II.2) Peki Ya Fransız Devrimi?
Devrimler kadınların yaşamlarını, öncü sınıfların dünya görüşleri ve tahayyülleri doğrultusunda radikal
biçimde değiştirirler, dedim. Bir işçi devrimi olarak Sovyet devrimi bunun kanıtıdır. Peki ya bir “burjuva
devrimi” olarak Fransız devrimi? Ya da İran’daki “mollalar (karşı-)devrimi?
1789’un Fransız kadınlarını nasıl harekete geçirdiğini ne kertede radikalleştirdiğini görmüştük. Ama
şunu da ilave etmek gerek, Fransız devrimi, öncüsü olan ve “tiers-état”nın başını çeken burjuvazinin
erkeklerinin bütün korkularına, bütün geri adımlarına rağmen kadınların yaşamında -burjuvazinin dünya
görüşleri ve tahayyülleri çerçevesinde- önemli değişimler yaratmıştı.
Bu değişimler Ekim Devrimi’nde görüldüğü gibi anında hayata geçirilmiş değildir. Hatta denilebilir ki,
“1789’da cinsel eşitliğin destekçileri Fransız Devrimi’nin kadınların beklenen kurtarıcısı olduğuna
inanabilirlerdi. Ne ki, 1793’e gelindiğinde, devrimci yetke arttıkça, kadınların etkin toplumsal katılımdan
dışlanmalarının arttığı da açığa çıkacaktır. 1793’e gelindiğinde, kadınların toplanmaları, mercilere dilekçe
vermeleri yasaklanmıştır. Sokaklarda pantolonla dolaşan kadınlar tutuklanmaktadır ve Devrim bir zamanlar
kadınları eğiten manastır ve kilise okulları kapatılmıştır. Cinsiyet farklılıklarının ve ahlâk yasasının katılığı
kadınların önündeki ekonomik fırsatları sınırlandırıyordu; buna ek olarak 1792’nin eşit boşanma yasaları,
1795’de ilga edildi. Elit kadınların Eski Rejim sırasında ellerinde tuttukları sınırlı erk, diğer ayrıcalıklarla
birlikte yok olup gitmişti ve hiçbir kadın artık bunlardan yararlanamıyordu.” [32]
9
Kadınların, Fransız Devrimi’nden kalma birkaç ufak tefek kazanımları ise, kadınları tümüyle
kocalarının vesayeti altına veren, evden dışarı çıkmalarını koca iznine bağlayan Napoleon Yasası tarafından
ortadan kaldırılacaktı.
Gerek Fransız Devrimi’ne öncülük eden Aydınlanma düşüncesi, gerekse bizatihi Devrim’in “kadın
dostu” olduğunu söylemek zordur. Evet, Aydınlanma dinin/Katolisizmin toplum yaşamı üzerindeki
egemenliğinı kırmak için büyük çabalar sarf etmiş, Devrim ise toplumsal yaşamın sekülerleşmesinde dev bir
adım oluşturmuş, “Tanrı”nın yerine “Doğa Yasaları”, “İman”ın yerine “Akıl”ın ikamesi yolunda önemli
adımlar atılmıştır.
Fransız Devrimi’nin kadın karşıtlığının temelinde tam da bu vardır: kadınların “doğaları gereği”
(doğurganlık, aylık kanamalar, daha küçük beyin, daha az fiziksel güç…) kamusal alandan dışlanarak tek
gerçek görevleri olan domestik alanla sınırlandırılmaları gereği düşüncesi… Üstelik bu, devrim sürecinde kentli
kadınların büyük ölçüde Jacobin’lere rakip ılımlı-kralcı Girondin’leri desteklemeleri (Olympe de Gouges,
Theorigne de Méricourt gibi öne çıkan kadınlar Girondin’lerin destekçileridir); kırsal kesimdeyse kadın
kitlelerinin Katolik karşı-devrimin yanında sah tutmaları ile güçlenen bir kanaatdir: Kadınlar “rasyonel”
davranabilen varlıklar değildirler; kör geleneklerin ve güçlerin boyunduruğu altındadırlar; bu yapılarıyla
kamusal alana çıktıklarında erkek yığınlarını da yanıltıp delalete sürükleyebilirler, vb. vb.
Pekâlâ bu durumda, Fransız devrimi kadınların yaşamlarını radikal biçimde değiştirdiği nasıl öne
sürülebilir?
Şöyle: Fransız devrimi, yönetim yetkisini ruhban ve aristokratlardan alıp burjuvaziye verdiği ölçüde,
siyaseti sekülerleştirmiştir. Dünyayı, insanlar arasındaki ilişkileri düzenleyen ilahi bir ilke yoktur; insan, aklı
aracılığıyla dünyayı ve yaşamını daha iyi, daha güzel kılabilme yetisine sahiptir. Üstelik, devrimin hemen
ardından yayınlanan “İnsan (Erkek) ve Yurttaş Hakları Bildirgesi”, tüm insanların/erkeklerin eşit olduğunu ve
doğuştan devredilemez/gaspedilemez temel haklara sahip olduğunu ilan ediyordu.
Üstelik 19. yüzyılda tüm Avrupa’ya yayılan sanayi devrimi, kadınları ucuz işgücü kaynağı olarak,
yığınsal biçimde kamusal alanda üretime çekecektir.
Bu koşullarda, devrim momentinin ayağa kaldırdığı kadınların neden, hangi gerekçeyle Anayasaların
tüm erkek yurttaşlara tanıdığı eşitlikten ve yurttaşlık haklarından dışlandığını açıklamak, giderek zorlaşacaktır.
Ve artan sayıda kadın, erkeklerin sahip olduğu temel haklara (öğrenim, mesleklere giriş, siyasal haklar,
mülkiyet hakları, medeni yasa…) sahip olmak için mücadeleye atılacaktır. Feminizm, doğmuştur.
19. yüzyılda feminist mücadelenin önemli bölümü, formel eşitliğin sağlanmasına yöneliktir: yasal
haklarda eşitlik. Ve zamanın feministlerinin büyük çoğunluğunun tahayyül dünyası, kendi sınıflarının kadınları
için eşitlik talebiyle sınırlıdır; Fransız devriminin ve sanayi devriminin emekçi sınıflar arasında yol açtığı
çalkalanmalar, burjuvazinin erkekleri olduğu kadar, kadınlarının da gözünü korkutmaktadır; feminist
eşitlikçilik, kısa süre sonra emekçi kadınların “Ekmek ve Gül” taleplerinden kendini ayırır.
Bir başka deyişle, nihayetinde burjuvazinin toprak sahibi aristokrasi ve ruhban sultasına karşı
ayaklanarak siyasal iktidarı ele geçirmesine ve kendi iktisadi egemenliğini (kapitalizm) tesis etmesine yol açan
Fransız Devrimi, uzun erimde, büyük ölçüde önderlerinin istemlerinin de dışında, kadınların toplumsal
yaşamlarında radikal dönüşümlere yol açacaktır: eğitimin tüm kademelerine katılma, veraset, erkeklerin
ayrıcalığı olan mesleklere giriş, boşanma, velayet ve nihayet seçme ve seçilme hakları, feministlerin uzun
soluklu mücadeleleri ve ısrarları sonucu, kazanılacaktır. Ancak not etmeli; bu işçi iktidarının kadınlara
sağladığı eşitlikten çok farklı bir haklar manzumesidir.
III) “Kadın devrimi” yoktur. Devrimler kadınları da saflaştırır.
Evet; devrimler, kadın kitlelerini harekete geçirir ve onların yaşamlarında radikal değişimlere yol
açarlar. Tabii, devrimin öncü sınıf(lar)ının meşrepleri doğrultusunda. Bunu yalnızca “tipik” bir burjuva devrimi
olan 1789 Fransız Devrimi ve yine “tipik” bir işçi devrimi olan Sovyet devriminden değil, bir “karşı-devrim”
olarak nitelenebilecek İran İslâm “Devrimi”nden de görmek mümkündür. İran İslâm (karşı-) Devrimi’nin
öncülüğünü üstlenen çarşı (suk) esnafı, devrimin harekete geçirdiği kadın yığınlarına çador’u, erkeğin tek bir
sözüyle, tek taraflı boşanma (mutlak) hakkını, iki kadının şahitliğinin tek erkeğinkine denk olmasını, kadınların
mirastan erkeğin yarısı kadar pay almasını, zinayla suçlanan kadının masumiyetini kanıtlama yükümlülüğünü
ya da recm ile cezalandırılması olasılığını… dayatmıştır. Yani, kadınlar Şahlık döneminin “Batılılaşma” adına
tanıdığı hakların da ellerinden alındığını görmüşlerdir.
Bir başka deyişle… Devrimler sınıfsaldır. Ve yalnız iktisadi-siyasal ilişkileri değil, gündelik yaşamı da
kendilerine öncülük eden sınıf(lar)ın dünya görüşleri ve çıkarları doğrultusunda biçimlendirmeyi hedeflerler.
10
Söylemeye gerek var mı, kadınlar da sınıf-dışı/sınıflarüstü varlıklar değillerdir. Sınıflara bölünmüş
toplumlarda, onlar da sınıflara bölünmüş bir yaşam sürdürürler, dünyaya kendi sınıfsal çıkarlarının
penceresinden bakarlar. Haklarına, yaşam tarzlarına, kamusal ve/veya özel alandaki konumlarına ilişkin
tahayyül, özlem ve talepleri, sınıfsal konumları çerçevesinde biçimlenir. Ve sınıfları çıplak elleriyle birbiriyle
çatışmaya yönelten devrimler, farklı sınıflara mensup, ya da farklı sınıfsal ideolojilerden beslenen kadınları da
karşı karşıya getirir; çatışma içine sokar.
Örnek mi? O kadar çok ki…
Yine Fransız devriminden başlayalım, dilerseniz. 1789 ayaklanmalarına katılan kadın yığınları, bir
başka kadının, Kraliçe Marie Antoinette’in kellesini istediklerini haykırıyorlardı Paris sokaklarında. İhtilalin
kendi çocuklarının başını yemeye başladığı 1790’larda Jacobin ve Girondin kadınlar karşı saflarda
çatışmaktaydılar. Ve devrimin ilk elde ekmek getirmediğini, kiliseye yönelik radikal Cumhuriyetçi saldırıların
ellerindeki bir dirhem güveni de ellerinden alacağı korkusuna kapılan köylü kadın yığınları, Katolik karşı-
devrim saflarına geçtiler, yığınlarla.
Ya da 100 yıl kadar sonra, Komün’ün yenilgiye uğradığı Paris sokaklarında, şık giyimli burjuva
hanımları zafer turları atarken Komünar kadınların kurşuna dizilmesini sevinç çığlıklarıyla izliyor, yerlerdeki
kadın cesetlerini şemsiyeleriyle dürtüklüyorlardı…
Kadınların toplumsal ve siyasal yaşam içinde erkeklerle eşit haklarla yer alması talebiyle ortaya çıkan
feminist hareket de sınıfsal kökenine bağlı sonuçlardan kaçınabilmiş değildir.
Rusya’da 1905 sonrasında sahne alan ve erkeklerle eşit haklara sahip olmak için kıyasıya bir mücadele
veren Rus feministleri, Çarlık rejiminin devrilmesine ve geçici burjuva-demokratik hükümetinin kurulmasına
yol açan 1917 Şubat devrimiyle birlikte, “maksadın hasıl olduğu” gerekçesiyle, -ve erkek sınıf kardeşleriyle
birlikte- savaş karşıtı tutumlarını terk ederek şoven bir tutum benimserler, [33] örneğin.
Aynı durum, Alman burjuva kadın örgütlerinin şemsiye kuruluşu Alman Kadın Örgütleri Federasyonu
(BDF) için de geçerlidir. Alman sömürgelerinde beyaz ırkın saflığını korumayı hedefleyen Alman-Sömürge
Kadınlar Ligası, Alkollü İçkilerin Suistimaline karşı Alman Derneği ve Alman Evanjelik Kadınlar Ligası gibi
sağcı örgütleri de bünyssinde barındıran BDF’in üye sayısı, savaş öncesinde 250 000’e ulaşmıştır ve federasyon
kadınlarla ilgili konularda hükümete danışmanlık yapmaktadır. 1910-19 arasında federasyonbaşkanlığı yapan
Gertrud Bãumer kadın hareketinin öncelikle saldırgan emperyalist politikalar aarka çıkmak anlamında “milli”,
toplumsal gerilimleri ve sınıf çelişkilerini hafifletmek için çaba gösterme anlamında “sosyal” olması gerektiğini
savunuyordu. Bãumer’e göre kadınların kurtuluşunun nihai hedefi, “formel eşitlik değil, tüm kadın değerlerinin
kültürümüz üzerindeki aynı ölçüde canlı, aynı ölçüde zengin etkisi, özgül olarak dişil güçlerin dünya
faaliyetlerine daha zengin akışı”ydı. Kadın “eğer kendini evi ve ailesiyle sınırlandırırsa, kadın hareketinin
idealiyle, herhangi bir erkek mesleğine girmekten daha uyumlu davranmış olur”.
BDF 1911-14 arasında kürtajın yasaklanarak cezalandırılması için kampanyalar yürüttü; ülkenin
emperyalist politikalarını şiddetle destekledi, ırksal açıdan karma evliliklerin yasaklanmasını talep etti, içki
içenlerin kısırlaştırılmasını savundu, fuhşa karşı savaş açtı. Savaşın sona ermesinin ardından, Federasyon
milliyetçiliği öncelikli hedefleri arasında saymayı sürdürecekti: “Her inanç ve partiden Alman kadınları ulusal
kimliklerine sahip çıkmak üzere birleşmeliydi.” Federasyon, Alman Demokratik Parti’nin, SPD’nin, Bağımsız
Sosyalistlerin ve Alman Komünist Partisi’nin desteklerini çekmesine karşın büyümeye devam etti. 1931’de üye
sayısı, ihtiyatlı bir hesaplamayla 750 000’e ulaşmıştı [34] …
Ancak farklı sınıfsal konumların kadınların “ortak” mücadelesine eninde sonunda engel olduğuna
değgin en iyi örnek, hiç kuşku yok ki, İngiliz kadınların “oy hakkı” mücadelesi, yani Süfrajet hareketi ve
isimleri bu hareketle özdeşleşen Pankhurst’lerdir.
20 yüzyıl başları İngiltere’sinin kadın hakları açısından bir cennet olduğu söylenemez. Bir kadın
evlendikten sonra kocasının mülkü addedilmekte, domestik alana hapsedilmektedir. Süfrajet hareketi 1893’te
kurulan Bağımsız İşçi Partisi (ILP) bünyesinde biçimlenir. ILP ve ardılı İşçi Partisi, emekçi tabana dayanan,
ancak kapitalist programa sahip partilerdir.
Emmeline Pankhurst ve kocası Dr. Richard Marsden Pankhurst ILP üyeleridir. Emmeline ILP üyesi
kadınlarla birlikte 1903’de tek talebi kadınlara erkeklerle eşit temelde oy hakkı olan Kadınların Toplumsal ve
Siyasal Birliği’ni (WSPU) kurar. “Erkeklerle eşit temelde” ibaresi, sadece mülk sahibi erkeklere oy hakkı
tanıyan 1884 Reform Yasası’nın kabulü, yani “yalnızca mülk sahibi kadınlar” iççin oy hakkı talep edilmesidir.
WSPU yürüyüşlerden, vitrin camlarını alaşağı etmekten, kundakçılığa, feda eylemlerine bir dizi
protestoyu devreye sokacak, üyeleri sürekli olarak polis şiddeti, tutuklanma, yargılanma hatta ölümle
karşıkarşıya kalacaktır. Emmeline ve kızı Christabel Pankhurst WSPU’nun kadınların oy hakkı kabul edilene
dek hiçbir siyasi partiyle işbirliği yapmayacağını ilan etmeleri üzerine Birlik ILP ile bağlarını kopartır. Ve
11
özellikle üst sınıf, muhafazakâr kadınların desteğini sağlamak için çabalamaya girişir. Bu, ILP’nin devşirdiği
emekçi tabandan kopuş anlamına gelmektedir.
Buna karşılık, Emmeline’in yine WSPU’yla bağlantılı Doğu Londra Süfrajet Federasyonunu (1912)
kuran ikinci kızı Sylvia Pankhurst, farklı bir hat izlemektedir. Sylvia’nın örgütü proleter kadınlara Britanya
yönetimine başkaldıran İrlandalı kadınlara dayanmaktadır. Hareket Ekim devriminin de etkisiyle hızla
radikalleşir.
Süfrajet hareketin burjuva ve proleter kanatları arasındaki açı farkı, ekonomik kriz derinleştikçe, Dünya
savaşı emekçilerin yaşam koşullarını cehenneme çevirdikçe ve Ekim devrimi Avrupa ve ABD’li emekçiler için
bir kerteriz hâline geldikçe derinleşir. 1912’de Londralı dok işçilerinin grevi güvenlik güçlerinin ateş açması ve
sendika önderlerinin hapse atılmasıyla kırıldığında, Christabel Pankhurst WSPU’nun gazetesi Votes for
Women’da işçilerin grev hakkına saldıran yazılar kaleme alacak, buna karşılık kardeşi Sylvia ile Doğu Londra
Federasyonu, işçi eyemlerinin yanında saf tutacaktır. Süfrajet hareketi nihayet, Sylvia’nın 1913’de Dublin’de
nakliyat sendikasını kırmak amacıyla hapsedilen James Conolly ve Jim Larkin’le dayanışma çağrısında
bulunması üzerine resmen bölünecektir. Christabel’e göre işç kadınlar “kadın cinsinin en zayıf kesimidir ve en
zayıfları mücadelede kullanmak, yanlıştır.”
Birinci Dünya savaşı, feminist hareket içindeki kutuplaşmayı daha da belirgin hâle getirecektir. Savaşla
birlikte Emmeline ve Christabel Pankhurst WSPU’nun tüm faaliyetlerini derhâl askıya alır ve üyelerine “kendi”
ülkelerini destekleme çağrısında bulunurlar. Gazeteleri adını Britannia olarak değiştirirken, oy hakkı için
polisle çatışan kadınlar, yerini ellerinde katran kovaları ve tüyler, asker kaçaklarını kovalayan, askerlik şubeleri
önünde sıraya giren “yurtsever” kadınlara bırakır. Buna karşılık, Sylvia Pankhurst ve yoldaşları savaşı protesto
etmekte, kadınlar için oy hakkının yanısıra yoksulluk ve sınıfsal tahakküme karşı da kampanyalar
düzenlemektedir. İzleyicileri arasında Doğu Londra’nın aç, işsiz, yoksul, dolayısıyla da bayrak sallama
konusunda pek de gönüllü olmayan emekçi kadınları çoğunluktadır [35] …
IV) Kadınların devrim sonrasında kazanımlarına sahip çıkması gerekir.
Buraya dek tartıştıklarım, devrimlerin sınıf iktidarına değgin siyasal-toplumsal momentler olduğu ve
toplumsal yaşamı iktidarı eline alan sınıfın çıkarları, konumu ve dünya görüşü çerçevesinde yeniden
biçimlendirdiğini öne sürmektedir.
Evet, her sınıf, kadınların yaşamına değgin, nihaî olarak biçimlendirmeyi üstlendiği üretim ilişkileri
içindeki yeri ile uyumlu olarak biçimlenen ve sınırları bu yer tarafından çizilen bir tahayyülü vardır.
Ama her (sınıflı) toplum, aynı zamanda nihayetinde kendisi de (sınıfsal) iktidar ilişkilerine dayanan
ataerkiyle malûldür. Sınıflı toplumların şafağında biçimlenen ataerki, her sınıflı toplumda egemen sınıf(lar)ın
iktidarını payandalayan, farklı cinsiyetlerin üretim ilişkileri içerisindeki yerlerini, tabi oldukları işbölümünü ve
bu işbölümüne bağlı konumlarını belirleyen bir iktidar formudur. Farklı üretim tarzlarına esnek bir biçimde
eklemlenme yetisine sahip olan ataerki, kamusal alanı (siyaset, savaş, ticaret…) erkeğin tekeline verirken,
kadınların emeğini ve varoluşunu özel (domestik) alana hasredilmesinde tezahür eder. Ve bu konumları yetkesi
geleneklere ve/veya kutsala dayanan buyrultularla destekler.
Sınaî kapitalizmle birlikte, o güne dek özel alana taalluk eden üretimci faaliyetlerin de kamusal alana
taşınması, yani işyeri ile hanenin birbirinden ayrılması, yeni bir duruma işaret etmektedir. Böylelikle,
kapitalizm öncesi üretim tarzlarında domestik alanda içiçe yürütülen üretim ve yeniden üretim faaliyetleri, ilk
kez birbirinden net hatlarla ayrılacaktır.
Ataerkil işbölümü yeniden-üretimi (biyolojik özellikleri gerekçesiyle) kadına atfetmiştir. Sanayi
devriminin üretimi kamusal alana taşıması, kadın emeğinden vaz geçilmesi anlamına gelmez. Ucuz ve uysal
işgücü kaynağı olarak kadınlar yığınsal olarak kamusal üretime çekilecektir. Bu durum, kamusal alanın diğer
veçhelerini (politika, eğitim, meslekler…) kadına kapalı tutma ısrarını zaman içerisinde erozyona uğratır:
burjuvazinin “Kadın hakları” gündeminin maddi temeli.
Ancak kamusal üretime katılma trendi, ataerkil işbölümünün diğer yönünü, yeniden üretimin, yani
işgücünün kendini sürdürebilmesi için gereken faaliyetlerin büyük ölçüde kadınlar tarafından yürütülmesinin
büyük ölçüde kadınların işi olarak kalmasının önüne geçmedi. Tersine, bu, kapitalist kâr için “olmazsa olmaz”
bir durumdu: yeniden üretime değgin faaliyetlerin bedelsiz olarak kadınlar tarafından üstlenilmesi, işgücünün
maliyetini düşüren önemli bir etkendi. Bir başka deyişle, kadınların ev işlerini, çocukların, yaşlıların, hastaların
bakımını bedelsiz olarak üstlenmeleri, bu hizmetlerin kamusal olarak gerçekleştirilmesinden doğacak maliyeti
kapitalistlerin sırtından alarak kâr marjını yükseltiyordu.
12
Cinsiyetler arasındaki bu işbölümüne meydan okuma görevini ilk üstlenen, Ekim Devrimi oldu. Sovyet
işçi devrimi, kamusal alanı tümüyle ve tam bir eşitlik çerçevesinde kadınlara açmakla kalmadı, kadının
domestik köleliğine son verme konusunda son derece radikal adımları da attı. Kadın-erkek ilişkilerini radikal
biçimde yeniden tanımlamaya yönelik yeni hukuksal çerçeveye ek olarak ev işlerinin kamusallaştırılması
yönünde girişimler, doğumlarından itibaren çocukların bakım ve eğitimlerinin kamusal bir görev olarak
yeniden tanımlanması, çekirdek ailenin sönümlendirilmesi tartışmaları, komünal yaşam tarzlarına yönelik
denemeler… Ekim’in önderlerinin, toplumsal cinsiyetler arasındaki, üretim ve yeniden üretime değgin
işbölümü ile kadınların ikincil kony-umu arasındaki ilişkinin bilincinde olduğunu göstermektedir.
Ancak bu durum, kalıcı ol(a)madı.
Öncelikle, kadınların yaşamlarını tümüyle yeniden biçimlendirecek bu girişimler, nüfusunun yüzde
doksanı geri ve yoksul bir kırsal okyanusunda yaşayan bir ülkede, üstelik de yedi yıl sürecek ve iktisadi,
toplumsal ve demografik bir çöküşe yol açacak savaş ve iç savaş arkaplanında gerçekleşiyordu. 1918-1920
yılları arasında salgın hastalıklar, açlık ve soğuk dokuz milyon Sovyet yurttaşının hayatına mal oldu.
Bolşevik iktidar, savaş ve iç savaşın yıkımını, sınırlı özel teşebbüsün önünü açan Yeni Ekonomi Politika
(NEP: 1921-28) ile aşmaya çalışacaktı.
Ancak, “kâr” odaklı kurumların yeniden yaygılaşması, işsizliğin hızla artmasına yol açacaktı: Ocak
1922’de 625 000’den 1923’te 1 240 000’e. İlk işten çıkartılanlar vasıfsız işçiler olduğundan ve çalışan
kadınların büyüjk çoğunluğu “vasıfsız” olduğundan bu, pratikte kadın işsizliğinin yaygınlaşması anlamına
geliyordu. Böylelikle Mart 1923’te kadınlar Petrograd işsizlerinin yüzde 58.7’sini, tekstil merkezi Ivanovo-
Voznesensk’de ise yüzde 63.3’ünü oluşturuyordu. Geleneksel olarak kadın işi olarak bilinen sektöründe
Moskova, Petrograd ve Ivanovo-Voznesensk’de işsizlerin yüzde 80-95’i kadınlardı. Kadınları korumaya
yönelik yasalar, kadın emekçilerin maliyetini yükseltmekteydi. Hedef kârlılık olunca da… Öyle ki, Zhenotdel
dahi 1924’te kadınların gece çalışma yasağının kaldırılmasını onaylamak durumunda kalacaktı…
Kadın işsizliğindeki artış, kadınların ekonomik bağımsızlığını tehlikeye atarken, “tasarruf” tedbirleri
komünal mutfak ve kreşlerin sayısındaki kısıtlamaları getirecekti. Büyük kentlerde ortak yemekhanelerde
yiyenlerin sayısı hızla düşerken, devlet kreşlerinde bakılabilen çocukların oranı yüzde üçe indi.
Bu, “yeniden üretim”in yeniden ve tümüyle kadınların sırtına yıkılması anlamına geliyordu.
Önceleri Medeni yasada bir değişiklik yapılmadı. Boşanma, 1918 tarihli aile yasasında olduğu kadar
kolaydı. Ancak, işsiz, çocukların ve evinin sorumluluğu altında ezilen bir kadının “boşanma özgürlüğü”
pratikte, kadının babasız çocuklarının yüküyle başbaşa kalması anlamına geliyordu. Kadın, erkeğin mutlu bir
şekilde terk eetme özgürlüğüne sahip olduğu yuvaya, zincirlerle bağlanmıştı… Hükümet çevrelerinde, terk
edilen kadın ve çocuklara nafaka yükümlülüğü getiren ve kadınların evlilik sırasında edinilmiş mülklerden pay
almasını sağlayan yeni bir yasanın gerekliliği dillendirilmeye başlamıştı. Beşte dördü geleneksel kırsal nüfustan
oluşan bir toplumda, hele ki savaşların getirdiği ekonomik ve toplumsal yıkım koşullarında, kitap hayata çok
uymamış, kadınların domestik kölelikten özgürlüğü bir başka bahara ertelenmişti…
NEP’in yürürlükten kaldırıldığı 1928 sonrasında girişilen devasa sanayileşme ve kırsal kolektivizasyon,
kadın istihdamında bir patlamaya yol açtı. NEP’in istihdam dışına ittiği milyonlarca kadın, her iş kolunda
makinelerin başına geçti yeniden. Böylelikle, tüm işgücünün 1922’de yüzde 22’sini oluşturan kadınların oranı
1940’a gelindiğinde, yüzde 39’a fırladı. Ne ki “ev işlerinin, çocuk bakımının kolektivizasyonu, çekirdek ailenin
sönümlen(diril)mesi tartışmaları artık rafa kalkmıştı. Sovyetler Birliği’nin resmî propagandası, traktör kullanan,
başında kaskı, iskelenin tepesinde duran, hastalara bakan, kürsülerden adalet dağıtan… özetle toplumsal
yaşamın her alanında erkeklerle eşit temelde yer alan kadınlarla övünüyordu… Bir bakıma haklıydı da… O
dönemde Sovyet kadınları en “ileri” kapitalist ülkelerde tahayyül edilemeyen alanlarda çalışabiliyor, toplumsal
yaşamın her alanına engelsiz katılabiliyordu…
“Engelsiz” mi dedim? Yanlış! Ev işleri, çocukların yükü hemen tümüyle kadınların sırtındaydı. Yorgun
argın atölyelerden, fabrikalardan, bürolardan, çiftliklerden iş dönüşü, çocukları kreşten, yuvadan alıp saatlerce
zor bulunan tüketim malları için kuyrukta beklemek, eve varınca mutfağa koşmak… Hem de İkinci Paylaşım
Savaşı’nda çoğu erkek 27 milyon insanını kaybetmiş bir ülkenin demografik yükünü de omuzlamış olarak…
Çünkü Savaş, aile hukukunun hemen tümüyle değişmesine yol açmış, 1936’da kürtaj yasaklanmış,
boşanmalar güçleştirilmiş, aile birliği yeniden kutsanmaya başlamış, “meşru” ve “gayrımeşru” çocuk ayırımı
yeniden hukuk literatürüne girmiş, “Kahraman Analık madalyaları” dağıtılmaya başlamıştı.
Artık Kollontai’ın “İşçi sınıfının, yükselen sınıf ideolojisi, her iki cinsin de çıkarlarını dileklerini, duygu
ve görüşlerini üstüne aldığı için, başka şeyler istiyor; emek isteyen ortaklaşa toplumsal yaşam, içinde birinci
olması gereken kadın faktörünü dışarıda bırakarak yeni bir kültür kuramaz,” [36] sözlerinin çok uzağındaydı her
şey…
13
Kadınları yuvalarına, mutfaklarına geri dönmeye çağıran Gorbaçov karşı-devriminin yorgun düşmüş
Sovyet kadınları arasında fazla tepki görmeksizin sessiz sedasız kabullenilişinin arka planında bu durum
yatmaktadır.
Sovyet devrimi, bize işçi devrimleri ile kadınların kurtuluşu arasındaki bağların ne denli yakın ve
çözülmez olduğunu, emekçilerin öncülüğündeki devrimlerin kadınların özgürleşmesinde ne denli ileri
gidebileceğini gösterir.
Ama bir şeyi daha gösterir: Kadınlar sahip çıkmazlarsa kazanımlarının geri alınabileceğini… “Sosyalist
anavatanın savunulması/kurtarılması” adına kadınlara fedakârlık çağrıları çıkartılabileceğini… “Emek
kahramanı”, “Kahraman ana” madalyalarının kadınların mutfağa geri gönderilmesini örtbas etmek için
kullanılabileceğini…
Bu nedenledir ki kadınların devrim sürecinde kendi bağımsız (bir kez daha vurgulamalı: bir “parti”nin
organı olmayan) örgütleri aracılığıyla müdahale etmeleri ve bu bağımsız konumlarını devrimden sonra da
koruyabilmeleri önemlidir. Devrim sırası ve sonrasında karşılaşılabilecek güçlükler, savaşlar, iç savaşlar,
ekonomik yıkım vb. hiç kuşku yok ki tüm toplumun, emekçilerin büyük özverilerini getirecektir. Ancak
kadınların bu “özveri”den orantısız pay almaları için hiçbir neden yoktur: ataerkinin erkek emekçilere,
devrimcilere sağladıkları kolaylıklar dışında…