçi sınıfını dünya nüfusunun çok büyük bir çoğunluğunu kapsayan, ama kültürel olarak
parçalanmış bir kendiliğe dönüştürdü.
Dünya emekçilerinin çoğu, büyük ölçüde bir avuç Çokuluslu şirketle irtibatlı olan sömürü “hâl”ini,
kırsaldan yeni kopmuş, genç Güneydoğu Asyalı kadınlar, ekmeklerini çöplüklerden çıkarmaya çalışan
göçmen geri dönüşüm işçileri, yan sanayilerde boğaz tokluğuna istihdam edilen Afgan sığınmacı çocuklar,
market zincirlerinde tezgâhtar, temizlikçi, çağrı merkezlerinde cevaplayıcı olarak çalışan Hintliler, zengin
malikânelerinde dadılık yapan Orta Asyalılar, serbest ticaret bölgelerinde tuvalete gitmemek için altlarına
bez bağlayarak çalışmak zorunda bırakılan Latin Amerikalılar olarak yaşıyorlar. Düşmanlarının ortak,
çıkarlarının bir olduğunun bilincine varmaları, yani “kendisi için sınıf”a dönüşmeleri çok zor, bu doğru; ama
gerçek tam da bu: Düşmanları ortak, çıkarları bir. Ve Martin Luther King Jr.’ın yaşamının son yıllarına
doğru vurguladığı gibi, “Ekonomik ve siyasal iktidarın radikal bir yeniden dağıtımı gerçekleşmeden
sorunlarımızı çözemeyiz.” [16]
Şu hâlde, Marksist bir sınıf kavrayışı, iki hedefi birden gütmek durumundadır: 1. İşçi sınıfının
kültürel çeşitliliğini gözeten “kültürel” stratejiler: “Avrupalı sendikalı erkek işçi ile Bangladeşli kadın ter
atölyesi işçisini, Bangladeşli kadının gerçek çıkar, duygu ve gereksinimleri karşısına geleneksel sınıf
modelini koyarak bir araya getiremezsiniz. Bunu düşmanlarının ortaklığına ve ardından da kendi çıkarlarının
tikelliği ve farklılıklarına seslenerek yapmalısınız.” [17]
Bir başka deyişle, sınıf siyaseti, “kültürel” farklılık ve gereksinimlerin üzerinden atlamamalıdır.
Bu yalnızca sınıf siyasetinin başarısına yönelik bir taktik, ya da farklı bileşenlerden oluşan bir sınıfın
mensuplarını “hoş tutmaya” yönelik bir “siyaseten doğruluk” söylemi değildir. Bu yaklaşım, kapitalist
sınıfın tarihsel olarak kendisini önceleyen tahakküm biçimlerini, kendi çıkarlarını azamileştirmek üzere
temellük edip dönüştürmesi, bir başka deyişle, kapitalist sömürünün, sistemin kendisinden önceki sınıflı
toplumlardan devraldığı eşitsizlikler üzerine yerleşmesiyle ilişkilidir. “Kent devrimi”nin gerçekleştirdiği kır-
kent eşitsizliği olmasa proletarya olmazdı, örneğin. Merkantilist çağın biçimlendirdiği merkez-çevre
eşitsizliği olmasa, kapitalist sermaye birikimi mümkün olmazdı. Sınıflı toplumların mirası kadın-erkek
eşitsizliği ya da sömürgeciliğin mirası ırkçılık olmasa olmasa, ucuz emek gücüne erişim imkânı olmazdı vb.
vb. Bir başka deyişle “kimlik” iddialarına temel olan eşitsizlik ve tahakküm biçimleri, -farklı förünümler
6
alsalar da- kapitalizmin sürdürülebilmesi açısından zorunlu eşitsizliklerdir. Bu nedenledir ki, sömürüden
kurtulmak ve tahakkümlerden özgürleşmek, her türlü sömürü ve tahakküm ilişkisi madunlarının sermaye
egemenliğine karşı ortak mücadelesini gerektirir. Bu mücadeleyi yürütecek siyasal organ ise ezilenler-
sömürülenler gövdesinin çeşitliliğini bir an olsun gözden kaçırmamalıdır…
2. Marksist sınıf kavrayışının gütmek durumunda olduğu ikinci hedef ise, “iktidar”dır. Çünkü bugün
iktisadi ve siyasal iktidar tarihte görülmemiş ölçüde içiçe geçmiş ve yine görülmedik boyutlarda
yoğunlaşmıştır. Neoliberal kapitalizm, tüm küresel finansı, askerî-sınai kompleksi, emek gücünü, doğal
kaynakları, bir avuç Çokuluslu şirketin hizmetine tahsis ederken emekçilere parçalılığı, örgütsüzlüğü,
bireyciliği va’zetmekte. Oysa yüzde 1’in toplam servetinin geride kalan yüzde 99’un servetinin iki katına
ulaştığı bir dünyada, yaşam ancak “mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesi”yle sürdürülebilirleşecektir. Bu
ise, yalnızca emekçilerin, ezilenlerin iktidarıyla gerçekleşebilir.
Vurgulamaya gerek var mı, “Yeni Sol” on yıllardır “iktidarı ele geçirme” perspektifinin
demodeliğini, otoriterliğini, bürokratikliğini, erkek egemenliğini ve “çağdaş” bir muhalif olarak yaftalanmak
istemeyeceğiniz daha bir sürü vasfını sıralayarak bizi hem emeğimize hem de yaşamımıza tasallut eden
küresel kapitalizm karşısında silahsız bırakıyor.
1990’lı yıllardan beri John Holloway’in “İktidarı almadan dünyayı değiştirin!” çağrısında [18]
somutlanan mesaja kulak veren yüzlerce irili ufaklı ayaklanma, binlerce “toplumsal hareket” geride pek
fazla iz bırakmadan sönümlendi gitti… Bir kısmı “sol” içi kliyantel aygıtlara dönüşüp yeni müzmin
muhalifleri anaakıma eklemleyecek kanallar oluşturdular, bazıları rejim tarafından çevrelenerek unutuluşa
terk edildi. Bhaskar Sunkara, örneğin, Zapatista ayaklanmasından 20 yıl sonra, ayaklanma merkezi
Chiapas’ı şöyle betimliyor. “Neredeyse yirmi yıllık devrimci sürecin ardından Chiapas imgelemin davet
ettiği kurtarılmış cennet olmanın çok uzağında, derinlemesine yoksulluğun süregittiği, gösterilecek pek fazla
şeyi olmayan bir bölge. Okur-yazar olmayanların oranı yüzde 20’lerin üzerinde ve su, elektrik ve
kanalizasyon gibi temel kamu hizmetleri lüks sayılıyor. Bebek ölümleri ulusal ortalamanın iki katı. Kuşaklar
boyu süren yoksulluğu bir çırpıda yok edemedikleri için Zapatistaları suçlamak absürd olur, ama onların
yurdışındaki (Kuzey Amerika ve Avrupalı -b.n.) ayrıcalıklı destekçilerinin Chiapas’taki maddî koşullara
daha çok, ‘direniş’i cezbetmek için dizüstü bilgisayarlarını kullanmadaki yenilikçi tarzlarına daha az dikkat
etmelerini istemek çok mu abartılı olur?” [19]
Yoksulluğu ortadan kaldırmak, eşitliği tesis etmek, dünyayı değiştirmek, her türlü sömürü ve
tahakküm ilişkisinin kökünü kazımak, yerküreyi insanlarının özgürce ve eşit ilişkiler içinde yaşayabileceği
bir ütopyaya dönüştürmek… bunların tümü, ancak “sınıf” ve iktidar” kavramları çerçevesinde düşünüldüğü
ve eyleme geçirildiği ölçüde gerçeklik kazanabilecek tasavvurlardır…
1917 Ekimi’ndeki Bolşevik Devrimi’nin bizlere unutturmaya çalıştıkları en önemli dersi, kanımca
budur. Bu bağlamda, V. İ. Lenin’in, “Kapitalizme karşı devrimci savaşımı bütün demokratik isteklerle, yani
cumhuriyet, halk ordusu, görevlilerin halk tarafından seçilmesi, kadınlara eşit hak verilmesi, ulusların kendi
kaderini tayin hakkı vb. gibi isteklerle ilgili devrimci bir program ve taktiklerle birleştirmeliyiz. Kapitalizm
var oldukça bu istekler -hepsi- yalnızca bir istisna olarak elde edilebilir. Üstelik tam olarak değil, çarpıtılmış
olarak,” [20] sözlerini çok iyi bellemek durumundayız…
19 Ekim 2021 11:36:33, İstanbul.
N O T L A R
[*] Kaldıraç’ın 7 Kasım 2021 tarihinde İstanbul’da düzenlediği “Ekim Devrimi'nin 104. Yılında Gelmekte Olan
Devrimdir” başlıklı panelde yapılan konuşma… Kaldıraç, No:244. Kasım 2021…
[1] Theodor Adorno.
[2] Sibel Özbudun, “Yeni Toplumsal Hareketler Ne Kadar ‘Yeni’?” Kaldıraç, sayı 197, Aralık 2017, ss.94-100.
[3] Oya Çitçi, “Yeni Siyaset: Neoliberalizm ve Post-Modernizmin Siyasal Projesi”, YDÜ Sosyal Bilimler Dergisi, C. I, No.
2, (Ekim 2008)
[4] “Bugün dünyayı düşündüğümüzde, toplumsal yaşamın en dinamik temsili ne iyimsel işlevselcilik, ne kötümser yapısal
Marksizm ne de toplumsal eylemin stratejik kavranılışı değil, kimlik ve cemaat çağrısıdır.” (Alaine Touraine, “An Introduction to
the Study of Social Movements” Social Research, C. 52, No. 4, (Kış 1985), s. 769.
[5] Mark Lilla, “How the modern addiction to identity politics has fractured the left”, New Statesman, 18 Eylül 2017.
https://www.newstatesman.com/uncategorized/2017/09/how-modern-addiction-identity-politics-has-fractured-left
[6] Mary Davis, “After Brexit #5 Class Politics vs Identity Politics: The Choice for Labour”,
https://www.thefullbrexit.com/class-politics-vs-identity-politics .
[7] Rashmee Kumar, “Politics have divided the left: An Interview with Asad Haider”,
https://theintercept.com/2018/05/27/identity-politics-book-asad-haider/
7
[8] Mark Lilla, “How the modern addiction to identity politics has fractured the left”, New Statesman, 18 Eylül 2017.
https://www.newstatesman.com/uncategorized/2017/09/how-modern-addiction-identity-politics-has-fractured-left
[9] Emma Dawson, “Left’s identity politics crisis a progressive problem”, 20 Eylül 2021,
https://www.smh.com.au/national/left-s-identity-politics-crisis-a-progressive-problem-20210918-p58suc.html
[10] Laura Duggan,”Identity and class”, Socialist Voice, 9 Mayıs 2019, https://socialistvoice.ie/2019/05/ identity-and-class/
[11] Bhaskar Sunkara, “Why We Loved the Zapatistas”, The Jacobin, 01.01.2011. https://jacobinmag.com/2011/01/why-
we-loved-the-zapatistas
[12] “(…) Sağcı popülizm kimlik araçlarını seçim şansını güçlendirmek için etkin biçimde kullanmaktadır. Kimliğin sağcı
popülist kullanımı, dargörüşlü bir kimlik bilincinin öznel katılaşması ve ardından ‘güçsüzlerin güçsüzler olarak zaferi’ni ilan eden
bir yaralanmışlık ya da mağduriyet politikası olarak kurgulanmasından oluşur. (…) Günümüz koşullarında sağcı popülizm,
kimliği neoliberal şirketleşme ve cemaatlerin çözülmesi deneyimini boş bir biçimde kültürelleştirerek ve travmatize ederek
sentetik bir biçimde sınıftan ayırmıştır. Kültürel yaralar üzerine bu vurgu, neoliberalizme duyulan antipatinin ‘dışlanmış öteki’ne
yöneltildiği antagonistik bir sınırın yaratılmasına yol açtı. Bunun sonucu, özselleştirilmiş kimlikler ahlaksallaştırılmış bir intikam
politikasına girişme amacıyla katılaştırılıp dibe çökeltildi. Kimliklerin özselleşmesine ve çökelmesine yol açan, sınıfın
gizlenmesiydi.” (Yanis Iqbal, “Neoliberalism, Identity and Class: A Theoretical Reconsideration”,
https://www.hamptonthink.org/read/neoliberalism-identity-and-class-a-theoretical-reconsideration .
[13] Sheri Berman, “Why identity politics benefits the right more than the left”, The Guardian, 14 Temmuz 2018,
https://www.theguardian.com/commentisfree/2018/jul/14/identity-politics-right-left-trump-racism . Bunun karşısında ise, “Büyük
bankaları yarın kapatsak… bu ırkçılığı sona erdirir mi? Cinsiyetçiliği sona erdirir mi? LGBTI topluluğuna karşı ayırımcılağ son
verir mi? İnsanların göçmenlere karşı daha hoşgörülü olmalarını sağlar mı?” diyen Hillary Clinton aymazlığı vardı… (Paul
Heideman, “Class rules everythin around me, Jacobin, https://jacobinmag.com/2019/05/working-class-structure-oppression-
capitalist-identity )
[14] Jeff Sparrow, “Class and identity politics are not mutually exclusive. The left should use this to its benefit”, The
Guardian, 17 Kasım 2016, https://www.theguardian.com/commentisfree/2016/nov/18/class-and-identity-politics-are-not-
mutually-exclusive-the-left-should-use-this-to-its-benefit .
[15] Jeff Sparrow, a.y.
[16] akt.: Paul Heideman, “Class rules everything around me”, Jacobin, Mayıs 2015,
https://jacobinmag.com/2019/05/working-class-structure-oppression-capitalist-identity
[17] Roy Bhaskar, “Critical Realism and the Left”, From Science to Emancipation: Alienation and the Actuality of
Enlightenment, Londra, Routledge, 2012.
[18] John Holloway, Change the World Without Taking Power, Pluto Press, 2002.
[19] Bhaskar Sunkara, “Why We Loved the Zapatistas”, The Jacobin, 01.01.2011. https://jacobinmag.com/2011/01/why-
we-loved-the-zapatistas
[20] V. İ. Lenin, Ulusal Sorun ve Ulusal Kurtuluş Savaşları, Sol. Yay., 1993: 230-31.